FUTBOL DENEN ŞU TUHAF
‘OYUN’ (*)
Ali BULUNMAZ
Söze “meşin yuvarlak” diye girmek
vardı ama futbol topunun meşinliği filan kalmadı. Top değiştikçe
futbol da değişti, evrildi doğal olarak. Eğer romantik
değilseniz, futboldan yalnızca futbol olarak bahsedemezsiniz artık.
Herkesin çok iyi bildiği gibi bu oyun enikonu bir endüstri. Bunu
geçelim. Ama değişmeyen bir şey var, o da futbolun tarihi.
Kitaplar dolusu yer kaplayan, bazen de yazılmamış fakat dilden
dile anlatılmış bir tarih bu.
Dünya tarihi içinde futbolunkinin
hayli çekici ve özel bir yerinin olduğu tartışmasız. Çünkü
futbol, kitleleri peşinden sürükleyen, rekabet barındıran ve
ilgiyi canlı tutmayı hep başaran bir spor.
Franklin Foer, Futbol Dünyayı
Nasıl Açıklar? isimli çalışmasında deyim yerindeyse sahaya
inip bilinen ama fazla yazılmamış olaylara eğiliyor; tarihin
akışında futbolun tarihinden bazı başlıkların nasıl
konumlandığını anlatıyor.
ÇETECİLERLE “DUYGUSAL
HOLİGANLAR”
Şunu en baştan söyleyelim, yazar
futbol oynamayı bilmiyor, daha doğrusu beceremiyor. Zaten bunu
kendisi açıklıyor. Ama tam da bu özellik onu bir futbol delisi
yapıyor: “Madem futbolda başarıyı yakalayamayacaktım, bu
durumda atabileceğim en şık çalım konunun uzmanı olmaya
çalışmak ve bunu becermekti. İnanın bir Amerikalı için bu
mevzu çantada keklik değil.” Doğru söze ne denir!
Foer, kendisiyle ilgili samimi
itiraflarda bulunurken bir taraftan da kitabın çerçevesini
çiziyor; futbolun ekonomisinden çok kültürel tarafıyla
ilgilendiğini, küresel tatlar ve markaların yerel kültürleri
ezip geçeceğine (ve hatta ezdiğine) dair endişesini
dillendiriyor.
Foer’in odaklandığı kültürel ve
yerel tatlar, her zaman olumlu özellikler barındırmıyor. Bunun
tipik örneği Kızılyıldız taraftarlarının bazılarının çete
üyesi oluşu ve kulüp tarafından beslenmesi. Kendilerine “Kötü
Çocuklar” diyen bu çete, “başarılarının” reklamını
yapmaktan ve hep bir adım ileriye gitmekten çekinmiyor. 1990’larda
Sırp milliyetçiliğinin yükselişindeki “ulvi” rolleri ve
nefretleri dillere destan:
“Avrupa şampiyonu olunan 1991’in
gölgesi altında, Kızılyıldız yönetim binası ve stadyumunda
Yugoslavya’nın yıkım komploları kuruldu. Kızılyıldız tribün
holiganlarından milis bir örgütlenme oluştu ve bu güç
silahlandı (…) Kızılyıldız fanatikleri, Miloseviç’in darbe
birliklerine, etnik temizliğin en hararetli failleri, soykırımın
becerikli uygulayıcılarına dönüştü.”
Protestan Glasgow Rangers’la Katolik
Celtic rekabetine ne demeli? Holiganlığı çaktırmadan mezhep
üzerinden kuran bu iki kulübün bıçkın taraftarları Foer’in
de ilgisini çekmiş: “Celtic-Rangers rekabeti, coğrafi yakınlığın
yarattığı husumetten daha fazlasını ifade ediyor: Reform
konusunda bitmemiş bir kavga!”
Alan Garrison ismini duyan var mı
bilinmez ama Foer, bu şiddet bağımlısı “duygusal holiganı”
sayfalarına taşımış. Chelsea’nin 1980’lerden bugüne dek
geçirdiği değişimin simgesi de sayılabilecek Garrison,
tribündeki karışımın da gözlemcisi aynı zamanda: “Birleşmiş
bir kalabalık: Emek ve yönetim, çöpçü ve reklam şirketi
yöneticisi bir arada. İngiliz tarihi göz önüne alınırsa bu
gelişme cihanı kökten sarsacak bir değişim olarak görülebilir.”
Garrison’ın sadece bir gözlemci olarak kalmadığını;
holiganizmin anavatanı, beri yandan bir numaralı mağduru
İngiltere’de holiganlık kokan ve tüyleri diken diken eden bir
kitap yazdığını da söylüyor Foer.
ÜÇKÂĞITÇILAR VE OLİGARŞİLER
Foer’e göre İngiltere’de
holiganizm nasıl bir karın ağrısıysa Brezilya’da da üçkâğıtçı
yöneticiler aynı kefeye giriyor. “Yönetici saflarının,
üçkâğıtçılar için mükemmel sığınak” olduğunu söyleyen
Foer, onların Brezilya’da “silindir şapkalar” diye anıldığını
da ekliyor. Çoğu zaman “maaş almayan”, sadece “masrafları
karşılanan” tipler bunlar!
Üçkâğıtçılık Brezilya’ya özgü
değil elbette. Rekabetin azdığı her yere sızmış durumda.
Juventus ve Milan örneğinde olduğu gibi. İtalya’daki Hakem
Komitesi’nde dönenler bunun açık kanıtı. Foer, komitenin en
önemli üyelerinden birinin Juventus ve Milan tarafından
beslendiğini dile getirip “Juve ve Milan, sisteme fesat
karıştırarak (bilinçaltında) prestijli kulüplere karşı daha
riayetkâr olan vasat hakemlerin kendi maçlarına atanmasını
sağlıyor” diyor. Bu kadar mı, tabii ki değil: “Şanlı
Collina ve onun gibi vicdanıyla hareket eden meslektaşları,
nadiren Juve’nin maçlarını yönetmek üzere görevlendiriliyor.
Juve’ye karşı kritik penaltı kararları vermiş olan diğer
hakemlerse kendini Serie B maçlarını yönetirken buluyor.”
Juventus ve Milan lehine dostane
kıyakların yapılması da “doğal bir gelişme”nin ötesine
geçmiyor böylece. Foer’e göre iki güçlü oligarşiye; Fiat’ın
sahibi ve Milano menkul kıymetler borsasının yıldızı Angelli
ailesinin Juventusu’yla 80’lerin imparatoru Berlusconi’nin
Milanı’na başka herhangi bir muamele de uygun düşmezdi zaten!
KATALONYA, İRAN VE AMERİKA
Herkesin ağzının suyunun akarak
izlediği Barcelona’nın durumu biraz daha farklı. “Bir kulüpten
daha fazlası” olan bu takım, Foer için “Tanrı’nın boş
vakitler için yarattığı en büyük hediyelerden birisi.”
Kısacası Barca, futbolda bir kültürü temsil ediyor; hem estetik
hem de siyasi bir kültür bu, yani Katalanların geçmişten
günümüze taşıdığı bir birikim.
Barca’nın eski oyuncularından
Hristo Stoichkov’un dediği gibi “ihtirasla çılgınlık arası
bir yerde” duruyor kulüp: “Stoichkov, Katalan milliyetçiliğinin
en büyük erdeminin, her şeyi içine alma becerisinin en net
örneklerinden birisidir. Bu milliyetçilik yabancılara kucak açar,
hatta onlara adeta tapınır. Barca’nın tarihinde bu kente
yerleşip kulübün güttüğü siyasetin yandaşı haline gelen
tonla yabancı futbolcuya -İskoçlar, Macarlar, Hollandalılara-
rastlanabilir (…) Yabancılar Katalanlaşabilirler, çünkü
Katalancılık anlayışında yurttaşlık kazanılır, doğuştan
gelmez. Katalan olmak isteyen birisinin Katalan dilini öğrenmesi,
Kastilya İspanyası’nı küçümsemesi ve Barca’yı sevmesi
yeterlidir. Katalan milliyetçiliği ırk ya da din temelli bir
öğretiden ziyade, yurttaşlığa dayalı bir dindir. Katalan
milliyetçiliği o kadar kördür ki onunla bütünleşmesi imkânsız
bir kişiliğe sahip olsanız bile sizi bağrına basar.”
Foer, İran örneğini incelerken
karşımıza yasaklar ve özgürlükler arasındaki gerilim çıkıyor.
Ülkenin neredeyse soluk borusuna dönüşen futbolun ve daha çok
onun yarattığı eğlenme anlayışının nasıl “sakıncalar”
barındırdığı gözümüze çarpıyor. İslami rejim işbaşına
geldiğinde, futbolu da budamaya koyuldu ve Foer’in deyişiyle
“İran halkının en büyük tutkusuna doğrudan muhalefet etmeye
başladı.” Ancak ödenecek siyasi bedel, mollaları bir adım
geriye çekilmeye zorladı. Bunun yerine, “futbolu kendi ahırlarına
alıp köküne kadar sağmaya çalıştılar.”
Peki, İranlıları futbola, özellikle
de uluslararası futbola bağlayan ne? Foer bunu şöyle açıklar:
“İranlıların uluslararası futbolu bu kadar şiddetle
arzulamasının nedeni, bu maçların onları gelişmiş, kapitalist,
İslam-dışı Batı’ya bağlamasıdır. Dünya Kupası maçlarında
saha kenarında gördükleri Playstation, Doritos ve Nike reklamları
aracılığıyla dahil olmalarının yasaklandığı bir yaşam
biçiminin farkına varıyorlar. Muhafazakârlar bu bağlantıyı
anlıyor. Gazetelerindeki foto editörleri, Batılı takımların
formalarını süsleyen reklamların üstünü örterek sansür
uyguluyor. Ama yine de muhafazakârların kontrol etmesi gereken pek
çok şey var. Reklamları karartabilirler ama oyuncuları asla!”
Foer, kendi ülkesinde futbola bakışı
özetlerken bu oyunun bir kültürel çatışmayı çağrıştırdığına
işaret eder. Artık geride kalmış olsa da “Amerikan futbolu
demokratik ve kapitalist, futbol ise Avrupalı bir sosyalist”
biçiminde algılanmıştır çok uzun zaman.
Galeano, gölgede ve güneşte futbolun
ağırlığını anlatmaya çalışırken haklıydı. Kuper ise o
ünlü kitabına başlık olarak seçtiği “futbol asla sadece
futbol değildir” sözüyle aynı oranda, hatta daha fazla
haklıydı. Foer ise yazılmamış veya yazılsa da bu denli
vurgulanmamış futbolun tarihinden parçalar sunarken Galeano ve
Kuper kadar doğru bir yoldan ilerliyor.
Futbol, gölgede ve güneşte asla
sadece futbol değil; onun ekonomik, sosyal ve en önemlisi kültürel
bir geçmişi ve arkaplanı var. Bu yüzden Foer’in aktardıkları
önemli; en azından sahaya tam anlamıyla yayılabilmek adına.
Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar?/
Franklin Foer/ Çeviren: Harun İsmail Çırak/ İthaki Yayınları/
238 s.
(*) Cumhuriyet
Kitap, 14.06.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder