27 Haziran 2012 Çarşamba



FUTBOL DENEN ŞU TUHAF ‘OYUN’ (*)
Ali BULUNMAZ

Söze “meşin yuvarlak” diye girmek vardı ama futbol topunun meşinliği filan kalmadı. Top değiştikçe futbol da değişti, evrildi doğal olarak. Eğer romantik değilseniz, futboldan yalnızca futbol olarak bahsedemezsiniz artık. Herkesin çok iyi bildiği gibi bu oyun enikonu bir endüstri. Bunu geçelim. Ama değişmeyen bir şey var, o da futbolun tarihi. Kitaplar dolusu yer kaplayan, bazen de yazılmamış fakat dilden dile anlatılmış bir tarih bu.

Dünya tarihi içinde futbolunkinin hayli çekici ve özel bir yerinin olduğu tartışmasız. Çünkü futbol, kitleleri peşinden sürükleyen, rekabet barındıran ve ilgiyi canlı tutmayı hep başaran bir spor.

Franklin Foer, Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar? isimli çalışmasında deyim yerindeyse sahaya inip bilinen ama fazla yazılmamış olaylara eğiliyor; tarihin akışında futbolun tarihinden bazı başlıkların nasıl konumlandığını anlatıyor.

ÇETECİLERLE “DUYGUSAL HOLİGANLAR”
Şunu en baştan söyleyelim, yazar futbol oynamayı bilmiyor, daha doğrusu beceremiyor. Zaten bunu kendisi açıklıyor. Ama tam da bu özellik onu bir futbol delisi yapıyor: “Madem futbolda başarıyı yakalayamayacaktım, bu durumda atabileceğim en şık çalım konunun uzmanı olmaya çalışmak ve bunu becermekti. İnanın bir Amerikalı için bu mevzu çantada keklik değil.” Doğru söze ne denir!

Foer, kendisiyle ilgili samimi itiraflarda bulunurken bir taraftan da kitabın çerçevesini çiziyor; futbolun ekonomisinden çok kültürel tarafıyla ilgilendiğini, küresel tatlar ve markaların yerel kültürleri ezip geçeceğine (ve hatta ezdiğine) dair endişesini dillendiriyor.

Foer’in odaklandığı kültürel ve yerel tatlar, her zaman olumlu özellikler barındırmıyor. Bunun tipik örneği Kızılyıldız taraftarlarının bazılarının çete üyesi oluşu ve kulüp tarafından beslenmesi. Kendilerine “Kötü Çocuklar” diyen bu çete, “başarılarının” reklamını yapmaktan ve hep bir adım ileriye gitmekten çekinmiyor. 1990’larda Sırp milliyetçiliğinin yükselişindeki “ulvi” rolleri ve nefretleri dillere destan:

“Avrupa şampiyonu olunan 1991’in gölgesi altında, Kızılyıldız yönetim binası ve stadyumunda Yugoslavya’nın yıkım komploları kuruldu. Kızılyıldız tribün holiganlarından milis bir örgütlenme oluştu ve bu güç silahlandı (…) Kızılyıldız fanatikleri, Miloseviç’in darbe birliklerine, etnik temizliğin en hararetli failleri, soykırımın becerikli uygulayıcılarına dönüştü.”

Protestan Glasgow Rangers’la Katolik Celtic rekabetine ne demeli? Holiganlığı çaktırmadan mezhep üzerinden kuran bu iki kulübün bıçkın taraftarları Foer’in de ilgisini çekmiş: “Celtic-Rangers rekabeti, coğrafi yakınlığın yarattığı husumetten daha fazlasını ifade ediyor: Reform konusunda bitmemiş bir kavga!”

Alan Garrison ismini duyan var mı bilinmez ama Foer, bu şiddet bağımlısı “duygusal holiganı” sayfalarına taşımış. Chelsea’nin 1980’lerden bugüne dek geçirdiği değişimin simgesi de sayılabilecek Garrison, tribündeki karışımın da gözlemcisi aynı zamanda: “Birleşmiş bir kalabalık: Emek ve yönetim, çöpçü ve reklam şirketi yöneticisi bir arada. İngiliz tarihi göz önüne alınırsa bu gelişme cihanı kökten sarsacak bir değişim olarak görülebilir.” Garrison’ın sadece bir gözlemci olarak kalmadığını; holiganizmin anavatanı, beri yandan bir numaralı mağduru İngiltere’de holiganlık kokan ve tüyleri diken diken eden bir kitap yazdığını da söylüyor Foer.

ÜÇKÂĞITÇILAR VE OLİGARŞİLER
Foer’e göre İngiltere’de holiganizm nasıl bir karın ağrısıysa Brezilya’da da üçkâğıtçı yöneticiler aynı kefeye giriyor. “Yönetici saflarının, üçkâğıtçılar için mükemmel sığınak” olduğunu söyleyen Foer, onların Brezilya’da “silindir şapkalar” diye anıldığını da ekliyor. Çoğu zaman “maaş almayan”, sadece “masrafları karşılanan” tipler bunlar!

Üçkâğıtçılık Brezilya’ya özgü değil elbette. Rekabetin azdığı her yere sızmış durumda. Juventus ve Milan örneğinde olduğu gibi. İtalya’daki Hakem Komitesi’nde dönenler bunun açık kanıtı. Foer, komitenin en önemli üyelerinden birinin Juventus ve Milan tarafından beslendiğini dile getirip “Juve ve Milan, sisteme fesat karıştırarak (bilinçaltında) prestijli kulüplere karşı daha riayetkâr olan vasat hakemlerin kendi maçlarına atanmasını sağlıyor” diyor. Bu kadar mı, tabii ki değil: “Şanlı Collina ve onun gibi vicdanıyla hareket eden meslektaşları, nadiren Juve’nin maçlarını yönetmek üzere görevlendiriliyor. Juve’ye karşı kritik penaltı kararları vermiş olan diğer hakemlerse kendini Serie B maçlarını yönetirken buluyor.”

Juventus ve Milan lehine dostane kıyakların yapılması da “doğal bir gelişme”nin ötesine geçmiyor böylece. Foer’e göre iki güçlü oligarşiye; Fiat’ın sahibi ve Milano menkul kıymetler borsasının yıldızı Angelli ailesinin Juventusu’yla 80’lerin imparatoru Berlusconi’nin Milanı’na başka herhangi bir muamele de uygun düşmezdi zaten!

KATALONYA, İRAN VE AMERİKA
Herkesin ağzının suyunun akarak izlediği Barcelona’nın durumu biraz daha farklı. “Bir kulüpten daha fazlası” olan bu takım, Foer için “Tanrı’nın boş vakitler için yarattığı en büyük hediyelerden birisi.” Kısacası Barca, futbolda bir kültürü temsil ediyor; hem estetik hem de siyasi bir kültür bu, yani Katalanların geçmişten günümüze taşıdığı bir birikim.

Barca’nın eski oyuncularından Hristo Stoichkov’un dediği gibi “ihtirasla çılgınlık arası bir yerde” duruyor kulüp: “Stoichkov, Katalan milliyetçiliğinin en büyük erdeminin, her şeyi içine alma becerisinin en net örneklerinden birisidir. Bu milliyetçilik yabancılara kucak açar, hatta onlara adeta tapınır. Barca’nın tarihinde bu kente yerleşip kulübün güttüğü siyasetin yandaşı haline gelen tonla yabancı futbolcuya -İskoçlar, Macarlar, Hollandalılara- rastlanabilir (…) Yabancılar Katalanlaşabilirler, çünkü Katalancılık anlayışında yurttaşlık kazanılır, doğuştan gelmez. Katalan olmak isteyen birisinin Katalan dilini öğrenmesi, Kastilya İspanyası’nı küçümsemesi ve Barca’yı sevmesi yeterlidir. Katalan milliyetçiliği ırk ya da din temelli bir öğretiden ziyade, yurttaşlığa dayalı bir dindir. Katalan milliyetçiliği o kadar kördür ki onunla bütünleşmesi imkânsız bir kişiliğe sahip olsanız bile sizi bağrına basar.”

Foer, İran örneğini incelerken karşımıza yasaklar ve özgürlükler arasındaki gerilim çıkıyor. Ülkenin neredeyse soluk borusuna dönüşen futbolun ve daha çok onun yarattığı eğlenme anlayışının nasıl “sakıncalar” barındırdığı gözümüze çarpıyor. İslami rejim işbaşına geldiğinde, futbolu da budamaya koyuldu ve Foer’in deyişiyle “İran halkının en büyük tutkusuna doğrudan muhalefet etmeye başladı.” Ancak ödenecek siyasi bedel, mollaları bir adım geriye çekilmeye zorladı. Bunun yerine, “futbolu kendi ahırlarına alıp köküne kadar sağmaya çalıştılar.”

Peki, İranlıları futbola, özellikle de uluslararası futbola bağlayan ne? Foer bunu şöyle açıklar: “İranlıların uluslararası futbolu bu kadar şiddetle arzulamasının nedeni, bu maçların onları gelişmiş, kapitalist, İslam-dışı Batı’ya bağlamasıdır. Dünya Kupası maçlarında saha kenarında gördükleri Playstation, Doritos ve Nike reklamları aracılığıyla dahil olmalarının yasaklandığı bir yaşam biçiminin farkına varıyorlar. Muhafazakârlar bu bağlantıyı anlıyor. Gazetelerindeki foto editörleri, Batılı takımların formalarını süsleyen reklamların üstünü örterek sansür uyguluyor. Ama yine de muhafazakârların kontrol etmesi gereken pek çok şey var. Reklamları karartabilirler ama oyuncuları asla!”

Foer, kendi ülkesinde futbola bakışı özetlerken bu oyunun bir kültürel çatışmayı çağrıştırdığına işaret eder. Artık geride kalmış olsa da “Amerikan futbolu demokratik ve kapitalist, futbol ise Avrupalı bir sosyalist” biçiminde algılanmıştır çok uzun zaman.

Galeano, gölgede ve güneşte futbolun ağırlığını anlatmaya çalışırken haklıydı. Kuper ise o ünlü kitabına başlık olarak seçtiği “futbol asla sadece futbol değildir” sözüyle aynı oranda, hatta daha fazla haklıydı. Foer ise yazılmamış veya yazılsa da bu denli vurgulanmamış futbolun tarihinden parçalar sunarken Galeano ve Kuper kadar doğru bir yoldan ilerliyor.

Futbol, gölgede ve güneşte asla sadece futbol değil; onun ekonomik, sosyal ve en önemlisi kültürel bir geçmişi ve arkaplanı var. Bu yüzden Foer’in aktardıkları önemli; en azından sahaya tam anlamıyla yayılabilmek adına.

Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar?/ Franklin Foer/ Çeviren: Harun İsmail Çırak/ İthaki Yayınları/ 238 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 14.06.2012





Hiç yorum yok: