17 Haziran 2008 Salı

LİMONUN ACI TADI…
ALİ BULUNMAZ

Sessiz sakin ve kendi halinde birinin, işlediği korkunç bir cinayet sonrası gizil şiddet eğilimi ve sorunlar ile geçmişten ve anlaşmazlıklardan söz açılışına sık rastlanır. Cinnet veya bunalım denilip dosyanın kapatıldığı da olur. Yıllarca bir arada ve barış içinde yaşamış halklar arasında şiddet filizlenip, çatışma ve en sonunda da bölünme / ayrışma / parçalanma ortaya çıkınca bunun adı, siyaset ve çıkar ilişkisinden başka bir şey değildir.

Kıbrıs da işte bu vahşi siyaset ve çıkar ilişkilerinin yarattığı acı sonuçları tatmıştır tarih boyunca. Osmanlı’nın son dönemlerinde, stratejik ve coğrafi önemi daha belirgin biçimde fark edilen Kıbrıs, İngiliz-Yunan oyunlarının uygulama alanı haline gelince, ada halkı arasında “doğal” olarak gerilim baş göstermiştir. Türk nüfusuna yönelik sistematik saldırılar ve ekonomik açıdan zayıflatma girişimleri, “Enosis” ile teorik bir zemine kavuşmuş ve 20. yüzyılda daha da keskinleşmiştir. 1950’lerde Rumlar, “akıl hocalarının” çalışmalarıyla “Enosis”e daha sıkı sarılırken, kilise-komünist işbirliği de bu bağlamda yoğunlaşmıştır. 1955’te Rum terör örgütü EOKA’nın kuruluşuyla, iş silahlı eylemlere vardırılmış; Kıbrıs Türklerini hedef alan EOKA, adayı Türklerden arındırma ve “Enosis”i gerçekleştirme gibi amaçlarla yola çıkmıştır. Buna karşı, Kıbrıs Türkleri de kendilerini korumak için, Türk Mukavemet teşkilatını kurmuştur. Artık söz konusu olan silahlı eylemdir ve Lawrence Durell de, bu yıllarda (1952-1956) Kıbrıs’ın geçirdiği dönüşüme tanıklık etmiştir.

Kıbrıs’a Geliş
Kıbrıs’a ayak basan Durell’i etkileyen ilk şey, adanın tam anlamıyla bir kültür kavşağı oluşudur. Dinler, halklar ve yaşayış biçiminin çeşitliliği ama bir o kadar da benzerliği ile adada bıraktığı izler, Durell için canlı bir tarih kitabından başka bir şey değildir. Ancak adadaki İngiliz egemenliğinin kuşatıcılığını, memurlara yönelttiği sorulara İngilizce yanıt alışından ve Rum memurların (ve “köylü olmayanların”), Yunanca konuşmayı “küçümsemesi” biçiminde betimler (s. 23). Fakat halkın, Yunan-İngiliz işbirliği ve İngiliz desteğine kuşkuyla bakışına daha ilk günden tanıklık eden Durell, “İngilizlerin gitmesini istemiyoruz, ama dostumuz olarak kalsınlar, efendimiz olarak değil” serzenişiyle karşılaması (s. 28), politikacılar ile halk arasındaki görüş farklılığını gözler önüne sermektedir. Politikacıların pragmatik “özgürlük” söylemi ile halkın başlardaki yalın özgürlük istemi arasındaki çelişki de kendini göstermiştir böylelikle.

Politikacıların aksine, adadaki iki halkın gündelik ilişkilerini özetleyen önemli ayrıntılardan biri de arkadaşı Clito’nun, Durell’i ev alması için bir Türk’e (Sabri’ye) yönlendirmesidir (s. 50). Aslında Durell’in, Sabri ile Kıbrıs’ın doğal dokusunu tatması, insanlarıyla ilişki kurması ve iki kültürün iç içe geçmişliğini kavraması, Akdeniz’in insancıl yönünü gösteren çarpıcı bir örnek olarak not edilebilir. Bu örneği perçinleyen ise, Sabri’nin Durell’e söylediği “Kıbrıs küçüktür, hepimiz dostuz, çok farklı da olsak” sözüdür (s. 80).

Enosis çılgınlığının, ayrılık tohumlarının ve şiddetin alevlenmediği yıllarda, Durell’in anlatımıyla Kıbrıs , Türk-Rum kaynaşması ile şarap, zeytin ve doğanın bileşiminden oluşan, Doğu Akdeniz’deki bir yeryüzü cenneti görünümündedir. Bu manzarayı tamamlayan, tarihin adada ayakta bıraktığı manastır, kale ve kiliseler ile anıtlardır.

Kuyuya Atılan Taş
Durell’in Kıbrıs’taki bir başka dostu Alexis’in “Yunanistan, Kıbrıs’taki bazı din adamlarının ‘Kıbrıs sorunu’nu baskı aracı olarak kullanmasına seyirci kalmayacak” şeklindeki belirlemesi (s. 127), yaşanacakların ilk işareti biçiminde yorumlanabilir. Bilinçli Rumların Enosis’in sakıncalarını görüşü ve bunun uygulanması halinde, varolan barış ortamının bozulabileceği endişesi de, aynı dönemin ürünüdür. Alexis bunu şöyle özetlemiştir: “Milliyetçilik gözlüğüyle dünyaya bakan insanları mantık ölçüsüne vuramazsın; burada alevlenebilecek bir şey var” (s. 128).
Kıbrıs’ta bulunan eski devlet görevlilerinin, günden güne güçlenen Enosis’i ciddiye almamaları Durell’in anlatımıyla tam bir “yargı hatası”dır (s. 133). Öğretmenlik yaptığı okulda Bağımsızlık Günü’nde karatahtaya yazılan “özgürlüğümüzü istiyoruz” sloganı gerilim ve fırtına öncesi sessizlik ile bu istemin, nasıl kullanılıp başka noktalara götürülebileceğinin de göstergesidir (s. 143). Okullardaki manzaranın, “hem Britanya karşıtlığı hem de Enosis’i çaresizce onaylama” haline bürünmesi, Durell’in dikkatinden kaçmamıştır (s. 145). Bunlara ek olarak, Kıbrıslıların özgürlük isteğinin politikacı ve din adamlarınca hep gündemde tutulması, o dönem günlük yaşamı ve kafaları meşgul eden en bilindik konulardır. Ancak yetişen yeni neslin kontrolünü kaybetme ihtimalinin fazla önemsenmemesi, Durell’e göre bir ihmaldir. Karşılıklı konuşma sırasında öğrencisi Paul’ün “İngiltere özgürlüğümüz için ölmeye hazır olduğumuzu kanıtlamamamızı mı bekliyor?” sorusu, yaklaşan olayların habercisi gibidir (s. 146). Durell’in İngiliz egemenliği ile ilgili özeleştirisi; Kıbrıs’ın siyasi ve ekonomik yoksulluğu saptaması ise, olayların yönlendirilişinin altında yatan başkaca unsurların varlığını da gün ışığına çıkarmaktadır.

Adanın her yanında görülmeye başlanan Enosis bildirileri ve ona karşı çıkanların “sapkın” veya “hain” olarak damgalanması yanında, Kıbrıs’ın özgürlüğünün “birlik”ten geçtiğine inanan Kıbrıslı ve Yunan özcü demagogların diş göstermeye hız verdikleri dönemdir sözü geçen yıllar. Buna Atina Radyosu’nun kışkırtıcı, kin ve düşmanlığı körükleyen yayınları da eklenmiştir. Adada beliren küçük isyanlar ise, bu kışkırtmaların ilk sonuçlarıdır. Üstelik 1956’da Kıbrıs polisinin yetersizliği ve donanımsızlığı, ayaklananlara güç vermeye başlamıştır bile. Kimi Yunan gazetecilerin “Kıbrıs’taki İngilizleri Britanya; Yunanlıları ise Yunanistan hükümetinin kuklası” olduğunu anlaması da, o noktadan sonra pek bir şey değiştirmeyecektir (s. 175).
Kıbrıs’ta tırmanan şiddetin en ön saflarında lise öğrencilerinin bulunması, Durell’in öngörüsünü doğrular niteliktedir: Öğrenciler kontrolden çıkmıştır ve önlerine set çekilememektedir. Duvarlara “kan dökeceğiz” ya da “Enosis, İngilizler gitsin” diye yazanlar / yazdırılanlar da onlardır. Buna karşı, Durell’in dostu Sabri’nin “Enosis gelirse dağa çıkar savaşırım” sözü de, Yunan kışkırtmaları ve ayrımcılık tohumlarının nasıl yeşerdiğini gözler önüne sermektedir (s. 191).

1 Nisan’da EOKA’nın “şaka gibi” başlattığı “özgürlük” harekâtı ve örgütün bildirisindeki kararlılık, İngilizlerin adadan ne pahasına olursa olsun çıkarılacağını belirtmekte (s. 200); Yunan Radyosu’nun “özgürlük için kan dökülmesi gerektiğini” vurgulaması da, her şeye tuz biber ekmektedir. Lefkoşa’da birbiri ardına patlayan bombalar, kurulan pusu ve düzenlenen baskınlar, EOKA bildirisi ve Yunan Radyosu’nun kışkırtıcı yayınlarının bir pratiğini oluşturmaktadır. Londra’daki Üçlü Konferans’ın, Kıbrıslı Rumlar ile Yunanlıların istediği gibi sonuçlanmamasının doğurduğu kin ve Yunanistan’da “ılımlılık” sayılan; sorunun kan dökülmeden çözümüne yönelik her önerinin “vatanseverliğin” karşısında konumlanması, Durell’e göre çıkmaz sokağa giriş demektir (s. 215).

Bombalama yüzünden tutuklanan öğrencisi Paul’ün, Durell’e “hepimiz EOKA’cıyız” ve “bombayı kiliseye, evde oynayan çocukları öldürmemek için attım, üzgünüm” demesi (s. 218), ortamdaki trajediyi imlemektedir. İşte Durell’in çıkmaz sokak şeklinde nitelediği tam da budur. Olanın adı terörizmdir; Durell, bunu şöyle ifade eder:

“Terörizm hayatın gündelik işlemlerini etkiler. Bilerek işlenen cinayet, pusu ya da el bombası korkusu hiç değilse arındırıcı bir şeydir-içlerinde merhamet ve korku, bunların bir şekilde baş edilebilecek eylemler olduğu bilinci vardır. Ama terörizmin en kötü yanı kuşkudur-sizi durdurup sizden yardım isteyen bir adam, dingili kırılmış, yardım isteyen bir at arabası, ağaçların arasında yalnız başına duran bir orman memuru, güneş battıktan sonra bir köye dönen üç genç, ay ışığında bağıran ve açıkça duyulmayan bir şeyler söyleyen bir çobanın sesi, gecenin ortasında çalan bir zil. İnsan ilişkilerinin temelini oluşturan güven zinciri tamamen kopmuş durumda-işte terörist bunu biliyor ve bunun üzerine gidiyor; çünkü onun birincil amacı savaş değil. O kendi işlediği suça karşılık genel olarak topluma misillemede bulunulmasını istiyor, böylece masum insanların payına düşen bu cezalandırmanın yarattığı öfke ve küskünlüğün, kendi saflarına katılacak yeni asker adaylarının yavaş yavaş artmasına yol açacağını umuyor” (s. 235).

Sığ siyaset, kışkırtma ve tırmandırılan şiddet: Artık geçerli olan bir insan avıdır. Bu avın kurbanlarından, Durell’in arkadaşı Panos’un sözleri çarpıcıdır:

“Böyle günlerde, böyle yerlerde bütün bunların bir anlamı var mı? Milliyetmiş, dilmiş, ırkmış? Bunlar büyük ülkelerin icatları. Aşağıya bak ve Kıbrıs krallığında hüküm sürmüş bütün kralların adlarını say; buraya adım atmış bütün fatihlerin adlarını-kendileriyle ilgili pek az kayıt olanların adlarını bile! Şimdi bizim yaşıyor olmamızın, onlarınsa ölü olmasının ne önemi var-projektör ışıklarının altına bir an için bizler itildik, bu çiçeklerin zevkini yaşamak için, bu ilkbahar esintisinin…bana mı öyle geliyor?..Bu esintide limon tadı var, limon çiçeği tadı” (s. 245-246).

Kuyudaki Taş
Kıbrıs’ta yaşananlara bakışı bağlamında, Türklerin salt Rum yönetimine razı olmayarak çözümsüzlüğü yarattığına ilişkin hafif yollu iması, Durell’in olayı İngiliz tarafından yorumlamasıyla ilişkilendirilebilir. Ama bu bile, Kıbrıs’ın Acı Limonları başlığıyla çekip çevirdiği anılarının anlatımındaki iyi niyete gölge düşürmemektedir. Zaten Önsözde “siyasal bir kitap değil bu, yalnızca 1953-1956 arasında Kıbrıs’ta yaşanan zor yıllar sırasında adaya hakim olan atmosferi, ruh hallerini yansıtmayı amaçlayan, biraz izlenimci bir çalışma” deyişi de bunu gösteriyor (s. 11).

Durell’in belirlemelerini değerli ve dikkat çekici kılan, o yıllarda başlayan çalkantının sonraki süreçte tam bir düşmanlığa, Rumların Türklere karşı giriştiği katliamlara dönüşmüş olmasıdır. Barış Harekâtı’na kadar geçen sürede, adaya hâkim olan ve Rumlarca yaratılan vahşet ve işlenen insanlık suçunun, uluslararası alanda “haklı” çıkarılmaya çalışılması ve günümüzde Türkiye’nin, bu çaba doğrultusunda kıyasıya sıkıştırılıp tavizler vermeye zorlanması, hangi “özgürlük” isteği, “hak” kapsamı ve barış anlayışıyla bağdaştırılabilir?

Bugün atılan o taş hala kuyuda. Neden diye sormak anlamsız, çünkü her şey açık seçik ortada: Yunan demagogların yarattığı özcü ayrımcılığa dayanan yüzeysel siyaset izleği, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin uzlaşmaz tavrı ile Türkiye’nin sağlıklı bir Kıbrıs politikası oluşturamaması ve olanı da terk etmesi, limonun tadını daha da acılaştırıyor. Son söz, “Acı Limonlar” şiirinden bir bölüm ile Durell’in:

“(…) en iyisi gerisini anlatmamaktır, / güzellik, karanlık, şiddet / bırakmalı saklasın onları deniz hemşireleri / onların uyku yadigârları / kıvırcık başı Yunan denizinin / koruyor sükunetini dökülmeyen gözyaşları gibi..” (s. 275)


Kıbrıs’ın Acı Limonları / Lawrance Durell / Can Yayınları / 277 s.

10 Haziran 2008 Salı

“AYDINLAR ÜZERİNE(*)”Yİ OKUMAK
Ali BULUNMAZ

“Yüzey ile derinlik arasındaki nazik denge,
zamanımız insanlarının önündeki en büyük sorundur.”(
1)

Kimdir Aydın?
Tarih boyunca (gerçek) aydınları suçlamak, soruşturup kovuşturmak hatta yaşamlarına son vermek gibi kolaycı yollar hep tercih edilmiştir. Bunun yanında gerçek aydın, sahtelerinin aymaz tavrından dolayı, toptancı bir yaklaşımla dogmatik veya pasif olmakla da itham edilmiştir. Ancak Sartre’a göre “kültürün korunması, aktarılması ve zenginleştirilmesi için” aydınlara gereksinim duyulmaktadır (s. 10). Tam da burada, Sokrates’i anımsamamak mümkün mü? Atinalılar tarafından, “gençleri ayartıp onların zihnine zararlı düşünceler zerk ettiği” iddiasıyla mahkûm edilen Sokrates’in “asıl suçu”, o güne değin doğru kabul edilenleri sorgulamak ve eğriyi doğruyu göstermekti. Sartre da aydınların eleştirisine başlarken, aydını tanımlamakla yola koyuluyor: Aydın ona göre “kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan ve insanlık kavramı adına, kabullenilmiş ‘gerçeklerin’ ve bundan kaynaklanan davranışların tümünü sorgulama iddiasında olan biridir” (s.11). Buradan hareketle aydın, yaşamda olup biten her şeyi araştırma ve sorgulama yoluna gidebilmelidir. Çağının güzellikleri yanında, yıkıntıları arasında da gezinmeyi sorumluluk sayan bir kimliğin temsilsidir o. Bu anlamda eleştirel tavır ve analitik düşünme aydının olmazsa olmazıdır.

Einstein’ın dediği gibi “yüzeysel açıklamaların çekimine kapılmamak için güçlü zihinler gerekli”dir. Bu noktada gerçek aydının tavrı önem kazanmaktadır: Umberto Eco’ya göre bu tavır “varolanların ya da olayların eleştirel tarzda irdelenmesidir; aydın en başta kendisini sorgulamalı, beliren açmazlar ve hatalar karşısında sessizliği(ni) bozmalıdır, bir diğer deyişle ‘insanlık görevlisi’ olma sorumluluğunu unutmamalıdır” (2). Bu görüş, “üzerinde düşünülmeyen hayat, yaşanmaya değer bir hayat değildir” diyen Sokrates’in dünya tasavvuruyla eş değerdir. Çünkü yaşamı düşünmek, başka yaşamları da düşünmek anlamına gelir; bu da bizi tek tek insanlardan, insanlık kavramına ulaştırır.

Ancak Sartre 20. yüzyılda, insanlığa dönük ve onun korunup kollanmasına yönelik çalışmaların bitirilmeye çabalandığını belirtir. Onun yerine “insan mühendisliği” disiplininin geçtiğini vurgular (s. 20). Bunun için eğitilen ve gününün “değerlerine” uygun teknisyenler olarak yetiştirilenler, “egemen gücün / güçlerin yasalarını evrensel diye yutturmaya” eğilimlidir (s. 21). Gerçek aydın, Sartre’a göre tam bu noktada belirir; çünkü dünyadaki düzenin ana çizgisi hümanizm veya eşitlik değildir. Bunu kavramak, olanla bir çelişkiyi gündeme getirecektir. Aydın burada, kendisine verilenin dışına çıkmayı başarmasıyla aydın olacaktır. Bugün “evrensel” diye sunulan(lar) (örneğin küreselleşme) eşitlikleri değil, eşitsizlikleri belirginleştirmektedir; aydın ise bu çemberden sıyrılmak durumundadır.

Aydın, özgürlüğü ve özgüllüğü ile kendini ortaya koyabilir; özgürlük ise küresel gözetimin olabildiğince dışında konumlanmakla mümkündür. Aksi takdirde aydın, “belli bir grubun / belli grupların emrine girerek” özgürlüğünü kaybedecektir. Bu bağlamda Sartre’a göre aydın, “gerçekliğin araştırılmasıyla, kendisi ve iktidar arasındaki karşıtlığın bilincine varan insan”dır (s.30).

Aydın Ne İş Yapar?
Sartre, soruşturmaya burada “aydının işlevi”ne odaklanarak devam eder. Fikir tüccarlığının geçer akçe sayıldığı günümüz dünyası göz önüne alınırsa, aydın Sartre’a göre “kimse tarafından görevlendirilmemiş ve hiçbir otoriteye boyun eğmemiş olması sayesinde” özgür kalabilir (s. 33). O halde aydın, evrensel (:insanı insan kılan) değerleri savunması ve bunlarla ilgili duyarlık geliştirmesiyle kendini var edebilir ve bu aşamalardan geçerek özne olabilir. Kendisine güç odaklarınca (başta iktidarca) uygulanan baskıların üstesinden yalnız bu şekilde gelebilir. Bunun en önemli göstergesi de onun gerçeklerden ve doğrulardan yana tavır koymasıdır.

Sartre için “sözde aydın”, ayrımcılığın çekimine kapılmıştır. Onlar da gerçek bir aydın gibi işe koyulur, ilk adımı “sorgulamayla” atar; ancak bu sorgulama “düzmece”dir, bir başka deyişle pseudo (: sahte) aydın gerçek aydın gibi “hayır diyemez” (s. 40). Gerçek aydın “tedirgin eder” (s.42), kimse tarafından görevlendirilmediği için de “yalnız”dır (s.43).

Aydını aydın yapan bir diğer özellik de, onun yalnızca bilgiye ulaşması ve ulaştığı bilgiyi yayması değil; edindiği bilgiyle ve o bilginin filizlendiği koşulları göz önünde bulundurarak bir görü oluşturmasıdır. Bu görünün oluşumunu Sartre’a göre iki unsur besler: “Sürekli özeleştiri” ve “eylemde bulunmaya yönelik istenç” (s. 50-51). Aydın böylelikle “iktidarın baskısına direnebilir, evrensel bir kültürün oluşmasına katkıda bulunabilir, gerçeğe sahip çıkabilir, bağımsızlığını koruyabilir ve suskunluktan kurtulabilir” (s. 52-53-54). Diğer bir ifadeyle, aydının kendisini kölelikten ya da güce ilişmişlikten sıyırmasının yolu bu duraklardan geçmesini gerekli kılar. Onun elindeki yol haritasının en temel belirleyicisi de, sürekli sorgulama ile çıkar ilişkileri çarkının çemberini kırmaya yönelik çabadır.

Aydın ve Yazar
Salt bilgi veya yetkinliğin, aydın olmak için tek başına yeterli olmayacağını ifade eden Sartre, bir diğer sorunun peşinden gider: “Yazar aydın mıdır?” Yazarın yaratıcı yanına vurgu yapan Sartre, “onun sanatından başka uğraşacak bir işi olmadığı” kabulünü evetlemez, yazar yalnızca kendini ifade etmez; ona göre yazar ortak (evrensel) bir dil kullanır/kullanmalıdır ve bilgiden öte “insanlık durumunu” ortaya koyar/koymalıdır (s. 72). Yazar yapıtıyla / yapıtlarıyla “gerçeklik düzleminde kalarak”, varolan yıkıcılık karşısında “oluşun yeniden kurulmasını olanaklı kılar” (s. 81). Bu da yazarı, tam aydın haline getiren / getirecek en önemli etkinliktir.

İster yazar isterse bilim ve kültür insanı olsun aydın, siyasetten bilime kültürden ekonomiye kadar hemen her şeyin faydacı bir biçimde değerlendirildiği bir ortamda, etkin olan /olması gereken ve gerçeğin peşine düşen; küreselleşmenin birörnek neoliberal insan anlayışına karşı, insanı özne kılmaya dönük tavır içinde olan bireydir /birey olması gerekir. Diğer bir deyişle aydın, verileni (kendisine pazarlananı) kabullenen ve ona göre eyleyen değil; Sartre’ın ifadesiyle, durmaksızın sorgulayan “rahatsız bir bilinç”tir (s. 91). Buradan bakılınca gerçek aydın iktidarın, güç odaklarının ya da toptan veya perakende satılan “fikirlerin” etrafında yığılan yarı (sözde) aydından, kendini etkin özne olarak ortaya koymasıyla farklılaşmaktadır /farklılaşmalıdır. Sartre’ın aydınları eleştirisindeki nirengi noktasını da bu oluşturmaktadır: Yüzeyselliğin çekim alanından sıyrılmak; gerçek olan-olmayan, bilgi olan-olmayan ve küresel-evrensel ayrımını ortaya koyup, buna/bunlara yönelik uyarılarda bulunma cesaretini her türlü baskı ve engellemeye karşı gösterebilmek…

Aydın eylem insanıdır, onu tanımlayan temel tutamak; bilgi, fikir, temellendirme, bildiğini çözümleme (:eleştirme) ve savunma çizgisinde ilerleyen eylemdir. Diğer bir ifadeyle aydını aydın kılan öz nitelik, onun bitmez tükenmez öğrenme süreci ile eleştirel kimliğini korumasıyla ortaya çıkan mücadeleci yapısıdır. Bunun için gerekli olan başlıca şey ise, açık bir zihindir. Bu zihnin görevi de, elde edilen bilgiyi sınamasına ve fikir oluşturup, onu temellendirmesi ve nihayet fikrini savunabilmesine olanak tanımasıdır.

Sözü geçen süreç, ancak bu şekilde işlediğinde ve işleyen süreç sonunda, beliren sağlam temelli fikirler oluştuğunda (eline tutuşturulan pusulalarla hareket eden) kitsch (: sahte, kötü kopya) aydınlar ile gerçekleri arasındaki farklılıkları görmek kolaylaşacaktır. Bugüne kadar tarihin sayfalarında kalıcı izler bırakan ve gelecekte de bırakacak olan (değerler yaratan / değerleri koruyan ve hümanizme bağlı) aydın, bir anlamda tarihi yazan veya orada (eleştirel tavrıyla) etkin rol oynayan ve sorumluluk bilincine sahip bir birey (: özne) olarak karşımıza çıkmıştır / çıkacaktır.

***

Notlar:

(*) J.Paul Sartre, Aydınlar Üzerine, çev. Aysel Bora, 2.Basım, Can Yayınları, 2000, İstanbul.

(1) Aktaran: Abraham Moles, Belirsizin Bilimleri, çev. Nuri Bilgin, 2.Basım, Yapı Kredi Yayınları, 2001, İstanbul, s. 261.

(2) Umberto Eco, “Savaşı Düşünmek”, Beş Ahlak Yazısı, çev. Kemal Atakay, Can Yayınları,
1998, İstanbul, s.15-16.

3 Haziran 2008 Salı

KADININ ÖZNELEŞME SÜRECİ
ALİ BULUNMAZ

Kadın sorunu, kadının birey olma yolunda verdiği mücadele ve bu mücadele sırasında karşılaştığı engeller, baskılar; horlanma ve yıldırılar, bir uygarlaşma sorunudur aynı zamanda. Kadının sesini duyurabilme çabası, bir yandan eşitsizliği ortadan kaldırma diğer yandan da kadına yönelik (özellikle cinsel) ayrımcılığın yok edilebilmesi adınadır. “Kadının itilişi onun doğasından değil, tarihten ileri gelir; tarih boyunca kozmolojiler, dinler, boş inançlar, ideolojiler ve edebiyatlar yarattıkları kadın imgesiyle böylesi bir itilişi hazırlamıştır” (s. 9). Bu anlamda kadının özneleşmesi (ve bağımsızlaşması), zorlu bir sürece işaret eder hale gelmiştir.

Kadının “Varoluşu”
Tarih öncesinin “sessiz” varlığı kadın, Neolitik Devrimle toplayıcılığa ek olarak, (tarımı ve tarım etkinliklerini çocuklarına öğretme gibi) yeni görevler üstlenmiştir. Aynı dönemde, kadının doğurganlığına vurgu yapılmış ve kadınlar “Ana Tanrıça” olarak adlandırılmıştır. “Ana Tanrıça” adı kadına, toprağın “bereketliliğinden” hareketle verilmeye başlanmıştır (s. 11). Neolitik devrin teknik gelişmeleri (sabanın bulunuşu, suyun ve rüzgârın gücünün keşfi), erkeği baskın hale getirmiş; işbölümü ve kentleşme zenginleşmeyi tetiklemiş, böylece “köle, kadın ve sosyal sınıfların durumu alçalmıştır” (s. 14). Atina site devletlerinde kadın tüm siyasi haklarından yoksun, “toplumdan çekilmiş, din ve aile ile ilgili görevlerini yerine getirmekle yükümlüdür” (s. 16). Eski Yunan’da vesayet altında olan ve yalnızca doğurması için evlenilen kadın, ikinci sınıf bir varlıktır.

Bu durum, ataerkil dinlerin doğuşuyla da sürmüştür. Musevilikte “ana” olarak yüceltilen kadın, erkekten aşağı statüdedir. Hıristiyanlık’ta “bekâretini koruyarak, kendini Tanrıya adayan” (s. 22) kadın figürüyle çokeşliliğe karşı çıkılıp, sadakat esas alınsa da; kadın “doğurmakla” görevlidir ve bu görev onu “dinsel kurtuluşa” ulaştırır (s. 23). İslamiyet’te ise Kuran’daki rol kalıpları durağandır ve kadınlar kamu görevinden uzaktır. Örneğin halifeliğin koşulu, “erkek ve Arap olmak”tır (s. 25). Kadın mirasta yarı yarıya pay alır, şahitliği için iki erkek gerekir; “bireyselliğinden korkulduğu için, cemaat toplumunun gelenekleri doğrultusunda örtünmeye zorlanır” (s. 26).

11. yüzyılda kilise, Avrupa’da kadınları iktidar ve kültür alanından uzaklaştırır; “vasiyet özgürlüğü elinden alınan kadın, ekonomik özgürlüğünü de yitirir” (s. 32). Böylece kadınlar meslek örgütlenmelerini gerçekleştirip, kendi içlerinden kraliçeler, başrahibeler, havariler çıkararak, Hıristiyanlığın derlenip toparlanmasına çalışırlar (s. 33). Bu başkaldırı da, engizisyon eliyle cezalandırılır.

Ancak Rönesans’ta (: insanın “mutlak özneye” karşı, bireysel özne olarak ayakları üzerinde durmaya başladığı dönemde), kadının özneleşme süreci için önemli bir adım atılır. Yurtsever hareketin baş aktörü olmalarından (örneğin Jeanne d’Arc) ya da yoldan çıkaran ve “şeytani kimliğinden ötürü” diri diri yakıldığı düşünüldüğünde (s. 42-43); o günlere dek “kocasının yaşamını kolaylaştırmak için eğitilen” kadın, Rönesans’la “güzelliği, bedeni, zarafet ve nazikliği keşfedilen” bir varlığa dönüştü. Bu da kadının bedeni ve ruhu için bir olumlamayı beraberinde getirdi (s. 47).

18.yüzyılda feodal düzenden, sanayi toplumuna geçişle birlikte, özellikle yeni dünyada (Amerika’da) kadınlar atılım gerçekleştirmiş; “toprak edinmeye, gazeteler kurmaya, otel ve okullar açmaya, hekimlik yapmaya başlamıştır” (s. 52). Bununla paralel olarak Rousseau, “kadının sevdiği insanı seçme hakkından” bahsederken (s. 56), Fransız Devrimi’nin ardından “evlenme ve boşanmanın yasalaşması” da, kadının durumundaki değişikliği imlemektedir (s. 57).

Vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü 19. yüzyılda, gerek hak arama anlayışı gerekse Marks ve Engels’in görüşleri sayesinde işçi kadınlar, düşük ücret ve işsizliğe; burjuva kadınlar da, siyasal ve ekonomik haklardan yoksun bırakılmalarına karşı harekete geçmiştir (s. 64). Bununla beraber 20. yüzyılın başında, “ılımlı” (aileye bağlı kadın modelini savunan) ve “radikal” (erkeklerle eşit haklara sahip kadın modeli sunma) şekilde filizlenen “feminizm”, kadın haklarının savunulmasında çığır açmıştır. Bu savunu, I. ve II. Dünya Savaşlarıyla sekteye uğramış ve kadınlar bu dönemde, daha çok toplumsal görevlerle gündeme gelmiştir. Bolşevik Devrimi’yle Rusya’da kazanımlar elde eden kadınlara (s. 91) karşın; Avrupa’da 1930’larda beliren faşist rejimlerde kadın “aşağı bir varlık” olarak değerlendirilmiştir. Ancak “asıl orduya katılarak, gerillaların yanında yer alarak ve üretime katkı sağlayarak” mücadelelerini sürdürmüşlerdir (s. 95).

Kısacası 20. yüzyılda, her koşulda belli bir şekilde ortaya çıkan feminizm ve çeşitli çalışmalar sayesinde kadınlar, cinsel kimlik, emek, hak ve özgürlükler ile eşitlik ana başlıkları altında özetlenebilecek konularda, bir örgütlenme ve bağlılık kurmaya çabalamıştır.

Türkiye’de Durum
Kadının dirilişine biraz rötarlı şekilde tanık olunan Türk toplumunda, kadına ilk zamanlar (: ilk Türk topluluklarında ve devletlerinde), şimdiki kadar olmasa da, değer verilmekteydi. Ancak Osmanlı’nın kendini göstermesiyle bu değer, giderek azalmış ve hem İslam’ın yaşamın her yönüne etkisi hem de ataerkil aile yapısı nedeniyle kadın, ikinci cins sayılmıştır. Kadın, medreselerde okutulmamış; sosyal yaşamdan dışlanmış, Tanzimat’a giden süreçte “kadınların çarşı pazarda renkli giysilerle dolaşmaları, edepsizlik olarak algılanmış” (s. 117), Tanzimat ve Islahat Fermanları’ndan en az payı yine kadınlar almıştır (s. 118). 19. yüzyılda kıpırdanmalar başlamış; edebiyatta ve basında kadın temalı kitap ve yazılar yayımlanmıştır. Jön Türkler, Avrupa’daki deneyimleriyle “Osmanlı’nın kurtuluşunu, kadının kurtuluşu”nda aramıştır (s. 120). II. Meşrutiyetle beraber kadınlar, cemiyetler ve dernekler kurmuş; feminizm hareketi, Osmanlı içinde kendine manevra alanı bulmuştur (s. 120).

Osmanlı’nın yıkılışı ve Cumhuriyetin ilanıyla kadınlar, yeni toplumda ağırlıklarını hissettirmeye başlar. Tevhid-i Tedrisat sayesinde laik eğitime geçilir ve erkekler ile kadınlar bir arada ve eşit eğitim olanağına kavuşur. Kıyafet Yasası, Medeni Yasa, Seçme-Seçilme Hakkı ve Ceza Yasası ile “cumhuriyet kadını” denilen, modern kadın anlayışı yerleşir. 1950’lerde Mecliste kadınların temsil oranı, 1930’lara oranla düşse de; 1960’ların ortalarından itibaren dünyada başgösteren gençlik ve bununla örtüşen kadın hareketleri, etkisini Türkiye’ye de taşımıştır. 1980’li yıllarda ise, gerek Türkiye’de gerekse dünyada feminizm büyük aşama kaydetmiş; birbiri ardına konferanslar düzenlenmiş, yayınlar yapılmış ve uluslararası toplantılar organize edilmiştir. Buradaki başlıca konu, kadına yönelik ayrımcılıktır; eşitlik ve özgürlük konuları da başlıca mücadele alanlarıdır. Ancak aynı dönemde Türkiye’nin yaşadığı hızlı değişim, belli kesimlerde “aileye” vurgu yapılmasını ve muhafazakarlığın da azımsanmayacak ölçülere varmasını, dolayısıyla “yazgıcılığı” beraberinde getirmiştir (s. 133).

Türkiye’de kadın denilince, “evlilik ve ailenin” akla gelmesi boşuna değildir; zira kadına “işlevsel” olarak bakılması, doğrudan bu kurumlarla ilintilidir. Kadınların evlenmelerine (özellikle kırsal kesimde ve kente taşınmış kırsal zihniyette, A.B) “aileleri karar vermekte ve kadının kendi rızası önemsenmemektedir (s. 135). Bu şekilde kurulan ailede ise, karı-koca ilişkisinde, ekeğin baskın rolü de yadsınamamaktadır.

“Gelenekler” ve “önyargılardan” beslenen kanaatler yüzünden, kadının iş yaşamındaki konumu hâlâ erkeklerin düzeyine ulaşmış değildir (s. 139). Aynı olay eğitim için de geçerlidir. Son dönemde, kentlerde bunun büyük oranda aşıldığı görülse de; kırsal kesimde eğitim olanakları tam anlamıyla genişletilmiş değildir.

Bugünlerde kadını siyasal simgelerle göz önünde tutmaya çalışanlar da bu manzarada başrolü oynamışlardır. Siyasal İslam’ın simgesi türban, “özgürlük” olarak kabul ettirilmeye çalışılırken, kadının özgürlüğü erkekler üzerinden belirlenmektedir. Avrupa’da siyasal simge kabul edilen türban, ülkemizde kimilerince “özgürlük” biçiminde algılanmaya devam ediyor; bu şekilde laikliğin altının oyulması bir yana, bazı kadınlar bu hesaplaşmanın nesnesi oluyor / olmayı kabul ediyor; türban da “ithal bir meta” (s. 148) olarak günlük yaşamımızda kendine yer buluyor.

“Öteki” Kadınlar
Nüfusun artışı, özellikle Üçüncü Dünya’da, doğurganlığın artışını da tetiklemekte; bu da aile planlaması çalışmalarını sonuçsuz bırakmaktadır. “Genç yaşta evlilik, kadınları kalkınma programına katmamak, erkek çocuğa ulaşmayı önemseyen kültürler”; doğurganlığın artışında, dolayısıyla nüfus patlamasında önemli bir etkendir (s. 193). Bununla beraber ekonomik, çevresel ve sosyal sorunlar ortaya çıkmaktadır. O sosyal sorunlardan biri de seks köleliği ve kadın ticaretidir.

İlkçağ’dan bu yana gündemde olan bu “meslek”; her toplum içinde kendine yer bulmuş, yasak ve baskılarla daha da etkin hale gelmiştir. Günümüzde devletler fuhşa veya seks köleliğine bakış açılarını, kimi zaman “yasaklayıcı” kimi zaman “düzenleyici” kimi zaman da toptan kaldırıcı” yöntemlerle ortaya koymaktadır (s. 203). Küreselleşen dünyada, fuhuş veya seks köleliği ile kadın ticareti de küreselleşmektedir. Bu da kadını, suç örgütlerinin vazgeçilmez nesnesi kılmaktadır. Yoksulluğun ve eşitsiz ekonomik yapının tetiklediği seks köleliği ve kadın ticaretinin önlenmesinde, ifade edilen etkenlerin yok edilmesi; bu işe mecbur kalan kadınların ekonomik düzeyinin üst seviyeye çıkarılması ve bilinçlendirilmesiyle mümkündür. Çünkü fuhuş “örgütlü bir suçtur; fuhuşla ve kadın ticaretiyle mücadele, sosyal bir görevdir, suç ve cinayet salgınına karşı savaş için de, bu zorunludur” (s. 207).

“Kadın Doğulmaz, Kadın Olunur”
Kadının özneleşme sürecindeki en önemli engel, cinsiyetçi ayrımcılıktır. Kadının, erkeğin bir adım (hatta bazen birkaç adım) gerisinde kalmasına yol açan bu olgu, özellikle feminizmden doğan tepkilerin yayılmasıyla, istenen düzeyde olmasa da, gerilemeye yüz tutmuştur; kadının sosyal yaşamda ve iş yaşamında, sesini daha çok duyurmasına katkıda bulunmuştur. Ancak Simone de Beauvoir’ın deyişiyle, “ikinci cins olmaktan” çok da kurtulamamıştır kadın: Bu bağlamda Beauvoir, “kadının doğası”na karşı çıkmıştır (s. 217).

Beauvoir’dan Türkiye’ye sıçrama yaptığımızda, ülkemizde “kadın olarak doğan” kadınlarımız; özellikle Cumhuriyet dönemiyle özneleşme sürecine girdi. 20. yüzyılın Türk kadını, atılım yaptığı Cumhuriyet döneminden, bugünlere gelene dek ve günümüzde de çok çeşitli sorunlarla, tepkilerle ve olumsuzluklarla karşılaştı / karşılaşmaya devam ediyor: Cinsel bir obje olarak görülüyor, töre ve geleneklerle şiddete maruz bırakılıyor; hapsedilip öldürülüyor ve nihayet siyasal bir nesne biçiminde algılanıyor. Bu yüzden ülkemizde kadının özneleşme süreci elbette, kimileri tarafından karşı çıkılıp, yadırganacak öğelerle dolup taşıyor. Fakat bu dolup taşma durumu, aynı zamanda (tepkiler yaratmasıyla) olumsuzlukların bertaraf edilip, kadının en başta insan (: birey) olarak değerliliğini gündeme getirecek; erkeğin kadına bakışıyla beraber, kadının kadına bakışını da etkileyecek (ve belki de değiştirecek) bazı önemli örnekleri içinde barındırıyor.

Tarihimizde Halide Edip Adıvar’ın, Sabiha Sertel’in, Türkan Saylan’ın, Duygu Asena ve diğer pek çok önemli öznenin, göstermeye çalıştığı da bu değil midir? Server Tanilli’nin çabası da (zihniyet değişimi adına), bu tarihsel akışın ve devam eden sürecin, gelecek kuşakları aydınlatması için önemli bir adım niteliği taşımaktadır.

Ne Olursa Olsun Savaşıyorlar / Server Tanilli / Alkım Yayınları / 256 s.