7 Mayıs 2012 Pazartesi




TOP HÂLÂ BEKLENEN KÖŞEDEN GELMİYOR (*)
Ali BULUNMAZ

Yüzüncü doğum günü (7 Kasım 2013) yaklaşırken Albert Camus’yle ilgili kitap, yazı ve etkinliklerin artmaya başladığını görüyoruz. Onun hâlâ hatırlanmasını sağlayan şey dünyada bir iz bırakması. Yaşadığı dönemde gününün tanıklığını yapıp üstelik bunu roman ve denemeleriyle insanlığa fikir olarak geri döndürmesi, Camus’nün önemi ve ağırlığını gösteriyor. Sadece bu değil, aynı zamanda kavramlar yaratıp bunları miras bırakan bir düşünür-yazar ve ahlakçı o.

Camus üzerine irili ufaklı bir sürü biyografi, inceleme ve araştırma kaleme alındı. Eksiklikleri, fazlalık ve dedikoduları öne çıkaranları da vardı bunların. Peki, Camus’ye dair söylenecek fazla bir şey kaldı mı? Onunla ilgili çokça bilgiye sahip olanlar bile bu soruya olumsuz yanıt vermiyor. Çünkü henüz tam olarak yayımlanmamış mektuplaşmalar (örneğin Pascal Pia’yla ve öğretmeni Jean Grenier’yle yazışmaları) ve oğlunun elinde bulunan notlar var. Fransa’da Camus’nün yayıncısı Gallimard bu konuda işi ağırdan alsa da henüz söz bitmedi. Hepsinin yanında fısıltı gazetesi, geçtiğimiz aylarda Camus’nün öldürüldüğünü; hayatını kaybettiği kazanın aslında bir sabotaj olduğunu iddia etmişti. Konunun bir boyutu da bu işte, dedikodular yıllar sonra bile bitmiyor, aksine küllerinden doğuyor.

Bu arada Camus’nün hayatını, felsefi söylemini, kavgalarını ve yaşamına dair kimi anekdotları aktaran kitaplar da yayımlanmaya devam ediyor. Stephen E. Bronner’ın Camus: Bir Ahlakçının Portresi isimli çalışması da bu kervana katılanlardan.

Bronner, siyaset bilimi uzmanı aslında ama edebiyata da meraklı. Onun en bilindik taraflarından biri Democratic Socialists of America adlı düşünce kuruluşu üyeliği. ABD’deki “demokratik sosyalist” hareketin kümelendiği bu kuruluş, zamanında Vietnam İşgali’ne karşı duran eylemcilerden dönüşüm geçirip budanmış kişileri kadrosunda barındırıyor. Orta ve üst tabaka entelektüellerin yönetiminde yer aldığı Demokratic Socialists of America’nın, Demokratlar içinde de nüfuzu bulunuyor. Partiyi “sola çekme hedefi”yle yola çıkan bu grup, yine de fazla sivrilmemeyi tercih ediyor. Camus’yü, siyasi ve felsefi açıdan incelemeye soyunan Bronner’ın hali pür melali ve nerede durduğu kısaca böyle özetlenebilir.

EYLEMLERE BİR SINIR GEREK
Bronner, her şeyi en baştan alıp yaşamına yön veren ayrıntıları (yoksulluğunu, babasını erken yaşta kaybedişini, sürüklenişi ve göçebeliğini) aktarırken Camus’nün es geçilmemesi gereken “Akdenizli” ve “masum” gibi niteliklerini masaya yatırıyor ve bunların kökenine iniyor. Tam bu özellikler yüzünden Eski Yunan’a ilgi duyan Camus’nün, yine o döneme ait konulara dair tez yazması Bronner’ın dikkatini çekmiş. Çekmiş çekmesine ama yazar, zorlama yorumlara da girmiş: “Tıpkı varoluşçu felsefenin ve avangard kültürün başlıca temsilcileri gibi Camus de kendini dinle ilgili karşı çıktığı şeylerle tanımlanırken buldu.” Camus’nün absurde söyleminin zeminini inanca çekmek, Tanrı’yı veya baskın, daha doğrusu insanı kısıtlayan herhangi bir öğretiyi yok etmek yerine başkaldırıyla onun üstesinden gelmeyi görmeden acele bir kanı yaratmak değildir de nedir?

Camus deyince dokunmadan geçilemeyecek bir başka konu da onun politik geçmişi. Radikalliğe her zaman direnç gösteren Camus’nün, sonradan kimi uygulamalarını sert şekilde eleştireceği komünizmle tanışmasına da atıf yapıyor Bronner:

Camus, komünizmin yeni bir ‘kardeşlik’ türü, kahraman yoldaşları uğruna ölmeyi göze alan ‘yeni adam’ ve politikanın da ‘aşırı durumların cisimleşmesi’ olduğu şeklindeki fikirlerden oldukça etkilenmişti. Bunlar, André Malraux’nun sansasyonel kitabı İnsanlık Durumu’nda yorumladığı fikirlerdi. 1934’te başgösteren politik olayların gerekçesi olarak yeni bir tür politik zorunluluk anlayışı gösterildi (…) Partiye katılma kararının belli bir gerekçesi vardı (…) Programı, Camus’nün çocukluğundan beri iç içe olduğu güçsüz ve haklarından mahrum edilmiş olan kesimin sorunlarını yansıtıyordu.”

Biyografilerin zemini kaygan. Çünkü hem hiçbir şeyi eksik bırakmama hem de içeri yorumlar katma kaygısı, hayat öyküsü anlatılan ve onu o biyografiyle; daha önce özgün metinlerini okumadan tanımaya başlayanlar için yanlış kanaatler oluşturabilir. Bronner, Camus’nün “varoluşçuluktan nefret ettiğini” söylüyor. Camus’nün böyle bir beyanı yok, üstelik nefreti de. Onun tek derdi, kendisinin bu akıma tam anlamıyla ait olmadığını anlatabilmek. Camus, varoluşçu temaları işleyen ama kendi deyimiyle “o cendereye” girmeyi reddeden biri.
Bronner, Camus’nün anlamsız görülen yaşamı ve dünyayı yorumlamayla geçen ilk dönemini; absurde felsefesini Meursault, Sisyphus ve Caligula kahramanları etrafında anlatıp intiharın ona göre ne denli anlam dışı bir şey olduğuna işaret eder. Bunu yaparken eklektik yorumlarla anlatımı destekleme yoluna gider.

Camus’nün ikinci dönemi, yani başkaldırı felsefesi ise Bronner’ın da söylediği gibi ayrışma, tartışma ve daha sistematik eleştirilerle yüklü. Direniş sırasında görüp yaşadıkları, totalitarizm eleştirisiyle birleşince komünizmin uygulamalarına, uzun soluklu dostluklarına (örneğin Sartre ve Beauvoir’la) ve öldürümlere daha da şüpheyle bakan bir Camus çıkıyor karşımıza. Bronner’ın çalışmasının omurgasını oluşturan “Ahlakçı Camus” işte bu ortamda ete kemiğe bürünür enikonu; Camus o dönemde, insanların her ne uğruna olursa olsun ölüme sürüklenmemesi gerektiğini vurgular. Bronner her ne kadar bunu bir tür “pasifizm” şeklinde yorumlasa da Camus, Başkaldıran İnsan’da “cinayete hayır demenin gerçekte en önemli eylem olduğunu” ısrarla savunur. Bu yüzden onun eylemlerde sınır arama arzusu en keskin biçimde burada ortaya çıkar ve o, insanların kurban edilmemesi adına aynı düşünceyi paylaşanların yan yana gelmesi gerektiğini söyler. Kısacası ne kurbanlığı ne de cellatlığı savunur; o, zarını insandan ve insanın değerinden yana atar.

YENİLMEZ YAZ”
Camus’nün insanın durumuna dair endişeleri, döneminin olaylarından ayrı düşünülemez. Bir anlamda sınırı çizer, nerede durduğunu belli eder: “General Franco’nun faşist boyunduruğu altında olan İspanya’yı uluslararası alanda boykot etme çağrısı yaparak ve politik mültecilere ideolojik eğilimleri ne olursa olsun moral ve mali yardımda bulunmayı amaçlayan Groupe de Liaison Internationale’i 1948’de kuranlardan biri olan Camus onları rahatsız ediyordu. Öte yandan, idam cezasına karşıtlığı ve politik zulme uğrayanlara bağlılığı nedeniyle Doğu Avrupa’da ve bir kez daha Rusya’da kanlı bir arındırma hareketiyle meşgul olan komünistlerin karşısında konumlanıyordu.”

Başkaldırının ahlaki zeminini oluşturan düşünce buydu biraz da; dayanışma ve insanı savunma. Bronner o çok bilindik formülü atlamamış: “Başkaldırıyorum, o halde varız.” Her şeyin mümkün olduğu bir dünyada Camus, ayakta kalabilmenin rotasını böyle çizer: Adaletsizliğe karşı koymak, insanın elindeki en büyük güçtür.
Bronner, Camus’yü incelerken şunu görür: Onun Akdenizliliği ve ılımlılığı, mutlak evet veya mutlak hayırla araya mesafe koyar. Akdenizli düşünüş, aynı zamanda başkaldırının hareketlere sınır çekme ve eylemin sınırını tanımlama zeminini de belirler. Onun başkaldırı düşüncesini tetikleyen bir başka şey ise gençliğinde yaşadığı sefalet. Bronner, Camus’nün sözünü anımsatır yine: “Başkaldırıyı Marx’tan değil, sefaletten öğrendim.”

Camus’nün, yaşadığı her tür yenilgi sonrasında bile nihilizme karşı çıktığı görülüyor. Yaşamın sunduklarını reddetmeden ve Eski Yunan’ın ölçülülüğüyle “yenilmez yaz”ı savunmasının altında da bu güç yatıyor.
Camus’nün özellikle başkaldırı felsefesiyle savundukları, bazı yakın dostlarıyla arasının açılmasına neden olur; geçmişte yanında duranlar eleştiri oklarını sivriltir. 4 Ocak 1960’taki ölümüne dek yaptığı her konuşma, yazdığı her makale ve bulunduğu her eylemle o eski dostlarının şimşeklerini üzerine çeker. Ne ironiktir ki, onu en çok eleştirenlerin başında gelen Sartre, ölümünün ardından neredeyse en doğru tanımlamayı yapar ve Camus’yü “inatçı bir hümanist ve ahlakçı” diye niteler. Buna Bronner’ın yorumunu da eklemeliyiz:

Camus, Aydınlanma entelektüelinin geleneğini yirminci yüzyılda yeniden ortaya koymuştur. Evrensel sorunlarla ilgilidir ve uzmanı olmadığı alanlara karışmıştır. Eserlerinde politikayı, felsefeyi ve sanatı harmanlar. Karakterleri, onlara ilham veren fikirler olmadan cansızdır; fikirleri ise temeli olan varsayımlardan ziyade sembollere dayanır: Dağdan aşağı yuvarlanan bir taş, çöldeki kör edici güneş, kökü sökülemez bir kötülüğe karşı direniş ve bir barda geçen monolog.”

Bronner, Camus’nün okurlarına “ahlaki tartışma edebiyatı sunduğunu” söylüyor. Bunu gerekçelendirirken de onun “bize savaşmaya değecek çok az savaş olduğunu ve politikayla ilgili ahlaki kararlar vermenin normal bir vatandaşın sorumluluğu olduğunu hatırlatmasını” gösteriyor.

Bronner’ın “ahlakçı Camus” nitelemesini temele alması boşuna değil, biraz geriye gitmeliyiz. Lise yıllarında futbola düşkün Camus bir kaleciydi ve ahlak söylemini bu mevkiye borçlu olduğunu, sonradan kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle açıklamıştı: “Ben ahlak ve yükümlülük üzerine bildiklerimi futbola borçluyum; topun asla beklenen köşeden gelmeyeceğini çabuk öğrendim.” Pek bir şey değişmedi; top hâlâ beklenen köşeden gelmiyor…

Camus: Bir Ahlakçının Portresi/ Stephen Eric Bronner/ Çeviren: Tuğba Sağlam/ İletişim Yayınları/ 190 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 03.05.2012





ÖFKE YANGINININ ETTİĞİ (*)
Ali BULUNMAZ

Eğri oturup doğru konuşmak gerek; Philip Roth, adı Nobel Edebiyat Ödülü için geçen ama ondan da önemlisi, deyim yerindeyse rüştünü çok önceden ispat etmiş bir yazar. Kaleme aldığı hemen her yapıt ses getirdi ve övgüler aldı, tartışıldı. Bu nedenle nereden bakarsanız bakın Roth’un yazdıkları mutlaka dikkatle incelenmeli.

1950’lerde geçen Öfke de aynı dikkati hak ediyor. Romanın geçtiği döneme bakıldığında Amerika’daki hızlı anti-komünist hareket, yalnızca ülke sınırlarında kalmıyor, şu bilindik “demokrasi götürme” hikâyesi dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Buralardan biri de Kore. Roth, romanı buradaki Amerikan işgali gölgesinde kurgulamış. Romanın kahramanı Marcus Messner, o sıralarda hayatına yön verme çabasında bir genç.

AHLAK KUMKUMALIĞINA KARŞI
Elbette o dönemin kibarlık budalası ve epey yapay duran davranış kurallarını atlamayalım; Roth, Marcus’un kendisini kimi zaman engellemesine neden olan, bazen başını döndüren arada bir de midesine kramplar tebelleş eden o adabımuaşeret kurallarını kahramanı üzerinden alaya alıyor.

Cici ailelerin cici çocukları ve hepsinin birden yaşadığı “sevimli” ortamların yer aldığı uzun tasvirler sayesinde yazar, dönemin Amerikası’nın ahlak kumkumalığını gözler önüne seriyor. Marcus’un aileden ayrılma çabası da o günlerin garip ortamıyla birleşiyor:

Her şeyi doğru yapmak istiyordum. Her şeyi doğru yaparsam babama Newark yerine Ohio’da üniversiteye giderek çıkardığım masrafın hesabını verebilirdim. Anneme, dükkânda tekrar tam zamanlı çalışmaya başlamasının boşa olmadığını gösterebilirdim. Çabalarımın odağında, yetişkin oğlunun esenliğine dair zaptı imkânsız endişelerin pençesinde kıvranmaya başlayan güçlü, duyarsız babamdan özgürleşme arzusu vardı. Hukuka hazırlık programına kayıt yaptırmış olmama rağmen avukatlık umurumda değildi. Bir avukatın tam olarak ne yaptığını bile bilmiyordum. Benim istediğim notlarımı yüksek tutmak, uykumu almak ve uzun, jilet gibi keskin bıçak ve satırları ustalıklı kullanışıyla çocukluğumun ilk kahramanı olan babamla kavga etmemekti.”

Marcus’un kampus hayatı o absürd kurallar silsilesi, Kore’ye yollanma korkusu ve tutkulu Olivia’yla tanışıp hoş vakit geçirişi arasında gidip gelir. Buraya bir parantez açmak gerekirse Roth, her zamanki gibi kendi yaşamı ve dünya görüşüyle ilgili kimi notları, Marcus ve onun diyalog kurduğu kişiler aracılığıyla okura sunuyor. Bazı anlarda Marcus’la Roth neredeyse yer değiştiriyor.

İYİ YAZARIN YAVAN ROMANI
Roth, Marcus’un dökülme halini resmediyor adeta; ailesi, sosyal çevresi, ilişkileri, özel hayatı ve kafasının içini ortalığa saçıyor kahramanımız. Bir de babasının mesleği olan ve küçüklüğünden bu yana onu hırpalayan kasaplıkla ilgili düşüncelerini:

Kan akıtma, itlaf etme: Babam bu şeylere alışıktı ama ben, her ne kadar belli etmemeye çalışsam da çok sarsılırdım. O zamanlar küçük bir çocuktum, altı-yedi yaşlarındaydım ama işimiz buydu ve kısa sürede bu işin pis bir iş olduğunu kabullendim.”

Aslında bu manidar bir hatırlama; Kore’de kasatura yaralarının verdiği acıdan kurtulması için damarlarına sürekli morfin zerk edilen Marcus’un, zihin perdesinin aralanışının simgelerinden sadece biri. Bilinçsiz ama her şeyi son nefesine dek anımsayan bir adam; neredeyse tüm yaşamını an be an… Anlamsız ve pervasız savaşın ya da annesinin de haykırdığı gibi “anlık bir öfkenin” kurbanlarından biri Marcus. Anlayacağınız Roth, romanın genelinde ve özellikle de sonunda, o çokça işlediği ölüm temasını yine şapkadan çıkarıp Marcus’un trajedisiyle bize veriyor.

Ancak ne inceden inceye sıraladığı ahlaki ve toplumsal eleştiri ne trajedi ne de dönem anlatımı, Öfke’yi Roth’un belli başlı romanlarındaki (örneğin Sokaktaki Adam veya Bir Komünisle Evlendim’deki) tada yaklaştırmıyor.

Kötü yazardan iyi roman çıkmasını beklemek ciddi, hatta takıntı derecesinde olumlu bir bakış açısı gerektirir. Ama iyi bir yazarın yavan roman kaleme alma hakkı hep var. Roth, Öfke’yle bunu kullanmış sanki…

Öfke/ Philip Roth/ Çeviren: Şeyda Öztürk/ Yapı Kredi Yayınları/ 140 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 26.04.2012