TOP
HÂLÂ BEKLENEN KÖŞEDEN GELMİYOR (*)
Ali BULUNMAZ
Yüzüncü doğum günü
(7 Kasım 2013) yaklaşırken Albert Camus’yle ilgili kitap, yazı
ve etkinliklerin artmaya başladığını görüyoruz. Onun hâlâ
hatırlanmasını sağlayan şey dünyada bir iz bırakması.
Yaşadığı dönemde gününün tanıklığını yapıp üstelik
bunu roman ve denemeleriyle insanlığa fikir olarak geri döndürmesi,
Camus’nün önemi ve ağırlığını gösteriyor. Sadece bu değil,
aynı zamanda kavramlar yaratıp bunları miras bırakan bir
düşünür-yazar ve ahlakçı o.
Camus üzerine irili
ufaklı bir sürü biyografi, inceleme ve araştırma kaleme alındı.
Eksiklikleri, fazlalık ve dedikoduları öne çıkaranları da vardı
bunların. Peki, Camus’ye dair söylenecek fazla bir şey kaldı
mı? Onunla ilgili çokça bilgiye sahip olanlar bile bu soruya
olumsuz yanıt vermiyor. Çünkü henüz tam olarak yayımlanmamış
mektuplaşmalar (örneğin Pascal Pia’yla ve öğretmeni Jean
Grenier’yle yazışmaları) ve oğlunun elinde bulunan notlar var.
Fransa’da Camus’nün yayıncısı Gallimard bu konuda işi
ağırdan alsa da henüz söz bitmedi. Hepsinin yanında fısıltı
gazetesi, geçtiğimiz aylarda Camus’nün öldürüldüğünü;
hayatını kaybettiği kazanın aslında bir sabotaj olduğunu iddia
etmişti. Konunun bir boyutu da bu işte, dedikodular yıllar sonra
bile bitmiyor, aksine küllerinden doğuyor.
Bu arada Camus’nün
hayatını, felsefi söylemini, kavgalarını ve yaşamına dair kimi
anekdotları aktaran kitaplar da yayımlanmaya devam ediyor. Stephen
E. Bronner’ın Camus: Bir Ahlakçının
Portresi isimli çalışması da bu kervana
katılanlardan.
Bronner, siyaset bilimi
uzmanı aslında ama edebiyata da meraklı. Onun en bilindik
taraflarından biri Democratic Socialists of America adlı düşünce
kuruluşu üyeliği. ABD’deki “demokratik sosyalist” hareketin
kümelendiği bu kuruluş, zamanında Vietnam İşgali’ne karşı
duran eylemcilerden dönüşüm geçirip budanmış kişileri
kadrosunda barındırıyor. Orta ve üst tabaka entelektüellerin
yönetiminde yer aldığı Demokratic Socialists of America’nın,
Demokratlar içinde de nüfuzu bulunuyor. Partiyi “sola çekme
hedefi”yle yola çıkan bu grup, yine de fazla sivrilmemeyi tercih
ediyor. Camus’yü, siyasi ve felsefi açıdan incelemeye soyunan
Bronner’ın hali pür melali ve nerede durduğu kısaca böyle
özetlenebilir.
EYLEMLERE BİR SINIR
GEREK
Bronner, her şeyi en
baştan alıp yaşamına yön veren ayrıntıları (yoksulluğunu,
babasını erken yaşta kaybedişini, sürüklenişi ve göçebeliğini)
aktarırken Camus’nün es geçilmemesi gereken “Akdenizli” ve
“masum” gibi niteliklerini masaya yatırıyor ve bunların
kökenine iniyor. Tam bu özellikler yüzünden Eski Yunan’a ilgi
duyan Camus’nün, yine o döneme ait konulara dair tez yazması
Bronner’ın dikkatini çekmiş. Çekmiş çekmesine ama yazar,
zorlama yorumlara da girmiş: “Tıpkı varoluşçu felsefenin ve
avangard kültürün başlıca temsilcileri gibi Camus de kendini
dinle ilgili karşı çıktığı şeylerle tanımlanırken buldu.”
Camus’nün absurde söyleminin zeminini inanca çekmek, Tanrı’yı
veya baskın, daha doğrusu insanı kısıtlayan herhangi bir
öğretiyi yok etmek yerine başkaldırıyla onun üstesinden gelmeyi
görmeden acele bir kanı yaratmak değildir de nedir?
Camus deyince dokunmadan
geçilemeyecek bir başka konu da onun politik geçmişi. Radikalliğe
her zaman direnç gösteren Camus’nün, sonradan kimi
uygulamalarını sert şekilde eleştireceği komünizmle tanışmasına
da atıf yapıyor Bronner:
“Camus, komünizmin yeni
bir ‘kardeşlik’ türü, kahraman yoldaşları uğruna ölmeyi
göze alan ‘yeni adam’ ve politikanın da ‘aşırı durumların
cisimleşmesi’ olduğu şeklindeki fikirlerden oldukça
etkilenmişti. Bunlar, André Malraux’nun sansasyonel kitabı
İnsanlık Durumu’nda
yorumladığı fikirlerdi. 1934’te başgösteren politik olayların
gerekçesi olarak yeni bir tür politik zorunluluk anlayışı
gösterildi (…) Partiye katılma kararının belli bir gerekçesi
vardı (…) Programı, Camus’nün çocukluğundan beri iç içe
olduğu güçsüz ve haklarından mahrum edilmiş olan kesimin
sorunlarını yansıtıyordu.”
Biyografilerin zemini
kaygan. Çünkü hem hiçbir şeyi eksik bırakmama hem de içeri
yorumlar katma kaygısı, hayat öyküsü anlatılan ve onu o
biyografiyle; daha önce özgün metinlerini okumadan tanımaya
başlayanlar için yanlış kanaatler oluşturabilir. Bronner,
Camus’nün “varoluşçuluktan nefret ettiğini” söylüyor.
Camus’nün böyle bir beyanı yok, üstelik nefreti de. Onun tek
derdi, kendisinin bu akıma tam anlamıyla ait olmadığını
anlatabilmek. Camus, varoluşçu temaları işleyen ama kendi
deyimiyle “o cendereye” girmeyi reddeden biri.
Bronner, Camus’nün
anlamsız görülen yaşamı ve dünyayı yorumlamayla geçen ilk
dönemini; absurde felsefesini Meursault, Sisyphus ve Caligula
kahramanları etrafında anlatıp intiharın ona göre ne denli anlam
dışı bir şey olduğuna işaret eder. Bunu yaparken eklektik
yorumlarla anlatımı destekleme yoluna gider.
Camus’nün ikinci
dönemi, yani başkaldırı felsefesi ise Bronner’ın da söylediği
gibi ayrışma, tartışma ve daha sistematik eleştirilerle yüklü.
Direniş sırasında görüp yaşadıkları, totalitarizm
eleştirisiyle birleşince komünizmin uygulamalarına, uzun soluklu
dostluklarına (örneğin Sartre ve Beauvoir’la) ve öldürümlere
daha da şüpheyle bakan bir Camus çıkıyor karşımıza.
Bronner’ın çalışmasının omurgasını oluşturan “Ahlakçı
Camus” işte bu ortamda ete kemiğe bürünür enikonu; Camus o
dönemde, insanların her ne uğruna olursa olsun ölüme
sürüklenmemesi gerektiğini vurgular. Bronner her ne kadar bunu bir
tür “pasifizm” şeklinde yorumlasa da Camus, Başkaldıran
İnsan’da “cinayete hayır demenin
gerçekte en önemli eylem olduğunu” ısrarla savunur. Bu yüzden
onun eylemlerde sınır arama arzusu en keskin biçimde burada ortaya
çıkar ve o, insanların kurban edilmemesi adına aynı düşünceyi
paylaşanların yan yana gelmesi gerektiğini söyler. Kısacası ne
kurbanlığı ne de cellatlığı savunur; o, zarını insandan ve
insanın değerinden yana atar.
“YENİLMEZ YAZ”
Camus’nün insanın
durumuna dair endişeleri, döneminin olaylarından ayrı
düşünülemez. Bir anlamda sınırı çizer, nerede durduğunu
belli eder: “General Franco’nun faşist boyunduruğu altında
olan İspanya’yı uluslararası alanda boykot etme çağrısı
yaparak ve politik mültecilere ideolojik eğilimleri ne olursa olsun
moral ve mali yardımda bulunmayı amaçlayan Groupe de Liaison
Internationale’i 1948’de kuranlardan biri olan Camus onları
rahatsız ediyordu. Öte yandan, idam cezasına karşıtlığı ve
politik zulme uğrayanlara bağlılığı nedeniyle Doğu Avrupa’da
ve bir kez daha Rusya’da kanlı bir arındırma hareketiyle meşgul
olan komünistlerin karşısında konumlanıyordu.”
Başkaldırının ahlaki
zeminini oluşturan düşünce buydu biraz da; dayanışma ve insanı
savunma. Bronner o çok bilindik formülü atlamamış:
“Başkaldırıyorum, o halde varız.” Her şeyin mümkün olduğu
bir dünyada Camus, ayakta kalabilmenin rotasını böyle çizer:
Adaletsizliğe karşı koymak, insanın elindeki en büyük güçtür.
Bronner, Camus’yü
incelerken şunu görür: Onun Akdenizliliği ve ılımlılığı,
mutlak evet veya mutlak hayırla araya mesafe koyar. Akdenizli
düşünüş, aynı zamanda başkaldırının hareketlere sınır
çekme ve eylemin sınırını tanımlama zeminini de belirler. Onun
başkaldırı düşüncesini tetikleyen bir başka şey ise
gençliğinde yaşadığı sefalet. Bronner, Camus’nün sözünü
anımsatır yine: “Başkaldırıyı Marx’tan değil, sefaletten
öğrendim.”
Camus’nün, yaşadığı
her tür yenilgi sonrasında bile nihilizme karşı çıktığı
görülüyor. Yaşamın sunduklarını reddetmeden ve Eski Yunan’ın
ölçülülüğüyle “yenilmez yaz”ı savunmasının altında da
bu güç yatıyor.
Camus’nün özellikle
başkaldırı felsefesiyle savundukları, bazı yakın dostlarıyla
arasının açılmasına neden olur; geçmişte yanında duranlar
eleştiri oklarını sivriltir. 4 Ocak 1960’taki ölümüne dek
yaptığı her konuşma, yazdığı her makale ve bulunduğu her
eylemle o eski dostlarının şimşeklerini üzerine çeker. Ne
ironiktir ki, onu en çok eleştirenlerin başında gelen Sartre,
ölümünün ardından neredeyse en doğru tanımlamayı yapar ve
Camus’yü “inatçı bir hümanist ve ahlakçı” diye niteler.
Buna Bronner’ın yorumunu da eklemeliyiz:
“Camus, Aydınlanma
entelektüelinin geleneğini yirminci yüzyılda yeniden ortaya
koymuştur. Evrensel sorunlarla ilgilidir ve uzmanı olmadığı
alanlara karışmıştır. Eserlerinde politikayı, felsefeyi ve
sanatı harmanlar. Karakterleri, onlara ilham veren fikirler olmadan
cansızdır; fikirleri ise temeli olan varsayımlardan ziyade
sembollere dayanır: Dağdan aşağı yuvarlanan bir taş, çöldeki
kör edici güneş, kökü sökülemez bir kötülüğe karşı
direniş ve bir barda geçen monolog.”
Bronner, Camus’nün
okurlarına “ahlaki tartışma edebiyatı sunduğunu” söylüyor.
Bunu gerekçelendirirken de onun “bize savaşmaya değecek çok az
savaş olduğunu ve politikayla ilgili ahlaki kararlar vermenin
normal bir vatandaşın sorumluluğu olduğunu hatırlatmasını”
gösteriyor.
Bronner’ın “ahlakçı
Camus” nitelemesini temele alması boşuna değil, biraz geriye
gitmeliyiz. Lise yıllarında futbola düşkün Camus bir kaleciydi
ve ahlak söylemini bu mevkiye borçlu olduğunu, sonradan kendisiyle
yapılan bir söyleşide şöyle açıklamıştı: “Ben ahlak ve
yükümlülük üzerine bildiklerimi futbola borçluyum; topun asla
beklenen köşeden gelmeyeceğini çabuk öğrendim.” Pek bir şey
değişmedi; top hâlâ beklenen köşeden gelmiyor…
Camus: Bir Ahlakçının
Portresi/ Stephen Eric
Bronner/ Çeviren: Tuğba Sağlam/ İletişim Yayınları/ 190 s.
(*)
Cumhuriyet Kitap, 03.05.2012