24 Nisan 2009 Cuma

KISKACA ALINMIŞ İNSAN (*)
Ali BULUNMAZ

Kapitalizmin içine düştüğü krizden ve çıkış yolları aranışından bahsedildiği bugünlerde, geleceğe dair beklenti ve tahminler de dillendiriliyor. Kapitalizm ve onun kendini yenileyen biçimleri kendi yarattığı krizin tam ortasında yer alırken “kültür”; kapitalizm “kültürü” ne durumda?

Richard Sennett burada “sanatsal değil antropolojik kültürden söz ettiğini” belirterek konuya giriyor ve soruyor: “İçinde yaşadıkları kurumlar parçalanırken, insanları hangi değer ve pratikler bir arada tutabilir?” (s. 10). Cemaatlerin bu anlamda çok da iş görmediğinin ortaya çıkması krizi, özellikle yeni kapitalizmin “kültürüne” ilişkin krizi, biraz daha çetrefilli hale getiriyor.

Katı bürokrasiyi yerle bir etmek için yola koyulanlar, kapitalizmin kendine has ve bir anlamda yıkıcı yapısıyla karşılaşınca cemaatlere yönelmişlerse de, Sennett için bu çözüm olmaktan uzaktır.

BÜROKRATİK DEMİR KAFES
Sennett’e göre Marx’tan bu yana “kapitalizmin tek değişmezi istikrarsızlıktır” (s. 19). Yatırımcıların değişen uygulamaları, hızla açılıp kapanan üretim merkezleri, göç gibi unsurlar bu istikrarsızlığı yaratmış ve beslemiştir. Gelir eşitsizliği ise tüm bu olup bitenin kreması olmuştur.

İşte çokuluslu şirketlerin palazlanmasından başka bir işe yaramayan küreselleşme, yeni kapitalizmin belki de en yeni “gerçeği” haline gelmiştir. Bir başka deyişle “yaratıcı yıkım”, küreselleşme ile enikonu ete kemiğe bürünmüştür.

Küreselleşme kavramının ortaya atılmasından çok önce, 19. yüzyılda filizlenen toplumsal kapitalizm, işçi sınıfının bilinçlenme ve buna göre hareket etme dürtüsünü denetim altında tutmaya çalışmıştı: “Ne kadar fakir olursa olsun, toplumda yerleşik bir konumu olduğunu bilen bir işçinin ayaklanma ihtimali, toplumdaki konumuna anlam veremeyen işçinin ayaklanma ihtimalinden daha azdı. Toplumsal kapitalizmin kurucu politikası buydu” (s. 22).

20. yüzyılda stratejik planlamaya katılmaya başlayan işçilerin konumu, birlikler ve sendikalarca güçlendirilmeye çalışılmıştır. Bürokrasi de bu noktada, piyasalar tarafından tehlikeye atılan kârları onarmak adına devreye girmiş ve bir anlamda “düzen arayışının” simgesi olmuştur.

Zaman, söz konusu “düzen arayışının” lokomotifine dönüşürken “insanların, yaşamlarını birer anlatı olarak görmesinin de yolunu açmıştır” (s. 23). Hayat, en ince ayrıntısına kadar, kestirilebilir zaman kavramı etrafında şekillendirilmeye çalışılmış ve kişi de, önündeki merdivenleri “istediği gibi kullanabileceğine” inandırılmıştır.

Bürokrasinin özünde yer alan düşünce, verimlilikten çok “içerme” olunca, toplumsal kapitalizmin kuruluşunda bir hayli işe yarayan “herkese bir yer vererek çatışmayı önleme” de temel araç haline gelmiştir (s. 28). İşte burada bürokratik yapıların bir başka özelliği karşımıza çıkıyor: Bürokrasi, iktidarı yorumlama ve ondan bir anlam çıkarma olanağı sunarak, bireye “eylemlilik” duygusu aşılamaktadır.

Sennett ise bürokrasinin, istikrar ve dayanışma ile eşit sayılmasını “yanılsama” şeklinde niteler ve “toplumsal kapitalizmin bürokratik yapısının tahmin edilemeyen darbeler aldığını” vurgular (s. 33). Bu darbelerle birlikte Sennett’e göre üç temel eksiklik doğmuştur: “Düşük kurumsal sadakat, işçiler arasında enformel (baskı altında kimin ayakta kalıp kalmayacağı) anlamda güven azalması ve kurumsal bilginin zayıflaması” (s. 49).

Kısacası toplumsal kapitalizm, krizde bile olsa eşitsizlik farklı biçimde yine devam ediyor. İnsanlar, zayıflayan bürokrasi ile “demir kafesten” çıkacağına inandırılmıştı. Bürokrasi zayıfladı ama iktidarın merkezi, çevreyi çok daha sıkı şekilde denetlemeye başladı.

İŞE YARIYORUM, O HALDE VARIM!
Bugün beceri toplumlarında işsizlikle karşı karşıya kalanların çoğunun eğitimli ve vasıflı kişiler olduğu su götürmeyen bir gerçektir. Yeteneğin, insanı ekonomik değere dönüştürmesi de bu gerçeğe eklemlenen bir başka varolandır.

Sennett burada önemli bir soruna değinir; o da işe yaramazlık kâbusudur. Bu kâbusu üç etken tetikler: “Küresel emek arzı, otomasyon ve yaşlanmanın yönetimi” (s. 64). Küresel emek arzı ile kastedilen insan enerjisi kaynaklarının sürekli yer değiştirmesidir. Otomasyon ise, insanların yerine makinelerin geçeceğine dair yarattığı endişeyle işe yaramazlık kâbusunu besler. Yaşlılık da verimliliği düşürdüğü için “tehlike” olarak görülür.

Bugünün çalışma düzeninin merkezinde bulunan nesneleştirme, Sennett’e göre öz olarak “kendi içinde anlamlı bir şey yapmak” demektir ve “bu nesneleştirme ruhu, alt düzeyden ve vasıfsız görülen emekçilerin bile işiyle gurur duymasını sağlayabilir” niteliktedir (s. 76).

Sennett, meritokrasi kavramına atıf yaparken hem adı geçen nesneleştirmeyi hem de meritokrasinin tanımı olan “az sayıda vasıflı insanın bütün bir toplumu denetim altında tutmasını” göz önüne alır. Meritokrasi çoğunlukla, “sende potansiyel yok” diyerek ayrımlama yoluna gider (s. 89) ve bu da daha derin bir işe yaramazlık duygusu uyandırır. Bu bağlamda potansiyelin ya da potansiyel yeteneğin sosyal ifadesi “herkesle çalışabilirim”dir (s. 90). Bir başka deyişle sahip olunan beceri, her koşulda işbirliğine yönelme becerisidir.

İnsanların, başkalarının gözünde işe yarar veya “değerli” hale gelebilmesinin ilk koşulu, özel bir yetenek ya da beceri geliştirmektir. Ancak bugün yeteneklerin keşfinde kullanılan teknoloji, gün geçtikçe incelikli hale gelmiş ve şirketler bu aracı, insanları hem elemek hem de teşvik etmek adına kullanmıştır.

TÜKETMEK, HEP TÜKETMEK
21. yüzyılın taşıyıcısı konumundaki tüketim, hemen her şeyi nesne haline getirmiştir. Bu nesnelerden biri de siyasettir. Sennett şu soruyla konuyu açıyor: “İnsanlar siyasetçileri giysi seçer gibi mi seçiyor?” Sennett’in bu soru karşısındaki tavrı çok nettir: “Yurttaş, öfkeli bir seçmen değil de, satın alma baskısıyla karşı karşıya olan siyaset tüketicisi olarak değerlendirilebilir” (s. 95).

Her şeyin tüketim nesnesi haline getirildiği günümüzde, “tüketici de markalaştırma eylemine katılır” (s. 105). Reklamcılığın yaratıcılığı, tüketicinin alım açlığı ve yönelimiyle ustaca birleştirilir. 21. yüzyılda satın almak ve tüketmek bir anlamda güç kazanmaktır. Daha açık söylenirse tüketici, nesnelerden haz almaktadır ve bu, aslında dayatılmaktadır. Günlük hayatın rutininin dışına çıkış, nesnelerden haz alma ve onları tüketme zorunluluğu biçiminde pazarlanır. Bu eylem, insanların kendisini “özgür hissetmesini sağlayabilir”; Sennett’e göre “tüketme tutkusu belki de ‘özgürlüğün’ diğer adıdır” (s. 110).

Sennett, tüketim alanını “teatral” olarak niteler. Çünkü satıcı, “tıpkı bir oyun yazarı gibi, tüketicinin satın alması için inanmayışın gönüllü olarak askıya alınmasını sağlamalıdır” (s. 113). Teatral tüketim alanıyla beraber, idealleştirilmiş tüketme tutkusu, Sennett’e göre kapitalist “kültüre” tam anlamıyla uygundur ve o, bu “kültürün” ilerici olmayan sürüklenişini “yeni ‘kültürün’ zamanı şekillendiriş biçimine bağlar” (s. 124).

YENİ “KÜLTÜRE” KARŞI DURUŞ
Sennett’e göre, “demir kafes” olan ve insanlar için “hem hapishane hem de ev” konumundaki bürokrasi, kendini geçmiş otuz yılda “küresel finansın, teknolojinin, medyanın ve ticaretin ekonomik açıdan ileri sektörlerinde yeniden örgütlemiştir” (s. 126).

Bu bağlamda Sennett, yeni kapitalizmin “kültürüyle” mücadele için üç çözüm önerisi sunar: Anlatı, işe yararlık ve zanaat. Anlatı, olayların zaman içinde birikerek, deneyimin çoğalmasıdır. İşe yararlık, başka insanlar için önemli bir şeye katılmaktır. Bu, faydacı alışverişten çok daha anlamlı ve içi dolu bir yaklaşımdır. Zanaatçılık ise, bir şeyi o şeyin kendisi için iyi yapma arzusudur. Zanaatçılık, yeni iş ve eğitim kurumları ile siyasetin gerektirdiği idealleştirilmiş benliğe bir meydan okumadır.

Sennett, Yeni Kapitalizmin Kültürü’nde esas olarak şunu vurguluyor: Kapitalizmin yeni biçimi, yüzeysel bir “kültür” yaratıp insanları bunun içine çekmektedir. Bu anlamda Sennett işe, zayıflatılmış ve yüzeyselleştirilmiş “kültüre” isyan etmekle başlanabileceğini, çünkü yeni kapitalizm “kültürü”nün insanları özgürlüğe kavuşturmadığını savunuyor.

Yeni Kapitalizmin Kültürü/ Richard Sennett/ Çeviren: Aylin Onacak/ Ayrıntı Yayınları/ 142 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 23.04.2009

11 Nisan 2009 Cumartesi

İÇ POLİTİKA MEZESİ: AB VE TÜRKİYE (*)
ALİ BULUNMAZ

Gerek Türkiye'de gerekse Avrupa ülkelerinde, Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin süreç, iç politika aracı haline getiriliyor. Özellikle son birkaç yıldır Türkiye'nin AB üyeliği üzerinden her iki tarafta da kaydedilen söylemlerin, üyelik ile ilgili gelişme ya da durağanlığın siyasetin; ağırlıklı olarak da iç siysetin sofrasında tüketime sunulduğu çok açık.


Aslında burada yanıt aranması gereken birkaç temel soru bulunuyor: Türkiye, AB için ne ifade ediyor? Avrupa ile AB, değerler ve zemin bakımından bir ve aynı şey midir? Son olarak AB, Türkiye için ne anlama geliyor? Türkiye ile AB arasında sürüp giden, kimi zaman kopma noktasına gelen ilişkilerin odağında, içi tam olarak doldurulamayan faydacılığa dayalı bir anlayışın yer alması, işleri daha da karmaşık hale getirebiliyor.

FAYDACILIK
Türkiye ile AB arasında 1950'den bu yana süregelen ilişkilerin, bugün gelip dayandığı nokta iki taraf için de gönülsüz biçimde sürüyor. Hem AB hem de Türkiye, zaman zaman açık zaman zaman da üstü örtük şekilde bunu dile getiriyor. Tam bu ortamda Michel Rochard 'Avrupa'nın geleceği Türkiye'den geçiyor' diyor (s. 11). Gerçekten öyle mi? Salt çıkar ilişkileri ve faydacılığın geçerli olduğu günümüz dünyasında, Rochard'ın bu ifadesi gerçeği yansıtıyor mu?


Aslında Rochard hemen bir adım sonra ne demek istediğini açıklıyor: 'Yirmi birinci yüzyılın başında olduğumuz dönemde temel ve önemli bir yer tutan konu da İslamla diyalog. Türkiye Müslüman olduğu için, AB'ye dahil olmasında büyük çıkarımız olduğunu düşünüyorum' (s. 12). Rochard, AB'nin Türkiye'yi üye kabul etmemesinin, Türk ve İslam milliyetçiliği içine kapanması anlamına geleceğini de ekliyor. Bundan dolayı Türkiye'nin son yıllarda yakaladığı 'ekonomik ve sosyal dinamizmi' (!) Avrupa'nın değerlendirmesi gerektiğini ifade ediyor.

'İKİNCİ DEVRİM' (?)
Rochard, Türkiye'de iktidar partisiyle 'ikinci devrim'(?) sürecinin başladığını söylüyor. Üstelik 2002'de iktidara gelen AKP'yi, hem 'Avrupa yanlısı' hem de 'Müslüman demokrat' biçiminde niteliyor. Osmanlı'dan başlayıp M. Kemal'e, oradan da 1950'li yıllardan bugünün 'Müslüman demokratlarına' uzanan bir yay çizen Rochard, 1923 Aydınlanması'nın 'tamamlayıcısının' AB üyelik müzakereleriyle girişilen 'reformlar' olduğunu belirtiyor. Açıkça görülüyor ki, olaylara dışarıdan ve yönlendirme amaçlı bakmak eksik, yanlış ve tehlikeli sonuçlara varmayı kolaylaştırıyor.


Rochard ya daha baştan bu hataya düşüyor ya da bu yorumları bilinçli şekilde geliştiriyor. Ona göre 1923 Aydınlanması, o yıllar için önemli açılımlar yapmış olsa da 'geriye kalan, bilincinin derinliklerinde yaşadığı sarsıntıyı koruyan Türkiye'dir' (s. 20). Rochard'ın buna benzer hatta daha keskin değerlendirmesi ise şöyledir: 'Atatürk'ün mirasçıları olan uzlaşmaz cumhuriyetçi laikler, AKP'yi, Türkiye'yi İslamlaştırmak istemekle ve AB'nin diktalarına boyun eğerek Türkiye'nin temel çıkarlarını ucuz fiyata elden çıkartmakla suçlamaktadır. Kemalist Devrim'den seksen yıl sonraki 'ikinci devrim', bir engelle karşılaşır ve Avrupa'ya duyulan heves biraz kırılmış gibi görünür' (s. 26).

'REFORM, REFORM'
AB denildiğinde en çok dillendirilen sözcük belki de 'reform.' Yetkili isimlerin yaptığı açıklamalar ve ziyarelerinde (aslında denetimlerinde), hep bu yöne atıfta bulunulması dikkat çekiyor. Aynı şekilde 'Avrupa yanlısı ve Müslüman demokrat' AKP iktidarı da, 'AB reformlarını büyük bir gayretle gerçekleştirdiğini' savunuyor. Rochard'ın vurgusu da bu yönde.


Rochard, Türkiye'nin kurucu unsurlarını; bir başka deyişle kurucu felsefesini, sistematik biçimde 'otoriter' olarak nitelendiriyor. Metinde sıklıkla 'Kemalist otoriter gelenek' deyişi göze çarpıyor. Aslında bu deyiş, hem Türkiye hem de AB içinde güncel olanı ya da moda yaftalama ve karalama anlayışını su yüzüne çıkarıyor. 'Reformların' bu bağlamda değerlendirilmesi; 'demokrasinin', 'insan haklarının' ve 'özgürlüklerin genişletildiğine' dair açılımların yapılması da Rochard'ın dışarıdan bakışla düştüğü yanılgıların başında geliyor.

'FIRSATLAR ÜLKESİ TÜRKİYE!'
AKP'yi 'ikinci devrimin öncüsü', yaptıklarını da 'reform' olarak niteleyen Rochard, 2007'den itibaren 'ulusalcılığın yalnızca AB'ye muhalefet olmak' ve 'reformcu AKP'yi köşeye sıkıştırmak amacıyla yükseltildiğini' savunur (s. 54).


Rochard, İslamiyet vurgusu ve 'Müslümanlıkla diyalog' gibi türünden yaklaşımlarını aktarmayı sürdürür: 'İstenen İran usulü bir İslamiyet değil. Birçok komşu Müslüman ülkede olduğu gibi, İslami ahlaka göre yaşayan bir toplum mesela. Yakın bir geçmişe kadar İmparatorluğa dahil olan ülkelere yönelmiş bir toplum mesela' (s. 56).

Rochard, Türkiye'nin üyeliğinin AB için bir 'fırsat' olduğunu söylerken, 'kazançlar' ve 'kayıpları' da sıralıyor: 'Ermeni soykırımını' kabullenmek ve Kıbrıs'ın elinden çıkmasına razı olmak kuşkusuz Türkiye için bir itibar kaybıdır. Türkler Kürtlere özerkliklerini vermekte, kendininkinden farklı dilleri, kültürleri ve mirasları olduğunu kabullenmekte çok zorlanacaktır; çünkü bu cumhuriyetin üzerine inşa edildiği Türk kimliğini derinden sarsacaktır. Bu itibar kaybı, çok büyük bir 'başarıyla' dengelenmelidir, örneğin AB'ye tam üyelik' (s. 60).

Rochard'ın bu belirlemeleri, istenen ve istenecekleri açığa vurur niteliktedir. 'İslam'a açılma' konusunda Türkiye'yi bir köprü ya da araç olarak gören Rochard, tarikatları da 'tartışma ve özgürlük yerleri' şeklinde betimliyor (s. 65). Bu yapısıyla tarikatların, İslam'ı 'çeşitlendirdiğini' ve 'Müslümanların daha iyi anlaşılması açısından kapı aralayacağını' ifade ediyor.

PAZAR VE KÖPRÜ!
Rochard'ın deyişiyle Türkiye, ekonomik bağlamda 'pazar', kültürel anlamda 'köprü'dür. Rochard, Türkiye'nin 'pazar' olduğuna dair görüşünü şu şekilde perçinliyor: 'Dev Türk pazarının, Müslüman ekonomileri içindeki deneyimiyle birlikte Avrupa yönünde hareket etmesi gerekir' (s. 85).


Türkiye'ye 'evet demek gerektiğini', bunun 'Türkiye'nin üyeliğine evet demek olduğunu' belirtiyor: 'Yoksa kendi karabasanlarıyla çalkalanıp duran, Avrupa'nın şaklabanlıklarından çoktan bıkıp usanmış Türkiye'nin küsüp üyelikten vazgeçme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağız' (s. 87). Rochard, Türkiye'nin AB için önemli bir seçenek olduğunu belirtiyor ve ekliyor: 'Avrupa, AB'ye katılmış Türkiye'yle jeostratejik konumunu güçlendirecektir. Pazarı genişleyecek; enerji yollarına erişimi kolaylaşacaktır' (s. 93).

AB yetkilileri ile Türkiye'deki koşulsuz AB savunucularının dilinden düşmeyen 'kazan-kazan' yaklaşımı, bazen açık bazen de üstü kapalı olarak Rochard tarafından da savunuluyor. Ancak 'süren' müzakereler ve yapılan açıklamalarda, büyük oranda tek taraflı kazanç politikası izlendiği de açık. 'Doğal olarak', burada kazanan veya kazanacak olan AB. AB de Türkiye de birbirine 'evet' diyebilir. Ama bu 'evet' nasıl bir niteliğe sahip olacak?

Ondan önce şu yanıtlanmalı: Hangi AB ve Avrupa? Felsefi, sosyal ve kültürel temellerinin bilincinde; Aydınlanma değerlerini özümsemiş bir Avrupa ise söz konusu olan, sorunlar belki aşılabilir. Fakat burada salt ve dürüstlükten uzak bir faydacılık esasına dayanan; iç politika sofrasına meze edilecek 'ilişkiler' geçerli olacaksa, kimin neye 'evet' dediğine dikkat etmesi gerek.

Türkiye'nin kayıtsız şartsız AB'ye üye olmaya çabalamasına (hatta bunun kendisinden istenmesi) ve AB 'reform' taleplerine hiç düşünmeden; neyin ne olduğunu görmeden -görmek istemeden- eklemlenen 'aydınların' söylemlerine de eleştirel bir yaklaşım geliştirmek zorunlu. Bunlara Rochard gibi, yalnız faydacılıktan dem vuranlar eklenince, 'AB üyelik sürecinin', özellikle Türkiye açısından, nasıl kör topal 'ilerlediği' rahatlıkla görülebilir.

Avrupa Birliği Yolunda Türkiye'ye Evet/ Michel Rochard/ Çeviren: Olcay Kunal/ Yapı Kredi Yayınları/ 94 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 09.04.2009

3 Nisan 2009 Cuma

HAYATTA KALABİLMEK (*)
Ali BULUNMAZ

Veba deyince, edebiyat tarihinde ilkin Albert Camus'nün yapıtı akıllara geliyor. Ancak aynı adlı bir eser daha var; o da Andreas Frangias'ın Veba'sı. Yunan edebiyatının başyapıtlarından biri olarak nitelenen Veba, anti-ütopya olma özelliği de taşıyor. Bu bağlamda öncelikle ütopya ve anti-ütopya kavramları üzerinde kısaca durmak zorunlu gözüküyor.

ÜTOPYA VE ANTİ-ÜTOPYA
Kelime anlamı “olmayan yer” şeklinde açıklanabilen ütopya, Yunanca “ou” (yok) ile “topos” (yer, ülke) sözcüklerinin bileşiminden meydana geliyor. Thomas More'un 1516'da kaleme aldığı Ütopya (özgün adı De Optimo reipublicae Statu de que Nova Insula Utopia) isimli yapıtıyla yaygınlık kazanan kavram, gerçekleşmesi imkansız toplum tasarımlarına işaret ediyor.

Ütopyanın olumsuz kullanımı olan “distopya” veya “anti-ütopya” ise, totaliter ve baskıcı toplum ve yönetimleri betimleme amacı taşır. George Orwell'ın 1984'ü ve Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sı, anti-ütopyaların en bilinenleridir.

Anti-ütopyaların en belirgin özelliği, ütopyalardakine benzer şekilde, mümkün olanın ortaya konmasıdır. Ancak çoğunlukla olabileceklerin dehşeti ana tema şeklinde işlendiği için ütopyalardan ayrılır.

BASKI VE YILDIRI
Yukarıdaki anlatıma bakıldığında, anti-ütopyanın tüm özelliklerini barındıran Veba'da, bir toplama kampı niteliğindeki kentte uygulanan baskı ve yıldırının en baştaki örneği, çalışanların su içmek için bile müdürlerinden izin alması gerektiğine dair betimlemedir.

Sineklerin saldırısına uğrayan kentte, kişiliği elinden alınmış, herkesleştirilmiş ve silikleştirilmiş insanlar için belli bir süre sonra “varoluşun anlamı” yakaladığı sineklerin çokluğuna indirgenir. Bu, aynı zamanda bir emirdir. Ağır koşullara boyun eğme ve çalışma “ruhların temizlenmesi” ve “ahlaki açıdan yeniden yapılanma” demektir öte yandan.

Kentteki insanların “varoluşunun anlamı” ya da “varlık nedeni” hiç durmadan çalışmaktır. Kişilere, vaat edilen “en yüce hedefe” çalışmayla ulaşılacağı; böylece varoluşlarının boşa gitmeyeceği ve bunun rüzgârla bile sürüklenemeyeceği benimsetilir.

Taşlar kırılır, çukurlar kazılır, bunlara ek olarak da kenti istila eden sineklerden yirmi adet toplaması için insanlar üzerndeki baskı arttırılır. Sinek avlamanın ödülü ise yemek alabilmektir. Sayıyı tutturabilen, o günkü yemeği almaya hak kazanır. Ancak yeterli sayıda sinek yakalamayanlar önce yetkili kurul önüne çıkarılır, sonra da ağır cezalara çarptırılır.

“TAŞ GİBİ OLMAK”
Avlanan sinekler borç kapatmakta da kullanıldığından, sinek hırsızlığı yaygındır. Sinek yakalamak, taş taşımak gibi bir yarıştır aynı zamanda; yarışın kendisi de hayatta kalmaktır: “İşte sinekler ve taşlar, doğanın iki temel unsurudur. Gün boyunca yaşam bu ikisiyle ölçülmektedir. Sanırsın ki dünyanın kuruluşundan beri bu böyledir. Sinekler ve taşlar. Hayatın boyunca taş taşıyordun ve sinek topluyordun. Elinden kaçırığın bir tanesini avuçlamak için elini uzatırken öleceksin. Böylece dünya üzerindeki borcunu azaltmış olacaksın. Hayatın boyunca kaç sinek yakaladığın, kaç defa elinden taş düşürdüğün, gülünç ve aynı zamanda alçak bir insan olduğunu dağın tepesinden haykırırkenki açık isteksizliğin de dahil, tüm bunların hepsi haneye kaydedilmektedir” (s. 46). Böyle bir ortamda yaşayabilmenin, daha doğrusu olup bitene katlanabilmenin temel koşulu “taş gibi, umursamaz olmaktır” (s. 49).

Sinekler avlanır ve borçlar ödenirken her şeye rağmen hayatta kalma mücadelesi buradaki en önemli istektir. “Yaşamı güya değeri olmayan bir şey zannedip yanlış bir izlenime kapılmamak için her şey eksiksiz, güzel ve hoş olmalıdır.” Tüm çaba bunun içindir! Çünkü “hayatın değerinin olmadığı düşüncesi, burası için ağır bir hakaret ve altından kalkılamayacak bir günahtır” (s. 62).

FARELER VE “İNSANLAR”
Yaşamın, daha yerinde bir ifadeyle işleyişin değişmezliği çarpıcı biçimde şöyle vurgulanır: “Tüm nüfus çalışıyor, sinekleri yakalıyor ve akşam olunca, kötü ve uygun olmayan hal ve hareketlerinin kaydedilmesini bekliyor. Bunlar, ruhlarına ebediyen yük olan eski ve yeni günahlardır. Bunun ötesinde hiçbir şey yok” (s. 65-66).

İnsanların gelip yaşadığı mekânlar, görevli ekiplerin kazdığı harçsız duvarlarla örülü mezarlardan başka bir yer değildir. Hastalık taşıyan farelerle birlikte yaşayan insanlar için mezarlar “ev” demektir. Taş taşıyan, sinek avlamak zorunda olan ve fare imha eden; benliğinden koparılmış, kişisizlikleştirilip değersizleştirilmiş “insanlar”ın “evleri” mezarlar olunca, ölü gibi yaşama gibi bir gerçek de belirir. Bir başka deyişle, onca eyleme rağmen yaşam durağandır; baskı ve yıldırı, yaşamı bu şekle sokmuştur.

İNSANIN “DEĞERİ”
Romanda geçen karşılıklı konuşmada, insanların “değeri” ve işlevi de tam olarak anlaşılır: “Gayet iyi bilmen gerekir ki burada insanları birbirine düşürüyorlar” (s. 174). Bunun yanı sıra, sistematik baskı ve yıldırının sürdüğü bir ortamda direnişin anlamını yitirdiğini düşünenler de bulunur: “Et ve kemikten oluşuyorsun, niye kendini sakatlayasın ki ? (...) Kahraman mı olmak istiyorsun? Karanlıkta kalacak bir kahramanlık anlamını yitirir kahramanların her zaman adı duyulur, yoksa sıradan kurban olup giderler” (s. 188).

Direnişin anlamsızlığını savunanların yanında, umutsuzluğa kapılanlar da yok değildir. Kendini güçsüz hisseden, çalışma koşullarının ruhunu elinden alıp götürdüğünü duyumsayanlar da bulunur: “Hepimiz zayıfız, çok zayıf; çok önceden yenilmişiz. Eğer olur da bu gece dayanırsanız, yarın, ertesi gün, üç yıl sonra, sekiz yıl sonra, bilemedin yirmi beş yıl sonra ne olacak?” (s. 189).

Sineklerle beraber, farelere karşı yürütülen savaş, beri yandan “doğaüstü güçlere ve kadere karşı” da sürdürülmektedir (s. 196). Özellikle farelerin imha edimesi en yüce görev olarak belirlenmiştir. Öte taraftan, fareler için alınan önlemler ve hazırlanan ilaçlarla beraber kentteki gerginlik de artmaktadır. Tedbirler ve baskı sıkılaştırılır.

Frangias, romanın sonuna doğru şunu vurgular: “Orman kanunlarının egemen olduğu yaşam seni dört bir taraftan kuşatarak sıkıştırmaya başlıyor. İnsanın vicdanı acaba böyle mi değerlendiriliyor? Yani vücudunu delip geçmelerinin, kemiklerini kırmalarının ve beynini zorlamalarının verdiği acıyla mı?” (s. 220). Romanın bitişinde Frangias'ın da dediği gibi o kadar baskı ve yıldırıya, ezilen onura, yok edilen kişiliğe rağmen “o inanılmaz insanlar hayatta kalmayı başarmıştır” (s. 224).

MAKRONİSOS
Açıkça belirtmese de Veba'da olayların geçtiği yer, Frangias'ın 1950-52 yılları arasında tutuklu olarak askerlik hizmetini tamamladığı Makronisos adasıdır. Buranın temel özelliği insan onurunun ayaklar altına alındığı, kişiliğin ortadan kaldırıldığı ve insanın çözüldüğü ya da çözülmeye çalışıldığı bir yer olmasıdır.

Nazi işgaline ve Yunanistan'daki iç savaşa tanıklık eden, yapıtları nedeniyle soruşturulan Frangias'ın 1972'de tamamladığı Veba adlı romanında, mekânla beraber insanların da adı yoktur. Kişiler, yalnızca karakteristik özellikleriyle (örneğin denetçi, usta başı, ürkek, avcı olarak) okuyucu karşısına çıkar.

Veba'nın bir başka özelliği, 21. yüzyıl insanına da dokunmasıdır. Ekonomik özne veya daha doğru deyişle nesne olduğu ölçüde “değerli” sayılan insan, Veba'da yakaladığı sinek, taşıdığı taş ya da öldürdüğü fareye göre “değer” biçilen insanla eşleştirilebilir.

Romanda yer verilen ağır çalışma koşulları altında ezilmenin; adı, benliği ve onuru silinen ya da örselenen insan betimlemesi, bugünün insanıyla benzerlikler taşımaktadır.

Veba'da, Makronisos adasında her şeye karşın hayatta kalmayı başaran insanı ve onun mücadelesini anlatan Andreas Frangias, çağının baskıcı yönetimlerinden zarar gören herkese ve aslında onuru her şeyin üstünde tutan insanlara sesleniyor.

Veba/ Andreas Frangias/ Çeviren: İbrahim Kelağa Ahmet/ İthaki Yayınları/ 224 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 02.04.2009.