23 Temmuz 2010 Cuma

BU ADAMIN BİR SORUNU VAR (*)
ALİ BULUNMAZ

Bazı kültürler bir başkasına çok yakın görülür. Japon kültürü ile Türk kültürü; Japon halkıyla Türk halkı arasında hep benzerlik kurulur. Ancak Japon kültürü ve onun bir parçası olan edebiyatı buralarda tam anlamıyla tanınıyor mu, orası pek belli değil.

Son dönemde Japon edebiyatından yapılan çeviri ve ortaklaşa düzenlenen etkinlikler, bu konudaki eksikliklerin giderilmesi adına önemli adımlar atılmasını sağladı. Bu çevirilerden biri de Ryunosuke Akutagava’nın Kappa adlı kitabı.

Ryunosuke Akutagava, Japon edebiyatının önemli isimlerinden. 1916’da başlayan yazma yolculuğu, 1927’deki intiharına kadar devam eder. Bu sürede birçok türde, 150’yi aşkın yapıt üretir. 1927’de yayımlanan ve tam 20 yıl sonra İngilizceye çevrilen Kappa, Akutagava’nın en dikkat çeken eserlerinden biri.

İyi de hikâyeye ismini veren kappa nedir? Zengin Japon kültürünün ilginç figürlerinden biri olan “Kappa”, nehirlerde yaşayan, el ve ayakları perdeli, kafası düz hayali bir yaratık. Akutagava da kappa metaforunu kullanarak kurguladığı öyküde, var olan dünya ile ideal dünya arasındaki gerilim ve benzemezliği, mizah ve taşlama yardımıyla anlatır.

İKİ FARKLI DÜNYA
Kitabımızın kahramanının kappayla ilk karşılaşması bir dağ tırmanışına rastlar. Ancak bu, sadece bir kappa değil, aynı zamanda onun ülkesi; Kappa Ülkesi’ne de adım atması anlamına gelir.

Akutagava daha en başta fantastik bir evrenin kapısını aralıyor okura. Anlatıcı, gerçek dünyadan ideal dünyaya düşünce, aradaki farkı kavramak adına bir uğraşa giriyor. Kappaların varlığından şüphe duyması, bu yeni dünyayı anlamlandırmasını da güçleştiriyor haliyle.

Örneğin kahramanımız şunu fark ediyor: “Biz insanların arasında ‘adalet’, ‘hümanizma’ deyince sözcüklerin belli bir ciddiyeti vardır; fakat kappalar bu sözleri duyunca kasıklarını tuta tuta gülüyordu.”

Akutagava’nın öyküsünde, yaşadığı dönem dikkate alındığında, sosyalist söylemler de bulunuyor. Kapitalist sistem eleştirisini yaşama yönelik hicivle birleştiren yazar, kahramanın ağzından hem “uygar” dünyaya yönelik bir takım yergiler yöneltiyor hem de kappaların “ilkel” yaşantısının, pek çok “uygar” ülkeninkini nasıl aştığını göstermeye çabalıyor.

Aslına bakılırsa Kappa Ülkesi’nde yaşamın bir amacı var, o da tüm kappaların kendisini aşan bir güce inanmaları gerektiği. Hemen her şey bunun üzerine kurulu. Bu da materyalist kahramanımızı ilk kez dinle buluşturuyor. Ama elbette sözü geçen din, dünyadakinden farklı özelliklere sahip. Tüm yaşamı kapsayan, hiçbir sınırlaması olmayan; her an diri kalmayı öğütleyen bir inanç dizgesi. Fakat Kappa Ülkesi’nde, en hararetli savunucuların bile gerçekte buna inanmaması, Akutagava’nın hicvinin açık bir göstergesi.

Hikâye ilerledikçe kahramanımızın Kappa Ülkesi’nden insan dünyasına yeniden dönmek istediği enikonu belirginleşiyor. Ama yaşlı bir kappanın uyarısı da kendini gösteriyor: “Çıkabilirsin ama demedi deme, bir gün buradan dışarı çıktığına pişman olabilirsin.”

Kahramanımızın Kappa Ülkesi’nden kopuşu sonrası insanlara alışması zaman alır. Küçük bir sorun vardır: Kappa dili benliğine işler. Dolayısıyla insanlarla anlaşması zorlaşır. Başarısızlığa uğrar, tutunamaz ve yaşlı kappanın uyarısı gerçeğe dönüşür: “Kappa Ülkesi’ne dönmeye can atmaya başlamıştım (…) Oraya ‘gitmek’ için değil, ‘dönmek’ için can atıyordum. Ne de olsa bir zamanlar orayı kendime vatan edinmiştim.”

Kaçış için planlar yapan kahramanımızı Kappa Ülkesi değilse bile bir başka ülke bekler: Akıl hastanesi. Kappaca konuşması, Kappa Ülkesi’nden dostlarını anlatıp durması zamanı onun aleyhine işletir.

BİR “DELİ”NİN ATTIĞI TAŞ
Gelelim en başa; Akutagava, kitabın sayfalarını aralayan bizleri uyarmıştı: “Bu kitaptakiler akıl hastanesinin 23 numaralı koğuşunda yatan bir hastanın her önüne gelene anlattıklarıdır.” Yazarın uyarısı takip edildiğinde son derece sıra dışı olay ve kişiliklerin bizi beklediğini tahmin etmek hiç zor değil. Akıl hastanesinde, kafayı kappalar ve onların dünyasıyla bozmuş adam, deyim yerindeyse kuyuya bir taş atıyor, kitabı okuyan akıllılar da işin içinden çıkmaya çalışıyor.

Akutagava’nın Kappa Ülkesi’yle yarattığı dünya, yer yer ütopik bazen de oldukça çocuksu özellikleriyle öne çıkıyor. Bu dünyaya girdiğini ya da düştüğünü söyleyen kahramanımız, Kappa Ülkesi’nde bir yabancı adeta. Ancak insan dünyasına daha da yabancı. Kappa Ülkesi onun için, hem gerçeklerden hem de kendine sorun ettiği kapitalizmin acımasızlığı, savaş, insan ilişkilerindeki düzeysizlik ve sansür gibi konulardan bir kaçış.

Kitapta bölüm bölüm anlatılan olaylar dizisi, sağlıklı bir kişilikle akıl hastalığı kıskacındaki ya da gerçek dünyanın gerilimi ile ideal dünyanın bilinmezlikleri arasında gidip gelen birinin durumunu resmediyor.

Akutagava’nın kısa yazarlık serüveninin ve yaşamının son günlerinde yayımlanan Kappa’nın, hem Japon hem de dünya edebiyatı için özgün ve güncel bir eser olduğu su götürmez. Bunun en elle tutulur nedeni, yazılıp yayımlandığı günden bu yana insana, onun ilişkilerine dair önemli açılımlar getirmesi ve hâlâ gündemdeki pek çok sorun bağlamında yorumlar barındırması.

Kappa/ Ryunosuke Akutagava/ Çeviren: Oğuz Baykara/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi/ 78 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 22.07.2010

16 Temmuz 2010 Cuma

ZAMAN, MEKÂN VE DİL (*)
ALİ BULUNMAZ

“Heyecan olmazsa fazla düşünce ortaya çıkmaz.”
Portzamparc

“Şiirsel bir mimari içinde yaşanmasına engel olunarak insanlığa ne yapılmaya çalışılıyor? İyiliklerinin istenmediği kesin!”
Sollers


İki farklı göz, aynı noktalara başka açılardan bakarsa ne olur? Biraz daha açık konuşalım: Bir mimar ve bir yazar, uzun zamana yayılan tanışıklıklarının rahatlığıyla dünyada olup bitenlere; mekânların kuruluşuna (ve yıkılışına), müziğe, resme, şiire ve dile dair konuşmaya başlayınca ortaya ne çıkar?

Christian de Portzamparc ve Philippe Sollers, Görmek ve Yazmak başlığıyla yayımlanan kitapta, koyu bir sohbete dalarken tartışmalarının sınırını olabildiğince geniş tutuyor. Mimarlık açısından bakınca kentin kuruluşu, yapılandırılan şehirdeki karmaşa ve dolayısıyla yaşamın çetrefilli hali, yazarın sözcüklerle katkısı; nihayet bu ikisinin buluşmasıyla beliren ilginç diyaloglar…

Görmek ve Yazmak’ın ana eksenini oluşturan “başka türlü var olan özgünlükler” de bu şekilde gün yüzüne çıkıyor. Kim bilir, Héléne Bleskine’in dediği gibi bu biçem ya da var oluş “kentin karmaşıklığına çekidüzen verebilir.” Buradan bakınca, Portzamparc ve Sollers’in tartışmasını “görme yetisine sahip” iki entelektüelin geniş geniş konuşması diye niteleyebiliriz kolaylıkla.

KONUŞMAK, DİNLEMEK, GÖRMEK
Tartışmanın başında her iki isim de bir milatla; 11 Eylül’le söze giriyor. Portzamparc, o gün yerle bir olan ikiz kulelerin mimari ve yapısal özelliklerine değiniyor. Kuru bir mimari değiniş değil, orayı yıkanın gerçekte ne olduğunu edebi bir dille anlatıyor. Onun için, kulelerin bir özelliği var ve bunun üzerinde ısrarla duruyor:

“Bu kulelerin soyutluğu, insan bedenini inkâr etmiyor, onu başka bir yere taşıyor, mekânsal ve tinsel olarak (…) Öte yandan kuleler mimari bir başyapıt ortaya koyma amacıyla yapılmış değildi, bu çağın gerektirdiği bir şeydi. Her şeyin ötesine geçtiler, çünkü uçsuz bucaksızlardı. Soyutluklarını çok güçlü kılan da bu boyuttu.”

11 Eylül’le molozlaşan yalnızca kuleler miydi? Portzamparc’a göre bunca büyük bir soyutlamaya neden olmuş o yapının yanında alıp götürdüğü bir bakıma modernitenin estetik anlayışından bir örnekti. Burada hem Portzamparc hem de Sollers’in kabul ettiği bir gerçek var: İkiz kuleler simgeydi ve simgelediği şey, yeni din, yani paraydı. Kuleler bu dinin merkeziydi.

11 Eylül saldırıları ile ilgili pek çok şey yazılıp söylendi. Hani neredeyse tüm bunlar kabak tadı vermeye de başladı. Ama burada özgün olan, Sollers’in yaklaşımının yanında, özellikle Portzamparc’ın mimar gözüyle yaşananları sorgulaması, buna hem edebi hem şiirsel hem de eleştirel boyut katması.

İkilinin daldığı bir başka derin konu da dil-düşünme ilişkisi. Yoğunlaştıkları ana nokta, görme-algılama, dil ve anlamlandırma bağı. İşin içine felsefe de giriyor şiir de. Geminin dümeni, bir Descartes’a bir Heidegger’e oradan da Rimbaud’ya kırılıyor. Logos’un derleyici toparlayıcılığı, burada iki konuşmacının da aklının bir kenarında bulunuyor: Dili, kenti, dünyayı ve yaşamı düzenleyen logos…

Sollers’in tüm bunlar arasında kafasına takılan şeyler var. Rimbaud’nun “düşünceyi bulup çıkaran düşünce” belirlemesi üzerine zihin yoruyor ve arka arkaya sorular sıralıyor: “İnsanlar neden algılamayı kendine yasaklıyor? Birileri mi yasaklıyor yoksa? Yoksa bu yasaklama aracılığıyla korunduklarını mı düşünüyorlar?” Bunlar dışında, Sollers’in “Dil olmaksızın düşünülebilir mi?” ve “Dil dışında mimari bir düzen sağlanabilir mi?” sorularına, Portzamparc’ın bir yanıtı var elbette: Tüm mimari yapılandırmalar bir yana, “fikirleri en hızlı şekilde, küçük maketlerle ya da çizimlerle denemek gerekiyor; sonrasında kendini ifade edebilmek için söze geri dönüyorsun.” Peki, ya mimar kim? Portzamparc mimar, dil ve mekân konusuna şöyle giriyor: “Mimar, kesinlikle, duygularını yönlendirmeyi, onları düşünmeyi öğrenmek zorunda olan biridir. Çalışmaya başladığımdan beri şunu düşünüyorum: Mekân ve dil, ‘topos’ ve ‘logos’, yer ve formül, belirli bir temas yüzeyine sahip olan ama kesinlikle birbirlerinden farklı alanlar, birbirlerine koşut bölgeler. Hava ve su gibi ayrılmaz bir ikili. Tam da bu yüzden, dilden yoksun düşünceye ilişkin bu soru beni sürekli meşgul ediyor.” Ona göre mimarlık hesap ve anlama işi. Buna dinlemeyi ve okumayı da ekliyor. Hepsinin bileşimi ise konuşmak, dinlemek ve görmek.

ZAMANLA OYNAMAK
Portzamparc ve Sollers’in eşeledikleri konulardan biri de, günümüzü yönlendiren tüketim, satın alma, kullanma ve atma “kültürü.” Bu “kültürün” getirdiği beklenen sonuç ise doğanın yapay şekilde üretilmesi. İkiliye göre zaman böyle işliyor, mekânlar ve yaşam buna göre düzenleniyor.

Sollers’in belirlemesi dikkate değer: Sokak enikonu ulaşım veya alışveriş alanına dönüşürken, kent merkezindeki (gerçek) devinim olabildiğince öldürülüyor. Dolayısıyla kent kişi için düşünüm ve dönüşüm mekânı olmaktan hızla uzaklaşıyor.

Söz konusu yapaylığın insanı ulaştırdığı nokta, gerçek olandan keskin biçimde kopuş. Yapay olanın yerine, gerçeği bir an bile koymaya yeltenseniz, hemen tehlike çanları çalmaya başlıyor; Sollers’in dediği gibi “mağarada tıkır tıkır işleyen mekanizma kendisinin tehdit edildiğinin ayırdına varabiliyor.”

İşte bugün, tüm o yapaylığı yaratan ve yine ona karşı başka yapılarla yanıt veren mimari ile bunları derli toplu biçimde geleceğe aktarılmasını sağlayan dil, birbirini hem tamamlıyor hem de etkiliyor. Kısacası olan bitene çerçeve çizmemizi sağlıyor.

Ama ortada garip bir sorun duruyor: Guy Debord, “Çağdaş köle, kendisinin kesinlikle özgür olduğunu zanneder” diyordu. Kişi, kendisini kısıtlayan şartları evetledikçe hem mimari hem de dil, açmazlara sürüklenebilir. Bunun altında, Sollers’in hatırlattığı bir soru bulunur: “İnsanlar, kendilerine pek çok olanak sağlayacak özgürlüğü istiyor mu?” Biraz daha dallandırıp budaklandıralım: Görüntünün gerçeğin yerini aldığı bir dünyada, kaç kişi mekânın gerçekliğini yerinde algılama gibi bir özgürlüğün peşinden gitmeye cesaret edebilir?

Sorular soruları, yanıtlar yeni fikirleri doğururken, bir mimar ve bir yazarın ortaklığını, yaratma ya da anlama bağlamında ortaya koyan bir belirleme geliyor Portzamparc’tan: “Yazmak, inşa etmek yalnızca var olmayan bir şeyler yaratmak anlamına gelmez, çok eskide kalmış şeyleri yeniden okumak, yeniden görmek, onlara büyülerini yeniden kazandırmak da buna dahildir.” Bunun bir adı var: Zamanla oynamak. Sollers’in deyişiyle “hesaplamayla hiç ilgisi olmayan bir zamansallığa giderken” zamanla oynamak nasıl mümkün olabilir? Alın size Çin işkencesi gibi bir soru daha!

Kitabın başından sonuna kadar, bu ve buna benzer pek çok soru var. Aynı zamanda yanıtlardan doğan fikirler ve o fikirlerin yarattığı yeni sorular. Döngü devam edip gidiyor böyle. Portzamparc ve Sollers’in konuşmaları, yer yer Platon’un ünlü diyaloglarını anımsatıyor. Bir farkla: Kullanılan yöntem hemen hemen aynı olsa da, konuşulan konular doğal olarak bugün ve hatta geleceğin insanı, dili ve mekânlarına ilişkin.

Konuşmaların bir başka özelliği, iki dost arasındaki sığ bir “geyik muhabbeti” olmaması. Çünkü tartışmalar, entelektüel bir zemine oturuyor. En önemlisi de Portzamparc ve Sollers’in diyaloglarının her birinden bugüne ve geleceğe dair fikirlerin türemesi. Konuşmaları kakofoni olmaktan çıkaran ilk neden bu. İkincisi, hem Portzamparc’ın hem de Sollers’in birbirinin alanına (ve genel kültüre) ilişkin derinlemesine bilgi sahibi olması. İşte tüm bunlar, farklı alanlarda yürüse de aynı yöne bakıp geçmişten başlayarak günü yorumlayan ve nihayet geleceğe yönelik öngörü sahibi ve fikir üreten iki ismin, çok çeşitli konuları geniş bir açıdan bakarak görüp yazdıklarını orta yere seriyor.

Portzamparc, mimar gözüyle yazına eğilerek; Sollers, yazar duruşuyla mimarlığa el atarak olup biteni değerlendiriyor. İyi ama neden? En yalın ifayle anlamak için. Tüm kitabı sarıp sarmalayan ana fikir de bu.

Görmek ve Yazmak/ Christian de Portzamparc, Philippe Sollers/ Çeviren: Cem İleri/ Yapı Kredi Yayınları/ 138 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.07.2010

9 Temmuz 2010 Cuma

İKİYE BÖLÜNEN ZAMAN (*)
ALİ BULUNMAZ

Yugoslavya’da 1990’lara damgasını vuran o kanlı savaş ve sonrasında yaşanan şoke edici durum insanların hafızasında tazeliğini koruyor. Ugresic’in kaleminden çıkma satırlar, başka bir ülkeye göç ve savaşın yıkıcılığından kaçışla açılıyor.

Anlatıcı Tanja Lucic, Hollanda’da yersiz yurtsuzluğun acı tadını duyumsayan bir edebiyat öğretmeni. Ugresic, yabancılaşma duygusunu Lucic aracılığıyla anlatıyor. Aslına bakılırsa Hırvat yazar ile kahramanı Lucic arasında bağ kurmak mümkün. Ne de olsa Ugresic Zagreb Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat ile Rus Dili ve Edebiyatı okuyup Hırvatistan’ı 1993’te terk ederek Amsterdam’a yerleşmiş bir isim.

Kitabın ana ekseni olan savaş ve parçalanmanın iki yönünü, savruluşun izlerini Lucic’in ağzından aktarıyor Ugresic: “Savaş çoğu insan için büyük kayıplar demekti ama eski hayatından kurtulup yepyeni bir hayata sıfırdan başlamak için bir fırsat da olabiliyordu. Her halükârda, insanların kaderde büyük değişiklikler yaptığı bir gerçekti. Akıl hastaneleri, hapishaneler ve mahkeme salonları bile günlük hayatın bir parçası haline gelmişti.”

BÖLÜK PÖRÇÜK “YUGO”LAR
Karmaşa günlerini geride bırakan Lucic için, Hollanda’da açılan beyaz sayfa yeni gerilimlerin de başlangıcına vurgu yapıyor. Kendisi gibi Amsterdam’a sığınanların herkesin bir hikâyesi var. “İnsanı tüketen, insan yorulunca da biten” savaş, öncesi ve sonrasıyla yeni hayatlar yaratır. Yugonostalji onları sarssa da, Avrupa’da “Yugo” olarak anılan bu bölük pörçük halk, bir şekilde tutunmaya çalışır.

Yugonostalji, Lucic’i de yıpratıyor elbette. Bu yüzden diline, Amsterdam’da ülkesini çağrıştıran mekânlara ve bazen de insanlara sığınıyor. Bir bakıma “hayata dönüş” ya da “kendini bulma” çabası bu. Uyuşukluğu aşma isteği belki de. Çünkü söz konusu olan, Lucic tarafından doğru düzgün nitelenemeyen bir yokluk hissi: Başka bir yerde, başka bir insan gibi yaşamanın boğuculuğu; bir düş evreninde hayatta kalmaya benzeyen bir şey.

Lucic’e bunu hissettiren yalnızca farklı bir dünyaya adım atması değil. Aynı zamanda Amsterdam’daki görevi, yani artık bir bütün olmayan ve hatta, Ugresic’in satırlarından aktarırsak, “doğdukları ülkeyle birlikte kaybolup giden” Makedon, Boşnak, Sırp, Karadağ, Hırvat ve Sloven edebiyatı üzerine verdiği dersler de benzer tuhaflığı yaşatıyor kahramanımıza.

Beri yandan, verdiği o dersler sayesinde, kendisi gibi göçüp Amsterdam’a gelen öğrencileriyle yakınlaşma fırsatı da bulur. Bunun daha derin bir anlamı da vardır Lucic için: Öğrencileri, ona geçmişini; önceki hayatında edindiği alışkanlıklarını ve parçalanmışlığı henüz tatmamış ülkesini anımsatır; hem keder hem de mutluluğun benliğinde yarattığı garip bir sarsıntıdır bu. Bu hatırlayış, uyumsuzluğunu bilinç dışına çıkartır, uymak adına ter döküşünü de.

Buradan bakınca Lucic, kendini bir oyuncu olarak görür kentte: “Eğer Amsterdam bir sahneyse, benim iki rolüm vardı; hem seyirci hem de oyuncuydum, hem seyreden hem de seyredilen.” Büyük ikilemini özetler bu belirleme; Lucic kimdir, nerededir, nereye gidecektir ve kimin yoldaşıdır, pek belli değildir artık.

VURDUMDUYMAZLIK
Lucic’in vatandaşlık ile mültecilik arasında gidip gelen konumu, adımını nereye atacağını da şaşırtır. Öğrencileriyle laflarken daha arı biçimde ortaya çıkar bu: Ülkeyi terk eden mi “onlar”dandır, yoksa orada kalanlar mı? Savaş öncesi ve sonrası diye ikiye bölünen zamanın bir başka anlatımı. Sıcak savaş yorulup bitiyor mutlaka ama insanların içindeki çatışma, gerilim ve çarpışmalar, beyaz bayrak meydanlarda sallandıktan sonra alevleniyor.

Tüm bunlara eşlik eden bir şey daha var, Lucic ona vurdumduymazlık diyor; hiçbir öldürümden suçluluk duymayanların oluşturduğu topluluğun ana özelliği. İşte o, savaşta “normal” sayılan, savaş sonrası göçülen yerde, savaştan arta kalan ve acılar yaşayanları intihara sürükleyen ruh hali. Hepsi suç ortaklığının kurbanları; “gerçekdışına” dönüşen suçla benliği örselenmiş insanlar. Lahey’de kurulan mahkemedeki yargılamaların bile hafifletemediği yangın. Olup bitenin özeti bu.

Lucic gibilerini maskelerle yaşamaya zorlayan gelişmeler insanların zihnini bulandırır. Kimisi geri dönmeye kimisi göç ettiği yerden bir kez daha göçmeye niyetlenir. Hayat onlar için adeta bir yap boz gibi ilerler ve unutamadıkları şey, her defasında onları diriltir: “Merhamet diye bir şey yok, acınma diye de; sadece unutmak var; sadece aşağılama ve sonsuz acıların acısı var. Geldiğimiz ülkeden beraberimizde getirdiğimiz ders bu, bu dersi unutmadık.”

Ugresic’in romanı ve onun kahramanı Lucic, hem bir vicdan muhasebesini hem de darmadağın olan insanların öyküsünü anlatıyor. Neyin gerçek neyin sahte olduğunu kavramada kimi zaman güçlük çeken bu kişiler, haklılığın veya haksızlığın peşinde değil; Ugresic’in Lucic aracılığıyla aktardığı “İyi ya da kötü; haklı ya da haksız insan yok, sadece bu işin mekanizması var, işleyişi” sözündeki “işleyişin” izini sürüyor onlar. Bunun yarattığı eşitsiz durum ile onun savurduğu hayatların. Acı Bakanlığı oraya dokunan bir roman özünde.

Acı Bakanlığı/ Dubravka Ugresic/ Çeviren: Ünver Alibey/ Everest Yayınları/ 262 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 08.07.2010

3 Temmuz 2010 Cumartesi

HEP ANIMSAYALIM DİYE (*)
Ali BULUNMAZ


“Büyür sorular güneşler/ yarınki çocuklarla belki.”
Suat Taşer


“Zeytin ağacı kadar yaşayacağım.”
Suphi Taşhan


Bir kişiye yalnızca kendisi “şair” diyorsa, ondan az biraz uzak durmalı. Şiirin doğasına aykırı bu. Her şeyde olduğu gibi şairin de sahtesi var, işte “ben şairim” diyenler de o sahte ve sahtecilerden. Hem sahte hem de kötü “şair”lerden kısacası.

GERÇEKTE KAYIP KİM?
Dilin sigortasız işçisi şair, şiirini saçar etrafa, kendini değil. Geriye dizelerinden başka bir şeyi kalmaz, bazen birileri onu bulana dek kaybolur, yitik kalır. Şiir üzerine düşünen, yazan ama hepsinden önemlisi şiiri sevenler, kaybolan ve “ben şairim” diye ahkâm kesen sahtecilerin ötesinde konumlanan gerçek ustaları bulur elbet.

Sarı solgun; belki de anlamına uygun renkteki kâğıtlara basılmış dizelerde, belleklerin bir süre gerisine itilmiş ustalarla yüzleşiyoruz belli zamandan bu yana. Bizi onlarla buluşturan dizinin adı “Kayıp Şairler.” Aslında hiçbir yere gitmiş değiller, sadece günü geldiğinde yeniden ortaya çıkmak için beklemişler, o kadar.

Dizinin ilk bölümünde konuğumuz Halim Şefik ve Nevzat Üstün’dü. Şefik’in Otopsi ve Üstün’ün Ak Yeşil Kavak Ağaçları başlığıyla şiirseverlere sunulan “unutulmuş” ve “kayıp” dizeleri yeniden canlandı. Şimdi kapıda buyur edilmeyi bekleyen iki “yeni” isim ve iki kitap var: Suat Taşer’in Evrende Ellerimiz ile Suphi Taşhan’ın Kilometre Taşları. Her iki isim de 1940 kuşağından. İkisi de sürgünlüğü, soruşturma ve baskıları yaşamış. Zaman karıştırılırsa Taşhan’ı Yeni Edebiyat’ın sayfalarında bulmak mümkün. Aynı şekilde Taşer’i de.

Can Yücel “saf şiir olmaz, şiir mürekkeple yazılır” demişti ya, hem Taşhan hem de Taşer mürekkebi dibine kadar kullanıyor. Siyaset, şiir, tiyatro ve başka her şey; iki isim de yaşamın bütün alanlarını kapsıyor. Belki de bu yüzden Suphi Taşhan, yazabileceği her boşluğa şiir döktürüyor; makbuz, kesekâğıdı… “Steril şairlerin” anlayamayacağı bir durum olsa gerek bu. Büyük laf etmemeli ama yaşamdan çıkıp yaşama dönen şiirler çiziktiren Taşhan ve Taşer’in (ve aslında 1940 kuşağı şairleri ile öbür “kayıp şairlerin”), ne denli zor ve aynı zamanda mutlu bir yola saptığı da kavranabilir hayat öykülerinden.

Nâzım Engin ve Reşat Tarus takma adlarını da kullanan Suat Taşer’in Evrende Ellerimiz kitabı şairin yaşamdan çekip çıkardığı dizelerin toplamı. Aynı şekilde, Taşhan da Kilometre Taşları’ndan sesleniyor bugünün gerçekten kayıplardaki kimi şairlerine.

“KİTAPSIZ ŞAİR” SUPHİ TAŞHAN
Ahmet Oktay’ın deyişiyle “kitapsız şair” Suphi Taşhan’ın Kilometre Taşları adıyla yayımlanan kitabından hangi şiiri ya da şiirleri öne çıkarmalı? Ölüm, kalbini durdurana kadar, eline ne geçerse oraya dize sıkıştırmış; bizim, dizinin başlığından esinlenerek “kayıp şair” dediğimiz, Pembe Taşhan Candaner’in ise “kayıp baba” olarak nitelediği Suphi Taşhan. Pembe Taşhan Candaner’i dinleyelim:

“Babam, 39 yaşında öldüğü zaman sadece 2 yaşındaydım. İnsan hiç tanıma fırsatı bulamadığı bir babanın arkasından neler yazabilir ki? Avukat olduğu halde, şair kimliğiyle öne çıkan babam, arkasında sayısız anısını, sevenlerini, ideolojisini, umutlarını, şiirlerini ve genlerini bırakıp gitmişti. Hayatım boyunca ben de bu izleri sürerek onu tanıma yolculuğuna çıktım. Bu kitap da, bu serüvenin ürünüdür.”

Garip akımından etkilenen ama onunla beraber kendini ve şiirini de aşan mısralar sunar Taşhan. Onun şiir yolculuğunu, dizelerinin rengini gösteren ya da açık eden şiirlerinden biridir “Mısralarım”:

“Mısralarım/ altın başaklar üzerine yazıldı/ adamların tarlaların/ ve saltanatsız diyarların üstüne/ mısralarım/ güneşi düşürmek içindir topraklara/ ve can vermek içindir canı alınanlara/ hayat, aşk, ekmek çalışanlara/ mısralarım çalışanlar için yazıldı/ mısralarım/ belki de nakşedilmiyecektir/ tunç kapılarına sarayların/ zarar yok fakat ağlıyanların/ hınç dolu dudaklarında benim mısralarım/ yumun gözlerimi ey gün görmemiş eller/ ben mısralarımı altın başaklar için yazdım.”

Eleştirir, gerçekleri harmanlar, insandan yana tavrını koyar; ne de olsa “realist bir şair”dir Taşhan:

“Ben, yirminci asrın realist şairi/ seninle beraberim/ yegâne beşeri sistem: Büyük Demokrasi/ uçsuz bucaksız ve hürriyet kokan büyük demokrasi/ (…) / sen ey beşeriyetin hatası/ bizden kork/ biz, yani hürriyeti bilen/ ve her karış toprağında canımız saklı olan/ bu toprağın evlatları/ yirminci medeniyet asrını talan eden/ bizden kork/ (…) / mısralarımızda cıvıl cıvıl öten/ bir güneş vereceğiz/ tabiatın yarattığı bu güzel toprağa/ ve şuna ve buna ve her şeye/ gördüğün kehribar gözlü güzele.”

Dizelerinde yaşadığı dönemin etkilerine rastlıyoruz doğal olarak. Dönüp dolaşıp insana getiriyor sözü; onu, kendine bakmaya zorluyor ve sonunda şöyle diyor: “İnsan insan olduğunu anlayacak bir gün." Bunu derken, hem aşk hem isyan hem de geleceğe dair güçlü bir umut taşır içinde:

“(…) Yeniyi bizde bulacaksın/ tarihi tekâmülünde dünyanın/ yalnız bizim esamimiz okunur/ bizi arkadan vurmak ister/ gözlerimize bakmayan/ irili ufaklı, isimli isimsiz kalleş sürüleri/ bakamaz gözlerimize; güneşi biz taşıyoruz/ doğru ve hakikat bizde/ bir orospu oyunu yok sözlerimizde/ haklıyım, o siyah saçları ben bilirim/ ben bilirim bu perişan rüzgârı/ ben de perişanıyım bu sokakların/ ben de bilirim çilesini âtinin/ mafsal yerinden oynadı/ dünya yerine gelecek.”

Taşhan’ın binbir zahmetle toplanan şiirleri, soluk alıp verdiği günlerle yetinmez, kendisini de nerdeyse ilk gününden sonuna kadar anlatır. Kısa hayatının nasıl biteceğini, ölümün adımlarını sayarcasına bir kâğıda işler: “Göğsümde bir ağrı var/ kendi yüzümden/ belki üşüttüm, belki içmeden/ kendi yüzümden/ çoban ölmeyi istemezken/ ben de yokluğu düşünmüyorum/ içiyorum, üşüyorum.”

“BİLDİM, ÖLÜMLE HAYAT ARASINDA HİLE VAR”
Toplumcu şiirin “kayıp şair”lerinden Suat Taşer’in de, Suphi Taşhan’dan çok farklı bir yaşam öyküsü ve şiir yolculuğu yok. Köy yaşantısı, onu hayatın pek çok gerçeğiyle yüzleştiren bir manzara. Şiirine toplumculuğu katan da aynı dünya.

Tiyatroya uzanmasını, sanatla yoğrulmasını sağlayan da, hep o bir arada yaşama tutkusu. Şiir ve tiyatro, ufkunu genişleten, onu zenginleştiren bir uğraşı. Daha doğru deyişle, hayata bakış penceresi Taşer için. Yaşam savaşı şiirine, hayatına ve sanat anlayışına damga vurur hep.

Evrende Ellerimiz’in ilk yayımlanış yılı 1970. Yani 40 yıl geçmiş aradan. Bugün “Kayıp Şairler” dizisiyle yeniden buluştu o kitap bizlerle. Akan zamana inat, olduğu yerde onca ağırlığıyla durur gibi. “Zamanı Dinliyorum” şiiri de, Taşer’in tarihe en güzel armağanlarından biri:

“Uzayan sevincimizdir gerçek/ zamanın ve dünyanın damarlarında/ ama büyürmüş ihanetin çocukları çoğalırmış/ çoğalır karanlıkta yaldız umut insanda/ yazılmadık kitap atılmadık kurşun/ ölülerin elinde/ ve bir sabah telgrafın tellerinde/ uzayacak sevincimizdir gerçek/ gayri hiçbir ölüm öldüremez seni/ çatladı tohum/ özgürlük kanlı yiğit bir çiçek/ zamanı dinliyorum.”

Taşer’in dizelerinde hafif buğulu bir hava hâkim. Kimi zaman ölüm çalıyor kapıyı kimi zaman ayrılık. Bazen yalnızlık boğuyor bazen pişmanlık. Ama sonra olur olmaz bir güneş, bir pırıltı da kaplayabiliyor ortalığı:

“Görünmezin kapısında belki/ bir öpüşte var olan/ beklemeler/ gerilen yay üflenen ateş belki/ sen yeni doğumların muştusu/ eski ölümlerin içinden/ işte kalkıyorum/ kanlı zamanların mezarından usulca/ ben/ çekilmiş acıların çocuğu/ ilk umut ilk sevgi ışığıdır bu/ işte yakıyorum.”

Taşer’in mısralarında bazen naif bir aşk da demleniyor usul usul. İyi geliyor insana, ona geldiği gibi:

“Şimdi kapım çalınacak/ şimdi sen gireceksin içeri/ üzüntülerim duman olup uçacak/ herhal yeşil olsa gerek mutluluğun gözleri/ (…)/ seni düşünmek iyi/ seni görmek sana dokunmak hepsinden iyi/ ya vaktin köşesinde bir olmak/ bilmem ki.”

Alfabenin harfleri için şiirler de yazmış Taşer. Evrende Ellerimiz’e adını veren ve “kardeş, biz yaşamayı insanca bildik” diye noktalanan dizeler. Geçmişe bakan, dönüp dolaşıp pişmanlığın sularında yüzen şiirlerini de es geçmemeli: “Uğursuz böcekler uğur böcekleri/ fincanlar/ nasıl da beklemiştim geçmişteki gelecekleri/ bildim ölümle hayat arasında hile var.”

Peki, şu dizelere ne demeli: “Zaman geçmiyor kadınım ben geçiyorum/ kaçıyorum eski fotoğraflardan/ rakı kadehimden pişmanlıklarımı içiyorum/ tanıdık bir gül düşüyor duvardan.”

Geleceğe dair birkaç sözü de var Suat Taşer’in; “Şiirlerime Nasihat” adıyla sesleniyor o mısralar:

“Karıncalar ve örümcekler/ hallerinden memnundur/ biz insanlar öyle değiliz/ hele aramızdaki şairler/ canı sıkılan, sevgilisine hükmünü yürütemiyen/ hıncını bulutlardan, bahar rüzgârından ve yıldızlardan alır/ sanki bunlar şairlerin keyfi için yaratılmış/ veya şairler bunlara sataşmak için/ ey benim şiirlerim/ insanların peşini bırakmıyacaksınız/ dünyanın herhangi bir yerinde/ yalnız bir faniye ait olmaktan utanacaksınız/ hudutlar ve kanunlar/ haritalarda ve kitaplarda kalsın/ siz, hudutsuz ve kanunsuz yaşayacaksınız.”

“Kayıp Şairler” dizisinin bugüne dek kitabı yayımlanan dört ismi: Nevzat Üstün, Halim Şefik, Suat Taşer ve Suphi Taşhan. Adları ilk taramada zihinde canlanmıyor belki; biraz da yersiz yurtsuz isimler. Kısacası hem uzakta hem de yanı başımızdalar. Belki “kayıp” olarak adlandırılıyorlar ama kayıp kuşak şairlerden değiller hiç olmazsa.

“Kayıp” diyoruz ama öyle değil gerçekte. Sadece yakın geçmişin şiir çekmecelerinde kalmış ve sihirli dokunuşu bekleyen şairlerdi onlar. Hepsi bu. Aslında hepsi bu değil, bir şey daha var: Bir daha kaybolmasınlar ya da hep hatırlayalım diye başucumuzda duruyor “Kayıp Şairler”; Nevzat Üstün, Halim Şefik, Suat Taşer ve Suphi Taşhan. Eski dostları; yeni “kayıp şairleri” bekliyor, taze merhabalar için.

Kilometre Taşları/ Suphi Taşhan/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 108 s.
Evrende Ellerimiz/ Suat Taşer/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 92 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 01.07.2010