29 Ocak 2010 Cuma

TÜRKİYE’NİN CİNAYET TARİHİNDEN BİR YAPRAK (*)
ALİ BULUNMAZ

12 Eylül'ün en cafcaflı günleri. Aba altından yeni darbelerin gösterildiği, halkın önüne 1982 Anayasası'nın oylanması için sandıkların konduğu ve Milli Güvenlik Konseyi “Ressamı”, affedersiniz Başkanı tarafından “12 Eylül öncesine mi dönelim, 'kardeş kavgası' tekrar mı yaşansın?” lakırdılarının dillendirildiği günler...

Hani ikinci sorudaki “kardeş kavgası” deyişi var ya, işte o, 12 Eylül'ün en bilindik “meşrulaştırıcılarından” biri. “Bizim çocukların” başarmasını sağlayan, Türkiye'yi allak bullak eden darbeyi insanların hayatına sokan ifade.

“Kardeş kavgası” gibi gösterilen ama gerçekte bir saldırı, daha da ötesi vahşet olan Kahramanmaraş katliamı ise insanlık dışılığın önde gideni. Orhan Tüleylioğlu, yeni kitabı Kahramanmaraş Katliamı'nda, Türkiye'nin kitlesel öldürüm sayfalarından birini belgeler ve tanıklıklarla aralarken, olup bitenin tam anlamıyla aydınlatılması yolunda bir imza atıyor.

SÜRÜKLENİŞ
Tüleylioğlu konuya girmeden önce Türkiye'nin terör, cinayet ve darbe bataklığına nasıl sürüklendiğine ilişkin genel bir çerçeve çiziyor. Ekonomik gelişmelerden siyasetteki çalkalanmalara, komando kamplarından bunu kullanan ya da göz ardı eden yetkililere kadar pek çok olayı art arda sıralıyor.

12 Mart ile 12 Eylül arasındaki dönemde siyasetin kaynayışıyla beraber cinayet dalgasının büyümesi Türkiye'nin, yakası açılmadık katliamlara hazırlandığının da açık göstergesiydi. 1 Mayıs 1977'de gerçekleşen saldırıyla birlikte “Kontrgerilla” kavramının enikonu duyulduğu yıllarda, toplumdaki kamplaşma da en üst noktaya tırmandırılmıştı. Tüleylioğlu'nun da vurguladığı gibi “ekonomik sıkıntıların krize dönüşmesi” gerilimi iyiden iyiye körüklüyordu.
1977 ile başlayan toplu kıyım süreci, tek tek cinayet ve saldırılarla beraber 1978'de kontrol edilemez bir hıza ulaşacaktı: 16 Mart, Malatya olayları, 7 TİP'li gencin öldürülüşü (Bahçelievler Katliamı) ve Kahramanmaraş...

Tüleylioğlu, 1977'nin Türkiye için önemli bir dönüm noktası olduğunu, bu yıldan itibaren altında başka amaçlar yatan tehlikeli ve yapay bir Alevi-Sünni ayrımı ile çatışması yaratılmaya çalışıldığını belirtiyor. Bu tehlikeli kışkırtma, 1978 Aralık ayı sonlarında, Kahramanmaraş'ta katliama dönüşecektir.

Çalışmada katliam öncesi, anları ve sonrasına ilişkin ilginç bilgiler var. Örneğin her ziyaret ettiği yerde ardından olaylar patlak veren ABD'li Büyükelçilik görevlisi Alexander Pack'in Kahramanmaraş gezisi ve görevli olduğunu iddia eden kişilerin kentte yakılacak evleri işaretlemesi bunlardan sadece birkaçı.

Katliamın mahalle mahalle ve sokak sokak nasıl geliştiği; fitili ateşlenen olayların ne şekilde genişlediği de tüm ayrıntılarıyla yer alıyor kitapta. 21-25 Aralık 1978 günlerini adeta kuşatma altında geçiren Kahramanmaraş'ta yaşananlar, 12 Eylül'e giden süreçte önemli bir dönemeçti. Kitapta yer verilen belgeler, tanıklık ve detaylar bunu gösterir nitelikte.

Uzun menzilli silahlarla kurşunlanarak, üzerine benzin dökülüp yakılarak, dövülerek ve işkence edilip öldürülenler... Tüleylioğlu'nun satırları, ölenlerin sokakta kaldığı, kurtulanların ise kenti terk etmek zorunda bırakıldığı vahşet tablosunu yansıtıyor. Üstüne üstlük katliamdan sağ çıkmış, yaralanmış ve dövülmüş kişilerin anlattıkları, cinayetlerin nasıl tasarlandığını, buna uygun şekilde nasıl işlendiğini de anlamamızı sağlıyor.

BUGÜNÜN “DEMOKRASİ DANIŞMANINDAN (!)”
1977'den itibaren derinleştirilen şiddet sarmalı, Türkiye'nin yokuş aşağı yuvarlanışının da bir resmi aynı zamanda. Arka arkaya gelen cinayetler, toplu öldürümler ve saldırıların nasıl ince ince tasarlandığı da gün yüzüne çıktı artık.

Bunlar olurken susmak ne kadar büyük bir suçsa, olup biteni körüklemek, bilerek yanlış yorumlamak ve yönlendirmek de o denli büyük bir suç. Bugünün “demokrasi danışmanı (!)”, dünün bazen muhalefet lideri bazen de Başbakanı Süleyman Demirel'in, 1960'lardan 12 Eylül'e dek ettiği kimi laflar da yenilir yutulur cinsten değildi elbette.

Kitapta da geçen, komando kamplarının gündeme geldiği günlerde “İti ite boğduruyorum” sözü belki de bir işaret fişeğiydi. Sonrasında, Kahramanmaraş katliamının ardından “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” ifadesi her şeyi ve yaşananlara bakışı özetliyor.

Ama ne de olsa “Dün dündür, bugün bugündür...” Söylenenler unutulur, her şeyin üstü örtülür; o zaman bunları söyleyenler şimdinin “demokrasi hocası” ya da “danışmanı” oluverir. Fakat yaşananlar kalır, acıyı yaşayanlar da. 111 kişinin öldürüldüğü Kahramanmaraş katliamını bir kardeş kavgası ya da Alevi-Sünni gerilimi şeklinde algılamak, görünenin arkasındaki gerçeği anlamamak veya anlamaya çalışmamak değil mi? Örgütlenen şiddet ve faşizmin, 12 Eylül uygulayıcılarını parlatışını ve sonrasında kurulan düzeni nasıl kabul ettirdiğini fark etmek güç müydü?

Belli ki o dönem pek az insan fotoğrafın bütününü kavrayabiliyordu. Tüleylioğlu'nun aktardığı, 1978-1979 yılı dış basın yorumlarında yer alan belirlemeler, Türkiye'nin geleceğini etkileyecek harekâtın hızla yaklaştığını vurguluyor. Aynı yorumlar, Kahramanmaraş katliamının bunda kilit rol oynadığı görüşünde birleşiyor.

“BİR GÜN MUTLAKA...”
1979'un Ocak ayında, olayları ateşleyen bombayı atan ülkücü Ökkeş Kengel yakalanınca Kahramanmaraş katliamının perdesi (daha doğru deyişle perdenin bir bölümü) aralanmaya başlar. Asla bulunamayan sütre gerisindekilere karşın, tetikçilerin yakalandığı katliam, öncesi, yaşanışı ve sonrasıyla Türkiye'nin en önemli yaralarından biri.

Tüleylioğlu'nun kitabının özgün yanlarının başında 1996'da zamanaşımına uğrayan Kahramanmaraş katliamı davasının ayrıntılarına yer vermesi geliyor. Tetikçilerin yakalanışı, davanın başlaması, güvenlik güçleri ve MİT’in katliamdaki konumu, kentin katliam öncesi ve sonrası durumu, mahkeme sürecinde ortaya konan deliller, iddialar ve karar... Tüm boyutlarıyla ele alınan bu süreç, katliamın ne denli planlı olduğunu ve cinayetlerin hangi amaçlarla işlendiğini ortaya koyuyor.

21-25 Aralık 1978 günleri arasında gerçekleşen katliamda, ölenlerden kimlikleri belirlenenlerin isimleri eksiksiz şekilde verilmiş. Bu adları tek tek okumak bile katliamın boyutları hakkında fikir sahibi olmamızı sağlıyor.

Tüleylioğlu, kitabında son sözü Uğur Mumcu'nun 28 Aralık 1975 günkü yazısıyla söylüyor: “Namluların konuştuğu yerde, belki bir süre vicdanlar da yasalar da susturulabilir. Fakat bir gün vicdanlar da yasalar da konuşursa, o namluların içinden sadece katil çetelerinin kimlik kartları çıkar. Kanlı mezar taşları bir gün ayaklanır ve birer tokat gibi katillerin yüzüne fırlatılır ve o kaldırımlar, o kanlı kaldırımlar, üzerindeki kirli ayak izlerini hep üzerinde taşır. Silinmez o lekeler...”

Bugünlerde ortalık açılım “söylemlerinden” geçilmiyor. Her “açılımı” yapan veya “açılımlarla geliyoruz” diyenlerin, (öncelikle kendi içlerinde) hukuk ve demokrasi açılımı yapmaya niyeti yok. Çünkü “giydikleri gömlek”, demokrasi gömleği değil; kaldı ki demokrasi zaten bir gömlek değil. O nedenle, demokrasi ve hukuk açlımına kapalı zihinler bunlar.

Yurtsever insanlar tarafından gerçekleştirilecek tam bir hukuk ve demokrasi açılımı yapmak demek, Kahramanmaraş katliamıyla ve 12 Eylül'le, dizi ve filmler dışında yasal yollardan hesaplaşmak anlamına geliyor. İşte belki o zaman “Alevi Çalıştayı” düzenleyenler, Kahramanmaraş katliamı sanığı eski milletvekili Ökkeş Kengel ya da bugünkü adıyla Ökkeş Şendiller'i, başka amaçlar taşıyan böyle bir etkinliğe davet etmeyi akıllarından bile geçiremeyecek.

İşte o zaman, yasaları yapanlar Türküleri yakanlardan daha güçlü olacak ve yaşananların ardındaki yüzler; kişi ve kurumlar da tam anlamıyla aydınlatılabilecek. Orhan Tüleylioğlu'nun Kahramanmaraş Katliamı isimli kitabı bu bağlamda, önümüze dikilen ve çektiğimizde yıkılıverecek duvarın kilit tuğlalarından birini bütün boyutlarıyla anlatıyor.

Kahramanmaraş Katliamı/ Orhan Tüleylioğu/ um:ag Vakfı Yayınları/ 220 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 28.01.2010

23 Ocak 2010 Cumartesi

KAZANAN VE KAYBEDENLERİN KENTİNDE (*)
Ali BULUNMAZ

Bir kent ve bir ülke düşünün... Savaşıyor, topraklarını işgal eden bir güçle baş etmeye çabalıyor. Üstelik işgalci, öne sürdüğü gerekçelerin geçersizliğini kabul edip, “pardon” diyerek suçunu itiraf ediyor.

Bir ülke düşünün... İşgal edildiği günlerde, liderinin sokaklarda sürünen heykellerine taşla ve terlikle saldırıyor. Gerçek ya da mizansen, bu böyle yaşandı bir kere. Ama aynı insanlar birkaç yıl içinde işgalcinin ordusuna ilişmemiş bir televizyonun muhabirine, devrik liderinin iktidarda olduğu günleri aradığını söyleyiveriyor.

Bir ülke düşünün... Yıllardır hep aynı sorunlarla sürüklenmiş, halkı başka halklarla, ondan sonra kendi içinde çatıştırılmış. Bu ülkede bir aile düşünün. Kan gölüne dönmüş kentte alabildiğine bir savaş sürerken yaşamaya çalışıyor, savaşa kendi penceresinden bakıyor. Bağdat'ta bir aile; Varide, Abbas ve Hala yaşıyor ve anlatıyor, Minka Nijhuis satırlara döküyor.

HANGİSİ DAHA İYİ? SADDAM HÜSEYİN Mİ İŞGAL Mİ?
Saddam Hüseyin taraftarları ile işgalci ve işbirlikçilerinin çatışmaya tutuştuğu günler. Hemen her köşe başında ağır bir hava, sessizliği delip geçen kurşunlar. Varide'nin söyledikleri, pek çok şeyi özetliyor: “Bugünlerde herkesin elinde bir silah var.” Silah ve çatışmaların gölgesinde bir hayatın en doğal sonucu, kesintiye uğrayan yaşam ve şiddetin tüm noktalara nüfuz etmesi. “Kimliğimizi kaybettik” sözü ise ülkede durumun nerelere geldiğini gösteriyor adeta. Ölüm kol gezerken, ölümü yaratan işgalciler, kendilerine korunmak için beton duvarlar örüyor.

İşgalle birlikte yeniden kurulan “düzende”, pek çok yeniliğin olması kaçınılmaz elbette. Eski rejimden bina ve mekânlar kalsa da, buraların sahipleri artık farklıdır: “Bağdat'ta yeni örgüt ve siyasi partiler mantar gibi ortaya çıkıyordu. Anarşiden yararlanarak değişik binalara yerleşmişlerdi; özellikle iktidarın sembolü haline gelmiş binalar gözdeydi. Muhaberat'ın büroları ya da Saddam'ın en nefret edilen oğlu Uday ve yandaşlarının sık sık dinlendikleri şık Hunting Club bunlardan biriydi.”

Tiyatro sanatçısı Abbas, eczacı Varide... Irak'ta yaşananları kendi pencerelerinden anlatırken, konunun iki boyutu beliriveriyor: Abbas'ın aktardıkları sanatsal yön. Müzelerin, orkestraların, salonların nasıl yok edildiğini ve yağmalandığını gösteriyor.

Varide'ninki ise işin sağlıkla ilgili boyutu. 1991'den başlayarak uygulamaya konan yaptırımlar, en çok insanların sağlığını vuruyor. İşgallerle beraber neredeyse hiç ilaç bulunamıyor. Bulunsa bile karaborsada...

Hangisi daha iyiydi? Saddam rejimi mi ondan sonra gelen işgal mi? Hâlâ kafalarda bu sorular vardı. Nijhuis aktarıyor: “Her ne kadar savaş sonrasında Irak'ta neler olacağı bilinmiyorsa da, Saddam rejiminden daha kötüsü olamazdı. Oysa Nuha sadece şikâyet ediyor. Sanki eskiden durumların daha iyi olduğunu ima ediyordu. Bakımlı görüntüsüne ve memnuyetsiz yüz hatlarına baktım. Geçmiş çok çabuk unutulmuyor muydu?”

Bir de Hala var. ABD askerleri Bağdat'a girince, Abu Dabi'de dönüş yolculuğu için bavullarını hazırlamaya koyulan Hala. Eski Irak'ın önemli isimlerinden olan kocasının işi nedeniyle dünyanın pek çok yerini gezen bir kişilik. Anılarından bir demet, eski fotoğraflarından bir tutam sunarken, sanki o günleri yeniden yaşıyor. Hala, Saddam Hüseyin'in diktatörlüğüne dayanamayıp hastalanan yazar ve şair arkadaşlarını da anlatıyor.

Savaş, çatışma ve işgal sürerken, Varide ile Abbas'ın tanışmaları, ilişkilerinin başlaması ve evlenmelerine dair eski defterler de açlılıyor. Ailelerinin, ilişkilerine bakışı, mezhepsel engeller ya da önyargılar Nijhuis'in satırlarıyla Bağdat dışına çıkıyor.

Konu dönüp dolaşıp işgale geliyor. Nijhuis kiminle konuşsa Saddam Hüseyin dönemine karşı nefret dillendiriliyor ancak işgale ve ABD'nin yarattığı Irak görünümüne de karşı çıkılıyor. Örneğin Zeynep'in anlattıkları önemli bir Irak gerçeğini yansıtıyor: “Biz diktatörlükle yönetiliyorduk ancak bu, ülkenin işleyişi için gerekli yönetim ve altyapının olmadığı anlamına gelmiyordu. Tamam yanlıştı ama temelimiz vardı. Irak bir Afganistan değil, ama yabancı yöneticiler bize böyle muamele ediyor.”

SINIRIN KALMADIĞI ÜLKE
Şiddetin şiddeti doğurduğu gerçeğinin en son ve en güncel örneği Irak'ta yaşananlar. ABD'nin işgali, ülkedeki kimi etnik ayırımcı unsurları kışkırtıp harekete geçirince işler çığırından çıktı. Hala'nın “bu ülkede artık sınırlar yok” deyişi, gelinen noktayı son derece güzel özetliyor. Hala devam ediyor: “Devlet belirsiz bir anarşi içinde, sanki bir boşluğa süzülüyor. Zifiri karanlıkta duyduğumuz bilinmeyen bir sesten korktuğumuz gibi korku içindeyiz.” Paranoyanın sınırları da giderek genişler ülkede. Korku, pek çok insanı teslim alır. Hala'nın burada yine ilginç bir belirlemesi var: “Herkes sinir hastası oldu, kimileri masalarında kurşun geçirmez yeleklerle oturuyor.”

Bu arada bombalar patlıyor, silah sesleri kısa molalar dışında hiç susmuyor. Güvenlik çemberleri insanları daraltırken aynı amaçlı beton duvarlar her yana yayılıyor. Varide'nin “küçük” bir şikâyeti var; alınan güvenlik önlemleri işyerine gidişini üç saat geciktiriyor. Yıllardır süren savaş ve çatışmalara ek olarak yaşanan bu işgal, ülkedeki pek çok şeyi Varide'nin işe üç saat gecikmeyle gitmesine benzer şekilde geciktirip geri bıraktırıyor.

Derken Saddam Hüseyin, dünyanın hafızasına kazınan görüntüsüyle yakalanıyor. Irak'ta sevinç ve endişe bir arada. “Diktatör yakalandı ama sonra ne olacak?” sorusu herkes gibi Varide, Abbas ve Hala'nın da dilinde.

Nijhuis'e gelen bir ileti, Saddam Hüseyin'in yakalanışı sırasındaki ruh halini özetliyor: “Saddam sadece bir adam. Neden biz Iraklılar bütün bunların olmasına izin verdik? Korku, yüreği sardığında özgürlük kaybolur. Biz, onun yüreklerimize korku salmasına izin verdik, onun sahip olduğu gücü ona biz verdik.”

Bu doğruydu ama neden şimdi insanlar Irak'ı terk ediyordu? Huzur, işgal sonrasında neden Irak'a uğramadı? ABD işgali ve Saddam Hüseyin'in yakalanması neden tüm dertleri bitirmedi? Terör Irak'ta niçin arttı? Mezhep çatışmaları ne oldu da parladı? Bu soruları kendine soranların sayısı bir hayli fazla. Bağdat'tan ayrılırken, Varide ve Hala'nın kafasında da aynı sorular var.
Ama Varide'nin yaşadığı iç hesaplaşma, Bağdat'ı terk ederken neler hissettiğini de yansıtıyor: “Ayrıldığım için suçlululuk duyuyorum. Tam olarak ne olduğunu bilmesem de bir şeyleri kaybetmekten korkuyorum; belki de köklerimi. İnsanlar Bağdat'tan neden ayrıldığımı sorduklarında, sanki kendi sesimi duyuyorum. Öne sürdüğüm gerekçelerimle insanları ikna edebiliyorum ama kendimi edemiyorum.”

Varide, Abbas ve Hala'nın merkezinde yer aldığı Bağdat'ta Bir Aile, adeta roman gibi kurgulanmış. Betimlemeler, diyaloglar, insan tasvirleri ve ilişkilerin anlatımı roman tadı veriyor. Yalınlığı elden bırakmayan Nijhuis, kişilerin aktardıklarından ve gerçeklerden sapmadan ne olmuşsa ve nasıl anlatılmışsa duru biçimde hepsini okura sunuyor.

Kitapta aile fertleri ve onların yakın arkadaşlarının sözleri, genelde Saddam Hüseyin dönemini kötüler nitelikte. Buna gerekçe olarak da Hüseyin'in “hayatlarını kısıtlamasını” hatta “mahvetmesini” gösteriyorlar. Ancak diğer taraftan ABD işgalini de desteklemiyorlar. Tam bir arada kalmışlık duygusu hâkim. Yitirdikleriyle “kazandıklarını” tarttıklarında kaybedilenler sanki bir boy öne geçiyor.

Varide, Abbas ve Hala'nın anlattıkları sadece kendilerine ait değil. Irak'ta birçok insan ve aile buna benzer olayları, hatta bundan daha fazlasını yaşadı. Diktatörlüğün acısını bilen ama öte taraftan işgalin yarattığı yıkımın kızgın soluğunu ensesinde hisseden insanların öyküsü gün yüzüne çıkıyor burada.

Kendi ülkesinde çoğu zaman diken üstünde olmuş, korkuyu ve yokluğu görmüş; geçmişle bugün arasında sıkışmış ve geleceğe nasıl bakması gerektiğini kestiremeyen insanların arafta kalmış yaşamından bir parça sayfalara yansıyan.

Irak'ta herkes diktatörlük, işgal ve çatışmadan birini seçmeye zorlanıyor. Ama tercih edilmesi istenenleri belirleyen asla kendileri değil. Bu tarihsel gerçek hepsinden daha can skıcı.

Bağdat'ta Bir Aile/ Minka Nijhuis/ Çeviren: Gül Özlen/ Kitap Yayınevi/ 172 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 21.01.2010
KARANLIĞA KARŞI DİP DALGA (*)
Ali BULUNMAZ

Dünya değişiyor; kişiler, toplum ve olaylar da. Tarihin tekrardan ibaret olduğunu savunanlar ise büyük bir yanılgı içinde. Ama şunu da unutmamalı: Geçmişin benzer olayları, farklılaşarak insanın önüne çıkıveriyor. Alpaslan Işıklı da bu iddiayla okurlara sesleniyor: İşgal, din sömürgenliği, emperyalist politikalar, yoksulluğun derinleşmesi, “özgürlük” ve “refah” adına kotarılan neoliberal “tezler...” Hemen hepsi insanın aydınlık geleceğini elinden almak için tasarlanıyor.

Bunlar bir anlamda taze karanlıkların habercisi; Işıklı, kitaba buradan hareketle “Yeni Ortaçağ” ismini veriyor. Sosyal adaletsizlik ve yoksulluk ise yeni ortaçağın kimlik kartını oluşturuyor.

KÜRESEL ANTİDEMOKRATİK DÜNYA
Paspas olmayı tercih ederseniz buna kimse, hatta sizi ayağının altına alacaklar bile karışamaz. Sömürgeciliğin özünde bu yatıyor. Önemli olan, doğru ve geleceği gören bir tercih yapmak. “Yeni dünya düzeni” ve “yükselen değerler” denilen sistem içinde tercih yapmak belli başlı bir mesele. Gerisi kendiliğinden geliyor.

Yönetme ve hükmetme hakkını kendinde görenlere bunu elle teslim etmek de, en az hak görmek kadar suç. Bir başka deyişle suça ortaklık ve çift yönlü bir kırım. Sonra gelsin küreselleşme masalları; Işıklı'nın da dediği gibi “faşizmin uluslararasılaşması.”

Ulus devlet ve devletçi politika gibi “dogmaları” yerle bir etme şiarıyla beliren liberal ve neoliberal yeni dogmaların yarattığı kriz, karmaşa ve yoklukla altın çağ düşlerinin un ufak oluşu. Köşe başlarını tutan tartışmalardaki soru şu: 1929'a geri döner mi dünya?

Peki, kriz yalnızca ekonomik mi? Işıklı'ya göre bunalım “uygarlık krizi” biçiminde tanımlanmalı. Çünkü tehlike çanları “yeni dünya düzeni” için çalıyor. Kurulu düzenin sürdürülmesi amacıyla ekonomileri denetleyen tekelleşmiş sermaye, siyasete ve sosyal yaşama el atıyor, istemediğini de ipe götürüyor. İnsanlar tüketiyor, tekeller büyüyor; tekeller de insanı tüketiyor.

Küreselleşen ama demokratikleşemeyen dünyada, tüketerek tükenen insan, sosyal devletin de kendisiyle beraber çöküşünün ayırdına varamıyor çoğu zaman. Düzen pazarlanıyor; insan, fikirler, strateji ve düşünceler de. İşte böylelikle hemen her şeye fiyat biçiliyor ancak asla demokratik ve sosyal bir açılımdan söz edilemiyor. Öte taraftan büyük bir hata yapılarak küreselleşme evrensellik ile eş tutuluyor.

Temel sorun, küreselleşen dünyanın antidemokratikleşmesi. Uluslarüstü düzeyde yapılanan demokrasi dışı güçler, ulusal demokratik iktidarları zorluyor: IMF; NATO ve BM'de dünyanın zenginliklerini paylaşanlar yer kapladıkça, insanlar ve ulusların dünyanın kaderini belirleme oranı da aynı hızla düşüyor.

Nihayet, tekellerin hâkimiyeti yayılıyor, savaşlar, işgaller her yana sıçrıyor. Beri taraftan uluslararası sömürü düzeni “medeniyetler çatışması” gibi bir senaryo yazıyor, komedi filmine benzeyen “medeniyetler buluşması”yla panzehir yaratılıyor ama şiddet alabildiğine büyüyor ya da en iyimser deyişle, alev topuna döneceği günü beklerken içten içe yanıyor.

AKIL VE MANTIK KAPI DIŞARI
Şiddet de küreselleşmenin bir ayağı. Küreselleşmeyeni yola getirmek için türlü seçenekleri var: Savaş, işgal, ekonomik yaptırım... Zihinleri, cepleri, sosyal hayat ve dokuyu ele geçirme... Gelir eşitsizliği yaratma ve yoksullaştırma da önünde sonunda bir şiddet biçimi ve küreselleşme aktörlerinin başvurduğu yegâne yöntem.

Terörü bahane edip işgaller gerçekleştirmek, yalan ve iftiralarla, iktidarları değiştirmek ya da istenilen kıvama getirmek de şiddetin doruk noktası. Işıklı burada 11 Eylül'ü örnek verirken saldırıların, “küresel kapitalizmin faşizme dönüşmesindeki mihenk taşı olduğunu” vurguluyor.

Bunalım şiddeti doğuruyor; şiddet, küresel kapitalizmi ve küresel faşizmi besliyor. Döngü böyle. Fırsatlar yaratan bu işleyiş, sosyal devletin kalan kırıntılarını da özenle yok ediyor. Sömürgenler, kendilerine rahat hareket alanı bulup, piyasa ekonomisini kendince biçimlendiriyor.

Sömürgeciliğin önemli kollarından biri de din sömürgenliği. Küresel faşizm lokomotifinin kilit parçalarından biri bu aynı zamanda. 11 Eylül'ün ardından daha belirgin bir fotoğraf bu yeni ortaçağ paradigmasında. Işıklı'ya göre bu süreç, Hıristiyanlığın ilkel bir yorumuna dayanıyor: “Akıl ve mantığın dışlandığı, siyasetle harmanlanmış bir ideoloji” söz konusu olan.

Medeniyetleri çatıştıran zihniyetin ta kendisi, 11 Eylül'ü arkasına alan neocon (yeni muhafazakâr) yapılanmanın elinden çıkma yeni Haçlı Seferleri'nden başka bir şey değil. Işıklı'nın çizdiği çerçeve, olup biteni şu sözlerle daha duru biçimde açıklıyor: “Yeni bir Ortaçağ'dan söz etmemizin nedeni, günümüzdeki emperyalist işgal ve istila olaylarının, 1094-1270 yılları arasında hüküm süren Haçlı Seferleri'ni anımsatan vahşet boyutuna varmaya başlaması. Dünküne benzer biçimde bugünün Haçlı Seferleri'nde de Hıristiyanlığın istismarı ortak bir özellik olarak karşımıza çıkar. 'Medeniyetler çatışması' safsatası da, özünde bu süreci bütünleyen bir unsur olarak icat edildi.”

Bu da kendisini demokrasi havarisi gibi gösteren ve küresel faşizmi tetikleyenlerle ilkel ve terörist oluşumun savaşı şeklinde sunuluyor. Her ikisi de terör sayılmaz mı? Sonuçta her şey emperyalizmin yayılım mücadelesinde yoğunlaşıyor. Bunun tam anlatımı ise “egemenlik kayıtsız şartsız uluslararası sermayenindir” cümlesinde yatıyor.

Özel çıkarların kamusal yarar gibi sunulduğu düzenin adı küreselleşme. Dolayısıyla kamusal çıkarda ısrar etmek anlamsız (!) Işıklı'nın da vurguladığı gibi “kamusal çıkar, özel çıkara yönlendiriliyor” söz konusu düzende. Bu çıkar ilişkisinin merkezini ise spekülatif kazançlar elde etme yarışı kaplıyor. Rekabet ve kazanma hırsı her şeyin önüne geçiyor. Sonuçta kapitalizmden başka hiçbir şey küreselleşmiyor.

Işıklı'nın yorumuna göre, Türkiye'nin AB ve GOP (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) kıskacına alınmasının altında da bu yatıyor. Işıklı'nın buradaki sorusu gayet açık: Türkiye'nin AB ile ilişkileri söz konusu olduğunda genellikle sorun “AB'ye girmeli miyiz, girmemeli miyiz?” sorusunun yanıtına indirgenir. Oysa öncelikle yanıtlanması gereken “AB bizi istiyor mu, istemiyor mu?” sorusudur (s. 174).

Türkiye'nin AB'ye alınmaması gerektiği tezini savunan kimi yetkililerin öne sürdüğü nedenler ise belirgin: Türkiye yoğun nüfuslu, işsizlik ve yoksulluğun yüksek olduğu bir ülke. Bu gerekçelerin zaman zaman yüksek sesle dillendirildiği bazen de satır aralarına yerleştirildiği gözden uzak tutulmamalı.

SÖMÜRÜYE KARŞI BİRLEŞ
Işıklı'ya göre kulağa hoş gelen küreselleşme söylemi, asla eşitlik esasına dayanmaz. Onun eşit biçimde yaydığı tek şey, tekellerin egemenlik alanını genişletme isteğidir. Ulus devletler yerine uluslararası veya çokuluslu sermayenin egemenliği tek amaç haline gelir. Özelleştirmelerin özendirilmesi de neoliberal girişimler de buna hizmet eder.

Işıklı'ya göre temel kaygı çok açık: “Daha az devlet, daha çok özel teşebbüs.” Böl-yönet ve kullan-at politikaları da buradan türetiliyor. Yakın geçmişte Balkanlar ve Ortadoğu'da uygulanan söz konusu politikaların bugün Türkiye'ye uyarlandığını da vurguluyor Işıklı.

Neoliberal politikaların palazlandığı ve küreselleşme söyleminin parlatıldığı ilk dönemlerde heyecanla ortaya atılanlar şöyle demişti: “Tarihin sonu geldi, devlet bitti.” Ama aynı isimler çıkış yolları aramak, “medeniyetler çatışması”na ve terorizme “çareler” üretmek amacıyla yeni bir tarih ve güvenliği esas alan devlet inşasına soyundu!

Dünyayı kasıp kavuran vahşi kapitalizme karşı çıkanlar da, her fırsatta neoliberal politikaların sonuna gelindiğini ve krizin, Işıklı'nın deyimiyle, uygarlık sorununun ve yeni ortaçağın aşılması adına sesini yükseltti. Gösteriler ve örgütlenmeler bu sesin bayrağına dönüştü.

Küresel egemenlerin belki de en büyük çekincesi bu: Sömürüye karşı bir araya gelen kitleler ve onların günden güne genişlemesi. Işıklı'nın Yeni Ortaçağ kitabı, bu kitlelerin sesine ses katıp gür bir tınının yakalanmasına katkı sağlayarak önemli bir sorumluluğa ve göreve işaret ediyor.

Yeni Ortaçağ/ Alpaslan Işıklı/ İmge Kitabevi/ 278 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 21.01.2010

11 Ocak 2010 Pazartesi

SÖZÜ BİZE, HEPİMİZE (*)
ALİ BULUNMAZ

“Çağın tanıklığıyla sanıklığı iç içedir artık. Sanık olmayı göze almadan tanık olmak olanaksızlaşmıştır.”

“İnsan olmanın sonu yok. İnsan olmanın sonu olmaması ne güzel. Yazarak insan olmak, okuyarak, dinleyerek, çalışarak ve insanla insan olmak, ne güzel.”

“Özgürlük bu parmaklıkların dışında mı? Hayır, bin kere hayır. Özgürlük kafalarda, yüreklerde. Nerede olursan ol. Aklın özgürse, yüreğin özgürse, özgürsün. Aklın özgür değilse, yüreğin özgür değilse, tutsaksın. Hepsi bu.”

Erdal Atabek


Felsefeyle az biraz haşır neşir olanların zihninde kalmış olmalı: Sokrates'in en önemli buyruğu “kendini bil”dir. “Kendini bilmek”, bir yerde “haddini bilmek” demek. Aynı zamanda ne bildiğini, beri yandan da (belki de asıl olarak) ne bilmediğini bilmek. Burası önemli. Çünkü ne bilmediğini bilmek insanın kendini tanımaya başlamasının ilk adımı.

Ne bilmediğini bilmek, başka insanların ne bildiğini veya bilmediğini anlamamak demek öte taraftan. Sonuçta, insan bu buyruğu yanına aldığında, hem kendini hem de başkalarını (kendi dışındakileri) anlamak için yola çıkar.

Kendini ve etrafındakileri anlamak ince bir iş. Gülten Akın, zamanında ne demişti: “Ah kimselerin vakti yok/ durup ince şeyleri anlamaya...” İnsanı anlamak da aynı incelikte. Peki, ya anlatmak? O da zaman ve emek isteyen bir şey. İnsanı anlamak zor, ama insanı insana anlatmak belki daha zor. Bu zorlu yola giren kaç kişi var çevremizde? Şöyle bir bakın, bir tanesi yıllardır size sizi; daha doğrusu bize bizi hatta bize kendimizi anlatmaya çabalıyor. Kimden mi bahsediyoruz? Erdal Atabek'ten. Yaşamöyküsüne bakmak, eserlerine ve yazılarına göz atmak bile çabalarının anlamını ortaya koyuyor.

Atabek, 1930'da Adapazarı'nda doğar. Kabataş Erkek Lisesi'ni bitirdiğinde yıl 1948'dir. Birincilikle bitirilen lisenin ardından İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne girer. Ardından tıp doktoru olarak göreve başlar. 1965'te ilk yazısı Milliyet'te yayımlanır. Atabek o yıldan bu yana pek çok görev de üstlenir: Türk Tabipleri Birliği başkanlığı, Sosyal Güvenlik Bakanlığı müsteşarlığı, Müjdat Gezen Sanat Merkezi iletişim danışmanlığı, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sosyal Psikoloji öğretim görevliliği... Tüm bu görevlerinin yanında politik duruşunun “ödülünü” 12 Eylül'de Barış Derneği davası nedeniyle yargılanarak alır ve sonra diğer tüm sanıklarla beraber beraat eder.

1966'da düzenli olarak yazmaya başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını “2000'li Yıllarda” isimli köşesinde sürdürüyor Atabek. Siyasal ve toplumsal konularla birlikte eğitim, gençlik ve kişisel gelişim gibi temalarla bireylere yol göstermeyi amaçlıyor. Değişen toplumsal yapı ve değerler içinde aile, ergen ve genç etkileşimleri alanlarına yoğunlaşan Atabek, yazı, kitap ve konuşmalarıyla değişen birey ile toplumu anlamaya ve anlatmaya çalışıyor.

SEVGİDEN VE İNSANDAN YANA OLMAK
Dedik ya anlatmak, hele insanı insana anlatmak daha zor diye; söyleyecek sözü bulunan insan olmanın da güçlükleri var. Bu, aynı zamanda bir şeylerden kaygı duymak veya rahatsız olmak demek. Elbette birilerini rahatsız etmek de...

Aslında söyleyecek sözü olmak, biraz da aydın olmanın sorumluluğunu sırtlanmak anlamına geliyor. Sesini kısmaya çalışanlara inat, konuşmak; mücadele etmek, doğru bildiğini söylemekten vazgeçmeyip insanı bağımsız birey (özne) haline getirecek yola iteklemek... Atabek'in yazı ve kitaplarını okuyup konuşmalarını dinleyenler bunlarla ne denmek istediğini hemen kavrayıverir.

Atabek'in Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık adlı kitabındaki “bize öğretilen yanlışlara karşı başkaldırmamız gerekiyor, söylenen yalanlara karşı da; duygularımızı korumak, geliştirmek ve açıklamak için daha çok başkaldırı gerekiyor” deyişi de aynı aydın sorumluluğunun doğal sonucu. Çünkü Atabek'e göre “başkaldırı insana özgü”: “Başkaldıran insan, teslim olmayan, düşünen, irdeleyen, kuşku duyan, araştıran, karşı koyan insandır.” Bunun için de “insan olma eğitimi” zorunlu. Bu eğitim, “kişiyi düşündüren, ona güç katan ve kendini öğreten; doğayı, toplumları hayatı, dünyayı öğreten eğitimdir.”

Onun çağrısı, birey olmayı kışkırtmak en arı anlatımla. İnsanı insan, bireyi birey yapan bilinci ortaya koymak; onu harekete geçirmek, değerleri kaybetmemek... Kaygısı bu. Hayatımız ve Değerlerimiz başlıklı çalışmasında o nedenle “Değerlerimiz sürekli değişir mi?”, “Değer değişimi dünyamızı nasıl değiştirir?”, “İnsanlığın kalıcı değerleri yok mudur?” gibi sorulara yoğunlaşıyor.

Sevgi ve sevmek için zar attığından olacak “Sevgiyi biliyor muyuz?” diye sorup ekliyor: “Benim olmadığı zaman da sevmeyi biliyor muyuz? Benden olmadığı, benim gibi olmadığı zaman da sevmeyi?” Sevgiden yana olmak, enikonu insana omuz vermek demek. Atabek'in “yaşamın binbir rengini istiyoruz, insan insana yaşamak istiyoruz” seslenişi de aynı yoldaşlığın ürünü.

Sevgi ve insana yoldaş olmak Atabek'i, yaşam ve dürüstlüğün sularına çekiyor. Dürüstlüğü “gerçekleri kabul etmek” diye tanımlayan Atabek'in buna düştüğü bir de dipnot var: “Dürüst olmak en başta cesur olmayı gerektirir.” Bedeli ağır bu erdemi hayatın merkezine koymak günümüzde ne kadar olası? İnsan önce kendine karşı dürüst olmaktan vazgeçerse sonrasında neler yaşanır? Özsaygı yitimiyle başlayan süreç, yaşamın ayağının kayışına kadar varır. Bunun çözümünü de sunar Atabek. Parçaları birleştirdiğinizde; yazılanları arka arkaya koyduğunuzda çözüm beliriverir: İnsan yetiştirmek... Dürüstlük Sevgili Çocuğum kitabında insan yetiştirmenin ne menem bir şey olduğunu ince ince anlatır: Yetiştirilecek insan “kendisinin, çevresinde olup bitenlerin farkında, kendisinde bu yaşananların sorumluluğunu duyan, yaşama kendi gücünü katabilen insan”dır.

Onun için insan yetiştirme sanatının yegâne amacı, kendini yöneten ve yönlendiren insana ulaşmak. Bu insan, Kendi Yurdunda Sürgünsün kitabına ismini veren yazıda betimlediği “para düzeninin sürgünü” olmayan; hepsinden öte insana insan olduğu için değer veren; onu insan olduğu için seven kişidir.

Buradan bakınca Erdal Atabek'in gençlere neden ayrı bir parantez açtığını anlamak zor değil. Kuşatılmış gençliğe neden yaşama cesareti aşılamaya gayret ettiğini kavramak da kolaylaşır. “Daha çok gençsin” sözü kulaklarda çınlarken, birden daima genç kalamadığını gören insana seslenmiş olur.

KİRLENMEYELİM
Başta gençlere ve sonra ulaşabildiği herkese “kirlenmeyin” çağrısı gönderiyor. Sözü, “insana duyarsızlaşıp” kirlenenlere getirip “böyle olmayın” diyor ve gerçeği gösteriveriyor: “Evet insan kirleniyor; duyguları, düşünceleri, umutları ve sevinçleri kirleniyor (...) Yaşama sevincimiz çıkarcılıkla kirleniyor; dünya herkesin kendi çıkarının peşinde koştuğu bir yaşama kavgasıyla kirletiliyor (...) Düşüncelerimiz şartlandırma ve baskılarla kirletiliyor; yaşama kavgasına düşürülmüş insan, günlük sorunlardan kurtulup da geniş ufuklara bakamıyor (...) Duygularımız önyargı, baskı ve korkularla kirletiliyor; günümüz insanı 'duygusal davranmakla' aşağılanıyor, duygularımızla davranmamamız gerektiği sürekli yineleniyor, duygularımıza yabancılaşıyoruz, bu duyarsızlığın adına da 'gerçekçi olmak' deniyor (...) Umutlarımız umutsuzlukla kirletiliyor; umut, boş beklentilerle karıştırılıyor, insanın yazgısını değiştirme gücü azaltılıyor, dünyayı değiştirme azmi kırılıyor (...) Mutluluk, yasak, tabu ve suçlulukla kirletiliyor; mutsuzluk kutsanıyor, insanlara başkalarının mutlu olmasından rahatsız olması gerektiği öğretiliyor (...) İnsan kirletiliyor, çevre kirliliği asıl burada...”

Atabek insan olmanın suçlanışını da tehlikeli buluyor. İnsan gibi yaşamanın “büyük bir suç” gibi algılanışını eşelerken, bir anlamda yine düzen eleştirisine yöneliyor: “Ben insanım, insan gibi yaşamak istiyorum.' Bu sadelikte bir amaç suçlanabilir mi? Evet suçlanabilir, belki de en bağışlanamaz suç budur. İçinde yaşadığımız düzen bu suçu şöyle tanımlar: Sen insansan ve insan gibi yaşamak istiyorsan, toplumun kurallarına boyun eğeceksin. Seni yaşatan emeğinse, çalışacaksın. Çok çalışacaksın, hep çalışacaksın ve sana verilene şükredeceksin. Daha iyi yaşamak istiyorsan, daha çok çalışacaksın (...) Sıkıntı mı çekiyorsun, kabahatli sensin (...) Aklını kullanamadın (...) İnsanım diyorsun ama insan gibi yaşamayı beceremedin, kabahatli sensin.”

Dile getirdiği bir tehlike daha var. Cehaletin sakıncası ya da “Tehlikeli Cehalet”: “Düşünmeye alışmamış beyinler oyalanıp gitmektedir, düşünen beyinlerin de bu durumu önlemeye gücü yetmemektedir. Tehlikeli cehalet, farkına varmadan bu tuzağın içine düşüp eğlenmektir. Bunu bilip de bilmezden gelen, görüp de çıkar sağlayanlar sonra da 'işte özgürlük budur' diyenlerse toplumun asıl belalarıdır. Bilmemiz gereken budur. Görmemiz, anlamamız gereken budur; mücadelemiz de bu olmalıdır.”

İnsanın hiçbir şeyi yoksa söyleyecek sözü olmalı. Sayfa dolsun, ağız laf yapsın diye değil, lakırdı olsun diye de. Bilgiden damıtılmış fikir burada bahsi geçen. Erdal Atabek yıllardır yazıyor, konuşuyor; bilgi ve fikirlerini paylaşıyor, uymuyor, uyarıyor; karşısındakinde bir görü yaratmak adına çabalıyor. Kısacası birden fazla söyleyecek sözü var. Zaten yıllar önce Sözüm Sanadır diyen de o değil miydi:

“Gün gelir her şey değişir; gün gelir hapisteki insan çıkar, dışarıdaki hayata karışır (...) Gün gelir suç sayılan erdem, erdem sayılan suç olur. Gün gelir içerideki dışarıda, dışarıdaki içeride olur (...) İnsanlıktan sorumluluk duyduğu, ülkesini düşündüğü için suçlanan insanı gördüm (...) Onları suçlayanların kime hizmet ettiğini gördüm (...) Düşünmen gerekiyor, yalnız kendini değil bütün insanlığı (...) Yalnız bildiğini değil, bütün bilinenleri, seçim senin, karar senin; sen ki insansın, sözüm sanadır.”

Bize düşen, kendimizi bilerek; ne bildiğimizi ve ne bilmediğimizi tartarak Erdal Atabek'in söylediklerini anlamaya çalışmak. Bir de 80. yaşını kutlamak...

(*) Cumhuriyet Kitap, 07.01.2010
ALBERT CAMUS SESLENMEYE DEVAM EDİYOR (*)
ALİ BULUNMAZ

“Bugünün zorbalıkları ne susmayı kabul ediyor ne de yansızlığı. Kendini belirtmek zorbalıktan yana ya da ona karşı olmayı gerektiriyor. Bu durumda benim söyleyeceğim şu: Ben zorbalığa karşıyım.”

“Günümüzde, yargıçlar, suçlandırılanlar ve tanıklar görülmedik bir hızla birbirine karıştı.”

“İnsanda dikkate değer olan umutsuzluk içinde olması değil, umutsuzluğu aşması ya da unutmasıdır. Bir umutsuzluk edebiyatı hiçbir zaman evrensel olmayacak. Evrensel edebiyat umutsuzlukta duramaz.”

Albert Camus


Camus, 7 Kasım 1913'te Alsace'lı yoksul bir ziraat işçisinin oğlu olarak (Cezayir’in Constantine vilayetine bağlı) Mondovi’de dünyaya gelir. Babası, 1914’te Marne Savaşı’nda aldığı yaralar sonucu ölünce, kardeşi Lucien ve Camus’ye bakabilmek için evlerde temizlik işlerinde çalışan annesi ve diğer kardeşine ek olarak, anneannesi ve felçli dayısıyla bir arada Cezayir’in işçi mahallelerinden birinde, iki odalı bir evde yaşamaya başlar.

1918 ile 1923 yılları arasında Cezayir şehrinde öğrenim gördüğü, Belcourt İlkokulu'ndaki öğretmeni Loise Germain başarısını fark ettiğinden Camus’yü Cezayir Lisesi’nin burs için açtığı sınavlara hazırlar. Kendi imkânlarıyla okuması güç olduğundan bu girişimin önemi büyüktür; zira kazandığı bursla 1923 ile 1930 yılları arasında lisede okuma fırsatını yakalar. Yaz tatillerinde çalışarak aile bütçesine katkı sağladığı lise dönemindeki en büyük tutkuları ise, “denizde kendimi yitirmez, kendimi bulurdum” dediği yüzme ve futboldur. Lise yıllarındaki kısa futbol macerasını kaleci olarak sürdüren Camus, şekillenen ahlak söylemini futbola borçlu olduğunu, uzun zaman sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide “ben ahlak ve yükümlülük üzerine bildiklerimi futbola borçluyum; topun asla beklenen köşeden gelmeyeceğini çabuk öğrendim” sözüyle ifade eder.

1930’da “Yüksek Okula Hazırlık Sınıfları”nda, kendisini önemli oranda etkileyen Jean Grenier’den felsefe dersleri alan Camus, aynı yıllarda yakalandığı verem nedeniyle hem felsefe derslerini hem de futbolu bırakıp aile evinden uzaklaşmak zorunda kalır.

1933’te ilk evliliğini yapan Camus, ertesi yıl eşinden ayrılır, hayatını kazanmak için çeşitli işlerde çalışırken, 1934’te felsefe lisansını almayı başarır. Aynı yıl Fransız Komünist Partisi’ne katılır ve Müslümanlar arasında çeşitli propaganda faaliyetleri yürütür. 1935’te Pierre Laval’ın Moskova’yı ziyaretiyle komünistlerin, Arapları dışlayıp kendi politikalarını oluşturmaları yüzünden partiden ayrılır, partiden kesin olarak kopuşu 1937'ye rastlar.

1935’te, daha sonradan “Ekip Tiyatrosu” adını alacak olan ve işçilere iyi oyunlar sunabilmeyi amaçlayan “İş Tiyatrosu”nu kurar. Aynı yıl, ilk eseri olan Tersi ve Yüzü’nü (L’Envers et L’Endroit) yazar; bu eseri ancak 1937’de basılır. Camus 1938’e değin İş Tiyatrosu’nda bazı temsillerde görev alır ve 1936’da yazdığı Avusturya’da İsyan adlı piyesi de İş Tiyatrosu’nda sahnelenir. Camus’nün tiyatro sevgisi yaşamının sonuna dek sürse de, en az ilgi gören yapıtları yine bunlardır. Tiyatro sevgisinin; bunu işçilerle bir arada yaşayışı ve onlara aktarışının gerekçesini “kendimi, yalnızca tanımak ve ‘yaşamak’ isteğini duyduğum Fransız işçilerinin yanında iyi hissediyorum, onlar benim gibi” diyerek açıklar. Yine tiyatro sevgisine yönelik olarak “neyse ki tiyatro bana yardımcı oluyor, ciddi bir şeyi alaylı biçimde anlatmak yalandan daha iyi; alaylı anlatım doğruya, sahnelediği olaydan daha yakın” açılımını yapar. Çağın parçalanmışlığının ve ölçüsüzlüğünün üstesinden gelme yolu Camus’ye göre sanattan geçer: Bu noktada sanatın birleştiriciliğine atıf yaparken; sanata değerini veren şeyin başkalarıyla paylaşılması olduğunu belirtir. Sanatın bu yönleri, Camus’nün tiyatro eserlerinde yoğun biçimde göze çarpar. Onun için tiyatro oyuncusu, yaşamın saçmalığını iyi bilen ve hayatı katlanılır hale getiren birey olduğundan; yaşama değer katan tiyatro da (insanlarla oyuncular arasında bağ kurarak), kişiyi yalnızlıktan kurtaran bir sanat etkinliği kimliğine bürünür. Bunların dışında Camus’ye göre tiyatroda ve diğer tüm sanat dallarında estetik kaygısı da hâkim olmalıdır; bu, insanı tanıma ve sevme düşüncesidir. Camus’nün savunduğu Akdeniz ruhu ya da güneş felsefesi denilen şey de, bununla aynı doğrultuda: Ona göre insan, insana ve değerlere bağlı kalmalı. Tarihle birlikte, doğa ve güzellik de bilinmelidir; “doğa ve güzellik bilmezden gelinerek bir başkaldırı hareketi geliştirmek tarihten, emeğin ve varlığın onurunu ister istemez sürgün etmek anlamına gelir. Camus, adaletsizliğin yadsınıp yadsınamayacağını sorup, bunu “evet” diye yanıtlarken; bu arada “dünyanın güzelliğinin de selamlanmaya ara verilmemesi gerektiğini bildirir.” Savunduğu Akdeniz ruhu veya güneşin felsefesi tam da bu şekilde açıklanabilir.

Yine 1935'te, Plotin ve St. Augustin üzerine hazırladığı çalışmayla (Plotin ve St. Augustin’in Eserlerinde Helenizm ve Hıristiyanlığın İlişkileri) doktoraya hazırlık diploması alır. Üniversitede öğretim üyeliği yapmasına olanak sağlayacak doçentlik sınavına aday olmuşsa da, hastalığının şiddetlenmesi nedeniyle bu girişimi sonuçsuz kalır. Sağlığının düzelmesi için, Fransız Alplerinde bir tatil yöresine gider.

“KORKU ÇAĞI”NDA FELSEFE
Camus, 1938’de İtalya, Avusturya ve Çekoslovakya’yı ziyaret eder. Cumhuriyetçi Cezayir (Alger Républicain) gazetesinde çalışmaya başlar, söyleşiler yapar, edebiyat yazıları kaleme alır, başyazarlığı üstlenir; özellikle ses getiren davalara ve söyleşilere yer verir. 1936-1937 arasında yazdığı denemeler, 1939’da Düğün (Noces) adıyla Cezayir’de basılır. 1938’de Caligula adlı oyunu yazar, ilk romanı Yabancı (L’Etranger) ve ilk felsefi denemesi olan Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisype) üzerinde düşünmeye başlar. 1939’da askere yazılmayı dener ama sağlık komisyonu tarafından bu isteği reddedilir.

Bu yıllar Camus'nün felsefi söylemini oluşturuşunu imler. Bilimin, aklın, politika ve insanın yenilgiye uğradığı yıllarda kurduğu söylemini iki döneme ayırmak mümkün: İlk döneminde, “absurde” (saçma, uyumsuz) kavramı üzerinde yoğunlaşır ve ana tema olarak da intiharı işler. İntiharın içerdiği temel çelişkileri anlatmayı görev edinir ve dünyanın saçmalığıyla intihar arasındaki ilişkiyi ya da ilişkisizliği ortaya koymaya çalışır. Düşünsel gelişiminin ikinci döneminde ise başkaldırı kavramını irdelerken, ana tema olarak da cinayeti seçer. Başkaldırı, bir anlam ve değer uğruna ise, onunla insanları ölüme götürmek Camus’ye göre büyük bir tutarsızlıktır. Başkaldırı Camus için metafizik ile tarihsel olmak üzere ikiye ayrılır ve bunlar en açık ve ayrıntılı biçimde Başkaldıran İnsan adlı eserde ele alınır. Camus’nün iki döneminin veya irdelediği kavramların ortak sonucu ölüm ise mutlak bir son ve saçma yaşantıyı ortaya çıkaran temel ilkedir. Bu felsefi söylemiyle çağını tanımlayışı ise dikkate değer:

“On yedinci yüzyıl matematik çağı, on sekizinci yüzyıl fizik çağı; yüzyılımız ise korku çağıdır. Diyeceksiniz ki korku bir bilim değildir. Ama bu korkuda bilimin payı var. Çünkü kuramsal alandaki son gelişmeleri onu kendi kendini yadsımaya götürdü; pratik alandaki gelişmeleri ise, bütün dünyayı yok edebilecek duruma getirdi. Üstelik, korku bir bilim sayılmasa bile, onun bir teknik olduğu su götürmez (…) İnsanlar arasındaki sürüp gelen uzun diyalog bitti. İnandırılamayan bir adamdan elbette korkulur.”

Camus 1941’de Cezayir’in Oran kentine gider ve burada öğretmenlik yapmaya başlar. 1941 Şubat'ında Sisifos Söyleni’ni bitirir; iki önemli eseri Yabancı ve Sisifos Söyleni, 1942’de yayımlanır. “Absurde”ün neliğine ilişkin belirlemelerini çoğunlukla Sisifos Söyleni'nde ortaya koyan Camus, önsözde “absurde” ile ilgili bir felsefe geliştirmediğini, aksine onu betimlediğini söyler. Sisifos Söyleni “absurde” ile ilgili bir kitap olmakla birlikte Camus burada, bir “felsefe” yaratmaya çabalamadığını belirtir, dünyanın “absurde”lüğünün; uyumsuzluğunun veya saçmalığının “nerede olduğunu” sorar. Ona göre saçmalık ya da uyumsuzluk “her sokağın dönemecinde her adamın yüzüne çarpabilir.” Dolayısıyla “absurde” her an her yerdedir; insanın yaşam ve varoluşu onu zorunlu kıldığından Camus, başta Sisifos Söyleni olmak üzere eserlerinde, insanın durumunu olduğu gibi gözler önüne sermeye gayret eder. Buradaki “absurde” anlatımı, Yabancı'nın kahramanı Meursault'yla ete kemiğe bürünür.

Yabancı ve Sisifos Söyleni yayımlanmadan önce verem krizi nedeniyle Fransa’ya döner. 1943’te “Combat” diye bilinen ve aynı adla bir yeraltı gazetesi çıkaran direniş grubuna katılır, beri yandan Gallimard Yayınevi’nde metin okuyucusu olarak çalışmaya başlar. 1943’ün sonlarına doğru Combat’ın yazı işleri müdürü olur. Aynı yıl, dört mektuptan oluşan Bir Alman Dosta Mektuplar'ın (Letters a ami allemand) ilk ikisini yazar; diğer iki mektubu ise 1944’te kaleme alır. Sartre ile tanışması da bu yıla rastlar ve dostlukları 1951’de Camus’nün Başkaldıran İnsan (L’Homme Revolté) adlı yapıtının yayımlanmasına kadar sürer. Camus ve Sartre, ilk önemli kitapları yayımlanınca birbirini keşfeder. 1944’teki tanışmayı tetikleyen en somut olay, Sartre’ın Şubat 1943’te Camus’nün Yabancı romanıyla ilgili “Yabancı’nın Açıklanması” adlı bir yazı kaleme almasıdır. Bu yazıda Sartre, Yabancı’yı “absurde”e yönelik “yazılmış bir başyapıt” olarak niteler. Camus de Sartre’ın kitaplarıyla ilgili olumlu eleştiriler kaleme alır. 1944’te tanışmalarıyla yeşeren dostluk, Soğuk Savaş’ın ağırlığını hissettirdiği 1950’lerin başında tökezler. Asıl fırtına ise Camus’nün 1951’de yayımlanan Başkaldıran İnsan adlı yapıtıyla kopar. 1952’de Sartre’ın bu kitaba karşı eleştirilerini sertleştirmesi ve Camus’nün komünizm yergisi, dostluğu bozan en önemli gelişmelerdir. Camus, komünizmi eleştirir, onun yerine “devrimci sendikalizmi” önerir ve Sartre’ın, “varoluşçuluğu Marksizmin kölesi haline getirdiğini” vurgularken temel dayanağı, varoluşçuluğun insanın özgürlüğü savıyla ortaya çıkmasıyla Marksizmin tarihsel gereklilik görüşünün çeliştiğini öne sürmesidir: Ona göre bir özgürlük felsefesi olan varoluşçuluk “gereklilikle bütünleşip Stalinizmin suç ortağı haline gelir.” Sartre ise bu eleştiriye “anti-komünizm, kişisel sorumluluklardan kaçma ve değişen dünyaya ayak uyduramamadır” diyerek yanıt verir. Sartre’a göre Sovyetler’deki kimi baskılarına rağmen komünizm, Fransa’da işçilerin biricik umudu ve siyasi ifade tarzıdır.

DİRENİŞ VE BAŞKALDIRI
1946’nın ilkbaharında ABD yolculuğunu gerçekleştiren Camus, hemen bir yıl sonra Combat’ın sahibinin ve politik çizgisinin değişmesi üzerine bu gazeteden ayrılır; öte yandan hem eleştirmenler ödülünü alır hem de Veba'yı (La Peste) yayımlar. Veba, başkaldırı felsefesinin perdesini açan eserdir. Romanda, Rieux ile arkadaşlarının salgınla mücadele ederken “yazgılarına” başkaldırısı ve (Camus'nün yaşamında çok büyük yer kaplayan) direniş anlatılır. Kahramanların, hastalığın kendilerini etkileyebileceğini ve hastalık yenilmiş görünse de bir gün bir yerde yeniden ortaya çıkabileceğini bile bile vebayla baş etmeye çalışmaları, yaşama tutunuşu simgeler.

Camus 1948’de totaliter devletlerin kurbanlarının yakınları ve mağdurlarına yardım amaçlı bir dernek kurar ve aynı yıl Sıkıyönetim adlı piyesi okurla buluşur. 1949 yazını Güney Amerika’da geçirir ve hastalığı burada yeniden ortaya çıkar. 1950’de Doğrular (Justes) adlı piyesi ve 1951’de üzerinde çalışmaya bir yıl önce başladığı Başkaldıran İnsan yayımlanır; her ikisi de siyasal şiddetin eleştirisine yönelik eserlerdir. Franco’nun yönetimindeki İspanya’nın UNESCO’ya kabul edilmesi üzerine Camus, 1952’de bu kurumdaki görevinden ayrılır.

1954’te Cezayir Savaşı başlar ve savaşın ilk günlerinde Camus’nün Yaz (L’élé) isimli eseri okuyucuyla buluşur. Camus-Sartre ilişkisinin kopuşunu hızlandıran bir diğer olay da Cezayir'de yaşananlardır. Bu savaş, Camus’nün doğup büyüdüğü coğrafya ile ilgili kaygı ve görüşlerini dile getirdiği ama Cezayir’deki Fransız egemenliğinden de vazgeçmeme eğiliminde olduğunu gösteren bir turnusol kâğıdıdır. Barıştan, şiddetin son bulmasından bahsetmekle birlikte, Fransız egemenliğini savunması, bir bakıma Camus’nün o güne kadarki en önemli çelişkilerinden birini oluşturur. Camus’nün, Cezayir’i Sartre’dan daha iyi bildiği bir gerçek; fakat Sartre, Camus’ye oranla bu konuda ileriyi daha net görür. Sartre, 1950 ve 60’ların Fransası'nda Cezayir için bağımsızlığı savunan söylemler geliştirir. Bunun yanında, dünyada o zamana değin uygulanmamış “çeşitlilikte” işkencenin sonlandırılması amacıyla sesini de yükseltir. Hatta Sartre, Camus’yü onun sözcükleriyle eleştirerek, Cezayir’de yaşanan katliamları bir ölçüde “anlamlı” bulan eski dostunu “cellatsınız” diyerek kendince yargılar.

Camus, 1955’te Yunanistan’a gider, Dino Buzatti’nin Klinik Bir Vaka (Un caso clinico) adlı yapıtını tiyatroya uyarlar. 1956’da, son romanı olan Düşüş (La Chute) yayımlanır. Camus’nün bunlara ek olarak hayattayken yayımlatma imkânı bulamadığı Mutlu Ölüm (Le Mort heureuse) adlı bir romanı; yine Sürgün ve Krallık [L’Exil et le royaune](1957), Giyotin Üzerine, Defterler (I) [Carnets] 1935-1942 (1962), Defterler (II) 1942-1951 (1964), Defterler (III) 1951-1959 (1966), Yolculuk Günlükleri (Journaux de voyage) adlı yapıtları da bulunur.

Camus, 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır. Ödülü kazandığını öğrendiği gün (17 Ekim 1957), defterine “Nobel, tuhaf bunalma ve melankoli hissi; yirmi yaşında yoksul ve çıplak, gerçek zaferi tanıdım” sözlerini düşer. Ölümünden hemen önce (1959’da), Dostoyevski’nin Ecinniler’ini tiyatroya uyarlar.

“İSTEDİĞİM, KİMSENİN HUZURUNU BOZMAYACAK SESSİZ BİR ÖLÜM”
Camus'nün tüm yaşamı “absurde” ve onunla başa çıkmak üzere geliştirdiği başkaldırı felsefesini işleyerek geçer. Çünkü o, eylemlere sonradan bir değer yüklenişini çağının başlıca sorunu sayar. Hayranlık duyduğu Eski Yunan'da ise eylem sınırlanarak gerçekleştirilir; yani eylemde ölçü olarak usun sınırları esas alınır. Yirminci yüzyıldan itibaren bu tersine döner, eylemlerin sınırsızlığı ve ölçüsüzlüğü merkeze yerleştirilir; Yunan dünyasında hayat bulan eylemlerin sınırlarını belirleme anlayışı artık terk edilmiştir. Bu yüzden “absurde”ü hem yaşatmak hem de hayat içinde onun üstesinden gelerek yaşamı ve değerleri savunmak adına bir başkaldırı felsefesi ortaya koyar. Onun için başkaldırı, yaşamı aşan ya da yaşamı tüketen; şiddeti yaşamın orta yerine koyan bir gerçek değil, tam tersine değerlerin yanında olan bir çabadır. Buradan hareketle Camus'nün, gününün gerçeklerinin farkında, çağının tanığı bir yazar ve düşünür olduğunu söylemek mümkün.

Camus 4 Ocak 1960 günü Sens yakınlarında geçirdiği trafik kazası sonucu, yayıncısı Gallimard’la birlikte hayatını kaybeder. Yıllar önce, ölümünün kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde gerçekleşmesini istemiş ve “bugün en derinden arzu ettiğim şey, sevdiğim insanların huzurunu bozmayacak, sessiz bir ölümdür” demiştir. Oysa ölümü, başta Avrupa olmak üzere, tüm dünyada yankı uyandırır. Kaza günü çantasında bir romanın notları bulunur. Bu roman, kendi yaşantısıyla, ailesi ve çevresiyle ilgili bilgileri de içerir; sonlanmamış bu çalışma, ileriki yıllarda İlk Adam (Le premier homme) adıyla yayımlanır. Kitap, okuyucuyla buluştuğu 1994'ün en çok ses getiren edebiyat olayı olur.

Yarım kalması, Camus’nün yaşamına dair çarpıcı bilgiler sunması, gençliği ve aile çevresiyle ilgili yalın ama bir o kadar da yoğun belirlemeleri içinde barındırışı, İlk Adam’ın ilgi görmesinin başlıca nedenleridir. Ama asıl önemi “absurde”ü ve ona neden başkaldırılması gerektiğini anlatan şu sözlerde aranmalı: “(…) Taşta babasının doğum tarihini bu sırada okudu, bu tarihi bilmediğini de böylece ayrımsadı. Sonra iki tarihi okudu, 1885-1914 ve kendiliğinden bir hesap yaptı: Yirmi dokuz. Birden bir düşünce takıldı kafasına, bedeninde bile sarstı onu. Kırk yaşındaydı. Bu taşın altında yatan ve babası olmuş olan adam kendisinden daha gençti. Ve bir anda yüreğini dolduruveren sevgi ve acıma dalgası, oğlu ölmüş babanın anısına doğru götüren ruh devinimi değil; olgun bir adamın haksız olarak katledilmiş çocuk karşısında duyduğu çalkantılı acımaydı. Burada bir şeyler doğal düzene uymuyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse, düzen diye bir şey yoktu, oğlun babadan daha yaşlı olduğu yerde çılgınlık ve kargaşa vardı yalnızca.” Bugün de olduğu gibi...

(*) Cumhuriyet Kitap, 07.01.2010

7 Ocak 2010 Perşembe

KENDİNİ ANLATAN YOL HİKÂYELERİ (*)
ALİ BULUNMAZ

Hiçbir yol ya da yolculuk, yola çıkmadan yazılamaz. Yol çağırırsa gitmek gerekir. Sonunda notlar, yazı ve izlenimlerin toplamı çıkmalar gelirse ne âlâ. Yolculuk sabırla, adım adım gerçekleşen bir şeyse, onu kaleme almak da aynı oranda hatta belki biraz daha fazla sabır gerektiriyor.

Münir Göle, Yol Durumu isimli kitabına önsöz niyetine yazdığı “Yolağazı”nda “her gittiğim yerden anlatı çıkaracağım diye zorlamadım kendimi, anlatı çıkan yerleri bu kitaba almakla yetindim” diyor. Burada bir belirleme daha var:

“Yabancı bir yerde olmak, yolcunun kendi içindeki yabancılaşmayı harekete geçirir çoğu kez (...) Yalnız kalmaya ihtiyacı vardır. Dışarıdan düşleri, düşünceleri, duyguları, duyumları topluyordur; içerilerde bir yer arıyordur, o yerin olmadığını bilse bile. Yalnız kalmaya ihtiyacı vardır, yol sonuna kadar.” Yalnız da olsa kimi zaman yanında bitiveren bir yol arkadaşı da bulunsa, Göle, yola çağırıyor; “her yol sizi bekliyor” diyor.

KUYTUDAKİ HAYALET KIPIRDANINCA
Doğum sancıları süren bir romana esin kaynağı olan ve Johannes Vermeer'in hayata merhaba dediği kente uğruyor Göle. Dolayısıyla, eğer sıralı şekilde ilerleyecekse okur, onun ilk durağı Delft.

Kentin sokaklarını adımlamak, aynı zamanda Vermeer'in hayatını eşelemek anlamına da geliyor. Ailesini, arkadaşları, yakınları ve çalışma ortamını... Daha önemlisi Vermeer'in resimlerinin arkaplanına da el uzatıyorsunuz Göle aracılığıyla.

Bir sonraki durak “gerçeğin, düşselin uzantısı olduğu” İrlanda. Göle'nin yanında bu kez kızı ve onunla paylaşamadığı bir öykü var. Anne Bonney'in hikâyesi. Ünlü bir öykü, adı da “Üç Gümüş Kaşık.” Baba-kız gezilen İrlanda'da ikiliye eşlik ediyor öykü. Göle'nin yazılarında yalnızca anlatmış olmak adına anlatımlar yer almıyor. “Gidin, görün” biçemi de değil bu. Aktardıkları, önemli gördüğü; kendini anlatan hikâyeler aslında.

Endülüs'e uzanış ise tarih kokuyor. Tarık bin Ziyad'dan fethe, köle pazarlarından aşka kadar tarih sayfalarında geziniyor okur. İsveç sehayatinde, Dalarö'yü adımlayışı ona şöyle yazdırıyor: “Dış dünyaya olan ilgimi askıya almak, duyarlığımı yitirmek, derin bir acıyı iliklerime dek yayarak uyuşturmak, her türlü eylemden uzak durmak, kendimi yitirmek, geçici bir hiçliğe demir atmak arzusunu taşıyorum” (s. 30).

Her yeni yolculuk ve onun anlatımı, derinliği olan sözler içeriyor. İtalya'nın Vicenza kentinin mimarı Palladio'nun konu edildiği gezide olduğu gibi: “Her yolcu kendi kuytusundaki bir hayaletin peşi sıra düşer yola.”

Göle'nin en ilginç anlatılarından biri Brezilya'daki küçük balıkçı köyüne gidişiyle ilgili. Yıllardır önyargıyla bu ülkeye uğramayı reddeden gezgin, farklı ve klişeden uzak bir tutamak bulduğunda hemen bavulunu hazırlıyor. Yağmur ormanlarının orta yerinde ücra bir otelde konaklayıp değişik bir şey deneyimliyor.

Bununla da kalmayıp kimi tanıdıklarına burayı önerişinden keyifli bir hikâye daha doğuyor. Ayrıntıları anlatmak yersiz ama Brezilya gezisine dair öykü bittiğinde şu soruyu sorabiliyorsunuz kendinize: Burada tatil yapmak ister miyim?

DÖNÜŞÜ OLAN YOLLAR
“Patagonya”yı çoğu zaman uzaklık ve ıssızlıkla eşleştirip, işin içine biraz da ironi katıp kullanıyoruz. Ama orası da dünyada bir parça, ayrıksı belki fakat yeryüzünden ayrı değil. Kim gitmek ister Patagonya'ya? Kâşif, araştırmacı ya da çevreci? Peki, ya gezgin veya meraklılar? Göle, ikinci gruptan ve Patagonya'nın ona çağrıştırdıkları da okunası:

“Yer değiştirenlerin kimi iz bırakmaya kimi iz silmeye çalışır. İzlerin ötesinde, çok daha geniş bir zaman ve mekânın ortasında, zamansızlığın, mekânsızlığın ve ait olmamanın özgürlük duygusu var Patagonya'da. Kimini kaçıran, kimini çeken ama herkesin içinde kesin, silinmez bir biçimde yer eden bu duygu, her kişinin kendi derinliklerindeki bir iç gerçeğe karşılık geliyor kuşkusuz. Bu iç gerçeğin ne olduğu, nasıl yaşandığı, benzerliği ya da farklılığı değil önemli olan. Bir sonsuzluğun başlangıcı olmasında kilitleniyor her şey” (s. 62).

Honduras da Patagonya'ya benziyor. Benzerliği yaratan, adının bile pek çok insan tarafından bilinmemesi ve haritayla buluşan elin ne yöne gideceğini şaşırması belki de. Ama Göle için Honduras, kaçış hali anlamına bürünüyor.

Kitapta soluk alıp veren hemen her yol hikâyesinde olduğu gibi tarihiyle, geçmiş ve hissettirdikleriyle Honduras da özel bir coğrafya Göle için. Genel anlamda Latin Amerika'nın, yazarı çeken bir yanı var. Gerisi için sözü Göle'ye bırakmak en iyisi: “Kimi coğrafyalar vardır, kişinin kendi doğup büyüdüğü topraklardan çok uzak olmalarına, daha ötesi kültürel kimliğine bütünüyle ters düşmelerine karşın, o kişiyi kendine çeker, çağırır. Bunu basit bir kopma, uzaklaşma, pusulayı yitirme arzusuyla açıklamanın yetersiz olduğuna inanıyorum. Latin Amerika benim için böylesi bir çekimin kaynağı oldu, küçüklüğümden beri.”

Kitapta yolculuklar çıkıyor karşımıza, yollar, kişiler, mekânlar. Ama Göle'ninki korsanların, dönüşü olmayan yolculuklarına benzemiyor. Korsanların geçmişini eşelerken değindikleriyle, hem zihinlere önemli bilgiler kazıyor hem de yolculuğun ya da gezginliğin felsefi ve tarihsel anlatımına yeni bir sayfa ekliyor.

Korsan ona göre “denizin üzerinde devinirken zamansızlığa demir atıyor, nereye gittiğini bilmiyor, amacı yok; onun öyküsü toprağın altında veya denizin dibinde sonlanıyor; mirasını bırakacağı kimse olmadığından, hem geçmişle hem de gelecekle arası iyi değil.”

Denizlerden Kıta Avrupasına geçiş yapılınca, yeraltının yerüstünden daha geniş olduğu Prag'a uğruyor gezginimiz. Şatolar, kale ve köprülerle çevrelenmiş kente dair hikâyeleri uzun uzun anlatıyor Göle. Bu arada Prag'ın kelime anlamını da öğreniveriyoruz. Prag, su kıyısına kurulan, yaşam ve ölüm arasında gelgitlerle dolu bir kent olmuş tarihte. Kısacası burası ve ötesi arasında bir “eşik.”

Göle'nin yaşadığı ülke İsviçre için sürpriz bir ifadesi var: “Burada hayat yok.” “Hayat”tan kastettiği, alaysı biçimde vurguladığı karmaşa; kuralsızlık ve belki de kural tanımazlık hafiften. Tekdüze, sıradan ve yarın öbür gün ne olacağını bilerek ya da büyük oranda tahmin ederek yaşamak... Cenevre'den söz açınca kentin “iç dengeyi sağlama” özelliği giriyor devreye Göle'ye göre.

Kendisinden yola çıkıp, “yerleşik yabancı” kavramını da kurcalıyor: “Yerleşik yabancı, bir yandan turist gibi bulunduğu yerin güzellik ya da çirkinliklerini bir mesafeden izler, öte yandan o yeri iyi tanımanın, dilini konuşup âdetlerini bilmenin keyfini sürer. Bu sayede, kişi o yerin içine özgürce dalabilir, içeri kayabilir, orada saklanabilir, kaybolabilir, yok olabilir” (s. 108). En sonda mezarlık ziyaretleri, ölüm ve yolculuk arasında kurulan bağlantı “gitmek ölmektir biraz, ölmek de gitmek” cümlesiyle kitabı bitiriyor.

Münir Göle, Yol Durumu'nda yalnızca yol hikâyeleri anlatmıyor. Bunun ötesinde, gittiği yerlerden damıttığı ve anlatmaya değer öyküleri paylaşıyor bizlerle. Kısacası “anlatılacak bir şey yoksa yolda, anlatmam” diyor. Şişkin, balonlara bindirilmiş metinler yazmam demeye getiriyor. Dikkat çeken bir başka şey, her anlatının fotoğraflarla beslenmesi. Üstelik hepsi de Göle'nin objektifinden çıkma.

Yol Durumu, yolculuğun kendisi üzerine bir kitap diğer yönüyle. Gezilen yerlerin tarihi, bugünü, edebi, sanatsal ve düşünsel kimliğinin yanı sıra seyahat eylemini, yolcu ile turist arasındaki ayrımı da belirginleştiren bir niteliğe sahip.

Çoğu zaman sorduğumuz bir soruyu da yanıtlıyor beri taraftan: Nasıl başlar yolculuk? Onu tetikleyen ne? Kitabın başlarındaki ifade, yolculuğu kışkırtan her şeyi ortaya koyuyor: “Her yolun başında önce arzu vardır. Arzu, gidilecek yere yöneltilir ama öncelik arzunun kendisindedir. Arzu harekete geçirir, yer ve hedef belirler, tek amacı doyuma ulaşmaktır. Arzu iyice yerleştikten sonra yola çıkılır. Arzu aradıklarını istediklerini bulur çıkarır yol boyunca; kendi sahnelerini yaratır, ayin alanlarını seçer, oyun sahaları, zevk mekânları bulur. Arzu, yol boyunca tek başınadır, kendisinden başkasını düşünemeyecek kadar bencildir, yanındakilere aldırmaz, yolunu sürer” (s. 32). Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere Yol Durumu, yolculuğun felsefi anlatımı bir yerde. Yani Münir Göle yazdıklarıyla, yolculuğun felsefesine veya düşünsel yönüne de yelken açıyor.

Yol Durumu/ Münir Göle/ Yapı Kredi Yayınları/ 120 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 31.12.2009