22 Ekim 2010 Cuma

YERALTINDAN AŞK NOTLARI (*)
ALİ BULUNMAZ

2010'u “Beat Kuşağı Yılı” ilan etsek yeri. Elli seneyi deviren bu çılgın adamların patavatsız ve bir o kadar da önemli eserleri tekrar yayımlanınca Beatseverler heyecanlandı. Bir bakıma gözümüzün ve ruhumuzun pası gitti.

Dünyanın dört yanında Beat Kuşağı için etkinlikler düzenlendi, hâlâ da düzenleniyor. Evrene iki ters bir düz bakan bu kuşağın dünyaya kattığı çok şey var gerçekten. En başta zehir gibi zihinleriyle olup bitene, yani düzene çomak sokan adamlar bunlar. Kafaları dumanlı da olsa, yazar, tartışır ve elbette eleştirirken her şey billur.

İktidarını sağdan sola, soldan sağa savuranlara karşı edebiyat kılıcını çeken bir grup samuray var karşımızda. Elli yıl önce böyleydi, toprakları bol olsun, eserleriyle var olduklarından bugün de böyle.

Bazen sıfır hareketle yerlerine çakılmayı seçiyor Beat Kuşağı. Ama en azından zihinsel anlamda dur durak bilmiyorlar. Yolculuğun nefeslerini açtığı yadsınamaz. Beat'in kült romanı niteliğindeki Keruoac'ın Yolda'sı, bilmemkaç kez düzeltildikten sonra yayımlansa da, seyahatten vazgeçmiyorlar. Yolda, ne kadar uzun zaman sümen altında bırakılmışsa yine Keruoac'ın yazdığı Yeraltı Sakinleri'nin de ilginç bir tarafı var. Kafası atan yazarımız romanını üç gün üç gecede tamamlayıp fırlatıveriyor. Romanın ortaya çıkış öyküsü, tahmin edilebileceği gibi bir taşma sonrası gelen yazma histerisine benziyor.

Lafı uzatmayalım, Keruoac'ın hızla kaleme aldığı Yeraltı Sakinleri, onun yoldaki aşk durağı şeklinde ifade edilebilir. Yine alkol, uyuşturucu ve müzik ön planda ama roman da ortada. Kimsenin kimseye kızamayacağı Beat işlerinden biri kısacası.

HIMBIL EDEBİYAT ORTAMININ ÇIKINTI ÇOCUKLARI
Süratle akan bir trafikte ters yönden gözünüzün içine baka baka size doğru gelen bir araçla karşılaşsanız ne yapardınız? Başta Keruoac, Burroughs ve Ginsberg olmak üzere, Beat Kuşağı'nın temsilcileri, o aracın sürücü koltuğunda oturuyor. İyi de yapmışlar aslında, çünkü edebiyatın hımbıllaşmaya başladığı bir zamanda gıldırgıcık işler ve nokta eleştirilerle ortalığı sallamışlar.

Beat Kuşağı temsilcilerini birbirinden pek ayırmamak gerek. Ne de olsa aynı yöne giden, farklı şeyler yazan ama özde birleşen bir topluluk bu. Gelgelelim isimler de önemli. Mesela Keruoac; bu yazının konusu ya da izleği Yeraltı Sakinleri, Keruoac'ın kısa yaşamında kült romanları ve eylemleri arasına sıkışmış, tez zamanda yazılıp bitirilmiş, türünün ele avuca sığmaz örneklerinden. İnsan, yitirdiği aşkın ardından oturup, hiç durmadan üç gün boyunca bir kitap yazar mı? Huzursuz adam yazmış. Kafa ütülemek yerine kafa patlatan satırlar içindeyiz yine, kutlu olsun.

Keruoac'ın, çıkıntılık kokan Yeraltı Sakinleri'nde, hızla ve uzun uzun anlattığı aşk hikâyesi, Finn Macposippy'nin “ilişki kurmaktan hoşlanmadığını” beyan eden Mardou'ya dair heyecanı bir bakıma: “Girmek istediğim yer onun küçük yüzüydü ve girdim.”

Yeraltı Sakinleri'nde Macposippy, güzellemeyle yola koyuluyor; Mardou'yu resmederken heyecanla döktürüyor. Güzellemenin yanı sıra, Beat Kuşağı'nın tüm üyelerinin vazgeçemediği en bilindik şey çıkıyor karşımıza; varoluşçuluk. Bu kitapta da Keruoac'ın anlatımına en hâkim öğelerin başında.

Öte yandan Mardou'ya duyduğu hislerle hikâyenin başkahramanı şeklinde konumlanan Macposippy, kimi zaman kendine fazlasıyla güvenen, arada özgüvenini kaybeden; “utanç cesaretin anahtarı” diyerek harekete geçen, ardından köşesine çekilen, gelgitlerle dolu bir kişiliğe bürünüyor. Ağzını bozuyor bazen, sonra “Ben ne yaptım?” dercesine kendine dönüyor. Anlatımın hızıyla eşdeğer şekilde duyguları değişiyor.

Ama Mardou için hissettikleri onu coşturmaya yetiyor, Allen Ginsberg'in “akıl delirdi” deyişini doğrulayan bir hale geliyor: “(...) Mardou, Telegraph Hill'in kenar mahallesinde gri çarşaflı bir yatakta küçük kahverengi bir beden, gecenin tarihinde koca bir figür, evet ama pek çoklarından da biri yalnızca, Eser'in aseksüelliği, ritmik düzende tek bir devasa başmelek kitabına doluşmuş büyük sözcüklerin görüleri beynimden kükreyerek geçerken biranın midemin derinliklerine kattığı beklenmedik neşe...”

Anlatıcı Macposippy'nin kafasını kurcalayan kuşkular giriyor devreye bir zaman sonra. Örneğin Mardou'nun savsaklığı, ne kadar kuşku sayılır ve ne derece doğru bir yaklaşımdır bilinmez ama onun negro oluşu, arada sırada Macposippy'nin zihnini bulandırıyor; hem aşkını hem de Mardou'yu anlamak istiyor.

Mardou'nun delirme korkusu beliriyor zaman geçtikçe, daha doğrusu Macposippy bunu keşfediyor. Bunun başına gelmemesi adına içten içe çok güçlü bir endişe taşıyor. Belki de Mardou ile Macposippy arasındaki ilişkinin dalgalı oluşunun önemli nedenlerinden biri bu, Mardou'yu gizemli, çekici ama kendisinden kuşkulanılan birine dönüştüren de... Dolayısıyla ikisi arasındaki mesafe açılıp kapanıyor sürekli.

Kitaptaki anlatımdan, ikilinin fırtınalı bir dünya kurduğu şüphe götürmüyor: “(...) Sarhoş bir halde Mardou'yla yatmış ve tüm kâbusların en kötüsünü görmüştüm: Herkes, bütün dünya yatağımızın çevresindeydi, biz orada yatıyorduk ve her şey olup bitiyordu.”

DUR DURAKSIZ İLİŞKİ

Macposippy'nin, Mardou söz konusu olduğunda gittikçe kıskançlaştığını; hatta bunu abartıp, gördüğü rüyalarda bile son derece kıskanç bir adam kimliği kazandığını fark edebiliyoruz. Akla şu soru düşüyor: Acaba Macposippy, Mardou'ya tam anlamıyla ulaşamadığı için mi kıskançlaşıyor? Belki bu sorunun çözümü için ipucunu Mardou'nun “ilişki kurmaktan hoşlanmıyorum” şeklinde çizdiği sınırda aramalı ya da Macposippy'yi yavaş yavaş reddetmeye başlamasında.

Çılgınca bir aşk sürerken, ilişkinin neredeyse durağanlığı yok. Zaman zaman bunalsalar da hemen ritim yükseliyor, melodi caza evrilip inanılmaz geçişlere sahne oluyor ve akıcılığa ulaşıyor. Biraz tuhaf, hastalıklı bir durum bu; ilişkinin geldiği nokta böyle açıklanabilir elbette.

Zaten Macposippy durumun farkında: “Koca bir liste dolusu kötü zamanım var, ki iyi zamanları yaratanlar da bunlar; ona iyi davrandığım ve olmam gerektiği gibi olduğum zamanlar, durumu daha da hastalıklı kılıyor.”

Hastalıklı durumun artması, Macposippy'nin Mardou'yla ilgili gördüğü rüyalara inanmaya başladığı zamana denk düşüyor. Özgüven eksikliğine eklenen kıskançlık krizleri, her şeyi altüst edecek noktaya ulaşıyor.

Keruoac, Mardou ve Macposippy'nin hararetli ilişkisinin etrafına yeraltının fiyakalı tiplerini döşemiş. Her biri kendi çapında ve cemiyetinde bir bilge sayılabilir. Olaylara, başlarına gelenlere ve başkalarının yaşadıklarına ilginç teşhisler koyan; hem bar kelebeği hem de gün görmüş kişiler bunlar.

YAN YANA AMA AYRI
Tüm ayrıntılar dikkatle okunursa, ikili arasında gizliden gizliye süren; Macposippy tarafından açılan bir savaş sezilebilir. Mardou devamlı kaçan, daha doğrusu ne aradığından emin olduğundan, aradığı şeyin kendisini seven adamda bulunmadığını bilen ve kendisiyle neredeyse hiç çelişmeyen bir karakter.

Macposippy ise bir erkeğin düşebileceği her türlü yanlışa düşen bir kişilik olarak karşımızda. Buna eklenen aşırı kuşatıcı yapısı, içinden çıkılamaz bir ilişkinin kapısını aralıyor. Yaşanan şeye ilişki demek de güçleşiyor böylece; iki farklı dünya çıkıyor kavşakta önümüze: Bir kadın, bağımsızlık peşinde koşan, özgürlüğün tadını duyumsamış; bir erkek, kuşku, kıskançlık, özgüvensizlik ve patavatsızlık çemberinde sıkışıp kalmış. Fonda Beat dekoru; karanlık, ruhu açığa çıkaran melodiler, barlar, arka sokaklar, uyuşturucu, alkol ve yeraltının birbirinden özgün tipleri...

Yeraltı Sakinleri, Keruoac'ın Beat Kuşağı biçemiyle kaleme aldığı sıra dışı bir roman. İki bölümden oluşan; ilk bölümde Mardou ile Macposippy aşkını adeta güzelleme şeklinde anlatan, ikinci bölümde ise farklı yollara savrulmaya yüz tutmuş iki kişinin hikâyesine dönüşen bir kitap.

Eserde kendisiyle çelişmeyen bir Mardou var: Bir ilişki içine girmekten kaçınan; kendini frenleyen Mardou, sonunda “ben bağımsız olmak istiyorum” diyerek konuyu kesin şekilde kapatıyor. Macposippy'ye de evine dönüp romanı yazmak kalıyor. Yoksa Keruoac'a mı demeliydik?..

Yeraltı Sakinleri/ Jack Keruoac/ Çeviren: Zeynep Demirsü/ Ayrıntı Yayınları/ 152 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 21.10.2010

15 Ekim 2010 Cuma

KABUĞUNU KIRMAYA ÇALIŞAN BİR KADIN (*)
ALİ BULUNMAZ

Son romanlar, daha doğrusu bitmemiş eserler, hem okuyucunun hem de edebiyat tarihçilerinin özel ilgisiyle karşılaştı, karşılaşmaya da devam ediyor. Bunlardan bazıları hiç tamamlanmadan bırakıldı bazıları da kimi zaman o yazarın yakınları kimi zaman ise yayımcılar tarafından bitirildi.

Elbette yazar dışında bütünlenen eserlerin ne kadar o yazara ait olduğu tartışılabilir, tartışılmalıdır. Zweig’ın kaleme aldığı Clarissa da yayıncısı Knut Beck tarafından, taslağın 1981’de ortaya çıkışından sonra tamamlanmış. Dolayısıyla son noktayı Zweig’ın koymaması belli başlı şüpheleri; Clarissa’nın Zweig’ı -en azından bir bütün olarak- ne ölçüde yansıttığına dair kuşkuları da beraberinde getiriyor. Ancak nereden bakılırsa bakılsın roman, yayıncısı tarafından bitirilmiş de olsa, Zweig imzası taşıyor. Bu nedenle Clarissa’yı bir Zweig romanı biçiminde ele almak zorundayız.

KURGULANAN HAYAT
Clarissa, her ne kadar roman olarak yayımlanıp okura sunulsa da bir taslak. Romanları, yaşamı, işlediği konular, göçü ve dünyadan ayrılışıyla hep bir şekilde ilgi çeken Zweig, Clarissa isimli roman taslağıyla yeniden gündemde. Kısacası hiç ölmeyen bir yazar.

Onu ölümsüz kılan başlıca şey olan gözlem ve analiz, romana adını veren ve bir subay kızı olan Clarissa’nın hayatının çerçevesini çizerken yine karşımıza çıkıyor. Clarissa Schuhmeister’in düzenli ve dakik hayatını ya da kendisinden beklenenin bu olduğunu anlatırken Zweig, gözlem ve analize dayanan biçemini kullanıyor. Özetle Clarissa, kendisi için çizilen rotaya uymaya zorlanıyor sanki.

Zweig, tarihlerle ve önemli olayların işaretlendiği bir günlük gibi kurgulamış romanı. Clarissa’yı adım adım takip eden okur, onun hayatının dönüm noktalarını da keşfediyor. Babasının ordudan uzaklaştırılması, insanlara hizmet etmenin ona mutluluk verdiğini bilen ve böylece kendisini daha huzurlu hisseden Clarissa’nın meslek seçimi konusunda bir karar vermek zorunda kalması gibi olayları tarih sırasına göre ilerleyen taslakta bulmak mümkün.

Tabii Clarissa’nın hayatı akıp gider, Zweig bunu yıl yıl bize aktarırken havada savaş kokusu yoğunlaşmaya devam eder. Clarissa bu ortamda özgürlüğün önemini bilir ve dilinden şu cümleler dökülür:

“İnsan neyi feda ediyor ki? Kendini. Yani, insan daha iyi bir şey yapabilir mi? İnsan özünde neyi varsa onu veriyor ve nedenini sorgulamıyor; karşılık bekleyen de yeterince vermiyor. Ancak insan bir şeyini vermez; esas olanı, özgürlüğünü.” Bu sözlerin 1914’te patlak veren savaş ile hemen hemen aynı günlere denk gelmesi de bir ironi.

Öte yandan, savaşın kızışmaya başladığı zamanlarda Clarissa'nın, “küçük kasabalardaki basit insanları görmeye meraklı” Leonard ile yakınlaşması gelir karşımıza. Hep başkalarının tasarladığı hayatı yaşayan Clarissa, bu kez kendi kararlarını kendisi veren ve bundan haz duymaya başlayan bir karaktere bürünür. Ülkesinin sınırları dışında (İsviçre’de) bulunmak onu ve düşüncelerini özgürleştirir bir anlamda. Zaten bu yüzden Leonard’la birlikte, dünyanın ve yaşananların üstesinden gelebileceğine inanır.

UMUDUN DOĞUŞU
Belli bir noktadan sonra neredeyse savaş günlüğü haline gelen kitapta Zweig, hem kahramanın çarpışmalar ve dünyanın sürüklenişi karşısındaki ruh halini hem de insan ilişkilerinin derinliği ya da sığlığından yola çıkarak notlar düşer. O notlarda, hamile olan ve çocuğunu aldırmak isteyen Clarissa ile Dr. Silbertein arasında geçen uzun konuşma, geleceğe ilişkin tek bir şey doğurur: Umut.

Yaşadığı duygu karmaşası (hamileliği ve savaşta kardeşini yitirişi) içinde Dr. Silberstein, Clarissa’nın ileriki günlerde; onur ve namussuzluğun, kahraman ve hain kelimelerinin anlamını yitirdiği bir zamanda, dik durmasını sağlayacak öğütler veriyor.

Savaşın, hayatın ve yaşadıklarının boğuculuğu arasında çocuğunu hisseden Clarissa’nın duyumsadığı, yaşama arzusundan başka bir şey değil. Ama öte taraftan sadece çocuğu babasız büyümesin diye yapılacak mutsuz ve geleceği karanlık bir evlilikle beklemek arasında kalan bir Clarissa da var önümüzde.

Zweig, romanda ya da taslakta, Clarissa’nın gözünden Avrupa ve dünyayı anlatırken gerçekle yalan, babasının istekleri ve kendi kararları arasında bocalayan bir kadını da tasvir ediyor. Tüm bunların üstüne savaş, hamilelik, kayıplar ve büyütülmek zorunda olan bir çocuk tuz biber ekiyor.

Yıllarla bölümlenmiş kitap, gün dökümü olmasının yanı sıra, Clarissa ve yakınlarının 1902-1930 arası ne yaşadığını gençlikten olgunluğa adım atan bir kadının dilinden aktarıyor. Zweig, bu zaman dilimini okura sunarken, çözümlemeler yardımıyla, insanların ve karakterlerin ruhsal derinliklerine inmeyi de ihmal etmiyor.

Clarissa/ Stefan Zweig/ Çeviren: Gülperi Sert, Serpil Yalçın/ Can Yayınları/ 184 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 14.10. 2010
“SUÇLU” BULUNAN MAKTUL (*)
ALİ BULUNMAZ


Ya ben tehlikeyi çok sevdim, ya tehlike beni. Ama inanılmaz derecede de masumdum.

Ne yapayım ki benim başka bir silahım yok. Biraz aklım var belki ama çokça da duygularım. Ben ne siyasetçiyim ne politikacı. Hayatım boyunca o an nasıl davranacağımı hiçbir zaman önceden hesap etmedim. O an ne hissettiysem öyle davrandım, öyle konuştum.
Hrant Dink


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanını üniversite yıllarımda okumuştum. Nedendir bilinmez, o gün yeniden okumaya başlamış, 19. sayfaya geldiğimde, bütün gün kapalı olan televizyonu açan kardeşimin “Hrant Dink’i vurmuşlar” seslenişiyle elimden bırakmıştım kitabı. Şaşırmamıştım, tepki verememiştim; Türkiye’de her şey olabilirdi, her şey “normal”di çünkü. 19 Ocak 2007 günü, Huzur, tam 19. sayfasında kaldı. Kitabı durduran ayraç hâlâ ve o günü anlatırcasına orada.

Sonrası biliniyor zaten; katiller, tanıklar, istihbarat rezillikleri, duruşmalar, yeni tehditler, yeni katil adayları, yeni hedefler ve olası kurbanlar. Hani fıkra ya da karikatür gibi derler ya, aynı öyle. Zaten hemen her işimiz böyle, kara mizah.

Öldürülen bir insanın ardından hiç akla gelmeyecek kişiler “dost” oluveriyor. Ama belli süre sonra maskeler düşünce gerçek dostlar kalıyor geriye. Tûba Çandar’ın Hrant kitabındaki gibi. Dostları, Hrant’ı yaşamak ve yaşatmak için anlatıyor. Bilmeyenler öğrensin, anlamayanlar anlasın, bilenler ansın diye…

İMECE HAYAT
İlk bakışta, “Her Ermeni bir belgedir” diyen Hrant’ın yakın akrabaları karşılıyor bizi. Çandar’ın “Sahipsiz Çocuk” dediği bölüm, okumaya başlamadan bile ipucu veriyor. Dolayısıyla Hrant’ın sözü biraz biçim değiştirip, evrenselleşiyor: Her insan bir belgedir.

Böyle olduğu için belki roman gibi başlıyor her şey; aile büyükleri, dünyaya geliş, Anadolu, kimlik, kimsesizlik… Çandar’ın aktardıklarının arasına, akrabalarının tanıklığı ve yaşanmışlıklarının sesine Hrantınki karışıyor, Malatya’dan ve Sivas’tan. Çocukluğunun neşesi de var bu seste, o dönemin alacakaranlığı da. Anne ve babasının kavgalı gürültülü yılları da. O ortamdan kaçan Hrant ve kardeşleri, sokaklara taşan hayatlar.

Ölüm ya da öldürüm bir hayatın önüne geçtiğinde, yaşananların anlamı atlanıyor çoğu zaman. Hrant’ın çocukluğu, yetimhane yılları, yetimhane kampının inşasında önemli rol üstlenmesi ve her şeyden öte, orada kazandığı insan sevgisi. Tüm hayatına yön veren güç işte bu. Bir de paylaşım; yetimhanede kardeşleri ve arkadaşlarıyla geçirdiği yıllardan ona kalan paylaşma arzusu. Çandar’ın aktardıklarından kolayca anlıyoruz bunu.

O paylaşımcılık duygusu Hrant’ı kaçınılmaz biçimde sol ve sosyalizmle tanıştırıyor. TİKKO günleri, aynı zamana rastlayan aşk ve isim değişikliği; Hrant’ın Fırat’a dönüşmesi. Ama sadece isim olarak ve kâğıt üstünde.

Hrant’ın biyografisi, Türkiye tarihinden bir kesit olmakla beraber, ondan ayrı da kimi zaman. Bazılarının “ötekileştirmeye” çalıştığı, Hrant’ın ısrarla ayrı düşmediği bir tarih bu. Kimseyi dışlamadan ve düşman bellemeden yaşadığı bir hayat.

Hayat demişken, Hrant’ın hayatı hep imece. Sürekli kardeşleri, eşi Rakel ve yakın dostlarıyla yapıyor ne yapıyorsa; ortaklaşa yaşıyor yani. Çandar’ın hazırladığı kitap da böylesine imece. Kalanlar, buruk bir coşkuyla Hrant’ı anlatıyor. Onlarca göz, ona dair ne varsa gördüğü ve olduğu gibi anlatıyor. Hrant’ın bir zamanlar uğraştığı fotoğrafa benziyor her şey.

“DÜŞÜNEN VE YAPAN BİR İNSAN”

Bir insanı en iyi yanındakiler, yıllarını onunla paylaşanlar tanır. Çandar’ın kitap için görüştüğü kişiler de Hrant’ın çevresindeki çember. Dolayısıyla bir bakışıyla, sözü veya hareketiyle ne anlatmak istediğini kavrayabilecek kadar yakın isimler. İşte belki bu yüzden, belli bir zaman sonra kimlik ve kültür yitip gidiyor, geriye insan kalıyor. Hülya Demir Hrant’ı özetlemiş: “Hrant insanı severdi. Derin bakardı insana. Anlamak üzere bakmaktı bu.”

Hrant’a dair bir tanımlama da oğlu Arat’tan: “Babamın bir deli yönü vardı. Öfke, cesaret ya da coşku. Herkeste olan duyguların aşırısı vardı onda. Ancak bir delinin yapacağı şeyleri yapardı bazen. Babam haksızlığa gelemez, susmayı sindiremezdi. Öfkesini bastırmaz, haklı olduğuna inanırsa taviz vermezdi. Evde olduğu gibi dışarıda da böyleydi bu. Zaten böyle bir ayrım yapmayacak kadar da doğaldı. Çabuk parlar, çabuk sönerdi. Ama o parladığı an, bunun sonucunu düşünmeden hareket edebilirdi. En büyük zaafı bu tür delilikleriydi (…) Hani insanlık tarihi düşünenler ve yapanlar olmak üzere iki tür insanın tarihidir ya, babamda beni şaşırtan şey, bu ikisini aynı bünyede barıştırabilmesiydi. İnsanın eylemesine engel olan bir farkındalığa sahip olabilmesine rağmen eylem üretebilmesiydi.”

Tuzla Kampı, Beyaz Adam ve Agos. Hrant’ın hayatındaki belli başlı “delilikler”in başında geliyor. Bunlardan Agos’un ayrı bir yeri var, çocuğu gibi adeta. Adı “sabahın toprakta açtığı uzun yarık, suyun aktığı, tohumun filizlendiği ve bereketin fışkırdığı yer” anlamına gelen gazetesi. Yaşamında, inşa edilişinde büyük emeği geçen Tuzla Kampı’na ya da ekmek teknesi Beyaz Adam’a benzer bir yeri var Agos’un, belki daha da fazla. Kızı Sera, Agos için şunları söylemiş kitapta:

“Şimdiki aklımla düşündüğüm şey, ‘Agos olmasa babam yaşardı.’ Bunu söylemek çok üzücü aslında, çünkü babama sorsan hayatı boyunca yapmış olduğu en iyi şey Agos’tu. Onun çocuğu gibiydi Agos. Aslında çok doğru bir işti, tam da babama göreydi. Babam Agos’u çıkararak bu ülke için iyi bir şey yaptığına inanıyordu, çünkü bu ülkeyi seviyordu.”

Çandar’ın çalışmasında, Hrant’ın eski yazılarından parçalar var. Agos’un kuruluşuyla birlikte köşesinde kaleme aldığı yazılar bunlar. Gazeteyi biraz da “Ermeni toplumu içinden entelektüeller ve sosyal bilimcilerin nefes alabileceği yere dönüştürme” amacıyla kurduğunu belirtirken, bazen ders alınacak özeleştirilere de girişiyor:

“Gazete çalışanları bana ‘patron’ demeye başladı son son. Halbuki ne kadar da uyarmıştım onları. Gazetede genel yayın yönetmeni oldum olalı başıma gelecekleri önceden çok iyi biliyordum. Karar verme erkine kim sahipse bir ölçüde o iktidar oluyor. Tehlikeli bir gelişme bu. Çok önceden sezip işin ciddiyetinin farkına varsanız da ister istemez bu durumla baş başa kalıyorsunuz. Alışkanlık başlıyor diğer ortak çalıştığınız kişilerle aranızda. Nihai kararı siz veriyorsunuz, o zaman bir ölçüde özgürlüğünü yitiriyor yanınızdakiler.”

Agos bağlamında, özeleştiri yanında eleştirilere de kulak vermek gerek. Hrant’ın yöneticiliğinin başarısızlığından tutun da kadrolaştırdığı isimlerin tecrübesizliğine kadar pek çok konuda onunla anlaşmazlığa düşen yol arkadaşları var. Hrant’ın bunu da belli bir vakitten sonra normal karşıladığı gerçeği de yer alıyor kitapta.

Öbür tarafta yalın bir gerçek daha var: Hem Hrant hem de çalışma arkadaşları, Agos’un büyük bir aile olduğunu tereddütsüz kabul ediyor. O aileden bir ses yükseliyor, sesin sahibi Hrant: “Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip gideceğimi ‘Batı’ denilen o ‘hazır özgürlükler cenneti’nde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşeledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum.”

GİTMEK Mİ, KALMAK MI?
Kestirip atsa, bırakıp gitse, anlamak veya anlamaya çalışmak yerine susup bunun keyfini sürseydi ne kolay (!) olurdu her şey. Çandar’ın kitabından ve Hrant’ın yakınlarının anlattıklarından zor bir yol seçtiğini fark edebiliyoruz. Doğu'ya ve Batı'ya gidişi, konuşma ve yazıları, hep bir şeyleri değiştirmeye yönelik. Aslında, Arat’ın babasını tanımlarken dediği gibi tam bir “delilik.”

Birine zorken iki tarafa konuşmak, doğru bellenenlerin yeniden düşünülmesini istemek, nereden bakarsanız akıllara seza bir durum: “Yıllardır Türkiyeli bir Ermeni olarak değişik adreslere hitaben yazmak ya da konuşmak durumunda kalırken özellikle iki noktaya özen gösterdim. Birincisi hitap ettiğim adrese karşı eleştirel durabilmeye, ikincisi bu adresleri şaşırmamaya ya da birbirine karıştırmamaya. Türklerle konuşurken Türkleri eleştirdim ama buradan Ermeniler kendine pay çıkarıp yerdi ya da övdü. Ermenilerle konuşurken de Ermenileri eleştirdim ama bundan özellikle Türkler kendine pay çıkarıp yerdi ya da övdü. Bu tür doğru bir duruşun önünde sonunda her kesim tarafından en doğru haliyle anlaşılabileceğine ilişkin ümidimi hiç yitirmedim.”

Kavramlarla iş gören, derdini bunlarla anlatmaya çabalayanların durumu zor. Hele Türkiye gibi ülkelerde. Herkes slogan bekliyor sizden, bunu kabul etmediniz mi hem kendi “cemaatinizde” hem de karşı “cemaatte” homurtu başlıyor. Hatta karşı “cemaat” kendine uygun sloganı duymadığında saldırganlaşıyor birden. Hrant’ın yaşadıklarında böylesine bir yan vardı.

Tûba Çandar, Hrant’ı anlatır ve anlattırırken, yakın; çok yakın tarihin korkutucu kimi olaylarını hatırlatıyor bize. Bunlardan en önemlisi Hrant’ın tehdit edilmeye başlanması: Şu meşhur “zehirli kan” cımbızlamaları, “Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” komedisi ve ardından tosunların harekete geçişi… Bunların hepsi, bilindik sona doğru ilerlenen günlerde yaşanan gelişmelerdi. Gayet de “normal”di aslında. Şovenizmi alkışlayanlar ve “biraz daha” diyenler için Hrant’ın tehdit edilmesi, Agos önünde “protesto” adı altında kan donduran gösteriler düzenlenmesi son derece “normal”di; daha da fazlası olmalıydı elbet (!) Daha fazlası, Hrant’a açılan davadan ve edilen hakaretlerden “daha fazlası” gerekliydi. Suratına tükürmek mi? Hayır, bunu yaptılar, yetmedi. Linç girişimi mi? Bunu denediler, hem de mahkeme kapısında, tutturamadılar…

Aslına bakılırsa kalabalığın içinde bir yalnız adamla yüzleşiyoruz kitapta; ne orada ne burada tam olarak anlaşılamamış, belki bundan tedirgin, biraz kırgın ama en zor zamanda bile kendini yılgınlığa teslim etmeyen bir insan. Dava sürerken Hrant, “suçlu” ve “hain” yaftasını yerken, kimi zaman kendi cemaati tarafından bile yalnız bırakılan bir adam olarak beliriyor karşımızda. Çandar, arkadaşlarının ağzından gitmeye hazırlanan, bunalan, kendisi ve her şeyden önemlisi ailesi tehdit edilen biriyle yüzleştiriyor bizi, sona doğru.

Son, yalnızlığın zirve noktası; gitmek mi, kalmak mı; hangisi daha çok yalnızlaştırır? Hrant, kalmayı seçti, sonunda, evet sonunda, 19 Ocak 2007 günü tamamen yalnızdı: Agos önünde toplananlara inat, tek başınaydı. “Bir gün bu ülkeden gidecek olursam yürüyerek gitmeyi isterim” demişti; ardından on binler yürüdü, hepimiz yürüdük Hrant’ın sözleriyle: “Ağıt toplumuyuz biz, acıyı kazanç bellemişiz. Siz ölüm ilanımı veredurun, bu da benim yaşadığımın ilanıdır.”

Bırakalım Türklüğü, Ermeniliği bir kenara; bir insandan ve onun cümlelerine kulak tıkanışından, o insanın hayatının elinden alınışından söz ediyoruz. Hedefe konan, öldürülen; cinayet öncesi ve sonrası resmi savunmayla suçlu ilan edilen biri Hrant: “Suçlu” bulunan bir maktul. Türkiye’ye özgü trajikomedi bu. Çandar’ın Hrant adını taşıyan kitabında, bütün yönleri var o kara mizahın.

Şimdi Huzur’un 19 ile 20. sayfası arasındaki ayracı kaldırsam, romanı okumaya yeniden başlasam diyorum, huzursuz oluyorum, tozlu rafta kalıyor kitap. Gözüm takılıyor, 19 Ocak’a geri dönüyorum ister istemez. Sonra, “Neden bu yazıyı yazdım?” diye kendime soruyorum. Yanıtını da kolayca buluyorum: Hâlâ insanlığım öldürülmediği ya da cellat olmayı seçmediğim için...

Hrant/ Tûba Çandar/ Everest Yayınları/ 712 s.

(*) Cumnuriyet Kitap, 07.10. 2010
ÇAĞDAŞ SANATA SALVOLAR (*)
ALİ BULUNMAZ


“Sanat, artık sanat namına bir şey kalmadığı için ölmez, çok fazla sanat olduğu için ölür.”
Jean Baudrillard


Jean Baudrillard’la ilgili herhangi bir mesaiye giriştiğinizde önünüze, anlaşılmayacağından korktuğunuz veya “Bunun nesi var?” deyip harekete geçtiğiniz ama sonra debelenip durduğunuz metinler dikilir.

“Simülasyon” ve “hipergerçeklik” gibi kavramların yaratıcısı Baudrillard, yakın zamanda dünyadan göçtüğünde, başta felsefe çevreleri olmak üzere dünyanın entelektüel ama tam anlamıyla eğilmez bükülmez entelektüel çevrelerinde hatırı sayılır hüzün vardı.

Gel zaman git zaman, o hüznün yerini devasa bir boşluk aldı. Çünkü yalnızca felsefede değil, sanat, sosyoloji ve insan bilimleri söz konusu olduğunda da önemli bir isimdi o.

YALTAKLANAN SANATA KARŞI
Baudrillard’ın 1996’da yayımlanan makalesi “Sanat Komplosu”, sanat, felsefe ve sosyoloji gibi alanları harmanlamasıyla dikkat çekiyor. Anlayacağınız, tam olarak bir Baudrillard kitabı eldeki. Ama Sanat Komplosu, Baudrillard’ın felsefe ve sosyoloji terimleriyle sanata yönelttiği kuvvetli bir eleştiri esas olarak.

Konunun özü şu: Baudrillard’ın kılıç salladığı şey, sanatın yaltaklanan, ticarileşen ve anlamından sapan yönü. Syvére Lotringer’in çerçevesini “Sanatçılar, sanat tacirleri, küratörler, eleştirmenler, koleksiyoncular, sporcular, spekülatörler ve sanat artıklarıyla beslenen sosyetikler” biçiminde çizdiği güruh, Baudrillard’ın gazabına uğrar; bu anlamda “sanat işletmesini” tarumar etmek için kolları sıvar.

Baudrillard’ın asabını bozan konuların başında geçmişi tekrarlama, daha doğrusu sanatta tekrar yapım gelir. Bunun doğurduğu sonuç da sanatın kendi çöplüğünde eşelenmesi. Sanat böylelikle yanılsamasını (illüzyonunu) kaybeder. Teknik, sanatın dizginlerini eline geçirdi mi, işlem tamamdır Baudrillard’a göre; “sanatsal” her şey dolup taşar, en ufak boşluğa, soluklanmaya fırsat kalmaz. Baudrillard’ın anlatmaya çalıştığı, zihni tembelleştiren bir “sanat”ın doğuşu; hayal gücünü sıfırlayan yapı. O, buna “bayağılığın üst dili” derken sanatın, kendi cesedi üzerinde tekrar tekrar çalışmasını eleştirir. Böyle bir ortamda sanatın asıl unsuru imge, gerçekliğin kendisine dönüşür, hatta daha ileri aşamaya geçerek sanal gerçeklik haline gelir. Baudrillard, tam bu anda başımıza gelenin ne olduğunu tanımlar: Gerçekliğin gerçeklikten kovulduğu dünya. Yani anlamdan yoksun bir hipergerçeklik; “derinlikten sıyrılmış bir yüzey.”

İşte bu tür bir sanatın hâkim olduğu ve hipergerçeklikle örülü dünyada tek bir şey etkinleşir: Reklamcılık. Her şeyin görünmek ve gösterilmek istendiği yerde, reklamcılığın açık ara önde gitmesi gayet normal elbette. Günümüzü yönetenin nesne olduğunu belirtmeye de gerek yok: “Artık süreci başlatan özne değil, o sadece dünyanın nesnel ironisinin aracısı veya işlemcisi (…) Oyunun efendisi artık özne değil, ilişki tersine çevrilmiş gibi.”

CEMAATİ SİLKELEYEN FİLOZOF

Baudrillard’ın Andy Warhol’ün üstünde durmasına şaşmamalı, çünkü Warhol, ona göre güne uygun şekilde bir makine; “makineleşmiş metamorfoz.” Warhol, şeylerin ironik biçimde ortaya çıkmasını sağlar. Reklamın gideceği yolu belirleyen de bu oldu zamanında. Warhol, Baudrillard için fetişizmi körükleyen kişi.

Baudrillard, Sanat Komplosu’nda, sanatta yanılsamanın kayboluşunu, pornografinin yarattığı arzu yanılsamasının kayboluşuna benzetir. Sanatta bunun karşılığı, estetik bayağılıktan doğan trans-estetik. Bu trans-estetiği yaratan ve sanatı “üretip” tüketilebilir hale getiren makinenin, eleştirel yanılsama kaybının var olduğu cinnet ortamında işleyip işlemeyeceğinden de kuşku duyar Baudrillard.

Sanat Komplosu, bir görüş daha sunar: Ekonomi alanında, belirli bir noktadan sonra kendi amaçlarına uygun biçimde var olmaktan çıkarak birbiriyle ilişkisi sayesinde var olan nesneler gibi sanat da göstergeler sistemindeki yerini alır. Dolayısıyla insanın tükettiklerinin toplamı olan göstergeler sistemi, sanatı da kapsamaya başlar.

Baudrillard, Warhol ve Duchamp’ın yaptıklarını dönemeç olarak nitelerken, göstergeler sisteminde konumlanan sanata işaret eder. Warhol ve Duchamp’ın açtığı yolda gerçekleşen eylem de “nesnenin bayağılıyla dünyanın tamamının hazır nesneye dönüştürüldüğü bir estetik oluşturma aktivitesine” evrilir.

Baudrillard için dünyanın bütünüyle estetiğe dönüşmesi, hem sanatın hem de estetiğin sonu demektir. Buradaki kaygı, sanatın giderek iddialı şekilde “hayat olmak istemesi”nden başka bir şey değil.

Sanat Komplosu, hem makale hem kitap hem de Baudrillard’la yapılan söyleşiler biçiminde birbirini tamamlayan bütün adeta. Haliyle görüşler Baudrillard’ın olunca dikkatle incelenmek durumunda. Ne de olsa Baudrillard, çağdaş sanat cemaatini şöyle bir silkeliyor burada.

Sanat Komplosu/ Jean Baudrillard/ Çeviren: Elçin Gen, Işık Ergüden/ İletişim Yayınları/ 98 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 30.09.2010
ÇÖLDE BIR VAHA (*)
ALİ BULUNMAZ

Andrey Platonov, pek çok yazarın başına geldiği gibi zamanının iktidarıyla ayrı düşen, takibe alınan ve baskı gören bir edebiyatçı. Sovyetler Birliği'ndeki komünist yönetimi eleştirdiği için romanları 1990'lara kadar KGB'nin “edebiyat arşivi”nde saklanmış. İronik olan, romanların burada hem sakıncalı bulunup rehin tutulması hem de korunması. Hatta “arşiv” açıldığında Platonov'un bitiremediği bir romanı da gün yüzüne çıkmış.

Esas olarak komünizmin felsefesi ile ilgilenen, felsefeyi romanla buluşturan Platonov, buradan hareketle Sovyetler Birliği'ndeki komünist rejimi ahlaki bakımdan ve uygulama yönünden eleştirince, Stalin ve öbür yöneticilerin şimşeklerini üzerine çekmiş.

Can, Platonov'un Sovyet yönetimiyle ters düştüğü romanlarından biri. Tıpkı Çukur ve Çevengur gibi. Anlatıcı ve başkahraman Çagatayev, çöl imgesi eşliğinde kırgın, yarım ve öfke biriktirdiği çocukluğundan başlayarak, bir halkın; çöldeki halkının hayatta kalma mücadelesi üzerinden Sovyet ekonomi politikalarını yeriyor. Bu eleştiriye Çagatayev'in ağzından küçük bir örnek: “Sovyet iktidarı daima gereksizleri ve unutulmuşları toplar, fazladan bir boğazın hesabını tutmaya gerek görmeyen çok çocuklu dul bir kadın gibi.”

Gerçeküstücü yaklaşımla Çagatayev'i, başkaldıran ve gözü açık; köle olmayı reddeden bir insan biçiminde okurun önüne getiren yazar, açlığı, sefaleti ve yaşama tutunma savaşımını kahramanın gözünden bakarak ele alıyor.

Çagatayev bir ulak gibi adeta; Platonov ve pek çoklarının bildiğini sağa sola duyuruyor: Çalışan, çölün ortasında hayatını devam ettirmeye uğraşan ve sosyalizmi yaygınlaştırmak için Çagatayev'in yollandığı kuş uçmaz kervan geçmez, geçse de kimsenin ruhunun duymadığı bir yerde yaşayanların hayatı asla kendilerine ait değil. Çagatayev'in deyimiyle onlar “kaçaklar, yetimler ve dermanı kesilince kapı dışarı edilen köleler.” Buranın bir de adı var: “Can”; “Can halkı”nın yurdu, Çagatayev'in toprakları... Annesi ve çocukluğunun vatanı... “Ruhları dağılıp gitmiş, yaşayıp yaşamadığını umursamayan” insanların coğrafyası...

Çagatayev için Can halkıyla beraber çölde geçirdiği vakit, ikinci ömür anlamına geliyor. Sürekli yol alıyor ama her adımda uzaklaştığını hissediyor; geldiği yerin, Moskova'nın, hemen her ayrıntısını unutuyor.

Ölüme mahkum edilen ya da her nasılsa ölecek diye gözden çıkarılan yurdunun insanlarıyla geçirdiği uzun zaman, hem ruhunu çözüyor hem de gözlerinin açılmasını sağlayarak buradan önceki hayatını ağır ağır siliyor.

Çagatayev, Can'da geçirdiği günlerde pek çok gerçekle yüzleşir; yurdunun insanları komünizme karşı duyarsızdır ve çoğunlukla sömürü düzeni hakimdir. Bu düzen, diğer tüm sömürü pratiklerinde olduğu gibi “insanın ruhunu sakatlayıp onu ölüme alıştırmakla başlar, ruhun sakatlanışı artarak devam eder ve kölenin sağ duyusu deliliğe dönüşene dek sürer.”

Çagatayev'in Can'da kabullenemediği şey, halkın yetersiz bir yaşam sürmesi. Bu yüzden yapmaya çabaladığı da çok açık: “Mutsuz insanın içinde doğumdan itibaren saklı duran mutluluğun dışarı taşmasına, kaderin eylemi ve gücü olmasına yardım etmek.”

Distopyadan ütopyaya evrilen Can'da Platonov, romanla aynı adı taşıyan topraklardaki halkın mutluluğa ulaşabilmesi için insanların, ruhunu ve bedenini kölelikten kurtarması gerektiğini söylüyor. İşin özü bu. Bir anlamda insanların uyanmasının zorunluluğunu vurguluyor.

Gözü kapalı kabullenmek ne kadar yavan bir yaklaşımsa, gözü kapalı eleştirmek, özellikle olumsuz anlamda eleştirmek de aynı oranda yavan. Platonov, bunu birebir yaşamış bir isim. Çukur, Çevengur ve Can, bu peşin hükümlerden payını almış romanlar.

Durup düşünmeli: Platonov'un anlattıklarında gerçek payı var mıydı? Varsa bu pay ne kadardı? Hüküm vermeden önce bu sorular yanıtlanmalı... En azından kitapları yıllarca KGB “edebiyat arşivi”nde saklanmış bir yazarı öldürüp hakkını yememek için...

Can/ Andey Platonov/ Çeviren: Günay Çetao Kızılırmak/ Metis Yayınları/ 152 s.

(*) Sabit Fikir, 24.09.2010 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/colde-bir-vaha]