26 Mart 2010 Cuma

BİR ÜLKE, BİR DİKTATÖR, BİR ÇOCUK... (*)
ALİ BULUNMAZ

Bir devrime nasıl ihanet edilir, o devrim yozlaştırılıp nasıl bir zorbalığa dönüştürülür görülmek istenirse, bunun en “güzel” örneklerinden biri herhalde Çavuşesku döneminin Romanyası'dır. Özellikle tahttan indirilişine yakın yıllarda, ülkeye nasıl bir karabasan gibi çöktüğü taraflı tarafsız herkesçe biliniyor. Ancak hafızası zayıflamış; bu nedenle geçmişi görüp yorumlayamayan ve Çavuşesku'nun bugünkü benzerlerini kavrayamayanlar için, onun ve liderlik ettiği Romanya'nın 1980'lerdeki durumunu kısaca özetlemek gerek.

DEVRİME İHANET EDEN ZORBA
Ülkesinde adı ilk kez 1932'de Romanya Komünist Gençlik Hareketi'ne katılışıyla duyulan Çavuşesku, Romanya İşçi Partisi'nin Stalin'e bağlı önderi Gheorghe Gheorghiu-Dej'e yakın biri olarak politbüro ve parti sekreterliğinde görevler üstlenir. Dej'in ölümüyle parti birinci sekreterliğine, Temmuz 1955'te ise genel sekreterliğe getirilir. 1967'de devlet başkanı, 1974'te Romanya Komünist Partisi Genel Sekreteri ve Devlet Konseyi Başkanı, aynı zamanda da Cumhurbaşkanı olur.

1968-1970 arasında Stalin yanlısı yöneticilere karşı temizlik harekâtına girişen Çavuşesku, öte yandan sadece devlet başkanından emir alan gizli güvenlik örgütü Securitate eliyle konuşma ve basın özgürlüğünü tamamen kısıtlayarak, en küçük muhalefeti bile susturdu.

1980'lere gelindiğinde parti ve hükümet üzerindeki denetimini korumak adına politikalarını katılaştırdı. Romanya'nın Temeşvar kentinde rejim muhalifi bir rahibin tutuklanmaya çalışılmasıyla fitil ateşlendi ve 17 Aralık 1989'da kentte gösteri yapan kitleye ateş açıldı. Kısa sürede başkent Bükreş'e sıçrayan olaylar, 21-22 Aralık günlerinde çatışmaya dönüştü. Gizli polis gücü Securitate ile göstericiler arasında sert çarpışmalar yaşandı. Ordunun 22 Aralık'ta ayaklanmacılarla hareket etmeye başlaması, Çavuşesku rejiminin sonunu getirdi.

25 Aralık 1989 günü Çavuşesku ve devlet başkan yardımcısı eşi Elena, kitle katliamı, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma, vatana ihanet ve kamu malını zimmete geçirme suçlamalarıyla yargılanıp, kısa bir duruşma sonunda idama mahkûm edildi. İkilinin aynı gün kurşuna dizilmesiyle Romanya'da bir dönem kapandı. György Dragoman'ın annesine ithaf ettiği Beyaz Şah isimli romanı, Çavuşesku dönemi Romanyası'nı ve onun ülkede estirdiği sert rüzgârları anlatıyor.

UMUDUN ADI BEKLEYİŞ
Romanın başlangıcı bile Çavuşesku'nun baskı dönemini yansıtıyor. Babası uzakta bir oğul, onun “devlete karşı suç işlediğini”; rejim karşıtı bir örgütlenmeye katıldığı için çalışma kampına gönderildiğini öğreniyor. Babasının gönderildiği yer Tuna Kanalı ve buradaki inşaatta çalışmaya mahkûm ediliyor. En azından “iç güvenlik görevlileri”nin verdiği bilgiler böyle. Yeri gelmişken söyleyelim, Tuna Kanalı kitap boyunca hep bir korku ve yıldırı aracı, hatta ögesi olarak geçiyor. Bu da Çavuşesku rejiminin politikalarının açık bir göstergesi.

Anlatıcı Cata'nın geçtiği bir sokağa, daha da önemlisi oranın adına ilişiyor gözümüz: Devrim Kurbanları Sokağı... Çavuşesku'nun demir yumruğu yeniden başlar üstüne gölgesini bırakıyor. Aynı dönemde, çocukların sokakta veya bir kulüpte oynadıkları futbolda bile belirleyici olan siyaset. Örneğin Cata'nın takımı Kızıl Çekiç, rakibi Atılım'ı yenebileceğini düşünmüyor, çünkü onları ordu (Çavuşesku'nun ordusu) destekliyor ve ne isterse sağlıyor. Bu yüzden turnuvalarda yenilgisizler.

Pazar günlerini evde babasını bekleyerek geçiren Cata için o gün futbol dahi önemsiz, ne de olsa umutları tazedir: “Pazar günleri hep evde oturur babamı beklerdim, Tuna Kanalı'na götürdükleri gün ayrılırken, beni almaya gelecek, beraber denize gideceğiz, diye söz vermişti. Annem boşuna bekleme diyordu, hem çalışma kampında geçen sekiz ay sonra belki de babamı tanıyamazmışım bile, gelecek olsa zaten haberimiz olurmuş, aslında ben bir türlü inanmıyordum babamın çalışma kampında olduğuna...”

Babası çalışma kampından birkaç mektup gönderir ve hepsinde aynı ifade dikkat çeker: “İyiyim.” Romanın hemen her satırı ve her bölümünde babaya duyulan özlem çıkıyor karşımıza. Çalışma kampında ve çiçek hastalığına tutulmuş bir baba ile onu bekleyen bir çocuk ve anne. Özgürlüğe duyulan özlem gibi aynı. Baskının ve yozlaşmanın son bulmasını istemek gibi... Pek çok insan, Cata'ya babasının ihanet yüzünden çalışma kamplarında yok olduğunu söylese de, o inatla bunun tersini savunur. Umudu hiç kırılmaz.

Bir çocuğun gözünden büyükbabasının anlatılışında dikkat çeken bazı noktalar var. Öncelikle, büyükbaba, Parti'nin yakın geçmişinde etkin bir isim ve hâlâ bağlantıları var. Emekli bir asker ve göğsünde bir dolu nişan bulunuyor. Aynı zamanda eski bir sporcu ve o günlerden kalan madalyaları da evindeki camekânlı bir dolapta sergiliyor.

Büyükbaba ne denli heybetliyse de, Cata'nın annesinin, babasını kışkırttığını ve Parti ile bu yüzden arasının açıldığını düşünüyor. Bu nedenle hem büyükbaba hem de büyükanne, Cata'nın annesine öfkeli. Çünkü ikisi de Parti sayesinde “çok güzel yaşadığını” savunuyor.

SARSICI BULUŞMA
Ülkede her şey aynıdır. Filmler yasaklanır veya sansürlenir, insanlardan ancak iktidarın izin verdiği ölçüde düşünmesi istenir. Cata, babası ve annesi de bu nedenle mengeneye alınır. Tepkisizliğe alıştırılmak istenen, robotlaştırılıp eblehleştirilmeye çalışılan toplumdaki çıkıntı insanlardır onlar. Elbette böylesine bir ortamda elden ne kadar geliyorsa...

Sonra aniden bir sahne belirir: Büyükbaba, torununu alır, daha önce oğlunu küçükken getirdiği bir çayıra yollanır. Cata, orada ilk defa babasından söz eden ve birden bire oğlunun fotoğrafını görmek isteyen büyükbaba ile yüzleşir; Cata'nın hep cebinde taşıdığı fotoğrafı. O gün fotoğraf yanında değildir, büyükbabada ise, kızgınlığından ve kendisine ihanet ettiğini düşündüğünden olacak, oğlunun tek bir fotoğrafı yoktur.

Ardından ikinci bir sahne: Büyükbabanın intiharı. Bu olay başta Cata olmak üzere, pek çok insanda şok etkisi yaratır; büyükannne, kocasının intihar ettiğini çevreden gizlemek için epey uğraşır. Cenaze keşmekeşinin ortasında Cata ve annesiyle beraber törene katılan herkesi bir sürpriz bekler: Cata'nın düşüncesi gerçek olur, uzun zaman sonra babasını görme fırsatı yakalar. Elleri kelepçeli ve dört görevli arasındadır. İfadesiz ve yaşananların ayırdında olmayan bakışlarla etrafına göz gezdirir, Cata gördüğü kişinin babası olduğuna inanmaz.

Bu buluşma her açıdan pek kaldırılamaz boyuttadır: Babasını yitiren oğul, babasını gören oğul ve eş, oğluyla buluşan anne... Kimsenin ağzını bıçak açmayan yan yana geliş hikâyesi. Arkasından karmaşa; anne, eş, oğul ve muhafızlar arasındaki kıyasıya itişme, Cata'nın babasını muhafızlara direnirken izleyişi. Hemen hepsi, gerilim filminden bir sahneyi andırıyor. Cata'nın babasına kavuşma umudunun gerçekleşmesi ama bu birlikteliğin kısa sürüşü, işte o da trajik olan.

Getirildiği gibi yok edilen baba. Onun ardından mücadele eden oğul, izleyiciler ve baskının gücü: 11 yaşındaki Cata'nın gözünden Çavuşesku dönemi Romanyası'nın tasviri böyle; babasız kalan, onunla buluşmayı hayal eden ve bulduğu anda kayebetmemek adına bütün gücünü kullanan bir çocuğun yaşadıkları.

Kitabın yazarı György Dragoman, Beyaz Şah'ta Cata'nın gözünden Romanya'yı betimlerken, hissettirdiği duyguların başında tedirginlik var. Bundan daha doğal bir şey olamayacağı, hem roman okundukça hem de romanla 1980'lerin Romanyası karşılaştırıldığında anlaşılıyor. Çünkü Cata'nın ifadesine (ve ayrıca 1980'lerde yaşananlara) bakılırsa sokakta, evde, okulda, işyerinde hep baskı, izlenme ve sürgit kabalık söz konusu. Bunlara bir de iktidarın pervasızlığı eklenince, ses çıkarılacak bütün yollar tıkanmış oluyor.

Yazar Dragoman, 1988'de ailesiyle beraber Macaristan'a yerleşmiş. Doğum yılı 1973. Yani Çavuşesku rejiminin en güçlü olduğu dönemde dünyaya gelmiş, onun en baskıcı yıllarını (çocuk da olsa) yaşamış ve Çavuşesku'nun son zamanlarında, ülkesinden ayrılmış. Anlaşılacağı üzere, Beyaz Şah'ta yer alan olay ve kurgusallıkların hemen hepsinin alt yapısında böylesine gerçek ögeler yatıyor.

Beyaz Şah/ György Dragoman/ Çeviren: Gün Benderli/ Yapı Kredi Yayınları/ 198 s.

(*) Cuhuriyet Kitap, 25.03.2010

22 Mart 2010 Pazartesi

MİNÖR EZGİLER DİNLER GİBİ (*)
ALİ BULUNMAZ

Aslı Tohumcu'nun ilk öyküleri, yaşamımızda önemli yer kaplayan şiddeti anlattı hep. Abis adıyla kitaplaştırdığı o öyküler, bu şiddet anlatımının toplamıydı. İkinci kitabı Yok Bana Sensiz Hayat, ölen yakını için yaktığı bir ağıttı.

Tohumcu'nun yeni kitabı Şeytan Geçti, bugünlerde raflardaki yerini aldı. Kitaptaki öykülere giden kapı aralanınca, Tohumcu'nun tüm hikâyeleri neden “lanetlediğini”; bunların neden ona “mutsuzluk” verdiğini merak ediyorsunuz. Bu acı ve öfkenin kaynağı, öykülerdeki yeri ne? Daha da ötesi, hikâyeler hemen baştaki cümlenin barındırdığı acıyı ve öfkeyi aşmak adına mı yazıldı?

Görünen o ki Tohumcu öykülerini, yaşanan acıları, ayırımcılığı; öfke ve saldırıları yaymak, insanları bunun içine çekmek, bunları anlamalarını sağlamak adına kaleme almış, ilerleyen satırlarda bunu kavramak kolaylaşıyor.

Şeytan Geçti'yi oluşturan öyküler, sizi karanlık bir tünele yolluyor gibi. Bunun nedeni, bunalımın hâkim olduğu bir edebiyat değil; aksine bunalımın, merkeze alınan kadınların hikâyelerinin aktarılışı. Hor görülen, itilen, zorlanan, zorla herhangi bir işe sürülen kadınlar onlar; eğri başlayıp, daha da eğri süren veya biten öykülerin özneleri aynı zamanda. Öykülere, korku, tedirginlik, hak arama mücadelesi konu oluyor.

Açık veya örtük şiddet, Tohumcu'nun ilk kitabındaki gibi yine karşımızda. Buradaki, hem psikolojik hem de fiziki anlamda şiddete uğrayan kadın. Anlayacağınız, karanlık dünyasından sıyrılmak isteyen, bu yönde umudu bulunan kadınlar var söz konusu hikâyelerde. Aynı kitapta çok erken yaşta hayata atılmış (ya da hayattan elini eteğini çekmiş-çekmesi istenmiş) kadınlar da bulunuyor.

Örneğin “Kurt Gözler” isimli öyküde Fatma'nın çığlığı, bu iki kadın tipini özetlemesi; gazetelerin üçüncü sayfalarını gün aşırı kaplayan haberlerden birinin içyüzünü yansıtması bakımından önem taşıyor: “Hocaefendi', dedi deminkinden daha gür bir sesle . Hoca şaşırdı, döndü baktı Fatma'ya. Fatma durur mu, dikti kara gözlerini hocanın gözlerine, başladı adamı gözlerinin içine çekmeye. 'Neden bu adamlar benim anamın namazını benim önümde kılıyor? Karısına kızına eziyet eden adamın namazına ihtiyacı yok anamın. Bu kadını mezara sokanlar da bunlar. Onlar benim arkamda kılacaklar namazı.”

Tohumcu'nun öykülerinde yer verdiği kadınlar, yanlış anlaşılan ya da çoğunlukla anlaşılamayan; daha doğrusu, herkesin işine geldiği gibi yaftaladığı kişilikler. Aynı kadınların bir başka özelliği, hayatının tamamında veya bir bölümünde engellenmesi; duygu ve eylemlerine ket vurulması. Buradan bakıldığında, minör ezgilerle bezeli öykülerle karşılaşıyoruz doğal olarak; her hikâye, kahramanlarının tortularla kaplı yaşamı nedeniyle ağızda buruk bir tat bırakıyor.

Şeytan Geçti'den birkaç isim sıralanabilir: Elif, Melike, Selma, Döne, Fatma, Zehra... Gerçekte hepimiz tanıyoruz onları; gazetelerden, televizyonlardaki sabah ve öğle sonrası “kadın” programlarından, ana haber bültenlerinden... Tohumcu'nun öykülerinde bu adlarla soluk alıp verenler, “kadın doğma” ya da “kadın olma”dan kaynaklanan sorunlarla; bunu sorunlaştıranlarla (kadını, sadece kadın olduğu için sorun gibi görenlerle) yüzleşen ve onlarla mücadeleye tutuşan isimler.

Tohumcu, onlardan bahsederken rahatsız edici bir dil kullanmış. Bu biçem bazen öylesine erkek egemen bir hale bürünüyor ki, konuyu daha da çarpıcı kılan ve adeta okuyanı sille tokat sarsıp dirilten de o zaten. Bir bakıma bu üslup, bumeranga dönüşüp onu yaratan ve kullananları vuruyor.

Kitaptaki öykülerin en çarpıcı ve yalın biçimde ortaya koyduğu şey ise tek cennet yeryüzünü cehenneme çeviren olaylar. Onca süsün, pırıltının içinde, bir anda insanın gerçek yüzünü ifşa eden öyküler bunlar. Hani belki de gerçek insanı ve esas kimliğini etrafa saçan özellikler barındırıyorlar. Bazıları bununla; kimilerine uzak düşen bir gerçeğin kuşatıcılığıyla irkilebilir. Ama şu da var ki, tek gerçeği ya da yaşanmışlığı, böylesine kırılıp dökülen bir hayatı olan insanlar bulunuyor her tarafta ve sayıları hiç de az değil.

Aslı Tohumcu'nun Şeytan Geçti'si kesif bir hüzün, bunun yanında güçlü bir öfke barındırıyor. Ancak bu iki unsur da yapay değil; aksine hemen her gün örneğine rastlanır türden. Yalnızca isimler, şehirler ve belki yaşayış şekli değişiyor ama olaylar üç aşağı beş yukarı aynı. Böyle değerlendirilince Şeytan Geçti’nin, kadın sorununun; ayırımcılığın ve erkek egemenliğin açmazlarının bam teline son derece güçlü şekilde dokunduğunu da görebiliyoruz.

(*) Cumhuriyet Kitap, 18.03.2010

18 Mart 2010 Perşembe

DUYDUM, SUSTUM VE YAZDIM (*)
ALİ BULUNMAZ

Beat Kuşağı’nın lokomotifi iki yazar; Jack Kerouac ve William S. Burroughs, Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar’la 60 yıl sonra yeniden aramızda. Roman, “arıza” iki adamın elinden çıkma olunca ve Beat Kuşağı’nın el kitaplarının başında gelince ayrı bir dikkat istiyor. Dolayısıyla Beat Kuşağı ve onun iki yazarı da öyle.

KURULU DÜZENE KARŞI ÇIKIŞ
“Beat Kuşağı” deyimi, 1950’lerin Amerikası’na uzanıyor. Bir grup yazar ve şair, konformist hayata tapan ABD toplumu orta sınıfının değerlerine çomak sokmaya kalkışınca, adı geçen kuşak da doğmuş oldu.

Tezgâhı San Francisco’ya kuran bu adamlar, gittikçe ABD ve kıta dışına yayıldı. Bu arada ABD’nin yükselişteki muhafazakârlığına, halkın dili ve deyimlerinden beslenerek karşı çıkmaya çabaladılar. Kendi biçemlerini kurarken, bazıları yaratıcılıklarını harekete geçiren şeyin uyuşturucu olduğunu da saklamadı. Karşı-dil ve karşı-kültür, Beat Kuşağı’nın en önemli belirleyicisiydi. Yazar ve şairler arasında anlayış ortaklığı bulunsa da, hiçbiri aynı şeyi yazmıyordu.

Anlayış ortaklığının esas bileşenleri, ABD orta sınıf kurumları, ahlakı ve yaşama biçimine karşı tavır takınmaktı. Buradan bakınca Beat Kuşağı’nın en bilinen adları Allen Ginsberg, Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso ile William S. Burroughs ve (aynı zamanda kuşağın isim babası) Jack Kerouac’tı.

O dönem soluk alıp veren yapıya ve onun koruyucularına meydan okuyan bu isimlerden Kerouac ve Burroughs’un kaleme aldığı Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar, kariyerlerinin başlangıcı anlamına da geliyor.

Kitap, tamamıyla bir suç romanı. Anlatılanlar 1944 yılına ait. O yıllarda henüz tanınmamış iki kişi; Kerouac ve Burroughs, Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar ile bugün yeniden gündeme geldi, bir de kitapta anlatılan öykünün aslında gerçek oluşu ve zamanında bu olayı (cinayeti) örtbas etmekle suçlanışlarıyla.

Kitabı elinize aldığınızda bir şey dikkatinizi çekiyor: Eser boyunca iki isim başlıkları oluşturuyor. Bunlar Will Denisson ve Mike Ryko. Denisson’ı William Lee (William S. Burrouhgs), Ryko bölümlerini ise John Kerouac (Jack Kerouac) kaleme almış.

Metin ilerledikçe Beat akımının ana temaları ve biçemi yavaş yavaş okuru sarmalıyor. Ağzı bozuk konuşmalar, zaman zaman tedirgin edici zaman zaman da sarsıcı isyankâr deyişler ortaya çıkıyor.

OTOBİYOGRAFİK ÖĞELER
Kerouac ve Burroughs, Beat’lerin yaşam tarzına yönelik ayrıntılı anlatımları da paylaşıyor; romanı zenginleştiren ana besinlerden biri de bu: Salaş mekân ve evler, bazen rahatsız edici biçimde akan hayat ama yine de yaşamı bir yerinden yakalamaya çalışan tipler. Hayatı, hareket halinde bir tren olarak görüp ona çılgınca atlamaya yeltenmek: Zaten cinayeti bilip, polise haber vermeden onun romanını yazmaya kalkışmak da bu değil mi biraz? Kısaca söylenecek olursa, gerek roman kişileri gerekse Kerouac ve Burroughs, canları nasıl isterse öyle yaşayan insanlar.

Sırası gelmişken, romanda da beliren bir özelliğe değinmeli. Kerouac ve Burroughs’un edebi kişiliğini oluşturan şey, yazdıklarında otobiyografik öğelerin yer alması. Yani hem Kerouac hem de Burroughs, kendi yaşamlarından parçaları metinlerine yedirerek okuru, kendi çevreleri ve hayata bakış pencerelerinin önüne dikiyor. Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar bunun çarpıcı örneklerinden biri: Gezginlik, uçarı hayat, düzenle uyumsuzluk, sistemi sistemsizce; o an nasıl gelişiyorsa öyle eleştirme… Tüm bunlar, Beat Kuşağı’nın kimlik kartını oluşturuyor ve bu, romanda da su yüzüne çıkıyor.

Romanın kendine has anlatımında ayrıntılar hatırı sayılır bir yer kaplıyor. ABD’nin sokakları, arka cadde barları, “normal” insanların yaşamakta zorlanacağı bir hayat tarzı; hemen hepsi adeta yeraltını betimliyor. Böylece kitap, her şey bir yana yeraltı edebiyatının da klasikleri arasına giriyor.

Söz edilen ayrıntılar içinde bazen sakin, çoğu vakit sert dalgalı bir denizde yüzerken cinayet çıkageliyor. Zil sesi, sigara dumanı ve Phillip’in itirafı: “Al’ı öldürüp cesedini bir depoya attım.” Peki, neden? Aslında çok “basit”; her şey Phillip’in sorduğu bir soruda gizli: “Ölmek ister misin?” Gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Phillip, Al’la aralarında geçen bir konuşmaya atıfta bulunuyor: “Bir şey çok uzarsa, sonunda bir şeyler olur.”

Bir solukta anlatılan bu cinayeti daha dehşet verici kılan da o anlatım. İşlenişi, Al’ın ölü bedeninin Phillip tarafından çatıdan itilişi ve sonrasında cesedin bir depoya saklanışı… Tüm bunların anlatılışı, en az olayın kendisi kadar ürpertici.

Kitap kadar, ilgi çekici olan şey, romana sonsöz niyetine kaleme alınan yazı. James W. Grauerholz’un yazısı, bir filmin kamera arkası görüntülerine benzer biçimde romanın gerisinde yatanları özetleyen niteliğiyle öne çıkıyor.

Romanın nasıl efsane olarak dillere düştüğünü, aslında ilk halinin Kasaba ve Şehir romanına dayandığını ve bir dönem romanı şeklinde adlandırıldığını da aynı yazıdan öğreniyoruz. Bir şey daha: 14 Ağustos 1944 günü işlenen cinayetin, Kerouac ve Burroughs’un arkadaşlarının bunu onlara anlatması sayesinde Beat Kuşağı’nın kült kitaplarından birini yaratmaları sağlayışını da fark ediyoruz.

“KEYFİ DÜRTÜSEL EYLEMLER”
O günlerde New York gazeteleri aracılığıyla kamuoyunu meşgul eden cinayet, aynı zamanda sonradan ünlenecek Paterson, Allen Ginsberg, Jack Kerouac ve William S. Burroughs
gibi isimlerin de sarsılmasına yol açar.

Zaman geçtikçe Kerouac ve Burroughs, olayı kâğıda dökmeye karar verir. İkilinin, cinayeti işleyen Lucien’le olayın ardından beraber neler yaptıklarını şöyle anlatır Grauerholz: “Günü birlikte konuşarak ve içerek, bardan bara gezerek, tablolara bakarak, sanat filmleri seyrederek ve bu gerçek dünya dramının yakın zamanda gerçekleştiği yerleri ziyaret ederek geçirdiler. Sonunda akşama doğru delikanlılar daha fazla oyalanamayacaklarını anladı. Jack’le Lucien gönülsüzce, yakın zamanda yaşanan olayın her şeyi değiştireceğini bilerek ayrıldı.”

Grauerholz, Ted Morgan’ın Burroughs’tan aktardıklarını da satırlarına döker: “Kerouac’la ben birlikte bir kitap yazmaktan bahsediyorduk ve Dave’in (Al’ın) ölümünü yazmaya karar verdik. Sırayla birer bölüm yazıyor ve birbirimize okuyorduk. Kimin neyi yazacağı çok belirgindi. Olanları aynen değil, (sadece) aşağı yukarı anlatmaya çalışıyorduk. Keyifli oldu. Yazdıklarımız gerçekten olanlar tarafından belirleniyordu tabii. Yani Jack’in ve benim ayrı ayrı bildiğimiz şeyler vardı. Bunları kurgulaştırdık. Cinayet aslında bir bıçakla işlenmişti, kesinlikle küçük bir baltayla değil (…) Kerouac’ın henüz yayımlanmış bir eseri yoktu, kimse bizi tanımıyordu. Her halükârda, kitabı yayımlamak isteyen çıkmadı (…) Şimdi düşünüyorum da, ilgilenmeleri için bir sebep yoktu zaten. Kitap ticari başarı kazanamazdı, bunun için yeterince sansasyonel değildi, tamamen edebi bir başarı kazanacak kadar iyi yazılmış veya ilginç de değildi. İkisinin arasındaydı. Gayet Varoluşçuydu, dönemin egemen modu buydu, ama Varoluşçuluk henüz Amerika’da yaygınlaşmamıştı. Kitabın maddi bir getirisi olmazdı.”

Arkaplanı bu şekilde özetlenebilecek romanda ismi geçenlerin hepsi gerçek. Takma veya sahte adlarla gizlenenlerden kimin kime karşılık geldiği de, Beat okumalarını dikkatle yürütenler ve uzmanlarca biliniyor.

Gide’den (ç)alıntılarsak, “keyfi dürtüsel eylemler”in yön verdiği roman, hem gerçek bir öyküye dayanması hem de bir dönemin başlangıcına işaret etmesi bakımından önemli. Buna bir şey daha eklemek gerek: Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar, yeraltı edebiyatı için de el kitabı niteliğinde. Kerouac ve Burroughs’un kişisel yaşamı ve deneyimlerinden de örnekler barındıran kitap, adı gibi anlattıklarıyla da özgün bir metin.

Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar/ Jack Kerouac, William S. Burroughs/ Çeviren: Dost Körpe/ Sel Yayıncılık/ 148 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 11.03.2010

5 Mart 2010 Cuma

ZİHNE KILÇIK ATAN YAZILAR (*)
ALİ BULUNMAZ


“Sanatın en faydalı tarafı faydasız olmasıdır (...) İçinde yaşadığımız bu fazlasıyla pragmatik dünyada işe yaramayan, elzem olmayan şeylerin de bir yeri hem de gerçekten önemli bir yeri vardır ve sanat bu yeri her şeyden daha görkemli bir şekilde alıyor.”

“Bilincin evrilmesi, o büyük insanlık maceramızın ta kendisidir. Bu dünyaya gelmemizin nedeni gönlümüzü geliştirmek, ruhumuzu özgürleştirmek ve beynimizi aydınlatmaktır. Sizce kaç roman yazarı bu ilkeye bağlıdır?”
Tom Robbins


Tom Robbins, Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden biri. Evet, iddialı bir cümle bu, çünkü Robbins'in ürettikleri ortada. Amerika'da, kendisi gibi bir iki kişiyle beraber, sivrilen bir yazar. Kara komediyi çoktan aşmış, kasvetli betimlemelerin uzağına düşen ve modern dünyaya iyimser bir bakış atıp, anlatımını mizahla harmanlayan bir yazar.

Aynı zamanda uçarı bir kişilik de. 1954'te başladığı gazetecilik öğrenimini, disiplin sorunları yüzünden öğrenci birliğindeki görevinden alınması nedeniyle bırakması, uçarılığının kanıtlarından biri yalnızca.

Okuyucuyla arasındaki mesafeyi olabildiğince kapalı tutmasının yanında, kurduğu ilişkiyi ona doğrudan seslenerek yansıtan Robbins'in bir diğer önemli özelliği, metafor ve anlatımlarını zenginleştiren kelime oyunlarının edepsizliği. Hepsinin yanında, “her şeye rağmen mutluluk”, onun mottosu.

Okurlar Tom Robbins adını duyunca hemen Parfümün Dansı isimli kitabını anımsıyor doğal olarak. Peki, başka neler var listede: Dur Bir Mola Ver, Ağaçkakan, Sirius'tan Gelen Kurbağa, Sıcak Ülkelerden Dönen Sakatlar ve Villa Meçhul. Tüm bunlardan sonra şimdi de ABD'de 2003'te yayımlanan ve Türkçeye Aysun Babacan tarafından çevrilen Geriye Uçan Yaban Ördekleri'yle okurun karşısına çıkıyor.

ANLAMIN YÜREĞİNE YOLCULUK
Kitabın kapağını aralayınca beş ana başlık göze çarpıyor: “Yolculuk Yazıları”, “Övgüler”, “Öyküler, Şiirler ve Şarkı Sözleri”, “Düşünceler ve Eleştiriler” ve “Yanıtlar.” Robbins'in kitabının temel özelliği, kısa anlatımlarla okurun zihnine kılçık atması. Buna bir anlam yolculuğu da denebilir. Hemen başlardaki şu ifade her şeyi berraklaştırıyor: “Anlamın yüreğine (ya da vajinasına) yaptığımız yolculuk, herhangi bir açıdan, alışveriş merkezine son gidişimizi andırıyorsa, bir yerlerde yanlış yapıyoruz demektir.”

İlk bölüm, Robbins'in yolculuk deneyimlerine ayrılmış ve bunları okurken bir gezi belgeseli, safari anlatımı ya da seyyahları betimleyen bir televizyon programı seyrediyormuşçasına bir izlenime kapılıyorsunuz. Robbins'in 1985'te kaleme aldığı ve aynı yıl Esquire'da yayımlanan yazısında bahsettiği uyku hastalığına yol açan çeçe sineği, metinleri okurken sizi sokmuyor. Hep canlı ve tetiktesiniz; ayıksınız anlayacağınız.

Robbins'in kitapta anlattıklarına; daha önceden kaleme aldığı yazılarından oluşturulmuş seçkiye bakıldığında, konu çeşitliliği de hemen kavranıyor. The Doors konserinden çıkınca, Robbins'in deyişiyle “tenin kurtuluşunu arzulayan Nietzsche'nin sesini” duyuşunuzun ardından, tekdüzeleştirilen beslenmenin öncüleri Mac ve Dick McDonald'la ve onların burgerlerinin hammaddesi inekleri boğazlayan şirketin başı Roy Kroc'la yüzleşiyorsunuz.

Sonra yeniden müzik; bahsi geçen kişi ise Leonard Cohen. Robbins, Cohen'i büyük bir söz ustası diye nitelerken, geçmişe dönük belirlemeleri de kendi biçemini yansıtıyor. Amerikalı kadın ve erkek açısından ele aldığı geçmişe özlem hakkında şöyle diyor:

“Kadınlarda geçmişsever sinek kâğıdına takılanlar genellikle yaz kampları ya da lise yıllarıdır. Epey sayıda Amerikalı erkek için ise askerlik dönemidir; yani ailelerinden, karılarından, çocuklarından, sıkıcı düzenlerinden ve sorumluluklarından kurtulup her ihtiyaçlarını giderdikleri, dostlukların tadını çıkarabildikleri, seyahat edip maceralar yaşayabildikleri o eşsiz dönem. Bu yüzden olsa gerek Amerikan liderlerinin çoğu savaş kahramanlıklarını ısıtıp ısıtıp önümüze sürmekten bıkmaz (kımızı, beyaz, mavi öküz çomaklarını sallayıp yıldızlarla süslü bayrağın pes notalarıyla osururlar) ve bu yaşlı vıdıvıdıcılar her ekonomik uyuşmazlıkta, dünyanın ödeyeceği çirkin bedeller pahasına, ısrarla askeri çözümlere başvurulmasını ister ki bu da sıkışmış gelişmişlik durumunun bir tezahürüdür.”

EDEPSİZ OYUNCU
Robbins'in kitapta belirginleşen eleştirilerinden biri de kasvetle ilgili. Robert Stone'un öyküsündeki karamsarlığı eleştirirken, öyküdeki var oluş sancısının kendisini etkilediğini de bir kenara not düşer.

Sonraki satırlarda eleştiri oklarını çıkıntılık yapanları susturanlara savurur ve bu noktada, Robbins metaforları devreye girer: “Dogmanın dogmayı yediği bir dünyada ancak birkaç öğretmen, editör ve eleştirmen yıkıcı bir miyavlamayı veya aralarda gelen tuhaf mırlamaları kaldıracak kadar şık olabilir. Ama bunların hepsi tanıdık, bildik havlama ve hırlamaların icap ettiği bir ortamda acayip, alengirli miyavlamaları çıkaranların ya da tasvip edenlerin başına ne geleceğini de gayet iyi bilir (...) 'Miyavlama' derken (...) söylemek istediğim şey, insanın zaman zaman hissettiği muziplik dürtüsüdür; bu dürtü, özellikle de alışılmadık bir tarzda ve uygunsuz bir bağlamda tezahür edecek olursa, yetişkinler tarafından genellikle küçümsenip bastırılır.”

Robbins, eleştirilerinin ardından, neyin yanında olduğunu da yapıştırır sayfaya: Oyun oynamayı; küstah, saldırgan ve edepsiz biçimde oyun oynamayı esinleyen tavır, onun için vazgeçilmezdir. İşte bu tavır, Robbins'e sanatı “amaçsız” diye niteleme olanağı verir. Ona göre, pragmatik bir dünyada fayda amacı taşımayan fakat aynı zamanda estetik bir etkinliktir sanat: “Sanat, yeniden canlandırma değil; hayat veren bir şeydir, esinlenmiş faydasızlığın özgürleştiren sıçramasıdır o.” Robbins, sanatla ilişkisini anlatırken, otuz yıllık benlik arayışının burada kilit nokta olduğunu belirtmeden edemez. Yani imgelem serüveni, onun kendisini arayışı ya da kurma çabasından öte bir şey değil.

Kitabın en canlı bölümü “Yanıtlar” başlığını taşıyor. Robbins burada kendisine yöneltilmiş soruları cevaplarken kişisel bilgiler de veriyor. Özellikle yaptığı bir Amerika tanımlaması var ki, değinmeden geçmek olmaz:

“Amerika 270 milyonluk bir ülke: Bunun 100 milyonu gangster, diğer 100 milyonu üçkâğıtçı, 50 milyonu da külliyen üşütüktür ve abartısız her birimiz, gizli gizli gösteri dünyasına çalışırız. Böyle bir ülkede eğlenemeyeceğinizi düşünebilir misiniz? Rahatça söyleyebilirim ki dünyanın neresinde olsa yaşarım ve yaptığım işi yaparım ama görüldüğü gibi Amerika'da yaşamayı seçmiş bulunuyorum. Bunun arkasındaki neden, yurtseverlik ya da para değil. Asıl neden burada yaşamın çok ilginç olması. Amerika dünyada en az sıkılacağınız ülkedir herhalde; üstelik sağcı dindar mankafalarla solcu akademik mankafaların ülkeye mecburi homojenlik ve kurumsal bayağılık getirmek adına birbirleriyle yarışmalarına rağmen.”

Robbins'in muzip kişiliği ve mizahi yönü sorulara verdiği yanıtlarla daha da somutlaşıyor. Yaşadığı yerde neden yaşadığı sorulduğunda, aynı muziplikle cevabı yolluyor: “Buranın havasını seviyorum, nedenler arasında volkanlar, somon balığı ve her an bir volkanın patlayıp somon balıklarını şöyle birazcık haşlaması gibi muhteşem bir ihtimal de var.” Bunlara başka nedenler de ekler arkasından: Ormanlar, müzik, marketler, kafeler, ortamdan duyduğu minör tınılar...

Robbins, romanlarının siyasi boyutuna dönük soruya da ilginç bir yanıt verir; kendisini “yaşama evet diyenler” içinde konumlandırırken, temalarının genellikle bağımsızlaşmaya gelip dayandığını belirtir. Bu yanıt, yazdıklarıyla yaşamı arasında nasıl bir koşutluk olduğunu da gösteriyor, aynı şu sözündeki gibi: “Amacımız, bilerek, isteyerek daha aklı başında, daha hür ve daha zeki varlıklar olmaya evrilmek...”

Kitapta yer alan yazılar dikkatle okunduğunda Robbins'in 1960'ların ikinci yarısından 1990'ların sonuna kadarki dönemi kendine özgü bir şekilde yorumladığı görülür. Bunu yaparken isimler, mekânlar, benzetmeler ve kimi zaman da geri dönüşlerle konular zenginleştirilir.

Kabul etmeliyiz ki bu kitap bir Parfümün Dansı veya Villa Meçhul değil. Yani Geriye Uçan Yaban Ördekleri, herkese sözü geçen iki kitap kadar keyif verir mi, tartışılır. Ama imza Tom Robbins olunca, sayfalarda gezinmek, hatta her an karşımıza Tom Robbinsçe bir şey çıkabileceğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Geriye Uçan Yaban Ördekleri/ Tom Robbins/ Çeviren: Aysun Babacan/ Ayrıntı Yayınları/ 266 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 04.03.2010

3 Mart 2010 Çarşamba

TURUNCU TULUMLARI GİYMEK İSTER MİSİNİZ? (*)
ALİ BULUNMAZ

ABD'nin yeni başkanı Obama, dünyada bir “barış” umudu şeklinde algılandı; Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi ve ödülü kaptı. Seçim kampanyası sırasında, seçildikten sonra ve Barış Ödülü'nü almasının ardından belli sözler verdi, bunlardan en öne çıkanı utanç kaynağı Guantanamo Kampı'nın kapatılacağına dairdi. Ne olacağını kimse bilemez ama kamp, girişilecek başka işgallerden yeni “suçlular” için öylece bekliyor. “Guantanamo'nun kapatılması bir şeyi değiştirir mi?” diye de sorulabilir; aynı işlevi görecek bir başka kampın açılması çok kolay değil mi?..

Küba'da, adını Guantanamo Körfezi'nden alan tutuklu kampı, 11 Eylül ve sonrasındaki Afganistan ile Irak işgalleri sayesinde ününe ün kattı. Turuncu tulumlar giydirilen, “terör suçluları” işkenceden geçirildi, “özel sorgulama teknikleriyle” baskı altına alındı. Foucault'nun kapatılma teorilerini geride bırakan uygulamalarla insanlar suçlandı, “11 Eylül bağlantısı” gerekçe gösterilip “düşman savaşçılar” diye adlandırılarak yıllarca Guantanamo'da tutuldu, tutulmaya da devam ediyor; yargılanmadan, söz hakkı verilmeden daha da trajik biçimde neyle suçlandıklarını bilmeden...

“SUÇLU” VE HİÇKİMSE
Mahvish Rukhsana Khan'ın Guantanamo Günlüğüm adlı kitabı, tutuklu kampından insan manzaraları sunuyor. Zaten alt başlık da bunun göstergesi: “Tutsaklar ve Bana Anlattıkları.” 11 Eylül'ün ardından ortaya çıkan küresel paranoyanın etkisiyle başlayan işgaller, toplama ve kapatma harekâtı, yargısız infazları, meşrulaştırılan işkenceleri ve tutuklu kamplarını gündeme getirmişti. Bunların en göze batanı, ABD'nin Soğuk Savaş için oluşturduğu stratejik üs Guantanamo'dakiydi.

Khan, “Gitmo” adıyla anılan Guantanamo'ya gidebilmek için ne denli zor bir izin alma süreci geçirdiğini anlatıyor önce. Kendi Peştun kökeni ve ailesinden yola çıkıp, bir bakıma ufak tefek iç hesaplaşmalar yaptıktan sonra ajanların geçmişini, alışkanlıklarını ve yaşantısını didik didik edişini sayfalara döküyor.

İlk görüşmeye girdiği anda, yazılanlardan da anlaşılacağı üzere, bir şey dikkati çekiyor; “mahkûm” ya da “teröristin” adı yerine numarası var her şeyin başında. Khan'a kulak verelim: “Tanıştığım tutukluların kişiliği yadsınır, kamp dışındaki dünya tarafından kimliksiz adledilirdi. Onlar insanlıktan çıkarma adına isimleri, yüzleri olmayan birer seri numarası, birer katalog kodlamasıydı. İsmi olması bir kişiye, hatta bir hayvana kişilik kazandırır. Seri numaraları ise hareket etmeyen nesnelere verilir.”

İlkin numara, sonra isim... Aynı tutuklu Ali Şah Musavi'de olduğu gibi. Guantanamo'ya ayak basana dek pek çok “terör suçlusunun” ya da “düşman savaşçının” başına gelenleri anlatıyor: “Nedeni” sonradan anlaşılan tutuklama, işkence, bitmek bilmeyen sorgulama ve en sonunda “mahkeme” süreci... Musavi'nin “mahkemede” sarf ettiği “Ben hâlâ neyle suçlandığımı anlamış değilim” cümlesi ise hayli tanıdık.

“Suçluların” oraya götürülüşü ve hapishanede yaşamaları ne kadar zorsa, avukatların kampa girmeleri ve “mahkûmlarla” görüşmeleri de aynı oranda zor. Her yeni yolculuk yeni bir “düşman savaşçıyla” tanışma demek. Ancak hemen hepsinin anlattıkları aşağı yukarı aynı. Buradan çıkan sonuç ürkünç: İnsani bir uygulama yok, haklarından arındırılmış, isimsiz, kimliksiz ve kişiliksiz bir “suçlu” kitlesi yaratılmış. En önemlisi de karşımızda onuru kırılan bireylerin duruşu.

Zaman ve dünyadan arındırılmış ve hiç kimse haline getirilmiş kişiler anlatılıyor. Korkunç olan, Khan'ın da belirttiği gibi toplananların neredeyse tamamının yanlışlık sonucu oraya getirilmesi.

Yanlışlık: Bu tarz durumlar için çıldırtıcı bir kelime ya da tanımlama. Yanlışlığın nedenlerini sorgulamaya başlayan Khan, bir başka çılgınlıkla yüzleşir: Terör bağlantısı olan kişilerin bulunmasını kolaylaştırmak için kurulan ödül ya da daha doğru deyişle ihbar sistemi. Hemen herkesi muhbir ve suçluya dönüştüren; insanları Guantanamo'ya süren ölümcül bir oyun, para kazanmak ve “suçluları” bulmak isteyenlerin işine gelen bir mekanizma. Kimin suçlu olup olmadığının önemi yok haliyle. Kurgulayan ve oynayan kazanıyor ama tutuklananların kaybettiği, sahtecilerin kazandığından çok daha fazla.

Guantanamo'da “mahkûmların” giysilerinin rengi açık. Ancak “itaatsizlik” durumunda, Khan'ın aktardığı biçimde, taba rengi veya turuncuya bürünüyorlar. Numaralandırılan, aşağılanan ve kimliksizleştirilen “düşman savaşçılar” aracılığıyla dünyaya verilen bir mesaj belki de bu.

“HAYATIN BİR PARÇASI GUANTANAMO”
Guantanamo'da tutuklu bulunanların pek çoğu sıradan insan. Onları oraya getiren yanlışlığın hepsi farkında ama adil bir yargılamadan geçmedikleri ve kendilerini savunma olanağı verilmediğinden avukatlar dışında dertlerini anlatacakları kimse yok gibi.

Khan'ın bu zorlu süreçte konuştuğu herkes büyük güçlükler yaşadığını söylüyor. Tutuklu kalıp serbest bırakılan Abdül Selam Zaif'in salıverilişindeki trajikomiklik dikkat edilesi türden. Serbest bırakılırken ABD'li üst düzey bir general tarafından tebrik edilen ve kendisine “iyi biri olduğu” söylenen Zaif, o anda rüya gördüğünü sanır. Guantanamo, onun deyişiyle “bundan böyle hayatının bir parçasıdır.”

Khan'ın anlattığına göre, Guantanamo'yu hayatının parçası haline getirmek istemeyenlerin tek seçeneği bulunuyor, o da intihar. Kitapta bunlara üç örnek var; iki Yemenli ve bir Suudi. ABD'li yetkililer ise intiharlar için “bunun bize karşı asimetrik bir savaş hali olduğuna inanıyoruz” açıklamasını yapıyor. Ancak ölümler üzerindeki şüphe bulutları ileriki satırlarda gün yüzüne çıkıyor; “Cinayet mi intihar mı?” kuşkusu hep canlı kalıyor.

Khan'ın Guantanamo tutuklularıyla görüşmesi sırasında, kampın girişinde “Onur sözümüz, özgürlüğü savunmaktır” yazan tabeladan bahsedilir. Tutuklulardan Sami el-Hac, bunun üstüne şu yorumu yapar: “Tabelayı her gördüğümde o devasa operasyondan sorumlu adamların onurun ne anlama geldiğini anlayıp anlamadığını veya özgürlüğün, sadece Amerikalılara has değil evrensel bir hak olduğunu gerçek anlamda kavrayıp kavrayamadığını merak ediyorum” (s. 143).

Guantanamo'da tutuklu bulunan “suçluları” en iyi “değersiz yaşam” nitelemesi ifade ediyor. Çünkü oradakilerin hiçbir şekilde değerli, insani bir tarafı yok: Suçlular ve hepsi ABD ile “özgürlük düşmanı...” İster inanılsın ister inanılmasın, ABD tüm dünyaya bunu yansıtıyor. Defalarca intihara kalkışan Cuma el-Dessari de o “değersizlerden” biri ve avukatlarına, “Gitmo”nun amacı “insanları tahrip etmek, ben de tahrip oldum” deyişi, söz konusu değersizleştirme uygulamasının açık bir anlatımı.

Tahrip edici olan yalnızca tutuklamalar değil elbette. Trajikomik hikâyeler, dehşet verici öykülerden daha yıkıcı hale gelebiliyor. Örneğin Abdul Rahim Müslim Dost ve Bedri Zaman adlı iki kardeşin yaşadıkları... Pek çok suçlamanın ötesinde, Bill Clinton ile ilgili yaptıkları şaka başlarını çok ağrıtıyor. Yazdıkları bir makalede Bin Ladin için konulan 5 milyon dolarlık ödüle atfen “Monica Lewinsky ile oynaşan Clinton'ın başına ne ödül konur?” diye soran kardeşler, bulduğu yanıtı paylaşıyor: “Afganistan'da bu fakirlikte yalnızca 5 milyon Afgani toplanabilir. Yani 113 dolar.” Tutuklulukları boyunca özellikle bu şaka nedeniyle sorgulanıyor iki kardeş. Ama esas tutuklama nedenleri yine tanıdık Khan'a göre: Pakistan'da ABD muhalifi olmak...

Khan'ın anlattıklarına göre Guantanamo'da gerçek suçlular var. Ama suçlu da olsa suçsuz da, bir insanın nedenini bilmeden tutsak edilmesi, işkence görmesi, herhangi bir yargılamada adalet önünde suçluluğu kanıtlanmadan yaftalanması, aşağılanıp haklarının gasp edilmesi daha büyük bir suç değil mi?

Kaldı ki Guantanamo ve benzeri toplama kampları (Balgram, Ebu Gureyb...) hukuk tanımazlığın kol gezdiği mekânlar. Khan'ın Guantanamo Günlüğüm kitabı söz konusu hukuk tanımazlığı, oralardan geçenlerin gözünden anlatırken, bir duyarlılık oluşturmaya çabalıyor.

Hukukun, adaletin, adil yargılamanın ve insan haklarına saygının, bir gün herkese gerekli olabileceğine dair yalın çıkarımın yapılmasını istiyor. Aslında belki de, “itaatsiz” mahkûmlara giydirilen turuncu tulumların, insanlığa giydirildiği ve ABD dışında dünyanın geri kalanının Guantanamo benzeri bir kampa dönüştürülmeye çalışıldığı uyarısında bulunuyor.

Guantanamo Günlüğüm/ Mahvish Rukhsana Khan/ Çeviren: Başak Akın/ Literatür Yayınları/ 220 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 25.02.2010