29 Mayıs 2009 Cuma

“GEÇMEYEN GEÇMİŞ ZAMAN” (*)
Ali BULUNMAZ

Günlük, kim ne derse desin “an”ın geleceğe taşınmasıdır. Bir başka söyleyişle, “an”ın veya “an”ların ölümsüzleştirilmesi, sonsuza aktarılmasıdır. Bu bakımdan fotoğrafa benzer. Deklanşöre basıldığı dakikanın donması gibi, “an”ın yakalanıp iletilmesidir günlükler.

Ortaya çıkıtığında veya yayımlandığında, kaleme alındığı günlerden anlamlar da taşıyabilir. Ancak pek az değişen özelliği anlatıcısının yaşadıklarına, gününün koşullarına ve olup bitenlere tanıklığın önemli bir belgesi olmasıdır.

Uğur Kökden'in 12 Mart Günleri ismiyle yayımlanan günlükleri de böylesine bir tanıklığı ve yaşanmışlıkların satırlara dökülüşünü yansıtıyor ve o, günlüklerine “Karşı-Günlük” adını veriyor: “Karşı-Günlük'te 'şimdiki zaman'yok. Orada donmuş bir zamanın hiç bozulmadan sakladığı, günümüze dek olduğu biçimde taşıdığı, bir tür özel anılar topluluğu var. Geçmek bilmeyen, bilmeyecek bir 'geçmiş zaman” (s. 8).

İÇERİDEN
Kökden, anlatmaya 1971 yılından başlıyor. Yılın ilk günlerinden, tutuklandığı yaz ortasına kadarki sayfaların tamamına “Giriş” adını koymuş. 12 Mart günü verilen muhtıra da, bu “Giriş”in dönüm noktası oluyor. Gelecek on yılı karmaşaya çevirecek gelişmeler de o gün başlıyor. Kökden notlarında bu günleri “perde arası; askerlerin bizi içine soktuğu can sıkıcı dönem” diye tanımlıyor (s. 17).

Darbe dönemlerinin “olağan” aramalarından birini geçirir. Gece gelen polisler her tarafı didikler, kitap ve mektupları götürür. Evinin aranmasından tam 13 gün sonra gözaltına alınan Kökden, kendisiyle aynı durumda olan arkadaşlarını görme fırsatı bulur.

Bu arada Muammer Aksoy'un tutuklanması karşısında defterine şu satırları düşer: “Muammer Aksoy'u 141. maddeden tutuklandılar ve az önce gölgeler ülkesine, yani bilinmeyene -Mamak'a- götürdüler” (s. 29).

Darbe dönemlerinin bir geleneği daha “Karşı-Günlük”te gözler önüne seriliyor. Sorgulama sırasında her şey kurgulanmış, oyun planlanan şekilde oynanıyor: “Savcı sonucu belirli oyunu, kurallarına uygun biçimde, etkili ve heyecanlı bir örneğini sergileyerek oynuyor. Aslında Olimpos'ta, hakkımızda çoktan karar verilmiş durumda. Bu seziliyor. Yalnız, ceza için uygun suç aranıyor. Hepsi bu” (s. 30).

Tutuklanıp, “gölgeler ülkesi” Mamak Cezaevi'ne götürülen Kökden, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal, Muammer Aksoy, Sadun Aren gibi isimlerle birlikte kalır ve bu isimlerin bulunduğu yere “vitrin” dendiğini anımsatır (s. 33).

Kökden, tutukluluğunun ilk zamanlarında cezaevini ve oradaki işleyişi inceleme fırsatı yakalar: “Cezaevlerinin en önemli özelliklerinden biri, kuşku yok, zamana ve ivediye ilişkin yasaların bu coğrafyada geçerli olmayışı. En büyük güçlükse -hem fiziksel hem de psikolojik planda- sağlığı koruyabilmek” (s. 34).

Bu çabanın yanında bir başka gerçek daha satırlardan okuyucuya ulaşıyor: “[Cezaevinde] kocaman bir hiçlik denizinde insan. Duyarsızlık git gide bağımsız bir boyut halini alıyor. Yani bir çeşit ikinci doğa oluyor” (s. 38).

12 Mart'ın ve genel anlamda darbe zamanlarının hukuk tanımaz havası, Kökden'in cezaevi notlarından yansıyor: “Askeri savcıların iddianameleri tam bir zavallılık örneği. Her türlü mesnetten yoksun, gerçek dışı, hukuk kavramıyla bağdaşmayan, yer yer gülünç sayılacak belgeler” (s. 62).

İnsan cezaevinde ne durumdadır? Kendini ve başkalarını nasıl görür, ilişkileri nasıldır? Kökden'in notlarında buna dair belirlemeler de bulunuyor. Kendi deneyimlerinden hareketle, tüm tutuklularda üç aşağı beş yukarı görülen tepkileri okuyucuyla paylaşıyor: “Cezaevinde dört duvardan başka bir de herkesin kendisi için çizdiği görünmeyen ve gizemli bir daire var. Artık o kapalı çizgi, aynı zamanda sahibinin düşüncelerinin de dış sınırıdır; sürekli, insan bu kapalı dairenin içinde düşünür” (s. 67).

“AKIP GİDEN GÜNLER MEZARLIĞI”
Kökden'in “içerideki” notları bir bakıma cezaevindeki ruh halini yansıtan çözümlemeler de içeriyor: “Demir parmaklıklar, özgürlük gecesine sınır koyarak zaman ve mesafe kavramlarından yoksun bir yaşantının dışa açılan penceresi gibidir. Demirler bir sınır taşı: Tutuklamalarla özgür gece arasında. Çünkü 'içerideki' insan için kum saati mekanik düzenliliğini yitirir” (s. 120).

Bu durum, cezaevinin, özellikle de baskı dönemlerinde, nasıl daha bungun ve boğucu olduğunu gösterir. Kökden'in bir tanımlaması daha var söz konusu durumla ilgili: “Cezaevi gerçekte, bir çeşit akıp giden günler mezarlığı” (s. 126).

Cezaevi ya da tutukluluk, aynı durumda olan pek çok kişiyle hem mekân hem de içinde bulunulan durumu paylaşmak anlamına gelse de asıl olan, zamanın eziciliği ve yalnızlıktır Kökden'in tutukluluğa ilişkin çiziktirmelerinde bunu görmek mümkündür.

Bu yıkıcılık ve yalnızlık, özgürlüğü özlemenin ve dışarıya adım atmanın çekiciliğinin en başta gelen tetikleyicisidir. Üstelik suçunun ne olduğunu tam da anlamayan veya kendisine, “günün özel koşulları” ya da darbe dönemi gereği suç yüklenenler için söz konusu tutukluluk günlerinin daha yorucu geçtiği notlardan kolayca anlaşılabiliyor.

Cezaevinde, umudun adı özgürlüktür ve defterlerde de bu açıkça görülür. Hastalık anında, güneşin pırıltısı veya yağmurun sesinde, özgürlük tutkusu ve isteği daha da canlanır. Kökden, özgür kalabilmenin “cezaevinin 'megalo ideası' olduğunu” ifade eder (s. 164).

Pek çok insanın pek çok ayrı suçtan ya da suçsuz yere yattığı ceazevi, dayanışmanın ve geleceğe özlemin hayat bulduğu bir mekândır. Kökden, 9 Mart 1972 günü yazdığı satırlarda bunu şöyle anlatıyor: “Cezaevinde, siyasetten çok dayanışmanın insanları birbirine bağladığı bu hüzünlü toplulukta, yalnız gelecekten söz edilir durmaksızın. Yine de herkesin sesi, o bilinmeyen gelecek önünde yalnız yabancılığın değil, yalnızlığın da buruk şivesini taşır” (s. 171).

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam edildiği gece, Kökden'in acı anıları arasındadır. İdamlar ve bunun üzerine koğuşlarda yankılanan haykırışlar, ona şu satırları yazdırır: “1971-72 Türkiyesi'nde insan, üstelik öz yurdunda olduğu halde, hiç katılmadığı -dahası kenarından bile geçmediği- kötülüklerin dahi suç ortağı durumuna düşürülebiliyor kolayca” (s. 183).

DIŞARIYA
Uğur Kökden, 19 Mayıs 1972 günü özgürlüğüne kavuşur. İstanbul ziyareti ve Side'ye tatile gidiş, kendi deyimiyle “işsiz ama aynı zamanda özgür günlerin” ilk edimleridir. Bu günlerde, Kökden'in vurgusu “özgür zaman” ve bunun ne anlama geldiği üzerinedir: “Özgür zaman, sanki yakın gelecek üstünde kazanılmış ya da üstüne gölge düşmeyecek bir zafer gibi” (s. 192).

Kökden'in “özgür zaman”ı mahkemeler, avukatlar ve davalarla örülüdür. Bunun yanı sıra mücadele devam eder; hem hayat hem de fikri mücadele. Yazılar, tartışmalar ve duruşmalardaki savunmalar: Hemen hepsi “özgür zaman”ı dolduran uğraşlardır.

“Özgür zaman”ın dolgunluğu ya da en azından cezaevi günlerine göre hareketliliği dikkat çekicidir. Bıraktığı yerden veya ara verdiği noktadan “özgür zamanı” yaşamaya başlayan Kökden, bir anlamda geleceğini kurmaya da hız vermiştir.

Uğur Kökden, 12 Mart günlerine içeriden; yaşananların tam ortasından bakıyor. Bakmakla kalmıyor, gün gün tuttuğu notlarla darbenin kuşatıcılığını, yarattığı etkiyi ve verilen mücadeleyi gelecek kuşakların değerlendirmesine sunuyor. 1970'lerin başı ve ortasına doğru, Türkiye'nin gelip dayandığı noktayı özetleyen Kökden, aynı zamanda geçmişle bugün ve gelecek arasında bağ kuruyor.

1972'de kaleme aldığı önsözde, bu kitabın nasıl oluştuğunu; düşünen, yazan ve bunları paylaşan insanların neden bedel ödediğini ya da onlara neden bedel ödettirildiğini şu sözlerle ifade ediyor: “Şu anda yazdığım her sözcük doğrudan öz varlığıma karşı girişilmiş tehlikeli bir oyunun üst üste konmuş taşlarını oluşturmakta. Ne ki, her yazar, sorumluluğunun bedelini ödemekle yükümlü değil midir?”

12 Eylül'ü hazırlayan 12 Mart sürecinin çembere aldığı isimlerden olan Kökden notlarıyla, darbenin kuşatıcılığını ve yurtsever aydınları nasıl baskı altına aldığını, tutukluluk ve sonraki salıverilme günlerini, hayata dair belirlemeleriyle birleştirerek anlatıyor.

12 Mart Günleri/ Uğur Kökden/ Yapı Kredi Yayınları/ 250 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 28.05.2009
YURTSEVER BİR AYDININ KALEMİNDEN ATATÜRKÇÜLÜK (*)
Ali BULUNMAZ

Bir insan onu tanıyan son insan öldüğünde ölür.”
(Sartre)

Bugün Türkiye'de yurtseverliğin ve Atatürkçülüğün, terör ve kör milliyetçilikle eşitlenmek istendiği düşünülürse, rafine yurtsever ile aydınların değerini anlamak; onların yaptığı ve yapmaya çalıştıklarını öğrenmenin önemi çok daha belirgin biçimde ortaya çıkıyor. Onlardan biri de Cavit Orhan Tütengil.

TAM BAĞIMSIZLIK DÜŞÜNCESİ
Bir yurtsever ve aydın olan Cavit Orhan Tütengil'in Atatürk'ü Anlamak ve Tamamlamak adlı kitabı, 1953'ten öldürülüşüne dek Atatürk ve cumhuriyet üzerine kaleme aldığı makalelerden ve bunlara eklenen söyleşi ile belgelerden oluşuyor.

Tütengil, sunuş yazısında “Atatürk'ü anlamak, Atatürkçü düşünceyi canlı tutmanın ilk basamağı, tamamlamak ise Atatürkçü eylemi gerçekleştirmenin ilk koşuludur” diyor. Dolayısıyla Tütengil'in düşünce ve yazıları, bugün iyiden iyiye sarsılmaya; hatta karalanmaya çalışılan Atatürkçülüğü anlamak adına bir yol açıyor.

Tütengil'in Atatürk ile ilgili olarak ilk vurgusu onun kurtarıcı kimliği üzerine. Bir başka deyişle Mustafa Kemal'in mağdur milletlerin örnek aldığı bir lider biçiminde görülmesiyle ilintili. Hemen sonrasında ise kültür adamı oluşunu gündeme getiriyor.

Tütengil, kültür çalışmalarından, cumhuriyetin ilk yıllarındaki üniversite kurma çabalarından söz açıyor. Üstelik ülkenin yalnızca batısında değil, o günkü şartların elverdiği ölçüde hemen her yerinde kurmaya çabaladığı üniversitelerden bahsediyor.

Buradan bakıldığında Atatürk'ü anlamanın ilk adımı, yani “Atatürkçülüğün temeline inme” gereği ortaya çıkıyor. Tütengil, Mustafa Kemal'in her eyleminin özünde yer alan “tam bağımsızlık” ilkesinin temeli olduğunu vurguluyor.

Tütengil'e göre tam bağımsızlık tek boyutlu değil: “Mustafa Kemal yalnızca siyasi, ekonomik, askeri bağımsızlıktan söz etmez; düşüncenin bağımsızlığını da şart koşar. Aklın üzerinde sulta kuran hurafe, inanış ve kurumlara karşı oluşu da sebepsiz değildir” (s. 10).

Eğitim, kültür, ekonomi ve askeri alanda kazanılan başarılar; bunların tam bağımsızlık ilkesi ile bütünlenmesini sağlayan da devrimlerdir. Devrimler Atatürk'ü tamamlama boyutunu da gündeme getiren başarıdır.

Kısaca söylemek gerekirse Atatürk'ü tamamlamanın yolu “tam bağımsızlığı” ve “devrimlerin bütünlüğünü” anlamak ve benimsemekten geçer. Buradaki tamamlama, Tütengil'in deyişiyle “Türk devrimlerine yeni katkılarda bulunmaktır” (s. 11). İşte adı geçen devrim ve tam bağımsızlık düşüncesi, bugünün moda deyişi haline gelen ama esas olarak içi o zamanlarda doldurulan “mazlum milletlere” örnek olmuştur. Burada çarpıcı bir hatırlatma yapıyor Tütengil: “Yapılan karşılaştırmaların doğru yanlarının yanı sıra yakıştırma yanları da bulunabilir. Fakat bütün benzetme ve etkilenmelerde ulusal bağımmsızlık, onur içinde yaşama ve bir toplumun alınyazısını değiştirme iradesi gibi ortaklaşa yanlar vardır. Cezayir'in özgürlüğü için savaşanların ceplerinde 'Kurtuluş Savaşı Mustafa Kemali'nin resimlerine rastlandığını herkes bilir.' Daha dünkü Pakistan-Hindistan çatışmasında adı geçen 'Kemal Atatürk Taburu', benzeri olayların en yenisidir, ama sanırım sonuncusu değildir” (s. 15).

Bununla birlikte, Mustafa Kemal öncülüğünde gerçekleşen Türk Devrim'i, Müslüman ülkeler başta olmak üzere, Asya ve Afrika uluslarının siyasal bağımsızlık mücadelesinde ağırlıklı rol oynamıştır. ancak ekonomik bağımsızlığın sağlanamaması, bu devletleri yarı sömürge ve sömürge durumuna getirmiş, siyasal bağımsızlığın havada kalmasına neden olmuştur.

BİÇİMSEL “ATATÜRKÇÜLÜK”
Atatürkçülüğün tam bağımsızlık ve devrimcilik zeminini kavrayamamanın bir göstergesi de Tütengil'e göre “biçimsel Atatürkçülük”tür. Bu, “Mustafa Kemal'i evliya haline getirmektir” aynı zamanda (s. 19).

Tütengil burada bir nitelemede daha bulunuyor ve “On Kasım Atatürkçülüğü” dediği biçimselliği eleştiriyor. Yılın tamamında ne düşündüğü belli olanların, 10 Kasım'larda başka bir yüzle insanların çıkışından dert yanıyor. Kısacası biçimselliğin yüzeyselliğini ve iticiliğini vurguluyor.

Dolayısıyla biçimsel Atatürkçülük, bir amaca ulaşmak adına araç olarak kullanılmıştır, günümüzde de kullanılmaktadır. Söz konusu kullanım, Atatürk'ü anlamayı engelleyen en önemli durumlardan biridir. Bu bağlamda biçimsel Atatürkçülüğün düştüğü yanlışların başta geleni de milliyetçilik ile ilgildir. Tütengil, Atatürk'ün milliyetçilik anlayışını “kültür milliyetçiliği” olarak tanımlar: “Mistik değil realist (gerçekçi), dogmatik değil rasyonalist (akılcı) bir milliyetçilik”tir (s. 34).

Biçimsel Atatürkçülük, Mustafa Kemal'i yaşatmanın değil gerçekten öldürmenin kapısını aralayan bir girişim. Tütengil'e göre bunu engellemenin ve Mustafa Kemal'i yaşatmanın koşulu “eserlerine sahip çıkmak ve onu geliştirmektir” (s. 39).

Bu çaba, “ikinci Atatürk” özleminin ya da Mustafa Kemal'e “diktatör” yaftasının yapıştırılmasının da önüne geçecek bir edimdir. Daha başka söylenecek olursa, Mustafa Kemal'in tarihi kişiliğini anlamak ve onun yaptıklarına katkıda bulunup ileriye taşımak, Atatürkçülüğü geleceğe aktaracaktır.

ZAFER VE KAZANIMLAR
Tütengil, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından kurulan devletin bir onur savaşına dayandığını belirtiyor: Kurtuluş Savaşı'nın istilacılara karşı yürütülen bir savaş; bir “barış savaşı” olduğunu vurguluyor. Devrimlerin, kültür ve eğitim alanındaki atılımların, bu barış savaşının kazanımları olduğuna değiniyor. Tütengil'e göre bir “aşama” olan devrimlerin özgünlüğü, Türk aydınlanmasının başlangıcını yansıtmasında aranmalıdır.

Kurtuluş Savaşı bir zaferdir. Ama öylesine veya fetih amaçlı değil, kuruluş amaçlı bir zaferdir. Tütengil, bunu şöyle açıklıyor: “Kılıca dayanan zafer bir fetih aracıdır; yeni bir devletin kuruluşuna da temel olabilir. Ne var ki önemli olan zaferi kazanmak değil, sürdürmektir. Bunun aracı ise, gerçek zaferin simgesi olan tarımdır, üretimdir, ekonomik alandaki başarılardır” (s. 77).

Bugünün ekonomik “başarılarının”, Kurtuluş Savaşı zaferini ne kadar “tamamladığı” da ayrı bir soru olarak bir köşede duruyor. Kazanımların elden çıkarılmasına yönelik “atılım” ve “başarıların” Tütengil'in belirlemeleri ile ne derece örtüştüğü de yine tartışma konusu.

Eğitim ve eğitim reformu da, Kurtuluş Savaşı sonrası devrimlerle elde edilen kazanımlardandır. İlk ve orta öğretimdeki yenilik hareketinin yanında, 1933 yılındaki Üniversite Reformu, modern üniversitenin temelini atmıştır.

Bununla beraber, 1950'lerde kapısına kilit vurulan Köy Enstitüleri de eğitim reformunun temellerindendir. 17 Nisan 1940'ta resmi olarak kurulan bu enstitülerde, fikir ve sanat alanında önemli eserler konmuştur.

Pek çok kişinin tartışmasız kabul ettiği gibi milli eğitimin Altın Çağ'ı Hasan Âli Yücel dönemidir. Yücel'in bakanlık yaptığı zaman dilimi (1938-1946), 1923 Aydınlanması'nın eğitime yansıdığı yıllardır.

Bu yıllar, eğitimin, devrimlerin sağlıklı şekilde benimsenmesi ve geliştirilmesi için ne denli yaşamsal olduğunun anlaşıldığı yıllardır aynı zamanda. Tütengil, Yücel'den sonra milli eğitimin tam bir yaz boz tahtasına döndüğünü, plansızlık ve özensizliğin devrimlerin yaşatıcısı konumundaki eğitime zarar verdiğini belirtir.

MODERN TOPLUMA GEÇİŞ
Cumhuriyet'in 50. yılı nedeniyle görüşlerini dile getiren Tütengil'in, dönemindeki Türkiye'yi “geçiş toplumu” olarak değerlendirmesi önemlidir. Tütengil'e göre 1970'lerde “tarım kesimine dayanan toplumun yerini sanayi, ulaştırma, ticaret ve hizmet kesimi almaktadır” (s. 96). Bu, aynı zamanda geçiş döneminin asıl özelliğidir. Tüm bunlar da bir bakıma, geleneksel toplumdan modern topluma geçiş aşaması demektir.

O dönem, bu geçişi sağlayan itici güç ise Mustafa Kemal çizgisidir. Tütengil'e göre Mustafa Kemal çizgisinin çıkış noktası “koşullar ne derece ağır olursa olsun, en büyük güçlerin ve yengilerin temsilcisi düşmana, onun işbirlikçilerine karşı bağımsızlığı elde etmek için başkaldırmadır; bu başkaldırının amacı da tam bağımsızlık”tır (s. 100).

Mustafa Kemal çizgisinin en önemli özelliği ulusaldan evrensele doğru uzanışıdır. Tütengil'e göre bu, Üçüncü Dünya ülkelerine öncülük etmeyi sağlayacak bir özelliktir. Ancak Tütengil, ulusaldan evrensele uzanan Mustafa Kemal çizgisinin dünya ölçeğinde bir sisteme dönüşememesi yüzünden, Üçüncü Dünya ülkeleri üzerinde kurulabilecek etkinliğin sağlanamadığını ifade eder.

Tütengil'e göre bir ülkeyi yarı sömürge olma durumundan kurtaran Mustafa Kemal çizgisinin, “düşünürünü yeni kuşaklardan araması, belki de onun hem talihi hem de talihsizliğidir” (s. 103).
Tütengil, Atatürk'ü tamamlama konusunda farklı yaklaşımlar bulunduğunu belirtir: “Tamamlanmasını ikinci bir Atatürk'ten bekleyenler ile ondan yola çıkarak ve onu anlayarak Atatürk'ü tamamlamayı düşünenler” (s. 105).

İlk seçenek sahte kahramanlar yaratmaya dönükken ikincisi, Mustafa Kemal'i eylem ve düşünceleriyle yakından tanımayı ve devrimlerin tarih sahnesine çıkış yolunu enikonu öğrenmeyi gerektirir. Bu anlamda Kemalist öğretinin her boyutuyla ortaya konması; öğrenilip geleceğe aktarılması zorunludur.

Burada Tütengil yapılması gerekeni kısaca şöyle özetliyor: “Kemalizm'in dizgeleştirilmesi Mustafa Kemal'den beklenemez (...) Cumhuriyet'in 15. yıldönümüne kadar kendi sağlığında, 1938'den bu yana da Atatürk'süz Türkiye Cumhuriyet'nin karşılaştığı her güçlük ve atlattığı her badire, esasında Kemalist öğretinin geçirdiği bir sınama, verdiği bir sınavdır. Atatürkçü kuşakları bekleyen görev, düşünce ve gelişmeyi boğan kalıplarda sıkboğaz etmeden, Atatürkçü anlayış doğrultusunda ve yeni gereksinmelere yatkın bir düzenlemenin gerçekleştirilmesidir” (s. 108).

ÖZ MÜ BİÇİM Mİ?
Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan Türkiye, çağdaş bir toplum olabilme yolundaki ilk adımları devrimler ile atmıştır. Ancak her yenilik ya da ilerleme hareketinin başına gelen şey, bir başka deyişle saldırı, devrimlerin de karşılaştığı en büyük güçlüklerden biridir. Tütengil, “devrimleri bölüp parçalama veya onları ortadan kaldırma girişimlerinin hep 'aydın' bir azınlık tarafından kışkırtıldığını” belirtir (s. 112).

Tütengil, devrimlere yönelen saldırılara şaşırmadığını, ama bunun ötesinde ve bundan farklı olarak eleştirinin devrimleri canlı tutacağını söyler. Şunu da ekliyor Tütengil: “Türk Devrimi'nin getirdiği 'değerler düzeni' ve 'dünya görüşü' yerine bunlarla bağdaşmayan görüşleri koyarak yeni bir 'devrim' yapmayı amaçlayan 'aşırıların' tutumu da şaşırtıcı değildir” (s. 113). Tütengil bir bakıma, eleştiri ile saldırının sınırlarını çizer.

Tütengil, herkesin “Atatürkçü olduğu”, türlü Atatürkçülüklerin kol gezdiği ve bugün daha da belirgin biçimde görülen ortama dikkat çeker: “Öz yitirilince ortada 'biçim' kalıyor; daha doğrusu 'biçim' öne geçerek 'özü' arka plana itiyor. Bundan da kocaman bir biçimsellik doğuyor” (s. 117).

Aslında bugünün de temel sorunlarından olan öz-biçim tartışmasını o günlerde açan Tütengil, bir bakıma öngörüsünü konuşturmuş ve 2000'li yıllardaki Türkiye'nin portresini yakın geçmişte çizmiştir.

Biçim-öz tartışmasını gündeme getirerek, aslında Atatürkçülüğün neliğini belirlemek amacıyla bir adım atıyor Tütengil. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği Kurtuluş Savaşı ve onu izleyen devrimler, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş ilkelerine de işaret ediyor.

Atatürk'ü tanımak bu noktada yeterli değil. Tütengil'e göre devrimleri yaşatıp ilerletmek; Atatürk'ü tamamlamak da gerek. Çünkü 1923 Aydınlanması'nın hayatta kalması hatta kendini yarınlara taşıması, bu tamamlama koşuluna bağlı.

Bugün Atatürkçülüğe ve Mustafa Kemal öncülüğünde gerçekleştirilen devrimlere karşı saldırılar artarak sürüyor. Tütengil'in kitapta yer alan makaleleri kaleme aldığı zamandan bu yana, Atatürkçü düşüncenin izinden giden pek çok aydın, yurtsever ve bilim insanı öldürüldü.

Üzerinde dikkatle durulması gereken soru şu: Bu öldürümler, kayıplar ve saldırılar karşısında Atatürkçü düşünceyi benimsemiş ve Mustafa Kemal çizgisinde yol alanlar ne yapıyor? Mustafa Kemal'in, devrimlerini güvenle emanet ettiği gençler sorumluluklarının farkında mı? Tütengil'in eseri biraz da bu bakımdan önem taşıyor ve biçimden çok öze yoğunlaşmanın zorunluluğu üzerinde duruyor.

Kendisi de Atatürkçülük gibi saldırıya uğramış ve devrim şehitleri arasında yerini almış Tütengil, yurtsever bir aydın olarak, Atatürk'ü Anlamak ve Tamamlamak isimli eseriyle bu çabaya; biçim yerine, Atatürkçülüğün ve devrimlerin özünü kavramaya dönük gayrete çok büyük bir katkı sunuyor.

Atatürk'ü Anlamak ve Tamamlamak/ Cavit Orhan Tütengil/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 156 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 28.05.2009

15 Mayıs 2009 Cuma

YIKIMIN ORTASINDA (*)
Ali BULUNMAZ

Yaşanan her ekonomik krizle beraber, bir şekilde 1929 Ekonomik Buhran'ı hatırlanır. Üstü örtük ya da açık biçimde o çöküşle karşılaştırmalar yapılır. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi. Selwyn Parker'ın Büyük Çöküş isimli kitabı da 1929'u; o kara günleri anlatırken, okuyucuya yakın geçmişle bugün arasında bağlantı kurma olanağı veriyor.

“BIRAKINIZ YAPSINLAR!”
1929'u hazırlayan ekonomik tıkanıklığın hisse senedi patlamasıyla ilgili olduğu açık. Hükümetten bağımmsız iş yapan ve hisse senedi piyasasındaki üretimin insanların zenginliğinin artışı için olduğunu savunan borsa temsilcileri, üretim piyasasından da memnundu.

ABD'de devlet müdahalesi ve denetimin azlığı, üretim mekanizması ve kârın az sayıdaki şirketin elinde toplanmasını sağlamış ve bu nedenle tekelleşme de artmıştı. 1929'un hemen öncesinde “ticari monopollerin sayısı hızla çoğaldı ve Amerika'nın güçlü ekonomisi giderek daha az insanın yönetimine geçti. 1929'a gelindiğinde, ABD'deki şirketlerin yarısının servetini birkaç şirket kontrol ediyordu” (s. 6). Ama umutlu olanlar da vardı: İş dünyasındaki kâr, mutlaka halkın cebine akacaktı!

Aynı dönemde Amerikalılar daha fazla mülk alıyor, harcamalar doruğa ulaşıyor; bununla birlikte fabrikalar da fazla mesai yapıyordu. Tüm göstergeler ve tüketimdeki bu patlama, 1929'un “refah yılı” olacağına işaret ediyordu!

1920'lerde piyasaya girmeye çalışan “öngörülü” yatırımcılar da, inanılmaz boyutlara ulaşan borca batmış ve hisse senedi borsası tarafından aldatılmıştı. Hisse senedi piyasasına bakıp, büyük bir çöküşün yaklaştığını söyleyenler ise “partiyi bozdukları için neredeyse vatan haini olarak görülüyordu” (s. 20). Israrlarını sürdüren “vatan hainleri”, piyasaların çökebileceğine dair tahminlerini bildirmekten vazgeçmedi. Onlara göre çöküş “yalnızca spekülesyoncuları değil, ülke genelini peşinden sürükleyecekti” (s. 21).

1929 yılının başında New York Borsası'nın işlemdeki hisse senetlerinin değeri, üç yıl öncesine göre iki kat artmıştı ve 15 milyar dolar değerinde yeni hisse senedinin piyasaya sürülmesi tufanın başlangıcıydı. Fiziksel anlamda üretim yerine, yatırıma yatırımın artması da tufanı derinleştirmişti.

Büyük oranda el değiştiren hisse senetleri, patlama noktasına gelen borsalar ve her gün katlanarak değerlenen kağıtlar çöküşü hızlandırırken bazı yorumcular bunun gerekliliğine vurgu yapıyordu: “Ekim 1929 olayları sağlıklıydı. Kriz ve sonrasında yaşananlar, ABD'nin ekonomik yüzünü çirkinleştiren sivilceyi patlatmıştı ve zaman bu zehrin yavaşça yok olmasına yardım edecekti” (s. 46).

Krizi izleyen üç buçuk ayın sonunda hem piyasaların hem de halkın moralini düzeltmek için olumlu açıklamalar yapılmaya çalışılıyordu. ABD Başkanı, “din adamı ve bankacılardan oluşan endişeli bir grubu, yakında ekonominin sağlıklı bir duruma kavuşacağı konusunda bilgilendirecek kadar kendine güveniyordu” (s. 50).

Fırtına durulmuş gibi görünürken, Likidasyoncular (tasfiyeciler), “hükümetin, elini ekonomiden çekmesini ve çöküşün kendini tasfiye etmesi gerektiğini” savunuyordu. Bunun anlamı açıktı: “İş gücünü tasfiye et, çiftçileri ve emlak piyasasını tasfiye et” (s. 56).

KRİZİ FIRSATA ÇEVİRENLER
1929, dünya tarihinde ekonomik olduğu kadar siyasi açıdan da önemli gelişmeleri ortaya çıkardı. Özellikle Almanya'da Nasyonal Sosyalistler (Naziler), hem ekonomik liberalizm karşıtlığından hem de işsizlikten beslendi.

Parlamento Eylül 1930'da, başbakanın önerisini reddedince genel seçime gidildi ve Naziler yüzde 18 oranında oy aldı. Bu oran, iki yıl öncesine göre dokuz katlık bir artış demekti. 1931'de Almanya'daki işsiz sayısı 8.5 milyona ulaşmıştı. 1929'dan önce bu sayı 1.25 milyondu. Bu ortamdan yararlanan Naziler, binlerce Alman gencini üniformaları, toplu gösterileri ve bedava içkileriyle fethetti.

Faşizm, yalnızca Almanya'da değil, İtalya'da da yükselişteydi. Mussolini, hem ekonomiyi düzeltme hem de Bolşevikler'e karşı durma iddiasıyla iktidara gelmişti. Almanya gibi İtalya'da da üniforma giyme meraklıları faşizmin serpilmesine katkı sağlamıştı. Bu yükseliş insanlara şunu öğütlüyordu: “İnan, itaat et ve savaş” (s. 106). Verilen ya da uyulması istenen öğütler, krizi siyasi açıdan fırsata dönüştüren faşizmin 1945'e kadar sadakat duyulmasını şiddetle savunacağı politikaya dönüşecekti.

Kıta Avrupası'nda faşizm yükselişe geçerken, ABD ve İngiltere'de piyasa şokları ve toparlanma çalışmaları sürüyordu. Durumu düzeltmeye yönelik bütçe hazırlıkları hızlandırılmıştı. Vergiler, daralma ve tasarruf politikaları tavan yapıyordu. Tüm bunlar, 1929 öncesindeki satın alma gücünü açık şekilde azaltmıştı. Kısacası herkes kaybediyordu.

İşsizlik tazminatı almak için başvuranların sayısı günden güne artarken, sektörler kendilerini kollamak adına sistematik biçimde işçi çıkarmaktaydı. Bütün iş kolları çöküşle boğuşuyordu: İnşaat, gemicilik, sanayi, ticaret, borsa... Parker'ın buradaki belirlemesi önemli: “Ekonomi alanındaki cehaletten doğan vergi ablukası hem ABD'de hem de dünyanın diğer yerlerinde canavarlaşmıştı. Bu bunalımlı yılların belki de en aldatıcı yönü, neler olup bittiğini pek kimsenin bilmiyor olmasıydı” (s. 159).

Bir gerçek daha orta yerde duruyordu: Hindistan, İngiltere'ye akıttığı altınlarla rahat nefes alırken; Japonya da ekonomik bir güç merkezi haline geliyordu. Özellikle Japonya, yaptığı sanayi ve ticaret anlaşmalarının yanı sıra, mali disipliniyle Asya'da yükselişe geçen bir ülke konumundaydı.

Hindistan ve Japonya gibi yükselişe geçen bir başka ülke, para birimini altın yerine gümüşe endeksleyen Çin'di. Bu üç ülke, 1929'da yaşanan krizi ekonomik açıdan fırsata çeviren ülkelerin başını çekiyordu.

Almanya'da başta işsizliği kullanarak iktidara gelen Hitler, “istihdam yaratmak” amacıyla üretime dayalı tasarılar geliştiriyordu. Hitler, ekonomiyi emir-komuta zinciri içine sokarak, totalitarizmi bu alana da yaydı: “İşsizlik azalmıştı, çünkü neredeyse sağlığı yerinde olan herkes çalışmak zorundaydı” (s. 248).

Naziler, ekonomik çöküşün kendilerine sunduğu seçim fırsatlarını, Hitler'in deyişiyle, bir “hareket” olarak algılamıştı ve Von Papen hükümetinin çöküşüyle yönetimi ele geçirip kış aylarında donan ve açlıktan ölen halka “iş ve ekmek vaat ederek” yükselmişti (s. 252).

İngiltere'de ise Oswald Morsley, “faşizm iyi ücretler, daha kısa süreli mesailer, iyi evler, işçilerin kültürel gelişimi için fırsatlar anlamına geliyor” yorumunu yapmıştı (s. 258). Morsley'in içinde yer aldığı Faşist Birliği'nin en ateşli destekçisi ise Adolf Hitler'di.

Krizin çıkış noktası ABD'de ise hayat kalitesi günden güne kötüleşirken insanlar, “birbirinin arkasında durmayı öğreniyordu” (s. 270). Yolların iş arayanlarla dolu olduğunu söyleyen Parker, Amerikalılar'ın gönülden verilen yardımlarla hayatta kalabildiğinin de altını çizer.

Amerikalılar, 1929'un ardından bir “umut” beklemekteydi ve o umut, “Amerikan halkı için düzen” diyen Roosevelt'ti. Halk, Roosevelt'i, yaşam kalitesini yükseltecek ve pek çok kuruma karşı yitirilen güveni yerine koyacak bir kurtarıcı olarak görüyordu. Parker, bu dönemin ABD'sini şöyle tasvir eder: “Hayal kırıklığı içinde bir ülke, bankerler ve büyük şirketlerce sömürülen insanların girişimciler, slogancılar, bir günlük milyonerler, fırsatçılar ve her türlü maceracı için av olan insanlarla dolu topraklar” (s. 278).

TARİH TEKRAR MI EDECEK?
Piyasaların merkezinde gelişen ve dünyanın hemen her yerini etkileyen krizlerin ardından çoğu insanın zihninde şu soru uyanıyor: Acaba yine aynısı mı yaşanacak? Bugün süregelen krizi “İkinci Dünya Savaşı sonrasının en büyük durgunluğu” olarak tanımlayanlar da aynı soruyla boğuşuyor.

Büyük Bunalım en çok savunmasız çevreleri etkilemişti. Bugün onunla karşılaştırılan kriz de aynı kesimi dibe çekiyor. Parker, günümüzün krizi ile 1929'u karşılaştırırken şunun altını çiziyor: “1929'da krize yol açan vahşi aşırılığın tetiklediği çöküş sonrasında mali sektörlerde, sözde daha fazla düzenlemenin yapıldığı yetmiş beş yılın ardından kimse bunların tekrar yaşanacağı ihtimalini vermemişti (...) Herhangi bir çöküşün hiç yaşanmaması gerekiyordu veya bu çok uzak bir olasılıktı. Ne var ki, finans sektörü yine sınırı aştı ve sıradan vatandaşların hayatlarıın bir kez daha çok ciddi biçimde altüst etti” (s. 332).

1929'dakine benzer biçimde bugün kişisel borçlanma 2007'den beri artarak en yüksek seviyeye ulaştı. Parker, 1929'daki durumla bugünü karşılaştırırken söz konusu benzerliğe dikkat çekiyor ve ekonomik açıdan 1930'lara geri dönülebileceğini ifade ediyor. Sonuçta gelip dayanılan nokta, kapitalizmin kendisinin yarattığı bir kriz biçiminde insanoğlunun önünde duruyor. Parker'ın Büyük Çöküş adlı kitabı sonsöz olarak bunu vurguluyor.

Büyük Çöküş/ Selwyn Parker/ Çeviren: Burcu Çekmece/ Arkadaş Yayınevi/ 352 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 14.05.2009

13 Mayıs 2009 Çarşamba

HAYATI ANLMLANDIRMAK İÇİN (*)
Ali BULUNMAZ

“İnsan olmak özellikle sorumlu olmak demek. Bir taş koyarken bile, yeryüzünün kuruluşuna katkıda bulunduğunu o insanın duyumsaması demek.”

(Antoiene de Saint Exupéry)

UMUTLA UMUTSUZLUK ARASINDA
Bugün pek çok insan, pek çok şeye karşı çıkmaya çalışıyor. Başkaldırmaya, eleştirmeye ve bir şeyleri kendince değiştirmeye çabalıyor. Karşı çıkılan, kimi zaman baskı kimi zaman da duyarsızlık oluyor. Bazen de küreselleşme ve iktisadi “düzen.” Berger'a göre karşı çıkan ve eyleme geçen bu kesim artık “itaatkâr değil, başına buyruk” (s. 15).

Eylemler, daha çok özgürlük ve daha geniş hareket alanı adına şekilleniyor. Dünyanın “süper gücü”, yönlendiricileri ve koşullayıcıları, bazen kaygıyla bazen de alaycı bir ifadeyle izliyor yaşananları. Umudun buralarda filizlendiği de açık.

Ama Berger, umutsuzluğa da değiniyor. Terorizm, umutsuzluk bağlamındaki önemli örneklerden biri: “Teröristin mayasında her şeyden önce bir umutsuzluk vardır ya da daha keskin ifade edecek olursak bir aşkınlık, kendi hayatını sunarak umutsuzluğa anlam kazandırma derdi” (s. 17).

Berger, intihar eylemcilerinden yola çıkarak, genel anlamda teröristlerin eylemine yön veren umutsuzluğun kaynağını sorgulamaya giriştiğinde şu sonuca ulaşır: “[Bu umutsuzluk] kendi hayatınızın ve yakınlarınızın hayatının hiçe sayıldığı duygusunu içerir” (s. 18). O halde hassas soru şudur: Bahsedilen umutsuzluk, yaşamın önüne duvar örmek değil midir? Korkudan ya da çaresizlik duygusundan başka bir anlamı var mıdır bu mutsuzluğun?

Her türlü umut yitimini kıracak olan dürtü Berger'a göre “inadına yaşamak”tır. İnadına yaşamak, özel bir nitelik taşır ve bu da paylaşımdır. Berger, insanın böyle bir hayata “anlar arasında tekrar tekrar var olan zamanı paylaşmak için doğduğunu” söyler (s. 30).

NEREDEYİZ?
Berger, kitabında bugünün düşünme evrenine de değinirken bu, en belirgin biçimde Nâzım Hikmet'e ithafen kaleme aldığı “Söylesem Sevdamı Yumuşacık” adlı yazıda görülüyor: “Çoğu zaman insanın kafa şeklinin, içindeki düşünme tarzının ipuçlarını verdiğini fark ettin mi? Kimi kafalar kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmez. Kimileriyse köhne düşünceleri sahiplenmekten vazgeçemez asla” (s. 40).

Berger Nâzım'a seslenmeye devam ediyor yine: “Tarihte gerçekleşmekte olduğuna ya da gerçekleşeceğine inandığın şeylerin çoğu hayal oldu. Senin düşlediğin sosyalizmin hiçbir yerde kurulduğu yok. Şirket kapitalizmi, yükselen muhalefete rağmen, engel tanımadan ilerliyor ve Dünya Ticaret Merkezi'nin ikiz kuleleri yıkıldı. Aşırı kalabalıklaşan dünyamız her geçen yıl daha da yoksullaşıyor. Dino'yla birlikte gördüğünüz mavi gök nerede bugün?” Nâzım'a duyurmaya çabaladığı günün gerçeklerinin değiştirilebileceğine dair inancı şu cümleyle özetliyor ardından: “Gerçek hayatta ümit beslemeyenler, yalnızlığa mahkûmdur” (s. 41).

Peki, “umudunu” tüketim ideolojisine yükleyenler ne olacak? Bu insanların, “Neredeyiz?” veya “Nereye sürükleniyoruz?” gibi soruları kendisine sorması ne kadar mümkün? Küreselleşme, postmodernizm ve iletişim “devrimi” ile harmanlanmış zihinler, sorsa bile bu soruların içinden çıkabilecek gibi görünmüyor.

Bugün dünya üzerinde hâkimiyet kuran sistemin iktidarının, iki temel tehdide dayandığını da algılayamıyor bu dolgun kitle. Berger, bu iki tehdidi şöyle betimliyor: “Bunlardan ilki dünyanın en ağır silahlarıyla donatılmış devletinin havadan müdahalesidir. Buna B52 tehdidi denebilir. İkincisiyse insafsız borçlanma, iflas ve günümüz dünyasındaki üretim ilişkileri göz önüne alındığında, açlık. Buna da Yokluk Tehdidi denilebilir” (s. 45).

SAVAŞIN KORKUSU YA DA KORKUNUN SAVAŞI
Berger, 11 Eylül'de yaşananları ABD'nin Hiroşima'ya atom bombası atışına benzetirken, ikisinin de bir “uyarı” amacı taşıdığını ifade ediyor. Ama yıkımın ve yaşanan acının boyutunun ölçülemez olduğunu da kabulleniyor.

11 Eylül'ün hemen ardından başlatılan “özgürlük” ve “teröre karşı savaş”harekâtının yarattığı korku ortamına değiniyor Berger: “BM'ye meydan okunarak başlatılan savaşın başlıca amacı, ABD çıkarlarına boyun eğmeyip direnen herhangi bir liderin, ulusun, topluluğun ya da halkın başına neler gelebileceğini göstermekti” (s. 56). Bu, açıkça korku yaratmak ve korkuyu yöntem olarak kullanmak demekti. Irak'ta bir diktatörlük, bir başka diktatörlük tarafından yıkıldı; hem de bir ülkeyi “özgürleştirme” ve “demokratikleştirme” bahanesiyle!

Çok yakın geçmişte “teröre karşı” ya da “demokrasi” adına gerçekleştirilen şey bir savaş mıdır? Berger'ın, Pasolini'den yaptığı alıntıyla hatırlattığı gibi “savaşı sınıf mücadelesi açıklayabilir” pekâla. Ama günümüzün “savaşları”nın bununla ne kadar ilintili olduğu tartışmalıdır. Savaşı tetikleyen korku ile cesaretsizliği ve çıkar ilişkilerinin neliğini buradan yola çıkarak uzun uzun irdelemek ve tartışmak da mümkündür.

“DUVAR ÇAĞI”
Berger, Berlin Duvarı'nın yıkılışıyla her yerde duvarlar yükseltmek için hazırlanan planların sökün ettiğini söyler. Bu nedenle, yaşanan devir ona göre bir “duvar çağı”dır: “Betondan, bürokratik, ırkçı duvarlar, gözaltında tutma ve güvenlik duvarları. Duvarlar, her yerde umarsız yoksullarla her şeye rağmen nispeten zengin kalma umudunu yitirmeyenleri birbirinden ayırır” (s. 85).

Ama içimizdeki duvar, Berger için daha dikkate değerdir: “Şartlarımız ne olursa olsun, içimizden duvarın hangi yanına uygun düştüğümüzü seçebiliriz; bu, iyi ile kötü arasındaki bir duvar değildir (...) Seçim, insanın özsaygısıyla içindeki keşmekeş arasındadır” (s. 86).

Yoksulları toplu halde ele geçirmenin mümkün olmadığını söyleyen Berger, “yoksulların yeryüzünün her yerinde olduğunu” belirtir: “En küçük bir olayda bile onların adı geçer. Günümüzde zenginlerin başlıca faaliyetlerinin duvar inşa etmesi bu yüzdendir” (s. 88).

Duvar örme edimi, çağdaş anlamda nihilizmin açıklayıcısı olabilir belki. Bugünün nihilizminin kederle uzaktan yakından ilgisi yoktur, nihilizm şimdilerde kâr-zarar ilişkileriyle açıklanır hale gelmiştir: “Çağdaş anlamda nihilistlik, kâr peşinde koşmayı tüm toplumsal faaliyetlerin başlıca amacı olarak kabul ettiğinden, başka herhangi bir düzeyde üstünlüğe inanmayı reddeder; yani, her şeyin bir fiyatı vardır. Nihilistlik, fiyatın her şey demek olduğu savına boyun eğmektir. Korkaklığın en son tezahürüdür bu” (s. 89).

Zengin kalmayı isteyip, her şeye bir fiyat biçenlerin yükselttiği duvarların, neleri yok ettiğini görmek de zorunludur. Belki, ABD'de New Orleans'ı yerle bir eden Katrina kasırgası değil de, sözü geçen duvarın bir benzeriydi. Katrina, önüne geleni yıkıp geçerken eşitsizliği, yoksulluğu ve ikinci sınıf vatandaşın ne anlama geldiğini tüm çıplaklığıyla ortaya çıkardı. Berger, kendi hesabına, Katrina'nın yıkıcılığına eklemlenen beceriksizliğe tepki olarak, bugün de geçerliliğini koruyan şu iletiyi göndermişti Eylül 2005'teki yazısında: “Küresel iktidar bu kara cahillerin hissiz ellerinde daha ne kadar kalacak?” (s. 104).

DUVARIN DİBİ KAOS
“Duvar çağı”nı yaşayan dünyada, kaos da kaçınılmazdır. Berger, kaosun kendine has bir mantığı olduğunu savunur. Ancak kaos dilsizdir. “İnsanların düzenleme ve yerleştirme yeteneği”nden doğan dil ve iletişim sayesinde düzen sağlanmaya çalışılır.

Bu düzenleme yetisi ve isteğine rağmen Berger'a göre 21. yüzyıl, bir küresel kaos çağıdır ve bunun anahtar terimi “yer değiştirme veya yeni bir yer bellemedir.” Bu, iş bulmak amacıyla yer değiştirmek değildir sadece, “bugünün iktidarının sınır tanımayan çılgın halleri”dir: “Dünyayı piyasa haline getirmeye çabalayan küresel iktidar 'tüketmedikçe kendini boşlukta hisseden tüketiciler' yaratmaktadır” (s. 107). Bir başka deyişle “nihai kurtuluşun” tüketimde olduğunu savlar bu iktidar.

Berger neden anlattı bütün bunları? Herşeyin Kıymetini Bil ile varmak istediği nokta ne? Aslında burada başa dönüp çemberi tamamlamak gerek: Körler evreninde bakıp, baktığının ardını görebilen; duyarlı ve bilinçli bireylerle dayanışmaya ve onların sayısının arttırılabilmesi için adım atmaya hazır olanlara ulaşmaya çalışıyor. Bir bütün halinde yaşama olaylarına eğilmeye çabalarken, dünyayı algılamada gerçekçi ve adil olmaya çağırıyor insanları.

Kendinden, özniteliklerinden ve insanı insan yapan her türlü özellik ve değerden uzaklaşan ya da uzaklaşma eğiliminde olan bireyi, yeniden diriltmek adına bir taş koyuyor. Bu yüzden Filistin diyor, Lübnan diyor, sanat diyor; duvar ve korkulardan bahsediyor. Kısacası, insanın insanla ve kendisiyle yüzleşmesi için elinden ne geliyorsa yapmaya gayret ediyor.

Kıymetini Bil Herşeyin/ John Berger/ Çeviren: Beril Eyüboğlu/ Metis Yayınları/ 146 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 30.04.2009