30 Ocak 2009 Cuma

Kendini betimlemek (*)

Ali BULUNMAZ


İyidir uzun uzun düşümek/ yitirilen hakkında bir şeyler söylemek için...”
(Rilke)

Klaus Mann, özyaşamöyküsünü anlatırken söze “karanlıkla” başlıyor. Hatıralar ve yaşanmışlıklar ile karanlık arasında kurduğu bağ, onu “anıları mitos gibi saklamak” türünden bir benzetmeye götürüyor (s. 13). Mann, bu mitos benzetmesinin ilk evresine de çocukluğu yerleştiriyor.

ÇOCUKLUK MİTOSU
Proust “hatıralar tek gerçekliktir” diyor. Bellek, Mann'a göre altıncı yaşa gelindiğinde aydınlanıyor ve biriktirmeye başlıyor. Kardeşini, çocukluğunun sokaklarını, ilk evlerinin balkonunu bu yaşlardan çekip çıkarıyor. Aynı şekilde Tölz kasabası, ilk köy evleri, oradaki nesneler (örneğin rüzgâr gülü...) de hep aynı dönemin hatırlattıkları.

Ve elbette savaşın ilk yılları. Oyunlar, çocukluk arkadaşları ile geçen günler. Mann, çocukluk mitosunda önemli yer kaplamış çekingen ve laf anlamaz çocukları betimlerken şunları düşüyor satırlarına:

“Üç ile on üç yaş arası çocuklar arkadaşa pek ihtiyaç duymaz, hele kendi başına bir güç teşkil eden bir sürü kardeşi varsa. Aileden olmayan kişlere karşı zalimce bir umursamazlık içindedir (...) [Onlar] bir kavram; çocukların büyük mitos dünyasına eklenen birer küçük mit olur...” (s.19).

Mann'ın çocukluk mitosundaki bir başka önemli imge de dadılarıdır. Annesinin hastalığı nedeniyle dadılarının hem eğitim ve öğretim hem de bakımlarında hatırı sayılır bir yer edindiğini belirtir.

Yine çocukluk anılarından biri olan bir ölüyle karşılaşma, Mann'da ölüm üzerine küçük ama önemli bir etki bırakır. Yaşam dolu yıllarda; çocuklukta, ölüm uzaktadır: “Ölüm çocuğa korkunç olmaktan öte daha kavranılamaz ve inandırıcılıktan daha uzak görünür” (s. 23).

Mann, yazmayı öğrenmeden önce çizmeye olan eğiliminden ve çocukluk yıllarında ilk çizimlerini yaptığı küçük defterlerden bahseder. Sonra şiirler gelir ve şiirlerle çizimleri birleştirir: Dizelerinin yanına ve etrefına fantastik çizimler kondurur. Bunlar da, gençlik yıllarının oyun ve hikâyelerine kaynaklık eder.

Sözü Alman edebiyatının ünlü yazarı ve babası Thomas Mann'a getirdiğinde ise şunlar dökülür kaleminden: “Babam genellikle bizden uzak dururdu ve gündelik hayatımıza pek girmezdi. Buna karşılık daha belirgin bir güce sahipti üstümüzde (...) Sözleri bizim için çabucak bir özdeyiş haline gelirdi, çünkü bu tür sözler ağzından pek ender çıkardı” (s. 32). Mann, bunlardan birini de belirlemesine ekler: “Bir an önce haksızlıklara alışmanız sizin için iyidir.”

Savaş yılları da çocukluk mitosunun hatırı sayılır bir figürüdür. Mann, savaş yıllarıyla ilgili olarak sonradan şu soruyu sorar: “Savaşın ne derece farkındaydık?” Buradan hareketle 1916 yılını aktarır: Evdeki yiyecek sorununu, yokluğu; etin sofradan çekilişini, patates ve şalgamın onun yerini alışını... Isınmak için yakıtlarının kalmayışını da. Sokakların ıssız ve erkeksiz olduğunu hatırlıyor Mann; o yıllarda ve insanların yüzündeki o garip hüznü. Belki de tek tesellisi, savaşta bir öğretmeni dışında tanıdığı hiç kimseyi kaybetmeyişidir.

OKUL
Savaş sonrası yeniden şekillenen dünyada Mann, bir lise öğrencisidir. O dönemde politikadan çok dinsel-erotik-estetik yaşantılara merak salar. Bu yıllarını “toplumda olan bitende kendini de sorumlu hissetme duygusu bana ancak çok çok sonra geri döndü” diye resmeder (s. 73).

Lise yılları, Mann'ın edebiyata ve okumalara dört elle sarıldığı dönemdir. Mann geriye dönüp baktığında, o güne kadarki edebi birikimlerinin de etkisiyle şunları çiziktirir: “Çocuk içinden geçtiği kırları görmez; ne ilkbaharın heyecanını ne de sonbaharın hüznünü hisseder; tepki göstermez, neredeyse sağır ve dilsizdir, çünkü duygusal değildir, doğanın bir parçasıdır ve bu yüzden de kendisiyle doğa arasındaki gerilimden uzaktır” (s. 97).

Mann, çocuğun doğa ve yaşam ile ilişkisini edilgin olarak nitelese de “her çocuğun bir anarşist olduğunu” ve “topluma başkaldırdığını” da kabullenir (s. 101). Buradaki tutamağı ise çocuğun haylazlığı, kimi zaman da işledikleri suçlardır.

Mann Vogelberg'deki yatılı dağ okuluna geçiş yaptığı yıllarda büyük şehir özlemi de çeker. Özellikle Münih'e döneceği ya da dönebileceği günleri sabırsızlıkla bekler. Bu arada kaçamaklar yapar, Frankfurt'a gider. O zaman anlar ki Münih'te yaşamı yönlendiren şey “ironi ile mizah”tır (s. 152) ve oradaki hayatını radikal duygulanımlar içinde geçirdiğini söyler.

ÜNİVERSİTE
Mann, 1920'lerin ikinci yarısında, bir başka deyişle ilk gençlik yıllarında “içindeki şiirsel yüksek gerilimin dinmek bilmediğini” söyler ve ekler: “Bana öyle geliyor ki hayat sadece acılar ve aşklar yüzünden yaşanmaya değer” (s. 173). Mann'ın ilk öykü kitabını oluşturacak öyküleri de bu dönemde ortaya çıkar.

Aslında bu yıllar, Mann'ın hayatın içine girdiği yıllardır. Mann, bu seneleri şöyle aktarır: “Entelektüel açıdan pek çok konuda babama bağımlı olduğum tam da o dönemde, ben de babama karşıt olabilecek ne varsa onu ortaya çıkarmaya çalışıyordum” (s. 177).

Üniversite öğreniminin ilk dönemi Mann için, edebi çevrelerde yer edinme, şiir ve tiyatro alanlarında sivrilmeye işaret ediyordu. Aynı oranda da akademik çevrelerden ve üniversite ortamından uzak durduğunu belirtiyordu.

Yaşam, anılar ve geçmiş üzerine düşünmeye koyuluşu ve şu belirlemesi de aynı günlere rastlar: “Yaşananlara, sırf geçmişte kaldıkları için, biz onları yaşarken sahip olmadıkları bir çekicilik ve saygınlık kazandırılmıyor mu? Eskide kalmış daha iyi bir zamana duyulan özlemin, olmuş bitmiş her şeyi bulanıklaştırdığı tarihsel bağlamlarda durum böyledir, özel yaşamımızda da böyledir bu (...) O sırada olabildiğince başa çıkmaya çalıştığımız bir hayat dilimizin bir, iki ya da üç yıl sonra bir efsane halesine bürüneceğinin, bir mitos dokunulmazlığı kazanacağının bilincinde miyiz?” (s. 188).

Bu dönem, Klaus Mann'ın babasıyla enikonu karşılaştırıldığı bir dönemdir, bunu şöyle anlatır: “Tarafsız okurlarıma henüz kavuşamadı, sadece sevmeyenler değil dostça yaklaşanlar bile benim yazdıklarımla babamın eserleri arasında içgüdüsel bir bağlantı kuruyor. Beni 'oğul' olarak yargılıyorlar” (s. 192).

GENÇ ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ
Klaus Mann, 5 Haziran 1932 günkü sayfaya André Gide'den şu alıntıyı çiziktirir: “Hiçbir betimleme kişinin kendini betimlemesi kadar zor, ama aynı zamanda da yararlı değildir.” Çağının Çocuğu'nun “savunusu için” biçiminde bir not eklediği ikinci Gide alıntısı ise şöyledir: “Kişinin kendinde bir eğlence bulması, kendi kendini beğenmesi ve kendisiyle iyi geçinmesi, kendisine fazlasıyla aşık olması diye yorumlanır” (s. 194).

Yirmi beş yaşında anılarını yayımlayan Mann'ın otobiyografisi ile ilgili yorumlar iğneleyicidir: “Klaus Mann, olgunlaşmamış ve babasının isminden yararlanmıştır.” Mann ise bu yorumlara şöyle yanıt verir: “Hatırlamak her zaman yararlıdır, insan bunu ne kadar genç yaparsa o kadar iyidir” (s. 195).

Amerika'daki sürgün yıllarında ikinci otobiyografisi yayımlanana dek (1942), 1932'de okuyucuyla buluşan Çağının Çocuğu epey tartışma götürür. Her iki otobiyografisinin de ortak özelliği, Klaus Mann'ın sadece “Thomas Mann'ın oğlu olarak anılmaktan” duyduğu acıdır.

Nereden bakılırsa bakılsın, Çağının Çocuğu adlı özyaşamöyküsü, henüz yirmi beş yaşında bir yazarın kaleminden çıkmış olması ve dönemin tanıklığını gözler önüne sermesi açısından edebiyat dünyasında özgün bir yer edinmiş, genç yaşta (1949'da, 43 yaşında) intihar ederek hayatını sonlandıran Klaus Mann'a da belirgin bir şöhret kazandırmıştır.

Çağının Çocuğu/ Klaus Mann/ Çeviren: Nafer Ermiş/ Turkuvaz Kitap/ 208 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 29.01.2009

22 Ocak 2009 Perşembe

ÖLÜME BAŞKALDIRI GÜNCESİ (*)
Ali BULUNMAZ

Ölüm, yaşama olaylarından biri değildir; ölüm yaşanmaz
(Ludwig Wittgenstein)

Hâlâ ölümden korkuyorsanız, en büyük acıyı yaşamamışsınız demektir
(Fethi Naci)

Susan Sontag, kansere ilişkin belirlemelerini Metafor Olarak Hastalık isimli kitabında okuyucularla paylaşmıştı. Kansere yakalananların çoğunlukla “öteki” veya “yabancı”ya dönüştürüldüğünü vurgulayan Sontag, kanserin “utanç duyulması gereken hastalık olarak nitelendiğinden” şikayet ediyordu.

KANSER EŞİTTİR ÖLÜM MÜ?
Kanserin ölümle özdeşleştirilmesini eleştiren Sontag'ın, kansere yakalanan biri olarak konuyu ne kadar yakından incelediği de göz ardı edilmemeli. David Rieff de, Ölüm Denizinde Yüzmek adlı kitabın ilk satırlarını bu doğrultuda oluşturuyor. Hastalığın tanı ve tedavi aşaması ile doktorlarla iletişim ve Sontag'ın kanser üzerine düşünmeye başlaması, Rieff'in günceye girişini meydana getiriyor.

Rieff, annesinin, doktoruyla arasında geçen konuşmaya tanık oluyor ve bunu okuyucuya aktarıyor ilkin. Doktoruna yönelttiği “bana söylediğiniz 'yapılacak bir şey yok” cümlesine doktorun sessiz kalışı (s. 9), Sontag'ın bu karamsarlığa tepki göstermesine neden oluyor.

Rieff burada, Canetti'nin oyunundaki bir sahneyi hatırlatıp, oyuncuların sahneye boyunlarında ölecekleri yılın yazılı olduğu madalyonlarla girişiyle annesinin durumu arasında bağ kuruyor: “Böyle bir bilgiyle yaşamak, hayat deneyimini insanın imha olacağı, ortadan kalkacağı anın bekleme odasına dönüştürür” (s. 10). Sontag'ın, Canetti'nin ölümle uzlaşmama ya da onu onaylamaması tavrına atıf yapar Rieff.

VAR OLMAK: “GELECEKTE YAŞAMAK”
Hastalığı ölümle özdeş saymayan, tedaviyi de savaş olarak görmekten kaçınan Sontag'ı, yaşadığı bu süreçte ayakta tutan en önemli dürtü arzudur; hemen her şeyi görmek, yapmak, denemek ve bilmek bağlamındaki arzu.

Rieff, bunu şöyle açıklıyor: “O, içine çekmeyi; yutmayı isterdi, yutulmayı değil; sonsuzluğun içine çekilmeyi kesinlikle istemezdi” (s. 13). Kısacası Sontag'ın tasavvuru var olmaktı. Yine bu yaklaşıma uygun biçimde Rieff, annesinin “kafasındakileri yazacak zamana duyduğu ihtiyaçtan” söz eder (s. 16). Daha çok roman için daha çok zaman: Sontag'ın hastalığı sırasında düşündüğü ana konu budur. Rieff bunu, “gelecekte yaşamak” biçiminde adlandırır.

Beri yandan da annnesinin ölümünün üzerinden geçen iki yılda kendisiyle hesaplaşır, kendine sorular yöneltir: “Doğru davrandım mı? Daha fazlasını yapabilir miydim? Ya da ona başka seçenek sunabilir miydim? Daha fazla destek verebilir miydim? Ölüm konusunu öne çıkarabilir miydim? Ya da bu konuyu gizleyebilir miydim?” (s. 17). Bu ve benzer sorular, hayatta ve arkada kalan kişinin, yanıtını bulmakta zorlandığı sorulardır bir yerden sonra.

Sontag, kötümserlikle gerçekçilik arasına ince bir çizgi çeker. Burada belirleyici unsur yalandır. Doktor, hastasına karamsarlık aşılamamalı, öte yandan hastalığı ile ilgili bilgi vermelidir.

YAŞAMAK YA DA ÖLÜMÜ UZAKTA TUTMAK
Rieff, hastalığının ilk ortaya çıktığı günlerde (1975), yattığı hastanenin doktor ve hemşirelerindeki karamsarlığı içinde, annesinin defterine şu satırları düştüğünü söylüyor: “Hayatımı kurtarmak mı? Hayır. Onu uzatmak” (s. 23).

Sontag'ın hastalığının sürdüğü dönemde, yaşamayı düşünmesi ve buna yoğunlaşması, aynı zamanda bir başkaldırıya da işaret ediyor. Rieff'e göre bu, “ölüm bir kez savuşturulduktan sonra duyulacak tatminlerin bulunması”dır (s. 29).

Sontag'ın, hastalığı ile ilgili bilgilenmeye çalışmasını “umudunu güçlendirme isteği” biçiminde niteleyen Rieff, annnesinin hastalığını kendi denetimi altına alma çabasına da dikkat çekiyor. Bunun yanı sıra hastalığına ilişkin el kitaplarının birinde “başarılı kök hücre transplantasyonundan sonra normal kan hücreleri oluşmaya başlayabilir” cümlesinin altını iki kez çizen Sontag'ı hatırlatıyor (s. 38).

Annesinin hep bir arayış halinde olduğunu belirten Rieff, bunun hastalığı sırasında da sürdüğünü vurguluyor. “Annem ne arıyordu?” diye soruyor ve bunu “ölüm mahkûmunun her zaman cezanın hafifletilmesi veya ertelenmesini umduğu” biçiminde yanıtlıyor (s. 45).

Rieff, annesinin hastalığına dair tanıklığında sorgulamalarını sürdürürken, “hastalanan kendiniz ya da sevdiğiniz biri değilse, başkalarının neden hastalandığı ve bazılarının neden öldüğü, pek azının da neden iyileştiği konularında Reich veya New Age fantezilerini kabullenmek kolaydır” diyor (s. 57). Gerçekten öyle değil midir?

Sontag'ın karamsarlık yerine “pozitif inkâr”ı geliştirdiğinden söz eden Rieff, annesinin böylece “kötü haberleri yok saydığını, hayatına devam ettiğini ve en önemlisi onu birey yapan yazma eylemini sürdürdüğünü” ekliyor (s. 67).

Rieff, annesi ile hemen hemen aynı hastalığa yakalanan Edward Said arasındaki benzerliğe dikkat çeker ve Said'in hayatta kalma arzusunu “daha yazması gereken çok şey olduğuna” dair inanca bağlar (s. 69).

Tüm bunlar olup biterken hastalığa yakalananın dışındakiler; hasta yakınları ne yapmalıdır? Rieff, annesinin hastalık evresinde yapması gerekeni; yapmış olduğunu veya kendisine düşeni şöyle özetliyor: “Annemin hayatta kalma mücadelesinde bana düşen en önemli rollerden birinin ona umut vermek, en azından yaşamasının ihtimal dahilinde bulunduğunu söylemekti” (s. 71).

Peki, ya sonra; sevilen, değer verilen ve hastalığı boyunca, rahatsızlığın her evresini izleyenler için, ölüm sonrası nasıl gelişir? Rieff'in buna da bir yanıtı var: “Sevdiğimiz birinin ölümünden sonra hiç suçluluk duymadan yaşayabilmek için, onun her istediğini tam anlamıyla yapmış olmanız gerekli” (s. 73).

Rieff, annesinin hastane ve tedavi sonrasında yapmak istediklerini sıralayışını umutsuzluğa kapılmamasıyla ilişkilendirir; Sontag için “gelecek her şeydi, yaşamak her şeydi, işe geri dönmek her şeydi” (s. 77). Sontag'ın ölmeye değil, daha fazla yaşamaya hazır hali, onun ölüme başkaldırısının göstergesidir. Rieff'in aktardığına göre, hastası için mümün olan her şeyi yapmaya kararlı bir tavır sergileyen doktor Stephen Nimer “meselenin, Susan'ın iyileşmesi ihtimalinin ona söylenmesi olmadığını” belirtir; çünkü Sontag'ın iyileşme ihtimali gerçekten vardır” (s. 86).

Sontag'ın hastalığı ile ilgili bilgi toplaması, hastalığını bilmesi Rieff'e göre onu şu çıkarıma götürmüştü: “Ne kadar fazla şey bilirsen, ölümden bir kez daha yakayı sıyırma şansın o kadar artar” (s. 92).

GELECEĞİ KOVALAMAK
Rieff, ölümünü izleyen birkaç ay içerisinde annesinin günlüklerini okumaya koyulduğunu söylüyor, burada geniş yer kaplayan mutsuzluğa rağmen Sontag'ın gelecekle ilgili tasarılar peşinde olduğunu ; yazacaklarından, okuyacaklarından, gezmek istediği yerlerden ve dinlemek istediği müziklerden bahsettiğine değiniyor. Rieff buradan hareketle annesinin günlüklerinden şu vargıya ulaşıyor: “Kendini ne denli yenilmiş, tuzağa düşmüş, muhalefete uğramış, yanlış anlaşılmış hissederse hissetsin mutlaka toparlanıyor, dosdoğru geleceğe, bir sonra gelecek olana odaklanıyordu” (s. 108).

Marks'ın “herkes kendi ihtiyacına göre davranır” sözünden yola çıkan Rieff, annesinin her şeye rağmen dünyaya aşk ile bağlı olduğunu söyler ve ekler: “Annemin benim hiçbir şekilde yapamadığım ve yapamayacağım biçimde dünyanın tadını çıkardığı ve onu kullandığı apaçık ortada” (s. 116).

Rieff, annesi Susan Sontag'ı Kierkegaard'ın şu sözleriyle uğurlamanın uygun düştüğüne inanıyor: “Hayat sadece geriye bakarak anlaşılabilirken, ancak ileriye bakarak yaşanabilir” (s. 129). Sontag'ın, hastalığı ve sağlığında da; “hüzün vadisinde kanatlarını açarken” de yaşamını özetleyen cümledir belki bu.

Tüm bu anlatılanların ardından, oğlu David Rieff'in kaleme aldığı Ölüm Denizinde Yüzmek başlıklı kitabın New York'ta adına bir vakıf (Susan Sontag Foundation) kurulan, ismiyle ödüller dağıtılan ve 20. yüzyılın en önemli yazarları arasında yerini alan Susan Sontag'ın, ölüme meydan okuyuşunu gözler önüne seren bir günce niteliği taşıdığı söylenebilir.

Ölüm Denizinde Yüzmek/ David Rieff/ Çeviren: Pınar Savaş/ Agora Kitaplığı/ 130 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.01.2009