27 Ocak 2011 Perşembe

UCUBE YA DA GÖLGE GÖVDELER (*)
ALİ BULUNMAZ

Peşine takılıp gittiğiniz bir kelime size pek çok pencere açabilir. Uzun zaman sumenaltında kalan, anlamı ve işlevine dair hiç kafa yormadığınız ama es kaza birinden duyunca “böyle bir sözcük vardı” diye düşündüğünüz olur.

Kendi hesabıma “ucube” böyle bir kelime. Gecenin karanlığında bir tuhaf dostumun diline pelesenk olan, hatta nerede işitsem sadece o adamı hatırladığım bir kelimeydi ucube. (Dostumun bugünleri görerek “ucube”yi ağzına sakız ettiğini sandığımı da ekleyeyim). Ta ki Pierre Ancet’nin Ucube Bedenlerin Fenomenolojisi kitabıyla karşılaşana kadar. Felsefenin nüfuz alanlarını zorlayan bir adam Ancet; felsefecilerin fazla yüz vermediği ya da verse de belli etmediği konulara eğilmeye meraklı. Örneğin çalışma konularının ağırlık noktasını biyoetik, yaşlılık ve engel oluşturuyor. “Ucube bedenler” ise Ancet’nin özel ilgi alanı. Ucube Bedenlerin Fenomenolojisi de yoğunlaştıklarının ete kemiğe bürünmüş biçimi.

TEKİNSİZ VAR OLUŞ
“Ucube” denildiğinde, kimin aklına ne geliyor orası pek açık değil ama onda “ayrıksılık”, “uzak durulası bir korku”, acayip merak uyandıran bir “iticilik” var. En azından algılanışı böyle. Yıllar yılı yanlış kavranmış hatta nitelenmiş bedensel ve hormonal özellik ya da bozuklukları, “ucube” kavramı altında toplama gibi kolaycı bir yöntem geliştirilmiş. Algılamalarımızdaki ucubeliğin dışavurumu belki de bu. Ancet, kitabında bunları geniş geniş anlatıyor.

“Ucube”yi hilkat garibesi, iğrenç, cani veya tiksindirici gibi kelimelerle karşıladıkça, bize yaklaşan böylesine bedenlerin kusurlarını birkaç kat daha büyütüyoruz. Gözlerimizi kapatıp ya da başımızı başka yöne çevirip adeta kaçarak yaşadığımız suçluluk duygusunu defetmeye çabalıyoruz. Böylece günlük yaşamda fantastik dünyanın canlılarıyla yüzleşiyoruz bir anlamda: “Normal” insanın tuhaf gövdelere karşı geliştirdiği savunma mekanizması!

Ancet’ye göre ucube sorunsalının çekiciliği spekülatifliğinden kaynaklanmaz, “ucubeden bahsetmek bir parça dikizciliği kabul etmektir, bize dokunan varlıklar karşısında kendi tepkilerimizden bahsetmeyi kabullenmektir.” Dolayısıyla gözlemci, önüne çıkan böyle bir beden aracılığıyla kendi iç yaşantısını sorgulamaya koyulur: Bozuk şekilli beden, bireyin kendisini algılayışını etkiler.

Eksiklik (uzuv ya da parça yokluğu) veya fazlalık (yapışık ikizler, uzuv çokluğu…), bugün çoğunlukla sakatlık diye niteleniyor ama geçmişte bunun karşılığı “deli” ve “ucube”ydi. Yani, ucube çoğu kez başka bir kişiydi. Ancet’nin şüphesinin kaynağı bu: Ucube başka bir kişi mi gerçekten? Doğanın mı, yoksa “doğaüstü”nün ürünü mü? Eski algılamaya bakılırsa evet, hem başka biri hem de “doğaüstü”nün önümüze getirdiği bir beden. Kısacası, o günlerdeki algılamaya göre “tekinsiz.”

“Tekinsizliği”, anlaşılamamasından ileri gelir; Ancet’ye göre bir şeye ucube demek, “ortak bilginin ötesine” işaret eder; açıkça bir türe sokulamayana “ucube” denir: “Ucube, bir kategoriye girmeyi reddeder. Ucubelik hükmü, bu imkânsızlığın işaretidir.”

“Ucube” diye nitelenen bir gövde, Ancet’nin deyişiyle “görünen şeyin tam ortasında beliren ama eksik görünen” bir gölgeden farksız. Söz konusu gölge olma durumu, sakat veya ucube bedenin yüzeyde öteye gidişinin imkânsızlığını tetikler, engeller yaratır. Ucube bedenin algılanışı, beden ve görünüş nedeniyle ötekine ulaşmayı zorlaştırır. Engelli “parça” (ya da organ), başkasının insanlığını perdeliyormuş gibi bir izlenim uyandırır.

“ŞEKİLSİZ ÖTEKİ”NİN SULARINDA
Ucube nitelemesi her şeyin yanında, kararsızlığın ifadesi: “Yarı hayvan yarı insan, hem ölü hem de diri” gibi bir dizi açıklamaya da yönelebilir kişi. Ancet’nin değindiği bir başka sakat nokta, ucubelerin ebeveynlerinin olmadığı. Ucubenin dünyaya geldiği doğumun ardından anne-baba değil, yoğun suçluluk duygusu içindeki iki insan bulunur.

Böyle bir beden için kaçınılmaz biçimde “Bu beden nedir?” gibi bir soru filizlenir. Ancet için bu sorunun zihinsel açılımı “Bu bir kişi mi ya da kişi olabilir mi?” sorusuyla kendini ele verir. İşte burada gözlemci, ucubeyi reddeder, onun aracılığıyla insanlığından bir şeyler yitirir ve görüntüsüyle başa çıkabilmek adına, ucubeyi gerçekliğin dışına iter.

Bir kadının bir dana doğurması, çift başlı bir çocuğun dünyaya gelmesi, sakallı bir kadının varlığı veya eksik parmaklı adamların ortalıkta dolanması karşısında, neyin ne olduğunu incelemekten kolaylıkla kaçılabiliyor. Buna mucize, doğaüstü olay ya da ucubenin var oluşu da denebiliyor. Bir anlamda “başarısız” ilişkilerin ya da insanların gün yüzüne çıkması ve gündelik sahneden bir sapma bu.

Ancet, ucubeyi gerçekliğin dışına atmanın çeşitli yolları olabileceğini söyler. Bunlardan biri, sakat bedeni stereotip haline getirme. Öbürü, o gövdeyi estetik nesneye dönüştürme. Bir de hileli yanılsama var ki, Ancet, bunun istem dışı olduğunu belirtiyor: “Doğru mu gördüm?” veya “O bir insan mıydı?” soruları, bu yanılsamanın ilk işaretleri. Sonrası bilindik:

“Gözümün gördüğüne inanmayı reddederim: Onun da insan olduğunu bilmeme rağmen, hileyi aramaya devam ederim. Sahte ucubeler var olduğundan, çok yerinde olan bu şüphe, katılaşarak gerçekliğin bozukluğuna karşı bir savunma haline gelir.”

Ucube, kendini bedeninden kurtarmak istediğinde bu, deri değiştirme anlamına gelir. Aynı şekilde ucubeyi insanlıktan çıkarma da “onu, yaşayan bir ıskarta, atılması gereken bir şey olarak görme eğilimini ortaya çıkarır.”

Şunu baştan kabul edelim: Ucubeyle karşılaşma, hem merak uyandıran hem de benliği titreten bir rahatsızlık doğuruyor. Ama bu belli bir noktadan sonra, ucubeyi “evcilleştirme” eylemine evriliyor.

Beri yandan Ancet’ye göre “şekilsiz öteki”nin reddi, yalnızca görüntüyü reddetmek değil. Bu edim, “kişinin kendi bedeninin şekilsizleşmesine yönelik bastırılmış bir arzunun gerçekleşmesinden korunmak için yaptığı bir şey.”

Ucube, kişinin göremediği ve tanı koyamadığı bir durum olmanın ötesinde, “yakınlığından dolayı görmek istemediği şeye rahatsızlık verir.” Gözlemci, “bedeni hakkında ne kadar cahil olduğunun ayırdına varır ve kendi içselliğinin dağınık duygusuyla yüzleşir.”

Deforme beden travma demek. Ucube ise Ancet’ye göre, travmatik gerçekliğin kendi kendisini pekiştirmesi anlamına geliyor. Bedenin altüst oluşu, yani “ucubenin görünen formu” derin bir deneyime bahane oluşturur: Başkasının bozuk şekilliliği, kişinin kökensel bir uzamsallık kaynağı olarak kendi bedenine sahip olma duygusunu değiştirir; “kişinin kendi kendisiyle olan ilişkisinin belirsizliğini yeniden canlandırır.”

“SORUNLU BEDENLERİN” YARATTIĞI KAYGIYA EĞİLMEK
Ancet’nin belirttiği üzere, ucubenin bizi etkileyen yönü “beden olarak farkına varmadığımız ama bizde bulunmayan şeyle aşırı yakınlığı”dır. Böylesine bir bedenin gölgesinin kaynağı da kendi karanlık içini görmek istemeyen gözlemciyle açıklanabilir.

Ucube gövdenin ölmeden önce metamorfoza uğradığını ve onda hayatın içeriden yıkıma gittiğini de unutmamalı. Ucube beden her ne kadar “normal” bir bedenle aynı gelişimi gösteriyorsa da “hayatın olağan biçimlerine hakaret” olarak algılandığından vaktinden önce ölmesi dilenir.

İçi dışına çıkmış, içi dışı bir ya da altüst olmuş gövdelerin korku, merak ve tedirginlikle izlenmesi hem gözlemcide hem de gözlenende belli kalıpyargıların oluşmasına yol açıyor. Çünkü ucube beden, bir bakışta anlaşılamıyor. Organizma, normalde görülmek istenmeyen ne varsa (istemsiz şekilde) hepsini sergiliyor. Ancet’ye göre bu bağlamda ucube “sadece bir iç.”

Altüst olmuş olsun, farklı ya da “tiksindirici” diye nitelensin, ucube sorunsalı bizi, bedensel temsiller aracılığıyla, gövdenin ayrıksı boyutlarının incelenmesine, kendiliğin başka yüzlerinin keşfine götürür.

Ancet’nin çabası, antropolojiden psikanalize, estetikten epistemolojiye kadar uzanan geniş alanda ilkin doğasının sorgulanması gereken “sorunlu bedenler” yüzünden oluşan kaygılara eğilmek. Ancet’nin anlattıklarından sonra kimi sorular eşliğinde ayna karşısına geçiyor gibiyiz: Acaba ucube bedenleri görecek miyiz? Daha da önemlisi, onları görüyorsak nasıl yaklaşıp algılayacağız? Ucube sorunsalında çözüme giden yol, bu soruların yanıtlanmasından geçiyor sanki.

Ucube Bedenlerin Fenomenolojisi/ Pierre Ancet/ Çeviren: Ersel Topraktepe/ Yapı Kredi Yayınları/ 180 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 27.01.2011

20 Ocak 2011 Perşembe

ELEŞTİRMENİN YAPTIĞINA BAK SEN! (*)
Ali BULUNMAZ

“Edebiyat, hayatı daha iyi fark etmemizi sağlar; hayata ilişkin bize pratik yaptırır. Bu da bizi edebiyattaki ayrıntıları ve aynı zamanda hayatı daha iyi okuyan biri haline getirir, bu böylece sürüp gider. Birçok genç okurun ne kadar dikkatten yoksun olduğunu fark etmeniz için edebiyat eğitimi vermeniz yeterlidir.”
James Wood

İnsanoğlu bir tuhaf; yaratılarda hem kurguyu arıyor hem de gerçekliğe uygunluğu. İkisi arasında bir denge gözetmenin gerekli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu. Biri eksik kaldığında ya da fazla ağır bastığında, öbürünü aramaktan kendimizi alamadığımız zamanlar da az değil.

James Wood, iki ucu çetrefilli bu değneği sorgulamaya girişiyor. Kurmacanın, hem yapay hem de hayata uygun taraflarını eleştiri masasına yatırmayı deniyor. Onun tavrı, yani taktığı eleştirel gözlük “eleştirmen, eleştirmenin de eleştirmenidir” dedirtecek türden. Barthes ve Sklovski’yle kitap boyunca devam eden tatlı atışma bunun en önemli göstergesi. Kurmaca Nasıl İşler? kitabıyla yazarımızın kendini açık eden bir söylemine rastlıyoruz: “Kurmaca, hem yapma hem de gerçek. Bu iki olasılık bir arada pekâlâ bulunur.”

ESERLERİN YAPI TAŞLARI
Wood, anlatım sorunsalıyla işe koyulurken bazen yazara mı yoksa karaktere mi ait olduğu pek kestirilemeyen ifadelere vurgu yapar. Serbest dolaylı anlatımın özünü oluşturan bu durum, okurun, dünyayı karakterin gözüyle görmesini de sağlar.

Wood’un pek çok yerde ders kitabı niteliği taşıyan çalışması, verdiği örnekler ve değindiği isimlerle renkleniyor. Mesela Tolstoy, Pavese, Dickens, Henry James, Çehov, Shakespeare, Dostoyevski, Cervantes bunlardan birkaçı.

Kurmaca Nasıl İşler?, Wood’un edebiyat üzerine ve edebi eserlerin oluşumunda rol sahibi unsurlara dair kafa yoruşunun ete kemiğe bürünmüş hali. Biçemden ayrıntıya, anlatımdan metinlerarası geçişlere dek pek çok öğenin karşımıza çıktığını görüyoruz. Ayrıca parantez açılan yazarlar da var elbette. Örneğin Flaubert; Wood, onun ve edebi tekniği için bakın neler diyor:

“Şairler nasıl bahara şükran duyuyorsa romancılar da Flaubert’e öyle şükran duymalı. Onunla her şey yeniden başlar. Gerçekten de Flaubert’den önce ve Flaubert’den sonra olmak üzere iki ayrı zaman var.”

Ayrıntılara fazla saplanıp kalmak yersiz ama Wood, bunun önemine bir mim koyar. James’in yanan bir puroyu tasviri ya da Orwell’in, idamlık bir mahkûmun ayakkabısını temiz tutmak amacıyla sehpa önündeki su birikintisinin etrafından dolanışını es geçmez. Her ne kadar Barthes, neyin gerekli neyin gereksiz ayrıntı olduğunu bir çırpıda açıklasa da, Wood’a göre bu edim acelecilikten başka bir şey değil.

“ROMAN FELSEFİ YANITLAR VERMEZ”
Peki, romanın veya daha genel anlatımla edebi yaratının temel yapı taşlarından karakteri nereye koymalı? Wood için karakter, yalnızca sözcüklerle; kâğıt ve kalemin kuvvetiyle sınırlanamaz. Ne kadar “hayali” dünyada ve kurmaca da olsa, karakterin yaşayan bir yönü var. Karmaşık, düz, derin, karikatürvari, gerçekçi, hafif ya da sağlam; karakter, önünde sonunda bir kimliğe ve kendince bir kişiliğe sahip.

Farkında olalım veya olmayalım, karakterlerin bir kışkırtıcılığı bulunuyor. Kısacası karakterler, okurun kurmaca olduğunu bildiği ama onu gerçek muamelesi yaparak tanıyabileceği bir yöne sahip. Aslında hemen bir ufak düzenleme yapılabilir burada: Karakter eşittir “var olduğunu zannediyorum” formülasyonu (edebiyatta formül sökmese de!) iş görebilir.

Romana ve karakterlerine misafir olan okur, bilincinin yardımıyla yorumcuya da dönüşür ve hikâyenin kurgulanışındaki gerekçeleri bulmak adına satır aralarına yönelir. Merak, okur-yorumcunun başına geleceklerin sorumlusudur öbür taraftan: Romanın derinliğini ya da düzlüğünü keşfetmek, okur-yorumcunun çözümleme ustalığına kalır anlayacağınız.

Wood, romanın sundukları üzerine düşünürken vardığı sonuçlardan biri, “felsefi yanıtlar vermediği, onun yerine ahlak kumaşımızın karmaşıklığına dair en iyi anlatımla karşımıza dikildiği.”

Romanda, kurmacanın ağırlığının önemi tartışılmazken Wood, metaforun kurmacayla eşanlamlı olduğunu; bunun, “rakip gerçeklik yaymasından kaynaklandığını” söyler. Metafor, tüm hayal gücü süreçlerini etkileyen bir malzeme anlamına gelir. Öte yandan “her bir metafor, roman ya da öyküdeki daha geniş kurmaca içinde küçük bir patlama yaratır.” Metafor, çoğu zaman okurun ayağını çamura saplayan bir engel gibi görülse de yeni anlamlara doğru zihni harekete geçirir; bir bakıma okuru hızlandırır.

Wood, kitap boyunca ne anlatmak istediğini özetlerken “yazarın, eleştirmenin ya da okurun görevinin indirgenemeyeni, fazla olanı, bağışlananın sınırlarını ve bir biçemde kolaylıkla üretilmeyen unsuru aramak olduğunu” belirtir. Yani yapılması gereken, geleneğin gerçeğe uygun olup olmadığına takılmak değil, tekrar yoluyla daha geleneksel hale gelmesinin önüne nasıl geçileceğini şavullamak; rutinleşmeyi savmak kısacası.

Kurmacanın başarı olanağı, yalnızca yaşama uygunlukla ölçülemez Wood’a göre; burada önümüzü açmasını beklediği kavram “yaşamlık”tır. Gelenekleşmeye ve bir bakıma rutinleşmeye karşı yaşamlık, dinamik bir anlatıma işaret eder. Wood için kurmacanın sağlamlığı buna bağlı.

Kurmaca Nasıl İşler?/ James Wood/ Çeviren: Ekin Bodur/ Ayrıntı Yayınları/ 160 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 20.01.2011

13 Ocak 2011 Perşembe

DELİREN DÜNYADA BİR HÜMANİST (*)
ALİ BULUNMAZ


“Hayatı geleceğe dönük yaşar, geriye dönerek anlarız.”
Søren Kierkegaard

“Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır.”
André Gide


Kimi kitapların kapağı çekicidir, insanı şöyle bir silkeler, ardından silkelenme sırası cüzdana gelir. Ama büyük bir iştahla alınan o kitap, sonra hayal kırıklığıyla ıskartaya çıkabilir. Kimi kitaplar yazarı için alınır, “o ne yazsa gider” düşüncesi ya da sabit fikri baskın çıkar; yazar kitabın önüne geçer.

Bazı kitaplar daha ilk cümleden itibaren kıskıvrak “esir” alır okuru. Wadad M. Cortas’ın O Sevdiğim Dünya isimli kitabındakine benzer şekilde: “Bu benim hikâyem, bir Arap kadınının hikâyesi, kayıp bir dünyanın hikâyesi…”

Wadad Beyrut doğumlu. Hani artık kabak tadı veren “Doğu’nun Paris’i” nitelemesi yapılan kent. İsrail bulaşmadan önce her şeyin yerli yerinde olduğu ama 1982’den 1990’ların ortasına kadar şirazesi kayan şehir. Bu şehir için öteden beri “Doğu’nun Paris’i” deyişi itici geldi bana. Çünkü Beyrut, her ne kadar Fransız etkisinde kalmış olsa da, Beyrut’tur, Parisselliği’yle anılmamalı.

“KENDİ HALKIMLA UZLAŞMAK İÇİN NE KADAR ÖDÜN VERMEM GEREKİYOR?”
Kitabı yalnızca bir kente bağlarsak yanlış olur. Wadad’ın anıları “her insan bir kitaptır” deyişini doğruluyor. Onun anlatımından önce, Mariam Cortas Said bir çerçeve çiziyor; adeta annesinin fotoğrafını taşıyan kişi konumunda en önde yürüyor. Annesine en yakınlardan biri olarak önemli belirlemelerde bulunuyor:

“Annemi birçok açıdan, dünyanın bütün yüklerini sırtında taşıyan bir on dokuzuncu yüzyıl sosyalistine benzetiyorum. Hayattaki görevinin sürekli olarak herkes adına adalet, insan hakları ve eşitlik için mücadele etmek olduğuna inanıyordu.”

İşte belki tam da bu yüzden, 1941’de De Gaulle öncülüğünde Lübnan’ı İngiltere’yle beraber işgal eden Fransa’ya isyan bayrağı açıp bağımsızlık yürüyüşüne katılıyor. Öbür taraftan dünyaya hiçbir zaman Garbiyatçılık penceresinden bakmıyor, Şarkiyatçılar’a uzak duruyor. Eğitimli, entelektüel ve en önemlisi eşitlikten yana bir insan Wadad.

Daha çocukluk günlerinde çevresini dikkatli gözlerle izleyişi, Birinci Dünya Savaşı’na dair “savaş yirminci yüzyılı Beyrut’a getirmişti” gibi naif bir sonuç çıkarmasını sağlıyor. Çocuk gözüyle babasına büyük hayranlık duyan Wadad’ın oyun alanı olarak seçtiği mekân babasının çalışma odası.

Savaşı bir oyun gibi algılayan çocuk Wadad’ın aklında kalan, bölüşüm için topraklarına girmeye uğraşanların halkı tarafından “kurtarıcı” biçiminde görülmesi. Asıl oyun budur işte; Wadad yıllar sonra anlar: Özgürlüğün ne denli önemli ama bir o kadar da zor kazanıldığını kavrar.

Yine o yıllarda gözlemlediği bir şey, Ortadoğu’nun şenlikli düğünlerinin yaşanan tüm acı olayları unutturmaya yettiği. Bir tuhaf çelişki; bugün bile izlerine rastladığımız bir gelenek.

Sınırların neredeyse her yıl yeniden çizildiği 1920’lerdeki Ortadoğu’da Wadad, kimi gerçeklerin ayırdına ailesinin yardımıyla varmaya başlar; “kimsenin kendilerini kara kaşı kara gözü için sevmediğini” öğrenir.

Üniversite yılları Wadad’da, kadınların özgürleşmesine yönelik ciddi fikirlerin filizlenmesini sağlar, elbette coğrafyasının da. Kendi kültürünün bir ülkeyi nasıl ileri taşıyacağını da o yıllarda duyumsar: “Sağgörü ve umut dünyasında, kendimize inanmayı ve bizi birleştiren insani bağlara saygı duymayı öğrenerek dört yıl geçirdik.”

Wadad’ın kitabı, sınırları cetvelle çizilen Arap coğrafyasının karşısında, açıkgöz Batı’nın politikalarını da açık ediyor: Wadad, gezdiği her ülkede bunun engellenemeyişine tanık oluyor. İnsanların, kaybedilenlerin geri alınacağına dair bir umudu var ama yalnızca dile pelesenk olmuş bir umuttur bu.

Tüm o olgunluk içinde gezilerine Yeni ve Eski Dünya’yı da sıkıştırır. Büyük Bunalım’ın kıskacındaki ve ikinci büyük savaş öncesi sessiz ama bir o kadar da içten içe kaynayan Avrupa’yı keşfeder. Wadad’ın Amerika ve Avrupa seyahati sırasında Lübnan’daki Fransız mandası gücünü arttırır, adeta tekelleşir. Başta insanlar olmak üzere hemen her şey Fransızlaşmaya başlar. Bu yüzden 1930’ların ortalarında Wadad’ın zihninde bir soru vardır: “Kendi halkımla uzlaşmak için ne kadar ödün vermem gerekiyor?”

“BAŞARISIZ KUŞAĞIN” BİR TEMSİLCİSİ
Kitaptan çıkan bir sonuç da yaşlı kıta Avrupa’da kanlı çarpışmalar sürerken savaştan görce uzak kalan Lübnan’da, halkın ve ülkenin yeniden yapılanmasına dönük kimi hareketlerin baş göstermesi. Fransız mandasının çatırdamaya yüz tutması, eğitim ve kültür alanında Lübnan’ın kendi köklerine dönme gayreti bunlardan sadece birkaçı. Tabii Wadad’ın kişisel tarihinde 1940’lar önemli yere sahip, çünkü o yıl Emile’le evleniyor. Hayat arkadaşıyla beraber, hem kendi yaşamında hem de ülkesinde yeni bir dönem başlıyor.

O yıllarda terör kavramı, Lübnan ve kardeş Filistin için sıkça gündeme gelecektir: Bombalamalar, köy baskınları ve suikastlar hayatın bir parçasıdır artık. Wadad’a göre ekonomik, kültürel ve siyasal planların günlük hayattaki acı bir karşılığıdır terör. Aynı şekilde Siyonizm de.

1940’ların sonundan 1960’ların ortalarına kadar anlattığı bölümde dikkati çeken şey göç, sürgün, savaş ve çocukların gözünden coğrafyanın durumu. Hem eğitimci hem de gözlemci olarak bize seslenen Wadad, farklı ülkelerden gelip Lübnan’a sığınan ailelerin yaşadığı hayatı resmediyor. Bir yanda krallar ve işbirliğine giriştikleri Batı, öte yanda Siyonistler, öbür yanda ise topraklarında yabancı kılınan halk; Wadad bunların hepsini kendi gözlem süzgecinden geçirerek not etmiş. Oğlunun o yıllarda sorduğu “Savaş çıkarsa kim yanımızda, kim karşımızda olacak?” sorusu hayli ilginç. BM ve NATO neredeyse herkesin gözünü boyamış o dönemde. Wadad, oğlunun gerçeği pek çok insandan daha iyi ayırt ettiğinin farkında.

Wadad’ın toprağında savaş sadece karşılık vermek anlamına gelmiyor. Cephede saf tutmak aynı zamanda kültürünü savunmak; elden gideni geri almaya çabalamak da demek. Kısacası tarihsel bir özelliği var.

Onca entrikanın ve adaletsizliğin arasında Wadad bir Arap atasözünü hatırlatıyor: “Bir savunucusu olduğu sürece hiçbir hak kaybedilmez.” Bunun, o yıllarda halkına güç vermesini umuyor. Fakat altını çizdiği bir gerçek de var: “İktidar adaletten daha önemli, şiddet akıldan daha etkiliydi. Liderlerimiz iktidarı da aklı da kullanmayı becerememişti, gençlerimiz ise öfke içindeydi.”

Wadad Ortadoğu’da 1967’yi böyle anlatıyor. O yıla dair bir küçük not daha: “Vietnam Savaşı tam gaz devam ediyordu. Vietnam kurtuluş kuvvetleri en modern askeri donanıma karşı savaşıyordu. Ülkeleri için savaşırken acılara, açlığa ve felakete katlanıyorlardı. ‘Biz neden yapamıyoruz?’ diye soruyordu gençlerimiz. Gençlerimiz her şeye ve herkese öfkeliydi. Bizim mülayimliğimiz onların gözünde zayıflıktı. Başarısız bir kuşaktık. Batı’ya güvenerek başarısızlığa uğramamış mıydık?”

Filistin’le tutuşulan savaş ise Wadad ve yakınları için büyük bir darbedir. Nereden baksanız iki halkı birbirine düşürenlerin yönettiği ve onlar adına karar vermeye yöneldiği bir savaştı bu. Wadad, çocukların çatışmaları, kapandıkları “küçük pencereden dikizlediğini” söylüyor: “Çocuklar her türlü silahın adını öğrendi, hayatta ölümden daha ilginç şeyler olduğunu da unuttu.”

Wadad, yalnızca yaşadığı, hayat kurduğu ve yakından tanıdığı coğrafyayı yorumlamıyor; dünyaya ilişkin fikir ve belirlemelerini de sıralıyor: “Altmış yılı aşkın bir süre içinde dünya delirdi. Dürüstler ya da cesurlar değil, güçlüler dünyanın efendisi oldu. Zira yaşadığım sürece güçlü insanların öldürüldüğüne ve imha ettiğine ya da insanları bununla tehdit ettiğine, bilimi de bu amaç için saptırdığına tanık oldum. Kendi kaprisleri ve açgözlülüklerini tatmin etmek için Ortadoğu’yu parçaladılar ve harekete geçirdikleri mekanizmanın kaçınılmaz bir şekilde dağılıp gitmesini seyrettiler.”

Wadad’dan gelecek için birkaç soru, miras niyetine: “Bütün bunları hak ediyor muyuz? Bizim kuşağımız insanları birbirine yaklaştırmayı başaramadı. Yeni kuşak bizden daha akıllı çıkar mı?”

Yeni kuşak daha akıllı mı, bilinmez ama geçmişin hatalarından tam anlamıyla ders alınıp alınmadığı şüpheli. Wadad’ın anıları bir yol açıyor; en azından geçmişin Lübnan’ı ile yirminci yüzyılın yarısında gelinen nokta ve bugünkü için.

O Sevdiğim Dünya, yalnızca bir Arap kadınının yaşadığı çağın tanıklığını sırtlanışını yansıtmıyor, aynı zamanda hayatını geçirdiği topraklara, insanlarına ve dünyaya ilişkin güçlü analizler de içeriyor. Wadad’ın bunu yapmasını sağlayanın da içinde hiç sönmeyen hümanizm ışığı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

O Sevdiğim Dünya/ Wadad M. Cortas/ Çeviren: Gamze Varım/ Metis Yayınları/ 232 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 13.01.2011

6 Ocak 2011 Perşembe

HAYATIN DİKİZ AYNASI (*)
ALİ BULUNMAZ

Japon ve Uzakdoğu edebiyatı üzerine okumalar yapar, Akutagava’ya yoğunlaşırken Yasunari Kavabata’nın Dağın Sesi kitabı geliverdi. Aslında son yıllarda artarak devam eden Japon ilgisinin bir sonucu olsa gerek bu. Uzakdoğu’yu sadece turizm nedeniyle değil edebiyat bağlamında da keşfediyoruz. Olumlu bir gelişme.

“Haiku”nun ötesine geçmeyi sağlayan, roman ve öykü okumaları adına da umut veren çeviriler yapılmaya başlandı. Bizim için hem uzak hem de yakın bir coğrafya Japonya. Yakınlığı, kurulan ilişkiden geliyor, uzaklığı da tanıdığımızı sanıp yanıldığımız Japon kültüründen. Japoncadan çevrilen her kitapla, o kültürün yalnızca “kimono”dan, “origami”den, “haiku”dan, savaş ve dövüş sanatlarından ibaret olmadığını da enine boyuna öğreniyoruz. Akutagava’nın, Mişima’nın, Oe’nin ve Kavabata’nın Türkçeye çevrilen kitapları bu görüyü perçinliyor.

DOĞA-İNSAN BÜTÜNLÜĞÜ
Oe ile birlikte Nobel Edebiyat Ödülü kazanan iki yazarından biri olan Kavabata, Japonya’nın en ileri gelen edebiyatçılarından. Romanlarıyla öne çıkan Kavabata’nın dünya çapında tanınması 1950’lere rastlıyor. Hayatı “insanın kapılıp sürüklendiği bir rüzgâr” olarak niteleyen Kavabata, İkinci Dünya Savaşı’nın kanlı çarpışmalarının akımına gazeteci kimliğiyle bile kapılmayı reddeder. Ancak önemli bazı Japon yazarlarda rastlanan intihar rüzgârı, 16 Nisan 1972 günü Kavabata’yı da alıp götürür.

Geriye dönüp bakınca, Kavabata’nın önemli kitapları Türkçeye kazandırılmış: Karlar Ülkesi, Go Ustası, Uykuda Sevilen Kızlar, Kyoto, Kiraz Çiçekleri, Bin Beyaz Turna ve Göl bunlardan bazıları.

1949’da yazmaya başladığı ve 1954’te bitirdiği Dağın Sesi, 1950’lerde dünya çapında bilinen bir yazar haline gelen Kavabata’nın Dost Körpe imzasıyla Türkçeye çevrilen ve yazarın güçlü kalemiyle resmetmeyi her zaman başardığı Japon düşünme biçeminden kimi örnekler yansıtıyor.

Japon edebiyatında ağırlıklı yer kaplayan doğa-insan bileşimi, Dağın Sesi’nde yüklü biçimde karşımıza çıkıyor. Bu, etrafı ve anlatımı süsleyen öğe olmanın ötesinde, romanın kahramanı Şingo’nun yaşlanmayı kabullenmeyen ihtiyar delikanlı karakterini sağlamlaştırmak adına yazar tarafından sıkça kullanılıyor. Bir küçük örnek:

“Kamakura’nın bu dağlık, ücra bölgesinde geceleri bazen denizin sesi duyulabiliyordu. Şingo belki de denizin sesini duyduğunu düşündü. Ama hayır, dağın sesiydi. Rüzgâr gibiydi, uzaktan geliyordu ama yer gürlemesi gibi derindendi. Şingo kulaklarının çınlıyor olabileceğini düşünerek başını salladı (…) Kendini sakince ve kararlılıkla sorgulamak, duyduğunun rüzgârın sesi mi, denizin sesi mi, yoksa kulak çınlaması mı olduğunu bilmek istedi. Ama duyduğunun bunların sesi olmadığına emindi. Dağın sesini duymuştu.”

Kavabata’nın romanda kullandığı kasırga metaforu, Şingo ve ailesi için biçilmiş kaftan. Çünkü yaşlılığa, zamana ve dolayısıyla doğaya direnen Şingo ve aynı zamanda çocukları, eşi ile akrabaları arasında yaşanan sorunlara olsa olsa kasırga denebilirdi. Ama asıl kasırga, Şingo’nun eski aşkına; eşinin kız kardeşine duyduğu özlemle kopuyor. Anlayacağınız aradan otuz yıl geçmesine rağmen eski defterler hep açık.

VAROLUŞÇU TINI
Şingo’nun çocuklarının da babalarının hayatıyla ilgili soru işaretleri var: “Babamız başarılı mı, başarısız mı?” Şingo, buna kesin bir yanıt verir: “Ebeveynlerin başarıları, çocuklarının evliliklerinin başarılı olup olmamasıyla ölçülür gibi geliyor bana. O konuda başarılı olamadım.”

Şingo’ya göre evlilik, bataklığa benzer; “partnerlerin kabahatlerini yutan koca bir bataklık.” Yıllar geçtikçe kendince bunun doğruluğunu kanıtlayan çeşitli olaylar yaşamıştı, yaşamaya da devam ediyordu.

Kavabata, Şingo’nun yaşadıklarını anlatırken fazlasıyla simge kullanıyor. Özellikle doğayı ve doğada her ne varsa romanın içine katarak konuyu yan öğelerle besliyor. Bazen düşler ve mistik malzemeler olayların önüne bile geçebiliyor. Kimi zaman da Şingo’nun sanrı ve rüyaları Kavabata tarafından olup bitenle ilişkilendiriliyor. Kavabata’nın Dağın Sesi’nde önümüze koyduğu kurgusal dünyada tam bir dram var. Bu dram ise sadece Şingo’ya değil, öbür aile bireylerine de ait. Özellikle aile içinde ortaya çıkan kamplaşmalar, eski ve yeni gönül meseleleri söz konusu dramın bam teli.

Kendi aşk meselesi ve oğlunun metresiyle beraber Şingo’nun kafasında gidip gelen, bazı günler aklını kurcalayan bir konu da intihar. Kavabata’nın intihar ederek yaşamını sonlandırdığı düşünülürse, Şingo aracılığıyla birtakım sezdirmeler yaptığı kanısına kapılabilir okur.

Dağın Sesi’nde Kavabata, savaş sonrası hafiften yalpalayan ama yapılanmasına hız veren ülkeden bir kesiti; Şingo’nun sorunlu ailesi ve ilişkilerine eğilirken varoluşçu tınılara da kapı aralıyor. Oğlunun, eşini bırakıp metresine gitmesinin sorumluluğunu da sırtlanır reis. Bu arada geliniyle ilişkisi de son derece gizemli Şingo’nun. Daha doğrusu, ailede en iyi anlaştığı birey olan geliniyle ilişkisi, Kavabata tarafından okurun aklını kılçıklandırcak biçimde aktarılır. Sanki gizliden gizliye Şingo ve gelini, birbirlerine açıklayamadığı bir aşk içindedir.

Japon burjuva toplumunun içindeki değişim ve gelişim sancısını alt metin haline getiren romanda karakterlerin kurgusal gücü de öne çıkıyor. Öyle ki bu kahramanlar, sadece Japonya’da değil hemen her yerde ve yaşamın her köşesinde yüzleşebileceğimiz nitelikte.

Romanda kahraman, hayatının dikiz aynasına bakıp açık açık dillendirmese de “Acaba başarılı mıydım?” sorusuyla alttan alta okuru yokluyor. Kim bilir, belki de bu soruyu Kavabata Şingo’yla beraber kendine soruyor…

Dağın Sesi/ Yasunari Kavabata/ Çeviren: Dost Körpe/ Doğan Kitap/ 236 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 06.01.2011
MUKADDES MÜSELLES (*)
ALi BULUNMAZ

Bugünlerde geometri kavramları epey revaçta. Teğet, bunlardan biri. Hamdolsun (!) teğet geçen krizler sayesinde geometri kavramlarına ilgimiz arttı. Ama hiçbir terim üçgenin yerini tutamaz. Bir ara siyaset-tarikat-ticaret üçgeninden söz açılırdı, gerçi hâlâ var. Şimdi medya da iyiden iyiye bu işin içine katıldı.

Anıl Ural’ın kitabı Medya-Sermaye-Siyaset Üçgeni. Yazarın da belirttiği üzere bu mukaddes müsellesin amacı öbürlerindekine benzer biçimde “çıkar sağlamak”; bireyi hedef seçip, hatta yönlendirip şekillendirmek.

Kitap, konuyu tarihsel, (sosyal psikolojiyi merkeze alarak) psikolojik ve teknolojik bağlamda ele alıyor. Özgürlük ve özgünlük yerine bağımlılık “ilkesinin” tercih edildiği bu ilişkide medyanın, siyaset ve ticaret birlikteliğiyle “toplumun yararına olmayacak şekilde” serpilebileceği vurgulanıyor. Eh, ne de olsa neo-liberalizm bunu istiyor, öyle değil mi?

Kamuoyu kavramının “kamu”sunu geçip “oyu”na odaklanılınca, medyanın rolü ve önemi artıyor elbette. Ural’ın kitabında bunu örnekleriyle bulmak mümkün.

Bilgilendirmek ve araştırmak yerine yönlendirmeye ağırlık verilince, bir de bu tavır küreselleşince işin şirazesinin nasıl kaydığı daha arı biçimde görülüyor. Haliyle “satma” ve “satılma” gibi nitelemelerin de önü açılıyor. Kitabın alt başlığının “Satılık Medya” olmasına şaşırmıyoruz o zaman.

“İnsanlara istediğini veren” medyanın, siyaset ve ticaretle kol kola girmesi garipsenecek bir davranış değil artık. Bu, Türkiye’de de böyle dünyada da. Ural’ın belirlemesine kulak kabartalım: “Medya, sermayenin ihtiyacı olan ve manipülasyonla şartlandırılan tüketiciyi yaratır. Bunun dışında, iktidarın ihtiyaç duyduğu, düşünmeye zaman ayırmadan yaşayan insanı yaratmak gibi bir işlevi de var.”

Siyaset-sermaye-medya üçgeninin Ural’ın deyişiyle, her yerde “bireyler kalabalığı” var etmeye çabaladığı düşünülürse, bu toplamın tüketerek “yaşayan” kuru bir kalabalık olduğu da görülebilir.

İktidarların sıcak yüzüne yüz veren ve sermayenin bahçesinde oynayan medya nedeniyle özgür basının arkasından bir bardak soğuk su içmeli. Peki, bu dönüşüme direnmek mümkün mü? Evet ama öncelikle buna açık zihinler gerekiyor; Anıl Ural’ın Medya-Sermaye-Siyaset Üçgeni adlı kitabı, sorunu belirleyip ona nasıl çözüm üretilebileceğini göstermeye çabalıyor bir bakıma.

Medya-Sermaye-Siyaset Üçgeni/ Anıl Ural/ Siyah Beyaz Yayınevi/ 368 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 06.01.2011