5 Temmuz 2012 Perşembe



TEPEMİZDE SALLANAN BİR SORU (*)
Ali BULUNMAZ

Artık “Hayatın anlamı nedir?” gibi “sıradanlaşmış” sorular ne sıklıkta soruluyor bilinmez ama bu ve benzerlerine kafa yoranların halini Terry Eagleton (TE) yalın ve güzel biçimde özetlemiş. Anlam sorununa boğulan düşünür ve filozofların “soruları yanıtlamak yerine çözümlemeyi tercih ettiğini” söyleyen TE, daha önce yemeyenler için oturaklı bir şamarla üzerimize geliyor.

YANI BAŞIMIZDAKİ HORTLAK
Bugünlerde anlamsızlığın ve anlam-dışının kollarında uyuklayanlar için böylesine bir sorunun peşinden gitmek komik gelebilir. Özünde bu sorunun başa hayli bela açabilecek bir şey olduğunun farkına varan ve kendinden öncekilerde de sıkıntı yarattığını bilen TE, konuya geniş bir açıdan yaklaşmayı sağlıklı buluyor. Örneğin sorunun kendisinin iyi olup olmadığını veya doğruluğunu düşünüyor en başta. Bir ara işi “evren toz ve gaz bulutuydu” argümanına dek götürüyor.

Konuyu sündüren, hatta süründürüp yokuşa sürmeyi tercih eden filozoflara Wittgenstein’ın yardımıyla kombine yumruklar indiren TE, böyle felsefi bilmecelerin dilin yanlış kullanılmasından ötürü karanlıkta kalabildiğini savunuyor. Öte yandan “hayatın anlamı” sorusunun bir yanıtının bulunmasına rağmen ona hiç ulaşamama da ihtimal dahilinde. Belki de hayat bir kurmaca veya fantezinin dik âlâsı, olamaz mı? Bunu savunanlar da var.

TE’ye göre “hayatın anlamı” sorusuyla ilgili en baba lafları tragedyalar söyler. Var oluşu didikleyen ama yine de çözüm üretmeyen tragedya, insanı o sıkıntıdan kurtarmaz ve yolu çatallandırır.

Peki, bu soru neden ikide bir hortluyor? TE’nin şöyle bir açıklaması var: “Hayatın anlamı sorgulamaları muazzam bir ölçekte oluştuğu halde, kanıksanmış roller, inanışlar ve gelenekler krize girdiğinde ortaya çıkma eğilimi gösterir. En seçkin tragedya yapıtlarının böyle anlarda ortaya çıkması da muhtemelen bir tesadüf değildir. Bu, ‘hayatın anlamı’ sorusunun sürekli geçerli bir soru olabileceği gerçeğini değiştirmez.”

Anlamın karşısına “güçlü” bir anlamsızlığı koyan ve “hayatın hiçbir anlamı yok” diyenler, TE’nin bakış açısına göre amaç, değer ve doğrultu yoksunluğu içinde. Bu boğucu sarmaldaki insanın “uğruna yaşayacağı bir şey olmadığından”, var oluşu da boşluğa teslim bayrağını çeker.

İnsan, hayatın anlamını bilse daha iyi bir yaşama mı sahip olur? TE, bu soruyla kafaları biraz daha karıştırırken nefes alıp vermenin ötesindeki bir soruşturmanın bizi nerelere götürebileceğini de biliyor gibi: “Hayatın anlamı belki peşine düşülen bir amaç ya da dibi taranan bir gerçeklik yığını değil, yaşama ediminin ta kendisinde ya da belli bir yaşam tarzında dile gelen bir şeydir. Sonuçta bir anlatının anlamı, onun yalnızca sonu ya da gayesi değil, anlatının kendi sürecidir.”

Pekâlâ hayatla anlam arasında bir seçim yapmak zorunda da kalabiliriz. TE’ye göre bu da bir ihtimal! Schopenhauer’a kulak kabartıp onun yolundan gidersek “hayatın yaşanmaya değer olduğunu yalnızca bir aptal hayal edebilir” çıkarımıyla da yüzleşebiliriz. TE, Schopenhauer’dan sonra sözü iki ustaya getirir: “Camus ve Sartre, deyim yerindeyse dünyanın anlamlı göründüğü bir dönemi anımsayacak kadar yaşlıdır ama bunun o zaman bile bir yanılsama olduğuna inanıyorlarsa onun ortadan kalkmasıyla kaybedilen tam olarak nedir? Hayatın kendi içinde gömülü bir amacı olmayabilir ama bu, onun abes olduğu manasına gelmez.”

UZLAŞMAZLIK ÇAĞI
İşin anlam tarafına yoğunlaşıp hayat yanını güdük bırakmanın bir âlemi yok. Burada da görüşler çeşit çeşit; TE’nin verdiği örneklerin başında mutluluk geliyor. Zira hayatın bütünüyle mutlulukla kaplı olduğunu savunmak epey iddialı. Hayatta anlamı sadece mutlulukla açıklamaya uğraşmak, mutsuzluk ve anlamsızlıkla hayatı eşitlemek kadar ahmakça.

TE, bu noktada hayatın anlamı için birkaç aday sıralamayı uygun görüyor: Güç, onur, aşk, hakikat, özgürlük, devlet, Tanrı, özveri, doğayla uyum… Aslına bakılırsa bunları tek tek anlam için yeterli saymamalı, belki tuhaf bir harmoni, çözüm değilse bile hayli doyurucu bir açıklamanın kapısını aralayabilir. Ama TE’ye göre bunlar araçsal olarak da nitelenebilir. Entelektüel tefekkürün bitmek tükenmek bilmez sıkıntısı, buradaki ikircikli durumda olduğu gibi işbaşında yine.

TE’nin dediği gibi modernite hiçbir önemli sorunu çözüme ulaştırmamasıyla biliniyor. Uzlaşmazlıklar çağında “hayatın anlamı” sorusu, belli fikirsel tartışmaların ateşini harladı. Ortak anlamlara varamama bunların başındaydı. Oturaklı yanıtlar bulunmayan “hayatın anlamı” sorusu tepemizde sallanıp duruyor. Belki böylesi daha iyi. Hem yanıtı bulunca işin büyüsü bozulmaz mı?..

Hayatın Anlamı/ Terry Eagleton/ Çeviren: Kutlu Tunca/ Ayrıntı Yayınları/ 140 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 05.07.2012  


ŞİDDETSİZ GEÇİMLİLİĞE DOĞRU... (*)
Ali BULUNMAZ

ABD’nin buzlar eyaleti Alaska’dan çıkıp gelen, çocukluğunda babasının intiharıyla tökezleyen ve ardından San Francisco’nun sıcak sularına inen David Vann, Kuzey Amerika ve dünyada sesini iyiden iyiye duyurmaya başlamış bir yazar.

Babasının intiharından esinlenip Bir İntiharın Efsanesi’ni (Legend of a Suicide) yazan Vann, hiçbir yayınevi dosyaya ilgi göstermeyince kendini denize vermiş. Gerçi sonraki yıllarda söz konusu dosya kitaplaşıp ödüller kazandı ama Vann’ı tekneye ve denize bağlayan o süreç kendisinin ufkunu epey açtı.

Daha çok öyküleri, Esquire, Outside, Men’s Journal dergileri ve Sunday Times gazetesinde kaleme aldığı yazı ve makaleleriyle tanınan Vann, Caribou Adası’yla ismini dünyaya romancı olarak da yazdırdı diyebiliriz.

İKİ YORGUN İNSAN
Caribou Adası’nın öne çıkan özelliği, yıllardır hayatlarında yolunda gitmeyen bir şeylerin varlığından haberdar ve bundan rahatsızlık duyan bir çiftin; Irene ve Gary’nin, yeni bir ev ve yaşam kurmak adına harekete geçmesi. Irene’e göreyse harekete geçiyor görünmeleri. Çünkü kocası onun gözünde “hiçbir zaman kötü bir adam gibi algılanmak istemeyen” fakat son derece sabırsız, hatta neredeyse tahammülsüz bir adam. Irene bunu, hemen her şeye karşı sabırsızlıkla açıklıyor; çocuklara, kim olduğuna, doğru yapılmayan bir işe ve hava muhalefetine… Vann, “genel ve kalıcı sabırsızlık, Irene’in otuz yıldan uzun süredir içinde yaşadığı, tenefüs ettiği bir element olmuştu” diyerek durumu özetliyor.

Yazar, Irene’in gözünden okura seslendiğinde başlangıçtaki tutkunun yerini zamanla Gary’nin hırsları yüzünden tüm güzel anları tüketerek dümdüz bir hayatın aldığını yansıtır. Kısacası yorgunluk ikisinin de elini kolunu bağlamış gibidir. Doğa yürüyüşleri ve Pazar şekerlemelerinin yerini iki ayrı hayat almıştır artık: Yan yana ama ayrı. Otuz yıllık hesap ve pişmanlıklar eski fotoğraflar gibi ortalığa saçılır: “Gary pişmanlıkta şampiyondu. Her gün bir sorun bulur, Irene bundan nefret ederdi. Hayatları ikinci ihtimaller üzerine kuruluydu. Pişmanlık onda yaşayan bir şey, içindeki bir rezervdi.”

Romanda olaylar bir yufka gibi açılıp saçılırken Irene ve Gary’nin kızları Rhoda sahne alıyor arada. Çiftin kızlarıyla ilişkisi buz gibi bir havada masaya yatırılıyor, bu sırada Irene’in ağrılarına, Gary’nin eşinin rol yapıp kendisini cezalandırdığını düşünmesine (acıyı “gerçekliği olmadığı halde” kafasında kurduğuna inanmasına) ve Rhoda’nın buna şüpheyle yaklaşmasına tanık oluyoruz. Artık su yüzüne çıkan huzursuzluk bu anda Irene’in ağzından dökülüyor yine: “Taş şömine, güzel bir ev, onu rahat ettiren koca… ‘Belki de bu beter acı iyi bir şeye neden olacak’ diye düşündü Irene. Belki bizi birbirimize yakınlaştıracak. Belki Gary beni hatırlayacak. Neticede hayatının tuhaf bir dönemiydi, çocukları gitmiş, işini kaybetmiş ve elinde sadece Gary kalmıştı ki, o da eski Gary değildi artık.”

Vann, iki ana karakteri enine boyuna okura verirken aynı zamanda Irene ve Gary’nin birbirini ne olarak gördüğünü de aktarıyor. Buna göre Irene’in gözünde Gary, kişilik bozukluğu olan huysuz biri. Irene ise Gary’e göre dünyanın aldığı biçimi ve yaşamın nereye gittiğini tam kavrayamıyor. Her ikisi de otuz yılın birikimiyle birbirini fazlasıyla didikliyor.

IRENE VE ANNESİ
Romana baktığımızda kaçış temasının öne çıktığını görüyoruz. Hem Irene hem de Gary’nin kaçmak, üstünü örtmek ve halının altına süpürmek istediği şeyler var. Bu kaçış hali, ikisinin de kişiliğini ortaya koyuyor: “Alaska başta sadece bir fikirdi. Küçük bir ara verip bir yıl okuldan uzak kalacak, böylece farklı bakış açılarına ihtiyaç duyduğu tezinden biraz uzak kalacaktı. Sınırına kadar gidip vahşi doğaya dalacaklardı. Bunu gerçekten yapabileceklerine inanmıyordu Irene. Ama Gary kaçıyordu. Irene’in anlamamış olduğu buydu işte. California’ya dönmeye dair en ufak bir niyeti yoktu (…) Gary’nin istediği hayali bir kasabaydı; demirci, ekmekçi ya da hikâye anlatıcısı gibi belirli bir göreve ya da bir role sahip olabileceği o eski pastoral zamanlara geri dönmekti. Olmak istediği buydu işte, ‘biçimlendiren’ olmak, yani insanların tarihini, bu tarihle bütünleşen o yerin tarihini terennüm etmek. Irene’in istediği ise bir daha asla yalnız bırakılmamak, elden ele dolaşan ve istenmeyen olmamaktı.”

Irene ve Gary arasındaki acayip ilişkinin hangi kategoriye konacağı tartışılabilir. Ancak hayatın çelişkiler ve ikilemlerle dolu tarafının, her ikisini de fazlasıyla ele geçirdiğini söylemek mümkün. O yüzden sürekli geriye dönüşler ve bu sırada gün ışığına çıkan hesaplaşmalar yaşanıyor. Irene’in, “kiminle yaşayabileceğini seçiyordun ama onların ne hale geleceğini seçemiyordun” cümlesi, bu anlamda ilişkilerini özetliyor.

Vann yalnızca Irene ve Gary’e odaklanmıyor elbette; bir tarafta da kızları Rhoda ve onun yaşamı var. Hayatı annesi, babası ve sevgilisi Jim üzerine kurulu Rhoda’nın da soruları var. Örneğin kendi isteklerini kimsenin umursayıp umursamadığını düşünüyor. Annesi Irene de aynı günlerde benzer şeyleri aklına getiriyor ve geçmişe dönüp ailesinin sarsıntılı hallerini hatırlıyor; babasının onları terk edişini, annesinin baş ağrıları ve intiharını: “Ailesi kararlar alıyor, onun kaderini tayin ediyordu ve şimdi, daha da uzaklaşıp mit olmuşlardı. Hikâyelere dönüşmüştü, gerçeğin ne olduğunu bilebilmek artık imkânsızdı. Başka bir kadın vardı, annesi de kendini astı, babası da onları sonsuza dek terk etti ve Irene onu bir daha hiç görmedi (…) Gel gelelim bildiği bazı şeyler vardı. Annesinin korkunç baş ağrıları vardı ve sessizlik isterdi. Irene’in bilmediği, bu acının kaynağıydı. Kocasının terk etmesinin yol açtığı keder miydi nedeni? Sadece sonunda başlayıp çok mu kısa sürmüştü, yoksa yıllar boyunca mı? Irene’in şimdi başına geldiği gibi fiziksel miydi? Bir şey hayatını ele geçirirse sadece fiziksel bir şey olsa da, kimliğinin bir parçası mı oluyordu?”

Irene’in deyişiyle “otuz senelik evliliğin sifonunun çekildiği, onunla birlikte hayatının da lağıma doğru gittiği” düşünülürse hemen her anı ve her kötü an, yokuş aşağı yuvarlanan birine bir tekme daha atıyordu. “Gary evlilik nedir anlamamıştı”, dahası Irene’e göre evlilik, kocasının “bir şekilde en kötü yanını” ortaya çıkarmıştı: “Tek başına bir kulübe yapmak. İşte gerçek bu. Evlilik dedikleri bir başka yalnızlık biçimiydi.”

REFAKATÇİ BİR HAYAT”
Gary’nin kulübe inşa etmeye koyulduğu sırada tutuldukları fırtına, Vann tarafından Irene’le ikisinin durumunu yansıtan bir metafor olarak kullanılıyor. Aynı şekilde gittikleri ada da. Caribou, kaçış, kopuş, rahatlama ve içe dönüş gibi duygu durumlarının mekânını temsil ediyor biraz da. Caribou, Gary için bir umudu simgeliyor ama her ikisinin de sumen altı ettiği ne varsa birden bire önlerine seriyor. Irene’in öfke nöbeti sadece bunlardan bir tanesi:

Beni herkesten ayırdın sen. Bir tek bu anı kastetmiyorum. Otuz yılı kastediyorum. Beni ailemden, ailenden, burada edinebileceğimiz arkadaşlıklardan, birlikte çalıştığım, eve gelmelerini istemediğin insanlardan ayırdın. Beni yalnız biri yaptın ve artık çok geç.”
Gary’nin inşa ettiği kulübe, Irene için ne yeni bir hayat ne de bir yuva anlamına gelir. Geçmişin ağırlığı, Irene’in göğsüne oturunca öfke nöbetleri de sıklaşır. Gary’nin belirlenmiş ve sorgu kabul etmez isteklerinden oluşan hayatı karşısında kendisininkini bir tür “refakatçilik” gibi algılar. Bunun daha açık anlatımı “Gary’e olan mahkûmiyettir” Irene’in gözünde ve dolayısıyla “hayatı çoktan bir birikime dönüşmüştür.” O birikimin baş nedeni Gary’nin planı ise kış sonrası Irene’i terk etmektir. Gary ve Irene için atomize olmuş bir hayat söz konusu bu anlamda; Irene’in aklından geçen “geri dönüp hayatını farklı şekilde bir araya getiremezdin” veya “artık var olmayan bir şeye sahip olamazsın” düşüncesi, varılan noktanın habercisi adeta. Gary de fırsattan yararlanıp eteğindeki taşları döker: “Sen olmasaydın, buradan çeker giderdim. En sonunda profesör bile olurdum. Ama sen çocuk, sonra da çocuklara destek olmak istedin, sonra da eve ek odalar yapmak. Gerçekte benim olmayan bir hayatın içinde hapis kaldım. Tekne yapımcılığıydı, balıkçılıktı… Oysa bitirme tezim üzerinde çalışıyordum. ‘Bitirme tezi’ dedim. İşte bunu yapıyor olmalıydım.”

Vann’ın tüm bunlardan sonra hayli sarsıcı ve epey etkileyici bir final hazırladığını söylemekle yetinmeli. Yalnızca bir ipucu vermek yerinde olur: Çember bir şekilde tamamlanıyor ve hem Irene'i hem de Gary’yi dramatik bir son bekliyor.

Romanla ilgili bir parantez açılacak olursa kurguda Vann’ın hayatından bazı parçaların varlığı gözümüze çarpar. Örneğin Vann’ın babasının intiharı, Irene’in annesinin intiharı şeklinde karşımıza çıkıyor. Bir başkası, yazarın çocukluğunun geçtiği ve romanda “durgunluk”, “gönül yarasını unutturan açık alan” ve “dünyanın sonundaki sürgün yeri” gibi betimlemelerle anlatılan Alaska. Yine Vann’ın denizciliği ve tekne yapımcılığı da metinde Gary’nin işi olarak bize sunuluyor.

Caribou Adası, arafta kalan iki insanın hareketsizliğinden doğan sıkıntıyı anlatıyor. Daha da ötesi, şiddetli geçimlilikten şiddetli geçimsizliğe oradan da şiddetsiz geçimsizliğe uzanan bir ilişkiyi…

Caribou Adası/ David Vann/ Çeviren: Cem Alpan/ Can Yayınları/ 316 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 28.06.2012



27 Haziran 2012 Çarşamba



ÇOCUK DÜŞLERİMİZ YOK ARTIK (*)
Ali BULUNMAZ

Alexandre Jardin’in anlatmaya koyulduğu öykü, aslında hepimiz için geçerli. İçindeki çocuğu diri tutmaya uğraşan, bununla da yetinmeyip gerçekten çocuk olduğu döneme bir günlüğüne bile olsa geri gitmeyi isteyenler, Jardin’in Alexandre Eiffel ya da bir zamanların “Küçük Vahşi”siyle aynı yolun yolcusu.

Eiffel’in bir sabah uyandığında evcilleşmiş ve heyecansız bir yetişkin olduğunu kavraması, yaşadığı dehşetin ilk hali. Yaşamın ve kendisinin sürprizsiz gidişiyle alt üst olan kahramanımız, “Küçük Vahşi” diye çağrıldığı dönemin hayalini kurar. Bunun nedeni hem basit hem de bir ölçüde yıkıcı: Dünyaya, çevresine ve yaşamındaki hemen her şeye koşulsuz uyum sağlamış olması. Çıkar uğruna yalan söyleyen bu adam, sadece hayatı güzelleştirmek adına yalanın kapısını çalan o saf çocuğu özlerken sınırsızlığı da o özleme ekliyor. “Takım elbiseli zavallılar” dediği çevrenin ona heyecanını denetlemeyi öğretmesinden de hayli rahatsız.

Özetle yapaylık içinde nefes alamaz hale gelen bu adam, işinin ve o naylon ortamın kendisini yönetmesine katlanamıyor. Derinlerde bir ses “ah nerede o düzensiz ve tasasız zamanlar” diyor: “Neredeyse kırk yaşımdaydım; ölümüm yaklaşıyordu. Beyaz bir saç bana bunu hatırlatmıştı. Özgürlüğe bağlılığıma gem vurmaktan, yetişkin rolünü, bu kötü, uyuşturucu rolü oynamaktan yorulmuştum. Düşüncesizce davranmaya susamıştım.”

HER ŞEY OLUNABİLİR AMA YETİŞKİN ASLA”
Jardin, Eiffel’in çocukluğuyla randevusuna yetişmek üzere çıktığı yolculuğu bize aktarırken bu adamın çok uzun zaman sonra ilk kez zorunda olmadan ve içinden gelerek hareket edişinin heyecanına katılmamızı istiyor. O heyecan, beraberinde muzırlıkları da getiriyor; Küçük Vahşi’nin muzırlıklarının ve eğlencelerinin özlemi, içinde “büyük insan yaşantısıyla ilgili her şeye karşı daha da canlı bir iğrenme duygusu” yaratıyor. Küçük Vahşi, Eiffel’i yetişkin insan akılcılığından kurtardığı için önemli. Bu yüzden Alexsandre, kendisiyle uzun zaman sonra gurur duyuyor.

Doğruyu söylemeyi hiçbir şeyin engellemediği, kendini mecbur hissetmeyenlerin yaşadığı zamanları, incitmeme zorunluluğunun bulunmayışını, tutarlı olmamayı ve uyumlu hale gelmemeyi temsil ediyor Küçük Vahşi. Aynı zamanda yalan söylemeyi ama hile yapmamayı, kurnazlığı fakat bunu hesaplayarak gerçekleştirmemeyi.

Karşımızda kendini parçalanmış hisseden bir adam duruyor; ikilemde kalmış ve bir karar arifesinde: “Küçük Vahşi’ye doğru kanatlarını açmış gidiyordum ama aynı zamanda varlığımın dengesini bozmaktan da korkuyordum. İçine battığım alışkanlıklar yumağı omurga görevi görüyordu. Hâlbuki yeni bir hayata başlamam, Mösyö Eiffel’i Paris’te bırakmam, beklentilerinin hakkımdaki düşüncelerine uymaya yönelttiği sıkıcı insanlardan kaçmam gerekiyordu. Kendini çocuk olarak yaratmak için yetişkinliği terk etmek, ancak yetişkinlerin gerçekler döngüsünden uzaklaşılırsa anlaşılabilir görünüyordu bana.”

Eiffel burada bir oyun oynuyor aslına bakılırsa. Üstüne çöken tüm ağırlık ve zorunlulukları geride bırakıp yarı uyur yarı ayık bir şekilde yolculuğa çıkıyor. Oyunun ana kuralı da belli: Her şey olunabilir ama yetişkin asla. Çünkü bu oyunun temel ilkelerinden biri de “uyum sakatlar, uyumsuzluk iyileştirir.” Oyunun bir sonraki aşaması satırlara şöyle yansıyor: “Alexsandre Eiffel’in karakterini baskı altında tutan ihtiyatlılıktan kurtulmayı diliyordum. Küçük Vahşi, o enerjileri sağlayan ve bazen de gerçeği ortadan kaldıran bilinçsizliğin sırrına vakıftı.” Bu sırra erişmenin yolu da eski dostlarla eski mekânları ziyaretten geçiyor ve Eiffel, yolculuk içinde bir başka yolculuğa koyuluyor. Tekneler, mağaralar ve Crusoe Derneği’nin üyeleriyle buluşmalar sayesinde Küçük Vahşi uyuduğu yerden kalkıyor.

TATLI BİR UYKU
Eiffel’in Küçük Vahşi’yle yeniden buluşması bir tür kıyıya vurma gibi algılanabilir. Tek başına ve kendiyle barışmış olarak ayak bastığı bu kumsalda, “şimdiye kadar siyah beyaz bir dünyada yaşamış gibiydim; Küçük Vahşi’nin koku alma duyusuna yeniden kavuştum” diyen bir adam yürüyor. Bunun anlamı duygularına, isteklerine ve sözcüklerine ket vurmayan Küçük Vahşi ruhunun ete kemiğe bürünmesiydi.

Bir adada Robinsonvari şekilde “yaşayan” ve “herhangi bir engel tanımayan biriydi” şimdi. İstediği tek bir şey vardı: Ya dünya çocukken hayalini kurduğu kadar güzel olacaktı ya da ölecekti.

İlk seçeneğin gerçekleşme olasılığı bulunmuyor ne yazık ki. İkincisi ise bir tümör şeklinde hızla geldiğinden mümkün olduğunca çok şey hatırlamaya çabalıyor. O düşlediği adaya yollanmak için fazla vakti kalmadığını biliyor ne de olsa.

Jardin, Küçük Vahşi’yle masal tadında, yer yer fantastik ve genelde bilinci açılıp kapanan bir adamın ön planda olduğu bir hikâye anlatıyor. Küçük Vahşi, Alexsandre Eiffel’in son günlerinde sığındığı vicdanı, masumiyeti ve beri yandan en sağlam hayaline dönüşüyor.

Anlatılan olaylar, yerler ve insanlar adeta bir rüya gibi. Satırlar arasında gezinirken Eiffel’in dalıp çıktığı ve Küçük Vahşi’yle buluştuğu uykunun kollarındasınız sanki. Geri gelmeyecek bir düşün peşinde koşar gibi…

Küçük Vahşi/ Alexandre Jardin/ Çeviren: Nil Çayan/ Yapı Kredi Yayınları/ 200 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 21.06.2012




FUTBOL DENEN ŞU TUHAF ‘OYUN’ (*)
Ali BULUNMAZ

Söze “meşin yuvarlak” diye girmek vardı ama futbol topunun meşinliği filan kalmadı. Top değiştikçe futbol da değişti, evrildi doğal olarak. Eğer romantik değilseniz, futboldan yalnızca futbol olarak bahsedemezsiniz artık. Herkesin çok iyi bildiği gibi bu oyun enikonu bir endüstri. Bunu geçelim. Ama değişmeyen bir şey var, o da futbolun tarihi. Kitaplar dolusu yer kaplayan, bazen de yazılmamış fakat dilden dile anlatılmış bir tarih bu.

Dünya tarihi içinde futbolunkinin hayli çekici ve özel bir yerinin olduğu tartışmasız. Çünkü futbol, kitleleri peşinden sürükleyen, rekabet barındıran ve ilgiyi canlı tutmayı hep başaran bir spor.

Franklin Foer, Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar? isimli çalışmasında deyim yerindeyse sahaya inip bilinen ama fazla yazılmamış olaylara eğiliyor; tarihin akışında futbolun tarihinden bazı başlıkların nasıl konumlandığını anlatıyor.

ÇETECİLERLE “DUYGUSAL HOLİGANLAR”
Şunu en baştan söyleyelim, yazar futbol oynamayı bilmiyor, daha doğrusu beceremiyor. Zaten bunu kendisi açıklıyor. Ama tam da bu özellik onu bir futbol delisi yapıyor: “Madem futbolda başarıyı yakalayamayacaktım, bu durumda atabileceğim en şık çalım konunun uzmanı olmaya çalışmak ve bunu becermekti. İnanın bir Amerikalı için bu mevzu çantada keklik değil.” Doğru söze ne denir!

Foer, kendisiyle ilgili samimi itiraflarda bulunurken bir taraftan da kitabın çerçevesini çiziyor; futbolun ekonomisinden çok kültürel tarafıyla ilgilendiğini, küresel tatlar ve markaların yerel kültürleri ezip geçeceğine (ve hatta ezdiğine) dair endişesini dillendiriyor.

Foer’in odaklandığı kültürel ve yerel tatlar, her zaman olumlu özellikler barındırmıyor. Bunun tipik örneği Kızılyıldız taraftarlarının bazılarının çete üyesi oluşu ve kulüp tarafından beslenmesi. Kendilerine “Kötü Çocuklar” diyen bu çete, “başarılarının” reklamını yapmaktan ve hep bir adım ileriye gitmekten çekinmiyor. 1990’larda Sırp milliyetçiliğinin yükselişindeki “ulvi” rolleri ve nefretleri dillere destan:

“Avrupa şampiyonu olunan 1991’in gölgesi altında, Kızılyıldız yönetim binası ve stadyumunda Yugoslavya’nın yıkım komploları kuruldu. Kızılyıldız tribün holiganlarından milis bir örgütlenme oluştu ve bu güç silahlandı (…) Kızılyıldız fanatikleri, Miloseviç’in darbe birliklerine, etnik temizliğin en hararetli failleri, soykırımın becerikli uygulayıcılarına dönüştü.”

Protestan Glasgow Rangers’la Katolik Celtic rekabetine ne demeli? Holiganlığı çaktırmadan mezhep üzerinden kuran bu iki kulübün bıçkın taraftarları Foer’in de ilgisini çekmiş: “Celtic-Rangers rekabeti, coğrafi yakınlığın yarattığı husumetten daha fazlasını ifade ediyor: Reform konusunda bitmemiş bir kavga!”

Alan Garrison ismini duyan var mı bilinmez ama Foer, bu şiddet bağımlısı “duygusal holiganı” sayfalarına taşımış. Chelsea’nin 1980’lerden bugüne dek geçirdiği değişimin simgesi de sayılabilecek Garrison, tribündeki karışımın da gözlemcisi aynı zamanda: “Birleşmiş bir kalabalık: Emek ve yönetim, çöpçü ve reklam şirketi yöneticisi bir arada. İngiliz tarihi göz önüne alınırsa bu gelişme cihanı kökten sarsacak bir değişim olarak görülebilir.” Garrison’ın sadece bir gözlemci olarak kalmadığını; holiganizmin anavatanı, beri yandan bir numaralı mağduru İngiltere’de holiganlık kokan ve tüyleri diken diken eden bir kitap yazdığını da söylüyor Foer.

ÜÇKÂĞITÇILAR VE OLİGARŞİLER
Foer’e göre İngiltere’de holiganizm nasıl bir karın ağrısıysa Brezilya’da da üçkâğıtçı yöneticiler aynı kefeye giriyor. “Yönetici saflarının, üçkâğıtçılar için mükemmel sığınak” olduğunu söyleyen Foer, onların Brezilya’da “silindir şapkalar” diye anıldığını da ekliyor. Çoğu zaman “maaş almayan”, sadece “masrafları karşılanan” tipler bunlar!

Üçkâğıtçılık Brezilya’ya özgü değil elbette. Rekabetin azdığı her yere sızmış durumda. Juventus ve Milan örneğinde olduğu gibi. İtalya’daki Hakem Komitesi’nde dönenler bunun açık kanıtı. Foer, komitenin en önemli üyelerinden birinin Juventus ve Milan tarafından beslendiğini dile getirip “Juve ve Milan, sisteme fesat karıştırarak (bilinçaltında) prestijli kulüplere karşı daha riayetkâr olan vasat hakemlerin kendi maçlarına atanmasını sağlıyor” diyor. Bu kadar mı, tabii ki değil: “Şanlı Collina ve onun gibi vicdanıyla hareket eden meslektaşları, nadiren Juve’nin maçlarını yönetmek üzere görevlendiriliyor. Juve’ye karşı kritik penaltı kararları vermiş olan diğer hakemlerse kendini Serie B maçlarını yönetirken buluyor.”

Juventus ve Milan lehine dostane kıyakların yapılması da “doğal bir gelişme”nin ötesine geçmiyor böylece. Foer’e göre iki güçlü oligarşiye; Fiat’ın sahibi ve Milano menkul kıymetler borsasının yıldızı Angelli ailesinin Juventusu’yla 80’lerin imparatoru Berlusconi’nin Milanı’na başka herhangi bir muamele de uygun düşmezdi zaten!

KATALONYA, İRAN VE AMERİKA
Herkesin ağzının suyunun akarak izlediği Barcelona’nın durumu biraz daha farklı. “Bir kulüpten daha fazlası” olan bu takım, Foer için “Tanrı’nın boş vakitler için yarattığı en büyük hediyelerden birisi.” Kısacası Barca, futbolda bir kültürü temsil ediyor; hem estetik hem de siyasi bir kültür bu, yani Katalanların geçmişten günümüze taşıdığı bir birikim.

Barca’nın eski oyuncularından Hristo Stoichkov’un dediği gibi “ihtirasla çılgınlık arası bir yerde” duruyor kulüp: “Stoichkov, Katalan milliyetçiliğinin en büyük erdeminin, her şeyi içine alma becerisinin en net örneklerinden birisidir. Bu milliyetçilik yabancılara kucak açar, hatta onlara adeta tapınır. Barca’nın tarihinde bu kente yerleşip kulübün güttüğü siyasetin yandaşı haline gelen tonla yabancı futbolcuya -İskoçlar, Macarlar, Hollandalılara- rastlanabilir (…) Yabancılar Katalanlaşabilirler, çünkü Katalancılık anlayışında yurttaşlık kazanılır, doğuştan gelmez. Katalan olmak isteyen birisinin Katalan dilini öğrenmesi, Kastilya İspanyası’nı küçümsemesi ve Barca’yı sevmesi yeterlidir. Katalan milliyetçiliği ırk ya da din temelli bir öğretiden ziyade, yurttaşlığa dayalı bir dindir. Katalan milliyetçiliği o kadar kördür ki onunla bütünleşmesi imkânsız bir kişiliğe sahip olsanız bile sizi bağrına basar.”

Foer, İran örneğini incelerken karşımıza yasaklar ve özgürlükler arasındaki gerilim çıkıyor. Ülkenin neredeyse soluk borusuna dönüşen futbolun ve daha çok onun yarattığı eğlenme anlayışının nasıl “sakıncalar” barındırdığı gözümüze çarpıyor. İslami rejim işbaşına geldiğinde, futbolu da budamaya koyuldu ve Foer’in deyişiyle “İran halkının en büyük tutkusuna doğrudan muhalefet etmeye başladı.” Ancak ödenecek siyasi bedel, mollaları bir adım geriye çekilmeye zorladı. Bunun yerine, “futbolu kendi ahırlarına alıp köküne kadar sağmaya çalıştılar.”

Peki, İranlıları futbola, özellikle de uluslararası futbola bağlayan ne? Foer bunu şöyle açıklar: “İranlıların uluslararası futbolu bu kadar şiddetle arzulamasının nedeni, bu maçların onları gelişmiş, kapitalist, İslam-dışı Batı’ya bağlamasıdır. Dünya Kupası maçlarında saha kenarında gördükleri Playstation, Doritos ve Nike reklamları aracılığıyla dahil olmalarının yasaklandığı bir yaşam biçiminin farkına varıyorlar. Muhafazakârlar bu bağlantıyı anlıyor. Gazetelerindeki foto editörleri, Batılı takımların formalarını süsleyen reklamların üstünü örterek sansür uyguluyor. Ama yine de muhafazakârların kontrol etmesi gereken pek çok şey var. Reklamları karartabilirler ama oyuncuları asla!”

Foer, kendi ülkesinde futbola bakışı özetlerken bu oyunun bir kültürel çatışmayı çağrıştırdığına işaret eder. Artık geride kalmış olsa da “Amerikan futbolu demokratik ve kapitalist, futbol ise Avrupalı bir sosyalist” biçiminde algılanmıştır çok uzun zaman.

Galeano, gölgede ve güneşte futbolun ağırlığını anlatmaya çalışırken haklıydı. Kuper ise o ünlü kitabına başlık olarak seçtiği “futbol asla sadece futbol değildir” sözüyle aynı oranda, hatta daha fazla haklıydı. Foer ise yazılmamış veya yazılsa da bu denli vurgulanmamış futbolun tarihinden parçalar sunarken Galeano ve Kuper kadar doğru bir yoldan ilerliyor.

Futbol, gölgede ve güneşte asla sadece futbol değil; onun ekonomik, sosyal ve en önemlisi kültürel bir geçmişi ve arkaplanı var. Bu yüzden Foer’in aktardıkları önemli; en azından sahaya tam anlamıyla yayılabilmek adına.

Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar?/ Franklin Foer/ Çeviren: Harun İsmail Çırak/ İthaki Yayınları/ 238 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 14.06.2012







ÇANTALAR NE ANLATIR? (*)
Ali BULUNMAZ

İnsanın başına gelenlerin çoğunun altında merak var. Sırlarla dolu olan (ya da olduğuna inandığınız) bir yere el attığınızda hangi kapanın kurbanı olacağınızı pek bilemezsiniz. Jean-Claude Kaufmann bu anlamda çantalara merak salıp kadınların ayrılmaz parçasına dadanmış. “Salyangoz için kabuğu neyse kadın için de çantası odur” diyerek konuya dalan Kaufmann'a etrafındaki kadınların tepkisi gecikmemiş: Çanta bu kadar sır saklamaz! Yetmemiş “kendi işinize bakın meraklı sosyolog, boşuna vakit kaybediyorsunuz, çantanın içinde olağanüstü hiçbir şey yok” lafı patlatılmış.

Fakat Kaufmann yine de sır avcılığından bir an bile vazgeçmemiş. Gelen tepkilere kulak tıkayarak çantanın bir noktasında illa ki ilgi çekici bir giz yakalayacağına inanmış: “Çanta sınırsız bir bağlılığın, satın alma çılgınlıklarının, sanki hazineler hazinesini barındırıyormuş gibi bir tehlike tehdidiyle karşılaşılır karşılaşılmaz sıkıca tutulan kayışların nesnesidir, öz benliğin kalbi, bütün sırlarıdır.”

İMAJ HER ŞEYDiR
Kaufmann, sırlarla beraber çantaların bir ruhu olduğunu düşünüyor. İçine ne koyulduğu çantanın ruhunu açık ediyor, elbette karıştırıp görebilirseniz! Çantanın bir başka özelliği toparlayıcı bir yoldaş olması: “Çanta insanın kendini düşünmesine ve geleceği tasarlamasına yardım eden yakın bir arkadaşıdır (...) Bilhassa nereye koyulacağı bilinmeyen ya da toplanmak için vakit bulunamayan her şeyi 'içine koyma' olanağı sağlar.”

Çanta aynı zamanda herhangi bir karşılaşma veya tehlike için öngörünün ve önlemin taşıyıcısıdır. Kaufmann, onun rahatsız eden ya da huzur kaçıran ve ne yapılacağı bilinmeyen nesnelerin yerleştirildiği bir kurtarıcı olduğunu da ekler. Tam tersi bir çöplüğe de dönüşebilir kolayca, unuttuklarınızı bir anda hatırlamanızı sağlayan nesneye de. Beri yandan özgürlüğün simgesidir çanta: “Çantanın içine her şey büyük bir özgürlükle konulabilmeli. Çantayı yerleştirirken hesaplamak zorunda kalsaydık ne zevki kalırdı? Kaygısızlığın sarhoşluğu imkânsız olurdu.”

Çok çantaya sahip olmak da bir tür gösterge. Genellikle görselliğin tazeliğini imliyor çanta bolluğu; her duruma göre farklı çanta: Kendini belli etmenin bir yolu.

Hayal gücünün kışkırtılması pek çok şeyde olduğu gibi çantalar için de geçerli. Kaufmann buna bir ek yapıyor: “Aynı zamanda onun gelecek kimliklerini yükseğe taşıyacak harika bir yol arkadaşı olarak kendini ortaya koyabilmesi lazım.” Tabii imaj her şey, gerisi fasa fiso. Bu yüzden yaratılan ve üstlenilen imaj, uygun çantayla tamamlanmalı ve mümkünse güzelleştirilmeli. “Çantam imajımdır” diyenler, hemen “ideal çantayı” bulmalı.

Kırsal kesimde birbirine benzeyen çantalara karşılık şehirde kişiye özel, en güzel; özgünlüğü ve güzelliğiyle diğerlerini ezen modellerin yaratılıp kullanılması, “ideal çanta”ya ulaşmanın en acımasız aşamasıydı. Kaufmann'a göre bakışlar çantalara; onların eksiklik, fazlalık ve orijinalliğine kaymıştı artık.

ÇANTADA BİR KİTAP
Mağazaların çanta reyonlarının neden hiç boşalmadığı ve oraya giden pek çok kadının neden saatlerini harcadığını zamanla daha iyi anlamış Kaufmann. Çünkü sadece seçmek değil, alınacak ve kullanılacak çantayla kişiliğin ortaya konması da önemli. Bu nedenle ikilem, çelişki ve gerilimler doğal olarak yaşanıyor: Hem satın alma sırasında hem de bir dolap çantadan her sabah hangisinin seçileceği konusunda. Elbette sıkıntı bunlarla sınırlı değil. Çantanın günü elde mi omuzda mı geçireceği de ufaktan asabiyet yaratıyor.

Çantanın şişkinliği, ağırlığı arttırınca bedene yük biniyor. Kaufmann bu durumu “her şey çantayı şişkinleştirmeye ve ağırlaştırmaya itiyor, hayatın seyri” diye açıklıyor. Her ne olursa olsun; ister şişsin ister hafiflesin ve çanta hangi hayatı yaşarsa yaşasın, Kaufmann'ın hatırlattığı önemli bir gerçek önümüzde öylece duruyor: “Kadını kadın yapan çantadır.”

Buradan bakınca durum hayli karışık aslında, çünkü çanta hem dışarıda hem de içeride: Öz benliğin bir parçası olarak içte, taşındığı yer yüzünden dışta. Kendini çantasız “çıplak” ya da “ruhsuz” hissedenler olduğu gibi onu taşıdığını fark etmeyenler bile var.

Belki biraz abartılı bir yorum ama Kaufmann, pek çok örneği incelemesinin ardından şunu söylüyor: “Çanta, bir tür varlığın son başvurduğu yerdir, öz benliğin silinme tehlikesine karşı tutunduğu daldır.”

Var oluşsal bir nesne, bir moda aksesuvarı ya da öz benlik ve imajın bir parçası; hangisi daha baskın bilinmez ama çanta, hayatın olmazsa olmazlarının başında. Bu arada Kaufmann'ın, sırrı tam anlamıyla çözüp çözmediği bir muamma fakat konuşturduğu çantaların içine konacak bir kitap yazdığı kesin.

Çanta/ Jean-Claude Kaufmann/ Çeviren: Sinan Kutlu/ Can Yayınları/ 190 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 07.06.2012




SEN HİÇ BÜYÜME KÜÇÜK KIZ (*)
Ali BULUNMAZ

Punk’ın vaftiz annesi” diye anılan Patti Smith, ilk albümünü çıkardığı 1975’ten bu yana müzik dünyasının gündeminde. Yalnızca bununla kalsa iyi, şairliği ve yazarlığı da müzisyenliğiyle at başı gidiyor. Dünyaya disko yavanlığını pompalayan ABD'de, gençlere on dokuzuncu yüzyıl Fransız şiiriyle seslenen Smith’in farklı sesi her zaman ilgi uyandırdı.

Cazcı annesinden gelme müzisyenliğini, hayranı olduğu dizelerin anavatanı Fransa’da uğraştığı sokak çalgıcılığıyla pekiştiren Smith’in bir başka özelliği aktivist olması.

Siyaset, müzik, şiir ve edebiyatı harmanlayan Smith’in yakın geçmişte ses getiren en önemli eylemlerinden biri Guantanamo’da haksız yere hapsedilen iki “mahkûm” için iki şarkı bestelemesiydi. İnsan hakları ihlalleri nedeniyle öfkelenip “Qana” ve “Without Chains” adlı parçaları yazan Smith, ne yapmaya çalıştığını kendisiyle gerçekleştirilen bir söyleşide şöyle açıklamıştı:

Bu iki şarkıyı öfkelendiğim olaylar için yazdım. Bir tür tepkiydi. Saçma ve haksız yere hapsedilen çocuk, genç erkek ve kadınlar var. Ben bir Amerikalıyım, ödediğim vergilerle İsrail gibi ülkelere milyarlarca dolar aktarılıyor ve İsrail’le onun yandaşları, bu paralarla ‘savunma teknolojisi’ geliştirip bombalar üretiyor. Ardından bunları Qanalılar üzerine bırakıyor. Bu, mide bulandırıcı bir şey ve daha da önemlisi bir insan hakları ihlali.” Smith’in duyarlılığı ve eylemci kişiliğini ortaya koyan güzel bir örnek bu.

PERİ MASALI” DEĞİL, GERÇEK
Ondaki duyarlılık sadece haksızlıklarla sınırlı değil. Yazarlığıyla hem iç dünyasını açıyor hem kendi yaşamından parçaları yansıtıyor hem de okurun ruhuna dokunmayı başarıyor. Çoluk Çocuk bu anlamda elle tutulur bir kitaptı. Şimdi bir yenisi karşımızda: Hayalperestler.

Aslında burada “yeni” nitelemesini kullanmak pek yerinde değil, çünkü kitap ABD’de Smith’in kırk beş yaşına bastığı 1991’de yayımlanmıştı. Smith, Hayalperestler’de biraz geriye gidip küçük bir kız çocuğunun gözünden yaşamı tartıyor deyim yerindeyse. Kitabı yazmaya başladığında “haylaz” ve türlü yabani otlarla çiçeklerin bittiği bahçesinden esinlendiğini söylüyor:

Çocukları okula gönderip günlük işlerimi hallettikten sonra saatlerce söğütlerin altında oturur, düşüncelere kapılıp giderdim. Hayalperestler’i yazmaya başladığımda, yaşamıma işte böylesi bir ruh hali hâkimdi.”

Smith’in, kitabı babasına ithaf ettiğini not düşmek gerek. Bunda etkili olan şey, belki de ona ulaşmanın zorluğuydu. Smith’in ilk kopyayı babasına verip biraz da endişeyle beklemesi, hatta kitabı okuyacağını bile ummamasının nedeni de bu olabilir. Ancak her şey beklentisinin tam tersi yönde gelişir, ölümüne yakın bir zamanda babası Hayalperestler’le ilgili düşündüklerini açıklar: “Bana ‘Patricia, kitabını okudum’ dedi. Eleştirel bir yorum duymaya kendimi hazırladım, gerçi böylesi kısa bir metne kitap demesine şaşırmıştım. ‘İyi bir yazarsın’ dedi, sonra da bana bir kahve yaptı. Bu, babamdan hayatı boyunca aldığım tek övgüdür.”
Smith, Hayalperestler’i bir tür “peri masalı” diye niteleyenlere katılmıyor, çünkü onun deyişiyle kitaptaki her şey gerçek ve olduğu gibi kaleme alınmış. Peki, nedir onlar?

Çocukluk bir insanın ışıltısının veya karanlığının kaynağı çoğunlukla. Tüm hayatı ve hayalleri etkileyen önemli bir dönem kısacası. Smith’in bu döneme bakıp gördüklerinin bir dökümü Hayalperestler. Uzun zaman yazmayı düşündüğü bir metin. Hiç büyümeyecekmiş gibi görünen; hep o pencereden bakan veya yatakta oturup misketlerini (ya da Smith’in deyişiyle “ganimetlerini”) saymaya koyulan küçük kızın öyküsü bu biraz da: “Gitmiştim, artık orada değildim ama kimse bunun farkında değildi. Çünkü hepsine hâlâ oradaymışım gibi geliyordu; küçük yatağımın üstünde oturmuş, oyuna dalmış gibi görünüyordum.”

Smith, Hayalperestler’i küçüklüğünü ya da kendini bilmeye başladığı dönemi kapsayan bir tür anı kitabı gibi kurgulamış. O kurgunun en önemli yanı, metnin sözcüklerle çizilen bir resme benzemesi. Bugünün Smith’i küçük kızın yanına çökmüş, onun çizdiklerini, görüp duyduklarını ve hayallerini kelimelere döküyor.

Yeri gelmişken Smith, o yaşlarda hayal kurmanın bir çocuk için adeta “bir iş” veya “görev”, yani çocukluğun gereği olduğunu söylüyor; çocuk aklının fırdöndülüğünün bir ürünü anlayacağınız. Smith, her şeyi tüm çıplaklığıyla görüp söyleyen ama öbür taraftan da olmadık şeylere kafa yoran o çocukluk haliyle bir bakıma saklambaç oynuyor:

Küçükken başka bir yerden gelme duygusuyla coşkuya kapılıp etrafı gözetleriz. İçimize bakar, inceler, yabancı olanı çekip çıkarırız. Göz alabildiğine açık, altından bir alana varırız ya da çoğu kez bir buluta rast geliriz; bulutlarda yaşayanlardan bir ırka. Bunlar, çocukkenki düşüncelerimizdir.”

Bir çocuk için hemen her günün doğum günü coşkusuyla ilerlediğini belirtiyor Smith. O heyecanın, bütün yaramazlıkları ve hareketi yönlendirdiğini de ekliyor. Bulutların üzerinde gezinmenin nedeni bu işte. Kimsenin görmediğini fark etmenin de. Naiflik elden gitmeden yaşanması gereken büyük bir özgürlük bu.

Smith’in satır aralarından anladığımıza göre, o kız çocuğunun çılgınca bir öğrenme dürtüsü var. Öğrenmek de en beklenmedik şeyleri kavramak da bir çeşit hayal. Örnek mi? Mesela yazı: “Tüm el yazılarını tek tek iyice öğrenirsem biraz olsun yazarların ruhunu, hatta bağımsızlık duygusunun kendisini yakalayacağımı hayal ederdim.”

Yazar, o günleri bazen bir patika yolda yürür bazen hiç tanımadığı bir şehirdeki garip yerleşim yerlerini izler, kimi zaman bir balıkçı ağına takılmış kimi zaman da bir atın peşine düşmüş gibi anlatıyor. Birden bire bir resmin içinde buluyoruz kendimizi: “Beyaz bir çizim oldu. Kuşlar gitmiş, gökyüzünü terk etmiş (…) St. Gottard Geçidi’ni geçerken Rimbaud’nun fotoğrafladığı beyaz ıstırap gibi. Ölülerin ağlarken gözlerine bastırdığı tülbent gibi. Uzaklarda bir yerin ya da terk edilmiş bir kafenin boş duvarlarını süsleyecek, beyaz bir çizim.”

NEDENSİZ NEŞE”
Kendini o yaşlarda bile korkusuzca farklılaştırabilen ayrıksı yollara girmeyi aklına koyan bir Smith göz kırpıyor bize. Çizime kendini kaptıran ve sonra bir gün bundan vazgeçen bir kız çocuğu: “Bazı şeyler ve bazı şeylerin biçimi beni heyecanlandırırdı. Kolalı, beyaz bir yaka… Koyu renk bir paltonun üzerinde kontrast oluşturan muhteşem eller… Bu rahatsızlık verici ölçütlerden kendimi kurtarabilmek için çizerdim ama belli bir süre sonra çizim yapmanın kendisi gereğinden fazla önem kazandı ve bir tür işe -hiç uzatmadan terk ettiğim bir işkenceye- dönüştü.” Smith’e bunları söyleten ise o zamanlarda ayırdına vardığı çok önemli bir gerçek: “Emin olabileceğim tek bir şey var: Değişim.”

Resme merak salmışken kendini sözcüklerin kucağında bulan, zaman zaman bocalayan Smith’in çığlık atmaya, içinde ne varsa kurtulmaya yeltendiği anlar da olur. Şiir kalıntılarıyla renklenen gökyüzünün altında dolanan o çocuk, en sonunda “ucu bucağı olmayan bir genişlikte, bir hayalet gibi oradan oraya koşarak yüce ağaçlara sarılır ve kendini onların saf, melun kucağına bırakır.”

Yazdıklarına baktığımızda 1957’nin Smith’in yaşamında hayli önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. O yıl, en küçük kardeşi doğunca aile hareketleniyor, bu sürpriz herkesi etkiliyor. Bu neşeli çocuğun ismi de bir televizyon reklamından esinlenerek Kimberly konuyor. Özetle tesadüfler birbirini izliyor. Bu doğum, kökten değişiklikleri de getiriyor: Şehir değişikliği, evdeki hayvanlardan vazgeçme bunlardan sadece ikisi. O dönemde Smith hiç olmadığı kadar hayalperestlere sığınıyor, onlardan güç alıyor.

Sürgit değişimde yol alırken araya Smith’in özlemleri de giriyor. Hayalperestler mesaiye ara veriyor bu anlarda: “Alna yazılan başa geldi; atalarımdan çok farklı bir yolda yürüdüm. Ancak yine de onların hayat felsefesine sahip olmayı hep sürdürdüm. Seyahatlerimde ne zaman otlayan koyunlarla dolu bir bayır ya da kestane ağaçlarının altında duran bir değnek görsem derin bir özlem duygusu kaplar içimi. Yeniden, hiç olmadığım biri olmak için duyduğum bir özlemdir bu.”

Öğle uykusuna dalan bir çocuğun huzurlu halleri gibi anlatılan yıllar içinde Smith’in zamanı durduramayıp büyümesiyle yavaş yavaş hayalperestlerden uzağa düşüşüne de rastlıyoruz. Dertleştiği, yolculuklarını anlattığı ve bazen de “akıl aldığı” bu dostlar, Smith’i yine uçursa da eskisi kadar sık görünmemeye başlar. Göründüğündeyse hep aynı imge iş başındadır: “Kendimi çayırın üzerinde görüyorum, havadayım; o zaman ne hissettiysem aynısını hissediyorum: Kelimelere dökmemin mümkün olmadığı, tertemiz bir neşe duygusu.”

Smith’in hayal dolu, temiz ve her zaman ona yol gösteren ışıltılı dünyasını bir şekilde insanlara açmak, en büyük hayallerinden biri olmuş hep. “Bir kitap yazacağımı hayal etmişimdir, kısacık da olsa insanı kendi dünyasından çekip alacak, ölçüp biçilmeyen, hatta sonradan hatırlanamayan bir diyara taşıyacak” dediği bir kitap Hayalperestler. Hatta “üzerindeki ölü toprağını kaldıran” ve onu “nedensiz yere bir neşeye iten” bir metin. O “nedensiz neşeyi” unutalı epey zaman mı oldu ne? Kim bilir…

Hayalperestler/ Patti Smith/ Emre Ülgen Dal/ Domingo Yayıncılık/ 80 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 31.05.2012





BÜYÜK TIMARHANEDEKİ TROMPET SESİ (*)
Ali BULUNMAZ

Salonlarda konuşlanmayı pek seven edebiyat cemaatinin o ikiyüzlü ortamına girmeyi hep reddeden ele avuca sığmaz bir adamdı Boris Vian. Yaptığı her işte; müzik, tiyatro, yazarlık ve şairlikte sürekli özgün ve çok fazla insanın dokunmaya cesaret edemediği şeylere yöneldi.

1968 hareketlerine kadar onu genelde bilen bildi. Git gide azımsanmayacak bir okuyucu kitlesi edindi. Kısa yaşamına hayli dolgun eserler sığdıran Vian, samimiyeti, eleştirelliği ve hiç sapmadığı ahlaki çizgisiyle kimseye yaranma derdi olmadan, skandallarıyla ve kitaplarınınve eylemlerinin yarattığı sarsıntılarla gündeme geldi.

Edebiyatın bozguncularından biri sayılabilecek bu asabi adamın temel derdi saygısızlığı, onursuzluğu ve ikiyizlülüğü alaya alarak eleştirmekti. Başardı da. Bir başka özelliği, onu anlayabilmek için kimi zaman Vian'dan uzaklaşmanın gerekliliğiydi. Aslında bu, duruma göre değişiyordu; bazen Vian çağırdı bazen de kovdu. Zor adam anlayacağınız.

KIRIK DÖKÜK SOKAKLARDA BİR GEZGİN
Bir Kara Kedi İçin Blues, Vian'ın kendi öykülerinden yaptığı bir seçki ve onun biçeminin özelliklerini yansıtıyor. Vian, yaşadığı dünyanın sevgi dolu olmadığının farkındaydı. Bu anlamda herhangi bir inşa çabası da yoktu. Fakat onun en belirgin tavrı, savaşın anlamsız bir şey olduğunu savunmasıydı; insanların birbirini boğazlamasının ne kadar büyük bir eblehlik olduğunu söyleyip durdu. Bir Kara Kedi İçin Blues'da da yine bu savunu öne çıkıyor. Vian, kırık dökük sokaklarda dolanırken elinde kalemi ve defteriyle sanki bir günce tutuyor.

Öykülerinde çekici ama aynı zamanda tedirgin edici bir şeyler var. Bunu tam olarak açıklamak veya adlandırmak mümkün değil, fakat insanın anlatmaya korktuğu ya da hasır altı ettiği paranoyak ve trajikomik tarafını su yüzüne çıkarmaya uğraştığını söyleyebiliriz ilk bakışta. Huysuz yazarımız, arada bir ters köşe metinlerle bizi silkelemeyi de ihmal etmiyor. Vian'ın gözünden kıçı kırık görünen bir dünyaya da bu yakışırdı zaten!

Kitaptaki kahramanlara baktığımızda, hepsinin kendi çapında yaşamla bir sorunu olduğunu fark ediyoruz. Ama herhangi bir şekilde abartılı ve ortalığı sille tokat yıkma derdinde değiller. Metinlerin ve kahramanların bir başka özelliği teatrallikleri. Vian'ın kurgusunda diyaloglar büyük yer kaplıyor ve böylece öykülerin pek çok yerinde bir sahne kuruluveriyor.

OKURU KİLİTLEYEN YAZAR
Vian, metaforları ve fantastik öğeleri başarıyla birleştirdiği öykülere de yer veriyor kitapta. Örneğin “Bir Kara Kedi İçin Blues” bu bakımdan dikkate değer bir metin. Lağım fareleri, adeta insanlaşmış bir kara kedi, onu kucaklayan fahişe ve kedinin tüyünden akan nane likörünün yer aldığı hikâye, Vian'ın karmaşık ama bir o kadar çarpıcı anlatım tekniğini yansıtan deneysel bir metin.

Yazar, bir tür tımarhaneye dönüşmüş dünyada ayakta kalmaya uğraşanların hikâyeleriyle de yüzleştiriyor bizi. Vian, zamanın aslında nasıl boğucu bir yanının olduğunu; bombalar, çatışmalar ve insanın türlü salaklıklarla birbirini kesip biçtiği bu büyük akıl hastanesinin koridorlarında ufak bir gezintiye çıkarıyor. André'nin öyküsünde olduğu gibi birden bire “alarm susuyor”, ardından “gece ahenksiz bir perdeden gelen sesle” boğuluyor ve ışıkların geri çekilişiyle “saat sarkacının var oluşu sona eriyor.”

Derlediği öykülerde Vian'ın, gününün tanıklığıyla tuhaf biçimde işleyen hayal gücünü birleştirdiğini görüyoruz. Bunun yanında müzisyenliğinden gelen ritm kavrayışıyla ve şairliğinin etkisiyle ortaya çıkan söz oyunları ve işçiliği hikâyelere sinmiş durumda.

1940'ların savaşla yoğrulmuş ortamı, Vian'ın bu seçkisinde kimi zaman fonda çalan bir müzik şeklinde kimi zaman da tamamen ön planda. Bu yüzden Vian'ın trompetinin tiz sesi kulağımızda çoğunlukla acı bir titreşim bırakıyor. Fakat şunu belirtmek gerek, Vian bu sıkıntılı ortamı sömürmeye veya derin bunalımlar yaratacak kara tablolar çizmeye girişmiyor. Aksine buradan kendince esprili bir söylem oluşturuyor.

Vian seçkide yer alan öykülerinde, insanın karanlık noktalarına eğilir ve var oluşuna dair kimi yollara girerken okuru trajikomik öğelerle dolu ve eleştiri yüklü bir odaya kilitliyor biraz da.

Bir Kara Kedi İçin Blues/ Boris Vian/ Çeviren: Anıl Karol/ Marjinal Kitap/ 110 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 24.05.2012 


BİR ÖYKÜ ANLAT CARVER (*)
Ali BULUNMAZ

Raymond Carver’a ister şair deyin ister öykücü, ikisi de kabul. Ama kısa öykülerinin, her ne yaptıysa hepsinin önünde olduğunu unutmamalı. Bu adamın hikâyelerinde anlattığı insanlar gibi sıkıntılı bir yaşamı oldu. Anlayacağınız kirli gerçekçiliği iliklerine kadar hissetti Carver. Kim bilir, her kahramanıyla bizim kulağımıza kar suyu kaçırmak istedi belki de…

Kısa kısa yazmasının nedeni, uzun uzun döktürme beceriksizliği değildi kuşkusuz. Kısa, Carver için etkili olandı. Denedi ve başardı, tıpkı kendi hayatı gibi. Ellisinde göçüp giden bu adam ardında (gayet normal biçimde ölümünden sonra) çok daha fazla konuşulan eserler bıraktı. Örneğin en çok tantana yaratan Katedral ya da Aşktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz.

Carver’ın geride bıraktıklarını anlamak için sokağa adım atmak gerek. Daha doğrusu insanlara, aynı onun yaptığı gibi dikkatle bakmak ve elbette görmek. Olanı yakalayıp anlamlandırmanın en geçerli yolu bu. Ancak Carver sadece iyi bir anlatıcı değil, aynı zamanda bir kurgu ustası. Sade ve başarılı bir öykücü. Desteği buradan alıyor. Bu nedenle ilk bakışta yavan gibi görülebilecek öykülerin satır araları hayli yüklü. Neyle mi? Yalnızca insanla; insana dair ne varsa ve halının altına süpürülenlerle. Kısacası canımızı yakan ama ötelemeyi tercih edip mutluymuş gibi davranmamızı sağlayan her şeyle. Carver’ın gittiği ve bizi sürüklediği yolda bu ayrıntılar önemli.

KISA BİR YÜRÜYÜŞ
Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen?, Carver’ın anlatı yolculuğunda dikkat çeken duraklardan biri. İki ucu birbirinden çetrefil değnek olan yaşamda Carver, acı ve mutluluğun insanı nasıl etkilediğini sayfalara taşırken bizi kendimizle yüzleştiriyor. Kısa öykülerin sıradan kahramanları ve yalınlığın çarpıcılığı: Carver’ın büyüsü burada ve Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen? de o tılsımı fazlasıyla veriyor.

Carver’ın öykülerindeki tipleri genel biçimde değerlendirmek gerekirse kimisi kaybeden, kimi tutunamayan, kimi mutlu, kimi endişeli, bazısı hafif paranoyak, çoğu düşünceli, bir bölümü çekingen ve bazısı girişken. Yani ayakları yere basmayan veya bizden uzağa düşen kimse yok satırlarda. Hemen hepsinin düz bir yaşamı var ama olaylar, Carver’ın ekonomik davrandığı öykülerdeki alt metinlerde ya da ayrıntılarda gizli: Yazar, az malzemeyle iş görüyor fakat eşelemeyi bilen için özünde bir derya duruyor.

Carver’ın kitaptaki öyküleri incelendiğinde hemen hepsinin konsantre metinler olduğunu görüyoruz. Yazarın o hoş kuralı işlettiği ve kısa yazmak için uzun zaman harcadığı belli. Çünkü az sözle sayfalara epey şey sıkıştırdığı dikkatlerden kaçmıyor. Dahası buradaki bireyler olabildiğince kendisi; kaygıyla var olsalar da, endişeleri bulunsa ve belli bir hayat kavgası içinde yer alsalar da hiçbiri kendisi olmaktan vazgeçmiyor, neyse o kısacası; sade, içten ve kendini bilen. Bir de yazar, o kadar doğal bir anlatımla hareket ediyor ki bütün öykülerde günlük yaşamın iyi kurgulanmış yanlarını rahatlıkla bulabiliyorsunuz. Hani bunlara mülayim metinler desek yeri. İşte onlardan bir parça; Carver ya da hikâyenin kahramanı, Henry Robinson’ı tanıtıyor:

“Adım Henry Robinson. Postacıyım, bir federal kamu görevlisiyim, 1947’den beri de öyleyim. Savaş sırasında ordudaki üç yıllık görevim dışında, bütün hayatım boyunca Batı’da yaşadım. Boşanalı yirmi yıl oluyor, neredeyse o kadar zamandır görmediğim iki çocuğum var. Ne uçarı bir adamım ne de bana göre ciddi. Kanımca bugünlerde bir erkek ikisinden de biraz olmalı. Çalışmanın değerine de inanırım, ne kadar çok çalışırsan o kadar iyidir. Çalışmayan bir adamın ellerinin altında çok fazla zaman vardır, kendisine ve sorunlarına kafa yoracak çok zamanı vardır.”

Carver, gözüne takılan kişileri, olay ve mekânları öyküleştirmiş. Doğallığın kaynağı da bu, öykülerin gücünün de. Hikâyeleri okurken hava almak için kısa bir süreliğine yürüyüşe çıkmış gibisiniz adeta.

OLAYLARIN İÇİNDEKİ OKUR
Carver’ın öykülerinde herkes kendine ait bir şeyler bulabilir rahatlıkla. Hatta kahramanlarla kendini özdeşleştirebilir. Örneğin Al, o da bizden biri: “Al, sürükleniyordu, sürüklendiğini de biliyordu, bütün bunların nerede son bulacağını da tahmin edemiyordu. Ama her şeyin kontrolünü yitirdiğini hissetmeye başlıyordu. Her şeyin. Geçenlerde yine yaşlılığı düşünürken yakalamıştı kendini, birkaç gün kabızlık çektikten sonra; hep yaşlılarla bağdaştırdığı bir rahatsızlık. Sonra, küçücük kel nokta meselesi ve saçını nasıl farklı biçimde tarayabileceğini merak etmeye başlaması vardı. Hayatıyla ne yapacağını bilmek istiyordu. Otuz bir yaşındaydı (…) Bir yerden başlaması gerekiyordu, işleri yoluna koymalı, her şeyi düzene sokmalıydı. Bir şeyler yapmanın zamanı gelmişti, bir değişiklik yapıp doğru düşünmenin zamanı ve niyeti bu akşam başlamaktı. Köpeği kandırıp çaktırmadan arabaya sokacak ve bir bahane uydurup dışarı çıkacaktı. Ancak Betty’nin, onun giyinmesini izlerken başını öne eğeceğini ve daha sonra, tam kapıdan çıkacakken kendini daha kötü hissetmesine yol açan teslimiyetçi bir sesle nereye gittiğini ne kadar kalacağını vs. soracağını düşünmekten nefret ediyordu. Yalan söylemeye bir türlü alışamamıştı.”

Carver’ın biçeminin en önemli yanı dolgun betimlemeler. Fakat yanlış anlaşılmasın, bu hareketi kesinlikle kıssadan hisseleri ötelemiyor. Aksine onları güçlendiriyor. Betimlemelerle yürüyen hikâyelerinde yazar, her neyi öne çıkaracaksa bunu, ne gözümüze sokarak ne de süslü laflarla yapıyor. Onun derdi herhangi bir duyguyu sömürmek veya o duygudan yararlanmak değil, hisleri ve yansımalarını insani bir şekilde okura sunmak. Carver bu noktada hiç kabızlık çekmiyor, çok rahat ve okuru kesinlikle yormuyor. Aynı rahatlık, metaforlarla gerçeğin kolayca kesişmesini de sağlıyor: “Her şey hesaba katıldığında, o kadar da kötü hissetmediğini düşündü. Dünya köpeklerle doluydu. Her tarafta köpekler vardı. Bazı köpekler çekilir gibi değildi.”

Carver’ın, ruh hallerini anlatımındaki sakinlik kesinlikle rahatsız edici değil. Mutlu bir anı veya gerilimli bir zaman dilimini aktarırken yan öğelerle hikâyeyi oldukça serinkanlı bir şekilde besliyor ve okuyanı olup bitenin içine çekiyor. Orada manzaranın bir parçası haline gelen ve öyküye katılan okur, her şeyi neredeyse birebir yaşıyor ama ne olursa olsun tansiyonu yükselmiyor; Carver bunun dozunu çok iyi ayarlıyor.

Öykülerde anlatılanlar, her zaman hayatın bir köşesine sıkışıp debelenenlerden ibaret değil elbette. İşin mizahi yanı da söz konusu. Tabii burada Carver yine devreye girip güldürüyü sulandırmadan gayet ince biçimde espriyi patlatıyor. Ne de olsa hayat yalnızca bulantı ve sıkıntıdan ibaret oluşmuyor. Carver bu anlamda da dengeyi çok iyi oturtuyor.

YALINLIĞIN ANLATICISI
Carver’ın öykü kişileri metainsan değil; çelişkileri, yanılgıları, hazları, mutlulukları ve duvara toslayışlarıyla katıksız insan. Hal böyle olunca onların dünyasına girmek, orada dolanıp onlarla nefes almak da kolaylaşıyor. Bu insanlar bazen kendini arıyor bazen bir başkasını. Kimi zaman da hayattaki amacını ve gideceği yönü.

Carver’ın, hayatı az biraz kumar masasında acımasızca süren bir oyuna benzettiğini de hissediyoruz. Oyuncular diziliyor, kâğıtlar dağıtılıyor; herkes birbirinin gözüne sonra da elindeki kartlara bakıyor. Müthiş bir gerilim ve heyecan. Kazanan ve kaybedenler yine satır aralarında gizli.

Carver’ın öykülerindeki insanlar, bizim gibi daha doğrusu bizden; çoğu zaman akıntıya karşı kürek çeken ve hatalarının acısını duyumsayan bireyler. Öyle olağanüstü kahramanlar beklenmemeli Carver’dan. Onlar bir bakıma kirli gerçekçiliğin yansıması. Yani sokakta ve hep yanı başımızdaki sıradan insanlar.

O halde Carver’ın özgünlüğü nerede? Yazarı öne çıkaran şey detaylarda saklı. Carver bu insanlar ve başına gelenleri öyle bir anlatıyor ki sürekli sağımızda solumuzda duran, önümüzden geçip giden kişilere dair körlüğümüzü alıp götürüyor.

Carver’a yalınlığın anlatıcısı diyebiliriz. Onun başarısı sadeliğinde: İnsanları bir gölge gibi izliyor ve sonra okura da izletiyor. Uzun sessizlikleri saman alevi gibi parlamalar takip ediyor. Sıradan dünyanın, insan ve olayların tasviriyle beraber nihayet Carver, aslında bizim bu dünyanın dışına hiç çıkamadığımızı nazikçe yüzümüze çarpıyor.

Carver’ın öykülerini okuduktan sonra akılda ne kalıyor? Hiçbir şey. Gerçekten öyle mi peki? Öyle gibi görünüyor ama bu bir yanılsama. Carver, hikâyeleriyle bize “ben de buna benzer şeyler yaşadım” dedirtiyor. İşte bunu yakalamak önemli. Esas etkileyici olan da bu…

Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen?/ Raymond Carver/ Çeviren: Ayça Sabuncuoğlu/ Can Yayınları/ 254 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 17.05.2012




ON YIL SONRA BİR GÜN (*)
Ali BULUNMAZ

Niccolò Ammaniti, bereketli İtalyan topraklarının günümüzdeki parlak yazarlarından. Romanları pek çok dile çevrilen Ammaniti, Branchie, Çamur, Alır Götürürüm Seni, Viareggio Ödülü’nü kazandığı Korkmuyorum ve kendisine Strega Ödülü getiren Tanrı Nasıl İsterse isimli kitaplarıyla hatırı sayılır bir okur kitlesine sahip oldu.

Bazı kitapları (Branchie, Çamur, Korkmuyorum ve Tanrı Nasıl İsterse) sinemaya da uyarlanan yazarın okuyucu sayısı daha da arttı. 2010’da kaleme aldığı ve yakın zamanda Türkiye’deki edebiyatseverlerle buluşan Sen ve Ben, Ammaniti’nin yedinci romanı.

MIŞ GİBİ…
Kitap, romanın kahramanlarından Lorenzo’nun on yıllık geriye yolculuğuyla başlıyor. Bu seyahatin ilk durağı, genç Lorenzo’nun annesine bağımsızlık isyanı. Nedeni ise yalnız gitmek için direttiği kayak tatili. Tüm arkadaşlarının ailelerinden ayrı gideceğini söylediği o tatil.

Ammaniti, bizi olaylara hazırlarken “kaktüs gibi kimseyi rahatsız etmeden; biraz su biraz da ışıkla büyüyen” Lorenzo’nun kişiliğiyle ilgili de bilgilendiriyor. Yazar, onun öğretmenini konuşturuyor: “İstasyonda eve dönmek için tren bekleyen birine benziyor. Kimseyi rahatsız etmiyor ama sinirlendiğinde bağırmaya başlıyor, öfkeden kızarıyor ve eline geçen her şeyi fırlatıyor. Bazen korkutuyor.” Herkesin onu çok “normal” görmeyi istediği ortamda hayli zor bir durum. Bu yüzden götürüldüğü psikologda başka bir Lorenzo’yu; “insanları seviyormuş gibi yapan bir delikanlıyı” anlatmaya koyuluyor.

Kendini özel gören, daha doğrusu böyle bir teşhis konan Lorenzo’yu yalnızca özel kişilerin anlayabileceği sonucuna varılıyor. Onun soruları da bu sonuca eklemleniyor: “Neden beni rahat bırakmıyorlar? Neden diğerleri gibi olmalıydım? Neden tek başıma Kanada’da bir ormanda yaşayamazdım?”

Davet edilmediği kayak tatili yalanını güzel güzel süsleyen Lorenzo kendini, Alessia adlı arkadaşının oraya davet ettiğine inandırır. Bu yalanın çözümünü ise karanlık ve rahat bodrum katına inmekte bulur.

Ammaniti’nin tasvir ettiği ve Lorenzo’nun kendini attığı bodrum katı, adeta yalanlarla örülü bir dünya. Başka bir yerdeymiş gibi yapmanın hazzı ve öte yanda garip bir yoksunluk hali. Lorenzo, tam bodrum katının izbeliğinde debelenirken üvey ablası Olivia telefonun öbür ucundan sesini duyuruyor.

KAYIP BİR ÖYKÜ
Anlıyoruz ki Olivia’yla Lorenzo ve ailesinin ilişkileri hayli gevşek. Ancak Olivia’nın çıkıp gelmesi ve üvey kardeşini saklandığı o delikte bulması ilginç bir bölüm açıyor kitapta; yeni keşifler, tuhaf rastlantılar… Olivia’nın eşyaları arasında babasına yazdığı mektubu bulan Lorenzo, oradan üvey ablası ve babasına dair bir şeyler öğreniyor:

“Hayatımı anlatacağım bir roman yazacak olsam, sana ayıracağım bölümün başlığı ‘Bir Nefretin Günlüğü’ olur diye düşündüm. Yine de senden nefret etmemeyi öğrenmem gerekiyor. Paran elime geçtiğinde ve telefon edip nasıl olduğumu sorduğunda senden nefret etmemeyi öğrenmeliyim. Kendimi korumadım ve senden nefret ettim. Artık yoruldum. İçgüdüsel olarak bana yardım etmek istersen de yapma artık. Sen baskı ve sessizliğin ustasısın.”

Yalanı ortaya çıkmasın diye Olivia’yı, Alessia’nın annesiymiş gibi rol yapmaya ikna etmeye uğraşan Lorenzo, kendini bir anda üvey ablasının tutsağı olma yolunda söz verirken bulur. Olivia ise bir taşla iki kuş vurur, hem o bodrum katında kalışını güvence altına alır hem de babası ve üvey annesine yakın durma fırsatı yakalar. Ancak tüm bu yalan dolana, Olivia’nın uyuşturucu krizleri eklenince işler içinden çıkılmaz ve dramatik bir hal alır.

Birbirini tanımaya ve öğrenmeye başlayan, aynı inde yaşayan üvey de olsa iki kardeş. Uzun zaman sonra yakınlaşan bu iki kişi, bir sabah aniden ve yeniden kopar. Geride Olivia’nın notu kalır. Bir dahaki görüşme tam on yıl sonrasına denk düşer, bundan ötesi kayıp bir hikâyedir artık. Ammaniti, kitabın bitimine doğru dozu öyle bir arttırıyor ki, Olivia’nın notu, on yıl öncesi ve sonrasıyla bağlantı ve final büyük bir başarıyla bütünleşiyor.

Şöyle demek de olası: Ammaniti, Lorenzo ve Olivia’yı ön plana çıkartıp bir insanın nasıl serpildiğini, nerelerden geçtiğini, içinde büyüttüklerini ve gerçeklikle yüzleşme aşamalarını sağlam bir örgüyle kotarıyor. Hem de büyük ve şişkin cümlelere başvurmayıp okuyanı boğmadan…

Sen ve Ben/ Niccolò Ammaniti/ Çeviren: Şemsa Gezgin/ Can Yayınları/ 116 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 10.05.2012




7 Mayıs 2012 Pazartesi




TOP HÂLÂ BEKLENEN KÖŞEDEN GELMİYOR (*)
Ali BULUNMAZ

Yüzüncü doğum günü (7 Kasım 2013) yaklaşırken Albert Camus’yle ilgili kitap, yazı ve etkinliklerin artmaya başladığını görüyoruz. Onun hâlâ hatırlanmasını sağlayan şey dünyada bir iz bırakması. Yaşadığı dönemde gününün tanıklığını yapıp üstelik bunu roman ve denemeleriyle insanlığa fikir olarak geri döndürmesi, Camus’nün önemi ve ağırlığını gösteriyor. Sadece bu değil, aynı zamanda kavramlar yaratıp bunları miras bırakan bir düşünür-yazar ve ahlakçı o.

Camus üzerine irili ufaklı bir sürü biyografi, inceleme ve araştırma kaleme alındı. Eksiklikleri, fazlalık ve dedikoduları öne çıkaranları da vardı bunların. Peki, Camus’ye dair söylenecek fazla bir şey kaldı mı? Onunla ilgili çokça bilgiye sahip olanlar bile bu soruya olumsuz yanıt vermiyor. Çünkü henüz tam olarak yayımlanmamış mektuplaşmalar (örneğin Pascal Pia’yla ve öğretmeni Jean Grenier’yle yazışmaları) ve oğlunun elinde bulunan notlar var. Fransa’da Camus’nün yayıncısı Gallimard bu konuda işi ağırdan alsa da henüz söz bitmedi. Hepsinin yanında fısıltı gazetesi, geçtiğimiz aylarda Camus’nün öldürüldüğünü; hayatını kaybettiği kazanın aslında bir sabotaj olduğunu iddia etmişti. Konunun bir boyutu da bu işte, dedikodular yıllar sonra bile bitmiyor, aksine küllerinden doğuyor.

Bu arada Camus’nün hayatını, felsefi söylemini, kavgalarını ve yaşamına dair kimi anekdotları aktaran kitaplar da yayımlanmaya devam ediyor. Stephen E. Bronner’ın Camus: Bir Ahlakçının Portresi isimli çalışması da bu kervana katılanlardan.

Bronner, siyaset bilimi uzmanı aslında ama edebiyata da meraklı. Onun en bilindik taraflarından biri Democratic Socialists of America adlı düşünce kuruluşu üyeliği. ABD’deki “demokratik sosyalist” hareketin kümelendiği bu kuruluş, zamanında Vietnam İşgali’ne karşı duran eylemcilerden dönüşüm geçirip budanmış kişileri kadrosunda barındırıyor. Orta ve üst tabaka entelektüellerin yönetiminde yer aldığı Demokratic Socialists of America’nın, Demokratlar içinde de nüfuzu bulunuyor. Partiyi “sola çekme hedefi”yle yola çıkan bu grup, yine de fazla sivrilmemeyi tercih ediyor. Camus’yü, siyasi ve felsefi açıdan incelemeye soyunan Bronner’ın hali pür melali ve nerede durduğu kısaca böyle özetlenebilir.

EYLEMLERE BİR SINIR GEREK
Bronner, her şeyi en baştan alıp yaşamına yön veren ayrıntıları (yoksulluğunu, babasını erken yaşta kaybedişini, sürüklenişi ve göçebeliğini) aktarırken Camus’nün es geçilmemesi gereken “Akdenizli” ve “masum” gibi niteliklerini masaya yatırıyor ve bunların kökenine iniyor. Tam bu özellikler yüzünden Eski Yunan’a ilgi duyan Camus’nün, yine o döneme ait konulara dair tez yazması Bronner’ın dikkatini çekmiş. Çekmiş çekmesine ama yazar, zorlama yorumlara da girmiş: “Tıpkı varoluşçu felsefenin ve avangard kültürün başlıca temsilcileri gibi Camus de kendini dinle ilgili karşı çıktığı şeylerle tanımlanırken buldu.” Camus’nün absurde söyleminin zeminini inanca çekmek, Tanrı’yı veya baskın, daha doğrusu insanı kısıtlayan herhangi bir öğretiyi yok etmek yerine başkaldırıyla onun üstesinden gelmeyi görmeden acele bir kanı yaratmak değildir de nedir?

Camus deyince dokunmadan geçilemeyecek bir başka konu da onun politik geçmişi. Radikalliğe her zaman direnç gösteren Camus’nün, sonradan kimi uygulamalarını sert şekilde eleştireceği komünizmle tanışmasına da atıf yapıyor Bronner:

Camus, komünizmin yeni bir ‘kardeşlik’ türü, kahraman yoldaşları uğruna ölmeyi göze alan ‘yeni adam’ ve politikanın da ‘aşırı durumların cisimleşmesi’ olduğu şeklindeki fikirlerden oldukça etkilenmişti. Bunlar, André Malraux’nun sansasyonel kitabı İnsanlık Durumu’nda yorumladığı fikirlerdi. 1934’te başgösteren politik olayların gerekçesi olarak yeni bir tür politik zorunluluk anlayışı gösterildi (…) Partiye katılma kararının belli bir gerekçesi vardı (…) Programı, Camus’nün çocukluğundan beri iç içe olduğu güçsüz ve haklarından mahrum edilmiş olan kesimin sorunlarını yansıtıyordu.”

Biyografilerin zemini kaygan. Çünkü hem hiçbir şeyi eksik bırakmama hem de içeri yorumlar katma kaygısı, hayat öyküsü anlatılan ve onu o biyografiyle; daha önce özgün metinlerini okumadan tanımaya başlayanlar için yanlış kanaatler oluşturabilir. Bronner, Camus’nün “varoluşçuluktan nefret ettiğini” söylüyor. Camus’nün böyle bir beyanı yok, üstelik nefreti de. Onun tek derdi, kendisinin bu akıma tam anlamıyla ait olmadığını anlatabilmek. Camus, varoluşçu temaları işleyen ama kendi deyimiyle “o cendereye” girmeyi reddeden biri.
Bronner, Camus’nün anlamsız görülen yaşamı ve dünyayı yorumlamayla geçen ilk dönemini; absurde felsefesini Meursault, Sisyphus ve Caligula kahramanları etrafında anlatıp intiharın ona göre ne denli anlam dışı bir şey olduğuna işaret eder. Bunu yaparken eklektik yorumlarla anlatımı destekleme yoluna gider.

Camus’nün ikinci dönemi, yani başkaldırı felsefesi ise Bronner’ın da söylediği gibi ayrışma, tartışma ve daha sistematik eleştirilerle yüklü. Direniş sırasında görüp yaşadıkları, totalitarizm eleştirisiyle birleşince komünizmin uygulamalarına, uzun soluklu dostluklarına (örneğin Sartre ve Beauvoir’la) ve öldürümlere daha da şüpheyle bakan bir Camus çıkıyor karşımıza. Bronner’ın çalışmasının omurgasını oluşturan “Ahlakçı Camus” işte bu ortamda ete kemiğe bürünür enikonu; Camus o dönemde, insanların her ne uğruna olursa olsun ölüme sürüklenmemesi gerektiğini vurgular. Bronner her ne kadar bunu bir tür “pasifizm” şeklinde yorumlasa da Camus, Başkaldıran İnsan’da “cinayete hayır demenin gerçekte en önemli eylem olduğunu” ısrarla savunur. Bu yüzden onun eylemlerde sınır arama arzusu en keskin biçimde burada ortaya çıkar ve o, insanların kurban edilmemesi adına aynı düşünceyi paylaşanların yan yana gelmesi gerektiğini söyler. Kısacası ne kurbanlığı ne de cellatlığı savunur; o, zarını insandan ve insanın değerinden yana atar.

YENİLMEZ YAZ”
Camus’nün insanın durumuna dair endişeleri, döneminin olaylarından ayrı düşünülemez. Bir anlamda sınırı çizer, nerede durduğunu belli eder: “General Franco’nun faşist boyunduruğu altında olan İspanya’yı uluslararası alanda boykot etme çağrısı yaparak ve politik mültecilere ideolojik eğilimleri ne olursa olsun moral ve mali yardımda bulunmayı amaçlayan Groupe de Liaison Internationale’i 1948’de kuranlardan biri olan Camus onları rahatsız ediyordu. Öte yandan, idam cezasına karşıtlığı ve politik zulme uğrayanlara bağlılığı nedeniyle Doğu Avrupa’da ve bir kez daha Rusya’da kanlı bir arındırma hareketiyle meşgul olan komünistlerin karşısında konumlanıyordu.”

Başkaldırının ahlaki zeminini oluşturan düşünce buydu biraz da; dayanışma ve insanı savunma. Bronner o çok bilindik formülü atlamamış: “Başkaldırıyorum, o halde varız.” Her şeyin mümkün olduğu bir dünyada Camus, ayakta kalabilmenin rotasını böyle çizer: Adaletsizliğe karşı koymak, insanın elindeki en büyük güçtür.
Bronner, Camus’yü incelerken şunu görür: Onun Akdenizliliği ve ılımlılığı, mutlak evet veya mutlak hayırla araya mesafe koyar. Akdenizli düşünüş, aynı zamanda başkaldırının hareketlere sınır çekme ve eylemin sınırını tanımlama zeminini de belirler. Onun başkaldırı düşüncesini tetikleyen bir başka şey ise gençliğinde yaşadığı sefalet. Bronner, Camus’nün sözünü anımsatır yine: “Başkaldırıyı Marx’tan değil, sefaletten öğrendim.”

Camus’nün, yaşadığı her tür yenilgi sonrasında bile nihilizme karşı çıktığı görülüyor. Yaşamın sunduklarını reddetmeden ve Eski Yunan’ın ölçülülüğüyle “yenilmez yaz”ı savunmasının altında da bu güç yatıyor.
Camus’nün özellikle başkaldırı felsefesiyle savundukları, bazı yakın dostlarıyla arasının açılmasına neden olur; geçmişte yanında duranlar eleştiri oklarını sivriltir. 4 Ocak 1960’taki ölümüne dek yaptığı her konuşma, yazdığı her makale ve bulunduğu her eylemle o eski dostlarının şimşeklerini üzerine çeker. Ne ironiktir ki, onu en çok eleştirenlerin başında gelen Sartre, ölümünün ardından neredeyse en doğru tanımlamayı yapar ve Camus’yü “inatçı bir hümanist ve ahlakçı” diye niteler. Buna Bronner’ın yorumunu da eklemeliyiz:

Camus, Aydınlanma entelektüelinin geleneğini yirminci yüzyılda yeniden ortaya koymuştur. Evrensel sorunlarla ilgilidir ve uzmanı olmadığı alanlara karışmıştır. Eserlerinde politikayı, felsefeyi ve sanatı harmanlar. Karakterleri, onlara ilham veren fikirler olmadan cansızdır; fikirleri ise temeli olan varsayımlardan ziyade sembollere dayanır: Dağdan aşağı yuvarlanan bir taş, çöldeki kör edici güneş, kökü sökülemez bir kötülüğe karşı direniş ve bir barda geçen monolog.”

Bronner, Camus’nün okurlarına “ahlaki tartışma edebiyatı sunduğunu” söylüyor. Bunu gerekçelendirirken de onun “bize savaşmaya değecek çok az savaş olduğunu ve politikayla ilgili ahlaki kararlar vermenin normal bir vatandaşın sorumluluğu olduğunu hatırlatmasını” gösteriyor.

Bronner’ın “ahlakçı Camus” nitelemesini temele alması boşuna değil, biraz geriye gitmeliyiz. Lise yıllarında futbola düşkün Camus bir kaleciydi ve ahlak söylemini bu mevkiye borçlu olduğunu, sonradan kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle açıklamıştı: “Ben ahlak ve yükümlülük üzerine bildiklerimi futbola borçluyum; topun asla beklenen köşeden gelmeyeceğini çabuk öğrendim.” Pek bir şey değişmedi; top hâlâ beklenen köşeden gelmiyor…

Camus: Bir Ahlakçının Portresi/ Stephen Eric Bronner/ Çeviren: Tuğba Sağlam/ İletişim Yayınları/ 190 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 03.05.2012





ÖFKE YANGINININ ETTİĞİ (*)
Ali BULUNMAZ

Eğri oturup doğru konuşmak gerek; Philip Roth, adı Nobel Edebiyat Ödülü için geçen ama ondan da önemlisi, deyim yerindeyse rüştünü çok önceden ispat etmiş bir yazar. Kaleme aldığı hemen her yapıt ses getirdi ve övgüler aldı, tartışıldı. Bu nedenle nereden bakarsanız bakın Roth’un yazdıkları mutlaka dikkatle incelenmeli.

1950’lerde geçen Öfke de aynı dikkati hak ediyor. Romanın geçtiği döneme bakıldığında Amerika’daki hızlı anti-komünist hareket, yalnızca ülke sınırlarında kalmıyor, şu bilindik “demokrasi götürme” hikâyesi dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Buralardan biri de Kore. Roth, romanı buradaki Amerikan işgali gölgesinde kurgulamış. Romanın kahramanı Marcus Messner, o sıralarda hayatına yön verme çabasında bir genç.

AHLAK KUMKUMALIĞINA KARŞI
Elbette o dönemin kibarlık budalası ve epey yapay duran davranış kurallarını atlamayalım; Roth, Marcus’un kendisini kimi zaman engellemesine neden olan, bazen başını döndüren arada bir de midesine kramplar tebelleş eden o adabımuaşeret kurallarını kahramanı üzerinden alaya alıyor.

Cici ailelerin cici çocukları ve hepsinin birden yaşadığı “sevimli” ortamların yer aldığı uzun tasvirler sayesinde yazar, dönemin Amerikası’nın ahlak kumkumalığını gözler önüne seriyor. Marcus’un aileden ayrılma çabası da o günlerin garip ortamıyla birleşiyor:

Her şeyi doğru yapmak istiyordum. Her şeyi doğru yaparsam babama Newark yerine Ohio’da üniversiteye giderek çıkardığım masrafın hesabını verebilirdim. Anneme, dükkânda tekrar tam zamanlı çalışmaya başlamasının boşa olmadığını gösterebilirdim. Çabalarımın odağında, yetişkin oğlunun esenliğine dair zaptı imkânsız endişelerin pençesinde kıvranmaya başlayan güçlü, duyarsız babamdan özgürleşme arzusu vardı. Hukuka hazırlık programına kayıt yaptırmış olmama rağmen avukatlık umurumda değildi. Bir avukatın tam olarak ne yaptığını bile bilmiyordum. Benim istediğim notlarımı yüksek tutmak, uykumu almak ve uzun, jilet gibi keskin bıçak ve satırları ustalıklı kullanışıyla çocukluğumun ilk kahramanı olan babamla kavga etmemekti.”

Marcus’un kampus hayatı o absürd kurallar silsilesi, Kore’ye yollanma korkusu ve tutkulu Olivia’yla tanışıp hoş vakit geçirişi arasında gidip gelir. Buraya bir parantez açmak gerekirse Roth, her zamanki gibi kendi yaşamı ve dünya görüşüyle ilgili kimi notları, Marcus ve onun diyalog kurduğu kişiler aracılığıyla okura sunuyor. Bazı anlarda Marcus’la Roth neredeyse yer değiştiriyor.

İYİ YAZARIN YAVAN ROMANI
Roth, Marcus’un dökülme halini resmediyor adeta; ailesi, sosyal çevresi, ilişkileri, özel hayatı ve kafasının içini ortalığa saçıyor kahramanımız. Bir de babasının mesleği olan ve küçüklüğünden bu yana onu hırpalayan kasaplıkla ilgili düşüncelerini:

Kan akıtma, itlaf etme: Babam bu şeylere alışıktı ama ben, her ne kadar belli etmemeye çalışsam da çok sarsılırdım. O zamanlar küçük bir çocuktum, altı-yedi yaşlarındaydım ama işimiz buydu ve kısa sürede bu işin pis bir iş olduğunu kabullendim.”

Aslında bu manidar bir hatırlama; Kore’de kasatura yaralarının verdiği acıdan kurtulması için damarlarına sürekli morfin zerk edilen Marcus’un, zihin perdesinin aralanışının simgelerinden sadece biri. Bilinçsiz ama her şeyi son nefesine dek anımsayan bir adam; neredeyse tüm yaşamını an be an… Anlamsız ve pervasız savaşın ya da annesinin de haykırdığı gibi “anlık bir öfkenin” kurbanlarından biri Marcus. Anlayacağınız Roth, romanın genelinde ve özellikle de sonunda, o çokça işlediği ölüm temasını yine şapkadan çıkarıp Marcus’un trajedisiyle bize veriyor.

Ancak ne inceden inceye sıraladığı ahlaki ve toplumsal eleştiri ne trajedi ne de dönem anlatımı, Öfke’yi Roth’un belli başlı romanlarındaki (örneğin Sokaktaki Adam veya Bir Komünisle Evlendim’deki) tada yaklaştırmıyor.

Kötü yazardan iyi roman çıkmasını beklemek ciddi, hatta takıntı derecesinde olumlu bir bakış açısı gerektirir. Ama iyi bir yazarın yavan roman kaleme alma hakkı hep var. Roth, Öfke’yle bunu kullanmış sanki…

Öfke/ Philip Roth/ Çeviren: Şeyda Öztürk/ Yapı Kredi Yayınları/ 140 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 26.04.2012