30 Aralık 2010 Perşembe

Betül Çotuksöken ürettikleriyle, hem yurt içinde hem de yurt dışında tanınan bir felsefeci. Bunun nedeni ilgi ve düşünme yelpazesinin genişliği. Yirmi üçüncü kitabı İnsan Hakları ve Felsefe yakın zamanda yayımlanan Çotuksöken, çalışmasında insan hakları kavramında aynı geniş bakış açısıyla yaklaşıyor. Çotuksöken’le “insan hakları”nın neliği bağlamında kitabını konuştuk.

“İNSAN HAKLARI EĞİTİMİNDE DÖNÜŞÜMÜ SİYASETÇİLER SAĞLAYACAK” (*)

ALİ BULUNMAZ

- Thierry Paquot “Felsefeci, bir toplum için kesinkes lükstür; onun etkinliği apaçık olarak görünen şeyi yerinden oynatmak, bunun sonucu olarak da gerçekliği, en azından kafadaki gerçeklik düşüncesini kemik gibi yerinden çıkarmaktır” diyor. Özellikle Türkiye açısından düşünüldüğünde, felsefe ve felsefeciler lüks olarak değerlendirilebilir mi?
- Felsefeci ya da filozof her türlü var olanı çerçeveleyen; algıladıklarımızı “işte öyle” algılamamızı sağlayan; başka bir deyişle, algıladıklarımızın çerçevesi olan kavramlara yönelik olarak çalıştığı için kimi zaman gerçekten kemikleşmiş yapıları yerinden edebilir; onları yerinden oynatabilir. Ancak bunun kolay olduğu sanılmamalı. İnsanların çoğu Isaiah Berlin’in dediği gibi “dogmanın rahat sedirine uzanır ve orada uykuya dalabilir, hatta dalar.” Benim de sıkça kullandığım bir ifadeyle kimse ayağının altındaki toprak kaysın istemez. Bu toprağın da bileşenleri önyargılar, değer yargıları, her türlü inanç, kalıp düşüncelerdir çoğunlukla. Bu durumda elbette felsefe, felsefi söylem rahatı kaçıran olacaktır; lüks kaçacaktır. Ancak uzun erimde bu rehavet, yere gerekçesiz sıkı basma istemi, insana, topluma en büyük zararı verecektir. Şöyle bir düşünelim, tüm siyasal dönüşümlerin, toplumun kamu haline gelmesinin, kurumsal yapıların dönüşümlerinin ardında felsefecilerin ve filozofların ilkin dikkatimize sunduğu kavramlar yok mu? Adalet, özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi. Bunların hangisi lüks? Bunların lüks olmadığını anlamak için krizle, bunalımla sınanmak gerekiyor aslında. Felsefeci keskin bakışıyla olup biteni bağlantıları içinde gören ve gösteren tutumuyla, gördüklerini söyleme veya yazma yoluyla herkesin önüne koyar. Felsefeci bilgi dostu olarak, bilgiyle dünyasını kuran insan olarak, gördüklerini herkesle paylaşır; öyleyse felsefeci yalnızca görmekle yetinmez; görür ve gösterir. Felsefeci ve filozof benim sıkça yaptığım bir betimlemeyle insan-dünya-bilgi arasındaki ilişkilere keskin bakışını fırlatır; bu çerçevelerde ortaya çıkan sorunları görür, gösterir. Felsefeci isteyen herkese rehberliğini, kılavuzluğunu açar; hesap verir, düşündüklerini, dediklerini, yazdıklarını gerekçelendirir; herkesten de bu edimleri gerçekleştirmesini bekler. Bu, aslında hiç de lüks değil; herkesin bu çaba içinde olması gerekir daha iyi bir dünya için. Felsefeci yalnızca düşünmekle yetinmez; yukarıda da belirtildiği gibi sorguladığı insan-dünya-bilgi ilişkisini “felsefe bilgisi” adı altında tartışmaya açar. Felsefeci kendine ve her türlü varolma, gerçekten “varolma” yolunu açar. Çeşitli çalışmalarımda felsefenin ne denli yaşamsal olduğunu göstermeye çalıştım ve düşünenleri, okurları topluluktan, toplumdan, sivil topluma, kamuya geçişte felsefenin göz ardı edilemez rolünü düşünmeye davet ettim. Felsefe bilgi üretiyor ve bilgi neden lüks olsun ki? Her türlü bilgi bizim için, elbette felsefe bilgisi de bizim için. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Salt biyolojik hayat yaşarsak anlık hazlarımız ve deneyimlerimiz yeter bize; işte o zaman felsefe de lüks olur bizim için!

“YAŞAMIN HER ANINDA BİLGİYLE BULUŞMAK GEREKLİ”
- Yeni kitabınızın adı İnsan Hakları ve Felsefe. İnsan hakları dediğimizde neyi anlamalıyız; bireysel hak mı, bir topluluğun hakları mı yoksa kültürel hak mı? Bunlardan birinin önceliği var mı?
- İnsan Hakları ve Felsefe, belli bir insan-dünya-bilgi anlayışıyla kaleme alındı ve toplumun, sivil topluma, kamuya dönüşmesinde insan hakları bilgisinin ve bu bağlamdaki eğitimin önemine işaret ediyor. Toplum, aklın kamusal kullanımı, başka bir deyişle aklın bilgiye dayalı, özgürce kullanımı yoluyla dönüşürse bu dönüşümün sağlıklı olduğundan söz edilebilir. Bu noktada İnsan Hakları ve Felsefe kitabı Aydınlanmanın savlarıyla dokunmuştur bir metin olarak. İnsanın yaşamının her anında bilgiyle buluşmasının gerekliliğine işaret ediliyor kitapta. Ayrıca kitaptaki temel savlardan biri de şu: Kamu görevi yapmak, aslında insan haklarını korumaktır. Bu haklar da birey ve kişinin hakkı. Topluluk hakları, birey ve kişinin haklarının önüne geçmediği, onların üstünü örtmediği ya da ortadan kaldırmadığı sürece ancak korunabilir. Topluluk, grup ve ”cemaat” hakları insanın insan olarak olanaklarını yok saydığı, bir kişinin insan olarak kendini gerçekleştirmesine engel olduğu zaman, örneğin sağlıklı yaşama hakkını ya da eğitim alma hakkını ortadan kaldırdığı zaman tanınması-korunması-geliştirilmesi gereken bir hak olmaktan çıkar. Bu noktada onlara “dur!” demek gerekir. Öyleyse ortak payda ne?: Kimi kültürel değerler, değer yargıları, gelenekler için kişiler araç kılınır ve bu durumda hakların artık tanınması-korunması-geliştirilmesi mümkün değil. Bireysel haklar bir bütün olarak tanınmalı-korunmalı-geliştirilmeli. Bu incelikleri konuya yalnızca hukuk bilgisiyle bakarak göremeyiz; genel olarak felsefe bilgisiyle, özel olarak da insan felsefesiyle, benim birkaç yıldan beri, hem bakış açısını hem de belli bir felsefe disiplinini göstermek üzere kullandığım “antropontoloji”yle (insan-varlık bilgisiyle) baktığımızda bu incelikleri görebiliriz.
- “İnsan hakları” kendi başına bir kavram ama bunu açıklar, irdeler ve temellendirirken yan kavramlara da başvurmak zorunlu. Sizin felsefeye kavramlar kattığınızı dikkate alırsak, bunların en önemlileri ne?
- Örneğin “antropontoloji” (insan-varlık bilgisi), antropolojik eksenli varlık anlayışına işaret ediyor ve terim olarak benim özgün buluşum. Bir başka noktaya daha burada dikkati çekebilirim; o da şu: İnsan dünyasında bilginin doğumunu başlatan özne. Bilenle varolan arasında bir gerilim yaşandığında, insan varolana, soruna doğru gerildiğinde, yöneldiğinde özne olur ve ancak bu andan başlayarak bilgi elde etme olanağını elde eder. Felsefe tarihinde öteden beri kullanılan terimleri, yine insan temelinde -elbette insan merkezli değil- anlamaya çalışıyorum ve gerçekten herkesin, hiç zorlanmadan anlayabileceği bir dille anlatmaya çalışıyorum. Günümüzün artan ve çeşitlenen insan ilişkileri ortamında insan hakları kavramını ve çerçevesini herkes için ortak bir başvuru noktası olarak değerlendiriyorum. Elbette modernliği, Aydınlanmayı, bilginin toplumsal ve özellikle de kamusal ilişkilerde değerli kılınmasını; günümüzde insan ilişkileri, siyasal ilişkiler ve özellikle de demokrasi için önemli olan “temsil” ve “katılma”nın ya da ”katılım”ın bilgi eksenli olmasıyla, bilginin yayılmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Modernlik bireyin keşfi bağlamında, Aydınlanma aklın kamusal yani bilgiye dayalı kullanımı bağlamında son derece önemli görünüyor; keyfilikten kurtulmanın yolu oluyor.
- Kitabınızda maddelerine yer verdiğiniz İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi elimizdeki temel metinlerden. Acaba insanlık bu metni yeterince içselleştirebildi mi?
- Ne yazık ki henüz tam bir içselleştirme yok. Toplulukla ve toplumla, sivil toplum ile kamu arasındaki açıklığın, farklılığın daha az olduğu ülkelerde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi biraz daha iyi -bilinçli olarak en iyi demiyorum- bir biçimde işliyor. Kurumlar, genellikle kamu, bir ölçüde de olsa eğer insan haklarına dayalı olarak örgütlendiyse, insanın onuru biraz daha iyi korunuyor. Alınacak önlemlerle, yapılacak eğitim çalışmalarıyla, daha iyi noktalara gelinebilir. Bunun için de yoksullukla mücadelenin gerçekten bilinçli olarak yapılması gerekiyor.

“AYIRIMCILIK, İNSAN HAKLARI ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL”
- Kitapta kendini gösteren konulardan biri de ayırımcılık. Temelinde özcü yaklaşımın ya da yönelimin yattığı ayırımcılığın insan hakları kavrayışına nasıl bir zararı var?
- Ayırımcılık, kitapta da çok açık seçik bir biçimde üzerinde durulduğu gibi insan haklarının tanınması, korunması ve geliştirilmesinin önündeki en büyük engel. Felsefe kavramı yaratan, felsefe bilgisi üreten biri olarak, bir felsefecinin ve filozofun temel görevinin, işinin “varlık”, “varolan” karşısında; “insan”, “insanın eylemleri”, “insan ilişkileri”, “insanın gereksinimleri”, “insanın değerleri” konusunda nasıl bir duruş sergilediğini açıklıkla ortaya koymasının gerekliliğini ileri sürüyorum. Benim bu noktadaki duruşum antropontolojik nitelikli ve her bir insanı dikkate alan adcı (nominalist) ontolojiyi benimsemekten yana. Bana göre hiçbir insanın, hatta varolanın, varlığın değişmeyen, sabit kalan bir özü yok. Her varolan değişebilir nitelikler toplamı. Bizim kimliğimizi oluşturan işte bu niteliklerin toplamı. Bu durumda bireyin varlığının, varoluşunun, öz üzerinden değil, nitelikler üzerinden öne çıkarıldığı açık. Varolanda öze asıl varlık yüklendiğinde, insanı insan yapan tek bir nitelik, özellik değişmez, sabit bir öz olarak algılandığında ve bu öz grup ya da topluluk kimliği olarak da öne çıkarıldığında, o öze sahip olmadığı ileri sürülenler için ayırımcılık başlar. Öyleyse ayırımcılığın olmaması için her şeyden önce özcü (essensiyalist) varlık anlayışından vazgeçilmeli ve toplumun kamu olarak (sivil toplum-devlet) örgütlenmesinde öz olarak nitelenenler ölçü alınmamalı.
- Biraz yurdumuza dönelim. Türkiye insan hakları eğitiminde bugün hangi noktada?
- İnsan hakları konusunda 90’lı yılların sonundan itibaren ivmelenen çalışmalarla elbette belli bir mesafe elde edildi. Kavrama dikkati çeken çalışmalar yapıldı. İnsan haklarının tanınması-korunması-geliştirilmesi, kamusal ve siyasal alanda, kurumsallaşmada son derece önemli. Ancak haklar ilkin ailede, yani özel alanda tanınıp korunmalı ve geliştirilmeli. Bu da toplumun tüm bireylerinin haklar konusunda, özellikle eğitim hakkının korunması ve geliştirilmesi konusunda ve bununla da bağlantısı içinde “insan hakları eğitimi” konusunda duyarlı olması gerekiyor. Bu duyarlılık için bir yaşama iklimi yaratılması gerekiyor. Ben 1998’den beri, İstanbul Üniversitesi’nde bulunduğum yıllardan başlayarak, insan hakları eğitimi çalışmaları yaptım. İnsan haklarının felsefi temellerini ele alan derslerin verilmesini anabilim dalı başkanı olarak sağladım. Elbette bu konudaki çalışmaları başlatan değerli hocamız İoanna Kuçuradi’ydi. Hacettepe Üniversitesi’nde gerek Felsefe Bölümü’nde gerek İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde yaptığı çalışmalar hepimiz için çok önemli. 2000’den bu yana bu türden çalışmaları Maltepe Üniversitesi’nde çok farklı düzeylerde sürdürüyorum. 2005’te üniversitemizde İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin açılmasına öncülük ettim. Aynı yıl aramıza katılan Sevgi İyi ile birlikte, ardından da 2006’da İoanna Kuçuradi hocamızla birlikte hem çevre ilçelerde ve okullarda ve bizzat Felsefe Bölümü’nde insan hakları konusunda çalışma yapıyoruz; genç arkadaşlarımız da bu çalışmalara katılıyor. Ders planımızda yer alan Eleştirel Düşünme, İnsan Hakları, Kamu Yaşamında Felsefe, Felsefi Danışmanlık, Çocuklar İçin Felsefe dersleri arasında sıkı bir örgülenme olduğunu düşünüyorum. Bu dersleri 2004’te kurduğumuz ve kurucu başkanlığını yaptığım Felsefe Bölümü’nde altı yıldır sürdürüyoruz ve sürdüreceğiz. Yine 2007-2010 arasında yöneticiliğini üstlendiğim Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İnsan Hakları Anabilim Dalı’nı açtık. Çok sayıda polis öğrencimiz var; yine öğrencilerimiz arasında yargıçlar ve savılar ve avukatlar var. Disiplinlerarası bir anlayışla oluşturduğumuz ders planımızda elbette hukuk ve iletişim boyutu da büyük önem taşıyor. Bu arada Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi (I ve II) bu konuda gerçekten önemli çalışmalar olarak dikkati çekiyor. Konu kimi üniversitelerde daha çok hukuksal boyutuyla ele alınıyor (İstanbul Bilgi Üniversitesi).
- Sahada; sokakta konunun algılanışı nasıl?
- Doğrudan halka yönelik çalışmalar da yapıyoruz. 2005-2009 arasında “Ben İnsanım” başlıklı insan hakları projesini yürüttük. Projede Pendik İlçe İnsan Hakları Kurulu, sivil toplum kuruluşu olarak Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Pendik Şubesi yer aldı. Bu proje kapsamında okullar aracılığıyla, özellikle annelere ulaştık ve onlarla atölye, seminer çalışmaları yaptık. Üniversitemizin kurucu vakfı olan İstanbul Marmara Eğitim Vakfının açtığı okuma yazma kurslarında insan hakları eğitimi yaptım. Sokağın insan hakları ve bağlantılı kavramlara gündeminde yer ayırabilmesi için, iyi örneklere gereksinim var. Adaletin, eşitliğin, özgürlüğün somutlaşmadığı toplum ya da kamu yaşamında konu inandırıcılığını yitirir. Adil yargılanma hakkı, örgütlenme özgürlüğü, fırsat eşitliği konusunda özel sektör ya da devlet sektörü olsun, kamu hizmeti veren herkesin yaptığı hizmetin “kamu hizmeti” olduğu anlayışı herkesçe içselleştirilmeli. Kitapta bu anlayış, “kamu hizmeti vermek insan haklarını korumaktır” deyişinde yer alıyor. Sokağın bunu çok net bir biçimde görmesi ve hizmet veren her insandan da bunu beklemesi gerekiyor; keyfilikle, keyfi tutumlarla ancak böyle başa çıkabiliriz. Başta yerel yönetimler olmak üzere, üniversitelere, okullara, kamu kurumlarına, herkese çok iş düşüyor. Kamu hizmetini verirken insan haklarına dayalı bir biçimde eylemde bulunmak gerekiyor.

“KRİZLERİ ÇÖZMEDE REHBER İNSAN HAKLARI KAVRAMI”
- Yüzyılımız krizler yüzyılı, bu anlamda -hem Türkiye hem de dünya bağlamında- insanoğlunun içinde bulunduğu krizler insan hakları eğitimi, kavramlaştırması ve uygulamalarda nasıl güçlükler yaratıyor?
- İnsanoğlunun dünyaya ayak bastığı andan beri kriz ya da bunalım içinde olduğu; kendisiyle, kendisi gibi olanlarla, doğayla olan ilişkisinde sürekli olarak sorunlarla baş edebilmenin yolunu aradığı bir olgu, bir gerçek. Nermi Uygur’un dediği gibi, insan “bunalımdan yaşama kültürü”nü yaratıyor. İşte yaratılan bu yaşama kültüründe insan öncelendiği, hiçbir tek insan feda edilmediği takdirde, daha iyi bir dünyayı kurabilme şansımız olabilir. Krizlerden dolayı birçok şeyin, özellikle insanın unutulduğu da açık. Ancak biz felsefeciler işte bu unutulmuşluğun önüne geçiyoruz, insana sürekli olarak insanı anımsatıyoruz. Platon’dan Sartre’a, Wittgenstein’a kadar, Uygur’a Mengüşoğlu’ya, Kuçuradi’ye kadar bu böyle. Benim antropontoloji (insan-varlık bilgisi) saptamam da böyle anlaşılmalı. Krizleri ilkin çözümleyip ardından da çözmede insan hakları kavramı bize rehber olabilir. Çünkü insanın varoluşuyla, olanaklarıyla ve gereksinimleriyle, bir değer ve eylem ilkesi olan ya da olması gereken insan hakları arasında sıkı bir ilişki var. Biz Türkiye’den birkaç kişi bu ilişkiyi somut olarak kuruyoruz. Dayandığımız düşünme geleneği, İstanbul Üniversitesi’nde filizlenen oradan, Hacettepe Üniversitesi’ne, Uludağ Üniversitesi2ne, şimdi de Maltepe Üniversitesi’ne geçen düşünme geleneği. Ardında da ilkler olarak Takiyettin Mengüşoğlu, Nermi Uygur var. Özellikle Mengüşoğlu’nun Değişmez Değerler, Değişen Davranışlar adlı kitabı bu gözle okunmalı. Bir sivil toplum kuruluşu olarak Türkiye Felsefe Kurumu’nun 1974 yılından beri sürdürdüğü çabaları da unutmamak gerek. Ancak insan hakları eğitimi konusunda asıl dönüşümü sağlayacak olanlar, dar anlamında kamuyu, devleti taşıyan karar vericiler, siyasetçiler olacaktır. Ne zaman ki siyasetçiler, ülkenin kamusal yaşamının ana payandasını oluşturan hukuk dizgesini belirleme ve uygulamada aklın kamusal kullanımını ve insan haklarını temele alan, ona dayanan çözümler üretir ve keyfilikten kurtulmak için kararlı bir tavır takınır, o zaman daha iyi bir Türkiye kurulur ve böyle bir Türkiye de daha iyi bir dünyanın oluşmasına ve sürdürülmesine katkıda bulunur.
- Yanılıyorsam düzeltin, İnsan Hakları ve Felsefe yayımlanan yirmi üçüncü kitabınız; onca yıllık deneyiminize dayanarak soruyorum, Türkiye'de felsefeciler birbirini ne kadar izliyor?
- Özgün kitaplarım, çevirilerim, tek başına ya da meslektaşlarımla yayıma hazırladığım kitapların sayısı dediğiniz gibi 23, yenileri de geliyor. Sorunuzun asıl önemli bölümüne gelince: Türkiye’de felsefecilerin bir diyalog ortamı yarattığını söylemek biraz güç görünüyor. Elbette birbirinin çalışmalarını izleyen, tartışmaya açanlar var. Bu bakımdan, hocalarımızdan daha iyi bir konumda olduğumuzu söyleyebilirim. Bir araya gelip ortak kitaplar yayımlıyoruz. Armağan kitaplar hazırlıyoruz. Bunun onlarca örneğini verebilirim. Çok sayıda dergi yayımlanıyor. Ancak dünya görüşleri konusundaki bölünmüşlük sürüp gidiyor. Felsefi söylemin olup bitene, kendisine, sanata, bilimsel bilgiye dayanarak kurulması, üretilmesi son derece önemli; felsefe hem besler hem de beslenir. Ancak felsefeyle ilahiyatın ülkemizdeki ilişkileri henüz normalleşmiş değil. Bu durum, özellikle üniversitelerdeki felsefe bölümlerini, örgütlenme özerkliğini ve yine özellikle lise ders kitaplarını zorluyor. Yeni kurulan bazı felsefe bölümlerine ilahiyatçılar atanıyor. Bu durumda da çokça herkes kendi “camiası”nda, “cemaati”nde kalmayı yeğliyor. Ama ben yine de çok umutluyum, gençler hem dünya felsefe yazınını çok iyi izliyor hem de daha çok üretiyor. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Felsefi söyleme Türkiye’den yapılan katkıların dünya felsefe yazınına girebilmesi için dışa açılmak, uluslararası kongrelere, seminerlere katılmak ve Türkiye’de yapılan halis felsefe çalışmalarından bu ortamlarda söz etmek son derece önemli. Daha önce de birkaç kez dile getirmiştim: Türkçede üretilen, yaratılan felsefe metinleri Kültür Bakanlığı’nın desteğinde dünya dillerine, özellikle İngilizceye çevrilmeli; yalnızca kendi içimizde değil, dünya felsefecileri ve filozoflarıyla da daha sıkı bağlar kurmalıyız.

İnsan Hakları ve Felsefe/ Betül Çotuksöken/ Papatya Yayıncılık/ 184 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 30.12.2010
“TEK SERVETİ GÜNEŞ OLAN” BİR BAŞKALDIRAN (*)
ALİ BULUNMAZ

Ne zaman Camus’yle ilgili elimde bulunmayan ya da bulunmadığını sandığım bir kitap, belge ya da fotoğrafa rastlasam, hem kendimi hem de belgeyi ufak bir sorguya çekerim. Asıl soru şu olur elbette: Elime geçen bu şey bana Camus’ye dair yeni ne öğretti? Çoğunlukla sonuç hüsran oluyor, nadiren de şaşırtıcı. Yaklaşık on beş yıldır Camus üzerine iyi kötü araştırma yapan, bilgi ve belge toplayan, üzerine bir de tez yazan birinin yeni bir şeyle karşılaşma olasılığı azalıyor haliyle.

O nedenle açıkça yazmalı: Pierre-Louis Rey’in Camus: Başkaldıran İnsan adlı kitabının bana kattığının fazla olduğunu söyleyemem. Ama yiğidi öldürüp hakkını verelim, kitap, Camus’ye başlangıç için iyi bir malzeme sunuyor. Tabii, reçeteye mutlaka yazılması gerekenler var: Rey’in kitabıyla beraber Sisifos Söyleni, Yabancı, Veba, Başkaldıran İnsan, Doğrular ve İlk Adam da okunmalı.

2010, Camus’nün 50. ölüm yılıydı, 2013 ise 100. doğum yılı. Tüm bu tarihsel kesişmelerden mi, daha çok anlaşılmak istenmesinden mi yoksa mezarcı lider Sarkozy’nin Camus’nün küllerine sarılmasından mı bilinmez ama bu öncü yazar epey bir konuşuldu son zamanlarda. Dünyanın dört yanında etkinlikler düzenlendi; anmalar, toplantılar ve tartışmalarla Camus kitapları yeniden gündeme oturdu.

Rey’in kitabı da Camus üzerine yazılmış ve konuşulmuş kitaplardan biri: Gallimard tarafından Fransa’da 2006’da yayımlanmış ve dört yıllık bekleyişin ardından Elif Gökteke tarafından Türkçeye çevrilmiş.

İçinde Camus’yle ilgili bilinen her şey var: Çocukluğu, gençliği, tutulduğu verem, veremin onu nasıl engellerle yüzleştirdiği, Yabancı’nın (absurde felsefesinin) oluşumu, denemeleri (elbette en başta Tersi ve Yüzü ile Sisifos Söyleni), Veba ve Başkaldıran İnsan’a yolculuk (başkaldırı felsefesinin doğuşu), Sartre’la arkadaşlığı ve kavgası, direniş (Combat günleri), tiyatroya duyduğu büyük aşk ve aşkları, çocukları, Nobel Edebiyat Ödülü, ölüm ve ölümünün ardından keşfedilen otobiyografik bir roman taslağı: 1994’te yarım haliyle yayımlandığında dünyayı sallayan İlk Adam’ın Camus’nün hayatını nasıl anlattığı…

Rey’in kitaba aldığı hemen her şeyi başka pek çok kaynakta bulmak mümkün. Bu kitabı önemli kılan iki özellik var: Birincisi Camus’ye dair ülkemizde neredeyse hiçbir yerde bulunmayan kimi fotoğraflar. Bunun yanında, el yazmaları ve defterlerinin sayfalarından örnekler. İkincisi, sona iliştirilen “Tanıklıklar ve Belgeler” bölümündeki mektuplar. Camus’yü bilenler büyük oranda bu iki özelliğe odaklanacak gibi.

Rey’in çalışması, Camus üzerine bildiklerimizin bir dökümünü yapıyor. Birkaçını arka arkaya sıralamalı: Absurde felsefesini kuran ama absurde’ü yok etmeye çalışmadan onu anlamaya, hatta başkaldırıyla aşmaya çabalayan biri. “Ben” yerine “Biz”, “mutlak evet” yerine “kuşkucu bir hayır”ı benimseyen bir kişi. Tiyatroya tutkuyla bağlı olan ama en az ilgiyi yine o yapıtlarının gördüğü bir yazar. Akdenizli bir Fransız, “güneşin tek serveti” olduğunu kavrayan bir bilge. Felsefe öğretmeni Jean Grenier’nin deyişiyle “insanın acı ve yalnızlık olarak kaldırabileceği ne varsa köküne kadar yaşayan, onda merhamet uyandıran acımasız bir zihin berraklığıyla pek çok insandan ayrılan” bir kişilik… Rey’in Camus: Başkaldıran İnsan kitabı, Camus’nün bu ve birçok özelliğini yeniden hatırlatıyor bize.

Yaşamı boyunca zarı hep insandan yana atan Camus’nün “çağının vicdanı” şeklinde nitelendirilmesi boşuna değil. Şimdi o vicdanın, Camus’nün, özellikle ülkemizdeki takipçilerinin sabırsızlıkla beklediği birkaç şey var: İlki, henüz dilimize bütünüyle çevrilmeyen Albert Camus-Jean Grenier ve Camus-Pascal Pia mektuplaşmaları.

Öbürü, doğumunun 100. yılında, yani 2013’te, dünyayla eş zamanlı olarak Türkiye’de de doyurucu Camus etkinliklerinin düzenlenmesi…

Camus: Başkaldıran İnsan/ Pierre-Louis Rey/ Çeviren: Elif Gökteke/ Yapı Kredi Yayınları/ 128 s.

(*) Sabit Fikir, 29.12.2010 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/%E2%80%9Ctek-serveti-gunes-olan%E2%80%9D-bir-baskaldiran]

24 Aralık 2010 Cuma

GEL ZAMAN GİT ZAMAN ÖYKÜLER (*)
ALİ BULUNMAZ

Münir Göle’nin daha önceki kitaplarıyla meşgul olan okur anımsar, onlarda hep bir hareket var. Bunun da ötesinde Göle, insanı mutlaka birkaç noktada yakalayan yaratılar kotarır. Yansılar Kitabı da böyle. Öykü kitaplarındaki tüm hikâyeleri tek tek ele almak tekin bir yol değil ama şimdi haklı bir gerekçe var. Ona yazının sonunda değinilecek.

HAYATTAN ÖYKÜYE, ÖYKÜDEN HAYATA
Aslında her bir öykünün kahraman ya da kahramanları, kitabı eline alan okuyucudan uzağa düşmüyor. Bu, kimilerine ters ya da yaratıcılıktan yoksunluk gibi gelebilir. Fakat tüm öyküler dikkatle okunduğunda görülecek ki, o karakterleri hayattan alıp öyküyle yeniden hayatın içine yerleştirebilmek de büyük emek ve yetenek istiyor. Kısaca, sırıtan bir tarafı yok hiçbirinin. Acemi “yazarların” veya kendini dev aynasında kaybedenlerin sıkıcılığı yok kitapta. Sessiz, sakin ve ağırbaşlı bir anlatım var. Üstelik bazı bazı bilgece konuşan kahramanları da unutmamalı.

Örneğin “Zaman Kayması” adlı öyküdeki kişilerin ya da kahramanların, insanın kuşkularına seslendiğini işitiyoruz. İki kişi arasında geçen; geçip gitmeyen, zamana yayılan ve bazen sıkıntı veren bazen de mutluluk aşılayan dostluk ile aşkın anlatımı kaplıyor sahneyi. Belki de şöyle demeli: Yıllarca süren, konuşulmayan ama varlığını hep hissettiren bir boşluğun tasviri.

Çağrışımlar sağ olsun, Göle’nin “Yanılsama” öyküsünü okurken aklıma törpü geldi. Törpü de hemen “ömür törpüsü” deyişine yöneltti zihnimi; aklı mıncıklayan ve ömrü törpüleyen soru, korku ve ayrıntı silsilesine bir de. Mesela şu nasıl?: “Sevdiklerimin en ufak bir falsomu yakalayınca beni sevmekten vazgeçecekleri gibi bir duygudan asla sıyıramadım yakamı.”

Kitaptaki öykülerin genelinde geri dönüşler, zamanın güçlü etkisi ve bugünün kuşatıcılığı dikkatten kaçmıyor. İşte bu zaman konusunu “Noktürn”de fazlasıyla görebiliyoruz: “Geçmişle birlikte, kişi de yok olur. Şimdi ve gelecek, geçmişle bağlantı kurulduğu sürece geçerlidir. Zaman yolculuklarına çıkamaz hale gelince insan, tüm yaşamından, kimliğinden, varlığından da kopuverir ve zamandışı bir boşluk hükmetmeye başlar benlikte; sise sarılı bir sonsuzluk, güven verici bir kucaklama, sise daldığını bilmemenin güveni, rahatlığı. Silinmenin şiirsel yanıdır bu, unutmamanın unutuşu, geleceksiz, şimdisiz ve geçmişsiz bir var olma, sonsuzluk, huzur.”

YA BİR YANILSAMAYSA?

Göle, kahramanlarının ağzından başka sorunlara da değinir. Mesela kadının kadınlığı; dişilik ve bunun algılanışı: “Kadın zenginliğini, çoğulluğunu yaşama hakkından yoksun bırakılmıştır doğduğu andan itibaren. Dişiliği yaşam boyu taşıyacağı bir lekedir alnında; sadakatiyle, anneliğiyle uyum sağlamasıyla değerlenir, gövdesinin gereksinimlerinden koparılır, yaşamın tadına varması engellenir ya da sosyal yabancılaşmaya itilir, dışlanır. Annelikle dişilik bir arada yürümez artık, kadın çocukları üzerine titrer, ana olur, yaşanmamış dişilik pahasına.”

Kitapta sıralanmış öyküleri bir bir geçerken şu soru da takılabilir aklınıza: Yansılar Kitabı’na hangi renk uygun düşer? Sorunun yanıtı sanki gri. Ne çok renkli ne de bütünüyle solgun; gri öyküler bunlar.

Gelelim yazının sonunda değinilecek meseleye. Göle’nin öyküleri kanıtlayamasanız da birbirine eklemleniyor. Daha doğrusu, aralarında elle tutulur bir bağ bulamıyorsunuz ama bir ilinti olduğunu hissediyorsunuz. Bu, sizi kitaba yakınlaştırıyor, beri yandan da zihninizi zorluyor. Ama sıkıcı bir yorgunluk değil söz konusu olan. Okuduğunuza değiyor.

Üstelik herhangi bir düşünsel kabızlık da çekmiyorsunuz. Çünkü öykülerde önümüze, zaman zaman halının altına süpürmeyi tercih ettiklerimizle bizi yüzleştiren belirleme ya da bundan türeyen kurgusallıklar dikiliyor. Bu da doğal olarak dikkatimizi toplamamızı sağlıyor.

İnce bir sızı gibi aklınızı “Geçmiş, şimdi ve gelecekten hangisi daha baskın?” sorusu kurcalıyor. Fakat “belki de yaşananlar bir yanılsama” deyip kitabın dibine ulaşıyorsunuz.

Yansılar Kitabı/ Münir Göle/ Yapı Kredi Yayınları/ 100 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 23.12.2010

17 Aralık 2010 Cuma

COĞRAFYA VE TARİHİN İZİNDE (*)
ALİ BULUNMAZ


“Varım, demek ki çevremi sarsan dünyanın, açılan bedenimin, onu şiirselleştiren ve yürürken onu egemenliği altına alan zihnimin farkına varıyorum. Düşlerimin, arzularımın, aynı zamanda sıradan, kimi zaman zorlama etkinliklerimin alanını arşınlayarak var oluyorum. Yer değiştirerek kendime ve başkalarına ilişkin bir şeyler öğreniyorum.”
Thierry Paquot

“Yolculuk yapmak, hikâye anlatmak veya yaşamak gibi bir şeyleri ihmal etmek demektir. Tesadüf eseri bir kıyıya ulaşılır, bu arada başka bir kıyının yanından geçilir gidilir.”
Claudio Magris

“Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” gibi bir soruyu, “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?” sorunu bile yetkili ve etkililerce açıklığa kavuşturulmuşken eşelemenin anlamı yok herhalde.

Ama gezmek, pek çok zaman okumanın bir boy önünde sanki. Claudio Magris, gezileriyle ve paylaşımlarıyla bunu kanıtlayandan. Daha önce Tuna Boyunca isimli kitabıyla okurla buluşan Magris, bu büyük nehrin uzandığı coğrafyanın tarihini ve yaşam şeklini aktarmıştı. Mikrokosmoslar’da ise doğduğu kenti ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği şehirleri; Trieste’de ve Istria Yarımadası’ndaki hayatı bizlere sunuyor.

YALIN YAŞAMLAR
Magris okullu bir edebiyatçı olmasına rağmen anlatılarında hep coğrafyacı ve tarihçi bir doku hâkim. Alaylı gezginliğin bir yansıması belki de bu. Doğduğu, yaşadığı ve adımladığı yerleri kâğıda dökerken şiirsel bir dil kullanıyor ve dikkatli bir gözle olan biten ne varsa bizle buluşturuyor. Mikrokosmos insanı, makrokosmos dünyaya taşırken, “küçük” ya da daha doğru deyişle yalın yaşamları en ince ayrıntısıyla satırlara döküyor.

Magris iyi gözlemciliğinin yanında önemli bir gezgin ve çalışkan bir tarih araştırmacısı. Günümüzden bakarak yakın veya uzak geçmişin izlerini ortaya çıkarmaya meraklı bir isim. Bu çabasında, tarihin büyük ya da küçük, ünlü veya sıradan aktörleri ona yardımcı oluyor.

Hepsinin yanında, Magris’in sanat tarihçisini andıran bir anlatımı var. Tapınakları, katedralleri ve onların geçmişini titizlikle ele alıyor. İnsanı, hayatın nefes alıp verdiği sokağa davet ediyor.

Avrupalıların tarih konusundaki “tutuculuğu”, yani korumacılığının mekânlarını ziyaret ediyor yazarımız. “Gülüşen maskların altında ve çevredeki insanların kayıtsızlığı arasında kâğıtları yazıyla doldurmak fena bir şey değil” diyerek kâğıda kaleme sarılıyor: “O merhametli kayıtsızlık, birkaç kâğıt parçası yoluyla dünyayı düzenleme -hayatla ölüm hakkında ahkâm kesen yazının içinde var olan, her şeye kadir olma saplantısını gideriyor.” San Marco Kafe’de kalem oynatmak böyle bir duygu veriyor olsa gerek.

Tabii o kalem, bir yerde Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma anıları, geçmişin yıkık dökük ve bugünün yenilenmiş yerlerini de yazmaya koyuluyor belli zaman sonra; “hayatın, tutkularıyla, hareketleriyle, saplantılarıyla defalarca tekrarladığını” hatırlatarak.

Magris’in dolaşıp yazıya geçirdiği yerler; kendi coğrafyasının her bir kenti, özgün yanlar barındıran küçük dünya. Kitabın adıyla paralel yani, mikrokosmos. İnsanları da dokusu da belli ortaklıkları barındırmakla beraber kendine has özellikler taşıyor. Örneğin zengin tarihi yapısıyla birlikte sefalet içinde yaşamaya çalışan çiftçileriyle Malnisio. Sonra Grizzo ve Valcellina… İtalya’nın taşrası; sessiz ve kuşun uçmaya kervanın geçmeye üşendiğinin düşünüldüğü yerler.

Magris’in gezisi sadece karasal değil elbette; Pampagnola, Morgo, Ravaiarina adaları, Grado lagünü gezgin-yazarımızı denizle ve yosun kokusuyla yüzleştiriyor. Lagünü kendince anlatıyor: “Lagün, sükûnet, yavaşlama, atalet, tembel bir vazgeçiş, gürültünün en küçük nüanslarının ayırt edilmeye başlandığı bir sessizlik, bulutlar gibi amaçsız, gayesiz geçen saatler anlamına geliyor. Dolayısıyla yapmak zorunda olmak, yapmış olmak ve yaşamış olmanın kötülüğüyle boğulmamış hayat, ateş gibi yanan taşların sıcağının ve güneşte çürüyen yosunun rutubetinin seve seve hissedildiği, yalınayak hayat anlamına geliyor.” Magris, hem lagünün hem de deniz suyunun tehditkârlığında; yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgide “batıran, un ufak eden, dölleyen sulayıp silen” bir ortamda bata çıka yol alıyor.

Nevoso Dağı’na yaptığı seyahat sayesinde ormanın derinliğiyle karşılaşan Magris, bu uçsuz bucaksızlığın ne anlama geldiğini ya da gelebileceğini de duyumsuyor: “Ormanın hafızası her şeyden önce ona sahip olmanın abesliğini ifade eder. Derin nefesi, hayatı tarafsız ve kayıtsız, diğer yandan da sevecen ve sınırsız bir şey gibi hissetmeyi öğretir; bu duygu o ormanlara ilk girildiğinde ve ondan sonraki her girişte tekrar tekrar hissedilir, sonra da insanın çocukları da o duyguyu hissedip sonsuza kadar öğrenir. Dolayısıyla bir süre sonra o duygu herkes için nefes almak gibi daima var olmuş olan ve başlangıcı hatırlanmayan bir şey haline gelir.”

“ÖLÜM OLMASA KİMSE BİR ŞEY ANLATMAZDI”
Magris, edebiyatçı kimliğinin yanına kattığı gezginliği ve tarih araştırmalarıyla seyahatinin kimi duraklarında, dünyanın başına dert olan kimlik sorunsalını ve faşizmi de işler. İnsanın başka biri olmak adına farklı kimliklere yönelişini eleştirirken, faşizmin doğduğu topraklarda, İtalya’da, bu faciaya direnişin simgesi haline gelen Collina ve Piemonte’deki tarih bilincine alkış tutar.

Magris’e göre kökene yolculuk beyhude bir uğraş; “köklere yolculuk hiçbir zaman bir varış ya da kalkış noktasına ulaşmaz, köken belirlenemez.” Ne tuhaftır ki Magris, ironik biçimde köklerini aramaya girişmese bile kendisini var eden topraklara yaptığı gezileri anlatıyor Mikrokosmoslar’da.

Yazarımızınki bazen balıksırtında bir geziye dönüşüyor. Bir kıyıda duruyor, oradan Tuna veya Po’ya dalıyor, Adriyatik’te sahile vuruyor, biraz soluklanıp yeniden yola koyuluyor. Bu arada mevsim yaza çalıyor, ardından sonbahar, derken kış bastırıyor, bir bakmışsınız vadilerde ilkbahar çiçekleri açmış; başınız dönmesin de ne yapsın?

Magris nereye gittiyse anlatıyor; hemen hemen önüne neresi geldiyse. Peki, neden? Yanıtı çarpıcı biçimde kendisi veriyor: “Anlatmak, hem unutulmaya karşı yürütülen bir savaş hem de unutulma ile beraber yaşama anlamına gelir; eğer ölüm olmasaydı belki de hiç kimse bir şey anlatmazdı (…) Ünlü olsun, az tanınmış olsun, insanların yaşadığı olaylar, yağmurların ve kar yağışlarının, hayvanlarla bitkilerin, direnen ve tükenen nesnelerin mevsimlerine karışır.” Bu yüzden, tarihin önemli ayrıntılarını barındıran Tirol’den ya da Bavyera’dan uzun uzadıya bahsediyor; buraları gezip notlar alırken hafızamızı tazeliyor.

Magris’in ana durağı ya da anlatımının merkezindeki yer doğduğu şehir Trieste. “Dayanılmaz ve unutulmaz Ödipal bir kucak” dediği; “ciğeri kemiren bir şehir” diye nitelediği Trieste’yi tarihin, ipliği birbirine dolanmış yün yumağından çekip çıkarıyor adeta: “Triestelilik, yaşama gücü ve melankoli, bütün uzlaşmaların farkına varan ama onlara boyun eğerken bile böyle olduklarını unutmayan ve bunlara kanmayan bir saflık özlemi.”

İKİ DOĞRUSAL ZAMAN
Triesteli Magris’in Mikrokosmoslar adlı kitabı, hem trajik hem de nostaljik hikâyeler barındırıyor. Bunun ayağımızın dibine getirdiği sonuç ise farklı bölgelerden devşirilen var oluşun anlamı. Tekrarlanamayanın ya da geride kalanın önümüze sunulması. Burada tarih, coğrafya ve yazın iç içe geçmiş durumda. Kitabın ağırlık noktası bu.

Tarihin deşifre ettiği coğrafya, coğrafyanın ortalığa saçtığı yaşamlar. Tarihin ve coğrafyanın yarattığı depremle hayat ile hayatların gün ışığına çıkması. İki doğrusal zamanlı alanın dünyayı açıklama kaygısı. O halde, yazı bunun neresinde? Söz yine Magris’in:

“Coğrafyanın zamanı, tarihin zamanı gibi doğrusaldır, çünkü dağlar ve denizler de doğar ve ölür. Ama coğrafyanın zamanı o kadar büyüktür ki, dünyanın yüzeyi üzerinde çizilen düz bir çizgi gibi kıvrılır ve uzayla farklı bir ilişki oluşturur; mekânlar, kendi kendine sarmalanan zamanın yumruğudur. Yazı yazmak, bu ipliklerin sökülmesidir.”

Magris, Mikrokosmoslar’la tam da böyle bir söküm ve döküme girişiyor işte…

Mikrokosmoslar/ Claudio Magris/ Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı/ Turkuvaz Kitap/ 248 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 16.12.2010

10 Aralık 2010 Cuma

AKUTAGAVA’YLA BİR GÜN (*)
ALİ BULUNMAZ

Japon edebiyatının en önemli, dünya edebiyatının ise en tuhaf adamlarından biri Akutagava. “Raşomon” adlı öyküsünün yayımlanışından (1915) intihar ettiği 1927’ye kadar, 150’nin üzerinde yapıt yaratan yazarın, bu anlamda 35 yıllık yaşamını dolu dolu geçirdiği söylenebilir.

Öykülerinde gerek kendi yaşamından gerekse Japon tarihinden parçalar bulunan, bunları büyülü bir dille okuyucuya sunan Akutagava’nın en belirgin özelliği, eselerinde var olan düş gücü. Arayışını güçlü kılan ve kalıcı ürünler bırakmasını sağlayan bu belki de.

Raşomon adıyla derlenen öykülerin çevirmeni Oğuz Baykara sağ olsun, arka kapaktan yazı devşiren ya da kes-kopyala-yapıştır yöntemiyle iş gören “eleştirmenler” için kolaylık sağlamış; öykülerin sonuna uzmanı olduğu Akutagava ile ilgili önemli bilgiler yerleştirmiş. Burada, öyküleriyle Akutagava’nın yaşamı arasındaki bağlantı, yazarın edebi kimliği ve özgünlüğüne dair pek çok bilgi bulmak mümkün. Meraklı ve gerçekten araştırmacı okur için son derece yol açıcı.

TARİH, DÜŞ GÜCÜ VE HİCİV
Akutagava’nın kimliğinin esas parçası olan hiciv, hemen her yaratısında kendine yer buluyor. Kitaba adını veren “Raşomon” öyküsü, hem edebiyatsever hem de sinemaseverler tarafından hatırlanacak. Zira 1951’de Venedik Uluslararası Film Festivali’nde Akira Kurosova’nın yönetmenliğini üstlendiği Raşomon birincilik ödülü kazanmıştı.

Yazar, kitabın lokomotif öyküsünde, felaketlerle kıvranan Kyoto’da hayatta kalmak için mücadele eden insanları resmediyor. Olduğu gibi kalıp ölme ya da hilelere başvurup hayata tutunma çelişkisi veya seçimi öyküyü sürüklüyor. Hikâyenin başkahramanı uşağın ağzından verdiği ders, Akutagava’nın eleştirelliğini ve ahlaka bakışını yansıtıyor.

Aslında hemen hemen bütün öyküler bu anlamda birbirine bağlı diyebiliriz. Örneğin, “Burun” isimli öyküde yine ahlaki bir yorum patlatır Akutagava: “İnsanların doğasında birbiriyle çelişkili iki duygu vardır. Başkasının felaketine gülecek insan kuşkusuz düşünülemez. Ancak, dara düşen bir insanın tam sorununu halledip düze çıkmaya başladığı an, onun bu rahatlığının karşısındaki insana battığı, onun bu mutluluğunun karşısındaki insanı rahatsız ettiği durumlar da vardır. Hatta gözlemcilerin, beladan yakasını kurtaran insanlar hakkında ‘Keşke belaya uğrasa!’ diye temenni ettiği bile olur. Karşısındakine gizli gizli düşmanlık bile duyar.”

Akutagava’nın masalsı dili ve anlatımı, onun düş gücüyle birleşimi, kitaptaki seçme öykülerde yine karşımıza çıkıyor. Yazarın gücünü oluşturan bu biçem, düz bir anlatımdan öte, aktarmak istediklerini çekici kılıyor ve ana fikri daha rahat sunmasını sağlıyor çoğu zaman. Bunun yanında yerelliğe, Japon kültürüne, bolca yer vermesi, hem Akutagava’nın yapıtlarına özgünlük katıyor hem de bu konuyla ilgilenenlere edebi bir kapı aralıyor.

Akutagava, “sanatın mükemmel olması gerektiği”ne dair inançtan hiç vazgeçmiyor. “Cehennem Tablosu” öyküsündeki huzursuz, aksi ve megaloman ressam Yoşihide’nin çizdiği tablo, böylesine mükemmel özelliklere sahip ve sonsuza kadar yaşayacak nitelikte.

Yazarın öykülerinde dikkate değer bir başka şey, tarihe merakı. Kitaptaki pek çok hikâyede, ana tema olsun olmasın tarih belirgin bir yer kaplıyor. Bu, kimi zaman bir hesaplaşma halini alan kimi zaman Akutagava’nın konuya girişini, olayları açışını ve sonuca bağlayışını sağlayan bir unsur.

“BANA BAKMAYIN SANATIMA BAKIN”
“Raşomon” ile birleştirilip Kurosova tarafından beyazperdeye aktarılan “Çalılıklar Arasında”, kitabın en ilginç öykülerinden biri. Akutagava, öyküyü bir cinayet etrafında kurguluyor ama cinayeti kimin işlediği bir türlü çözülemiyor.

Tacomaru, ifadesine göre katil fakat onun zanlı olup olmadığı, öyküde asla açık değil. Cinayete kurban giden koca Takehiro ve onun eşi ile birlikte tamamen bir bulmacaya dönüşen olay, itiraflarla sürüp gidiyor. İşin içine poliste verilmiş ifadeler, katili bir türlü ortaya çıkarmayan sözler ve öldürülen Takehiro’nun medyum aracılığıyla, katili ve eşine seslenmesi, bu öykünün sıra dışı ayrıntıları.

Kitabın son iki öyküsü “Çarklar” ve “Serap”, bir zamanlar Akutagava’nın ısrarla karşı çıktığı biyografik öyküye dümen kırışını yansıtıyor. Her iki hikâyenin, yazarın yaşamından izler barındırması; “Çarklar”da, Akutagava’nın kendi intiharını tasarlayışına dair ipuçlarının yer alması, okurun gözden uzak tutmaması gereken detaylardan. Daha önce kaleme aldığı öykülere atıfta bulunan ve “hayatın kendisi gerçek cehennemden daha korkunç bir cehennemdir” aforizmasını hatırlatan yazar, uzak ve yakın geçmişiyle bir hesaplaşmaya girişiyor. Rüyalar, ilaçlar, ruhsal çöküntüler ve hatıralar “Çarklar”da, temayı güçlendiren ve tamamlayan bileşenler olarak gün yüzüne çıkıyor.

Yazarlığa adım attığı andan itibaren övgülerle beraber yüklü eleştirileri de göğüslemek zorunda kalan, büyük bunalımlarını aşmak için sürekli ve dozunu arttırdığı ilaçlara bağımlılığı yüzünden, hem fiziki hem de ruhsal sorunlarla boğuşan Akutagava, bugün geride bıraktığı eserler ve Japonya’da her yıl düzenlenen “Akutagava Öykü Ödülü”yle birlikte herkesin önünde saygıyla eğildiği bir yazar konumunda.

Genç yaşta intihar etmesi ve kısa hayatına sığdırdığı yapıtlarından sonra Akutagava’yı, ondan geriye kalan bir sözle selamlamalı: “Bana bakmayın, sanatıma bakın.” Altında epey ders yatan, kısa bir cümle…

Raşomon/ Ryunosuke Akutagava/ Çeviren: Oğuz Baykara/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi/ 240 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 09.12.2010

3 Aralık 2010 Cuma

BOŞ MİDEYLE FELSEFE YAPILMAZ (*)
ALİ BULUNMAZ

Kitabı elime alır almaz, Pascal dedenin bir sözü geldi aklıma. Dede, “Felsefe bir saat bile didinmeye değmez” demişti. Bu sözün ne anlama geldiğini kavramam on yılımı aldı, olsun varsın.

Zamanında bir dostumla promil sınırlarını zorlayan bir ortamda tartışırken felsefenin hiçbir anlamı olmadığını yumurtlayınca, karşı tarafın sinir katsayısı tavana vurmuştu. Pascal dededen cesaret alarak ettiğim bu laf, içeriden biri olmanın rahatlığıyla benim için geçerliliğini koruyor. Felsefe hiçbir işe yaramaz; faydacı cemaate inat, tam da bu yüzden değerli işte.

Felsefenin “değersizliği”, onu ezberleyen ya da herhangi bir kapıyı aralamak için kullananların algılayabileceği bir şey değil. Hele felsefeyle midesini genişletmeye çabalayan günümüzün kimi çakma “filozoflarının” anlayabileceği bir şey hiç değil.

Mide demişken, Michel Onfray konuya tam da buradan giriyor; filozofları hafiften gurmeleştirip sevdikleri ya da sevmedikleri yiyeceklerle söylemleri arasında bağ kurmaya çalışıyor. Filozofların Karnı, bu açıdan bakıldığında felsefeye yemek ve yeme kültürü bağlamında yaklaşan özgün bir yapıt.

MUTFAĞIN FELSEFESİ
“Üst bir dil kurmuş, düşüncenin sınırlarını zorlamış filozofların ne yiyip içtiği beni ırgalamaz” diyebilir bazıları. Bazı kerkenezler de hemen, baştaki “üst”e takılıp bunu “üstün”le karıştırabilir, hem de bilinçli şekilde. Gelgelelim Marx, “insan ne yerse odur” demiş ya, yeme alışkanlığı herhangi birinin pek çok yanını ele verebilir. Onfray sanki buradan hareket ediyor. “Ruhunu satan bilgeler”den çok, yemeğe ve düşünce ruh katanlarla ilgileniyor.

İnsana keyif veren yemekler gibi zihnini açan düşünceler de hazzın kesinlikle tadılması gereken bir boyutu. Onfray, yirmi sekiz yaşında kalp krizi geçirince “Acaba filozoflar ne yerken haz duyar?” türünden bir soru aklına tebelleş olmuş. Yemek kitaplarından biraz uzaklaşmış ama bu kez filozofların yiyip içtiğine mesai harcamış. Öte taraftan biraz da kendisini “boğan” diyet uzmanına gönderme yapmak adına oturup Filozofların Karnı’nı yazmaya koyulmuş.

Onfray, yüzyılları birbirine yaklaştıran bir sofra kurup konuklarını şölen havasında ağırlıyor. Masada kimler yok ki: Diogenes, Rousseau, Kant, Nietzsche, Fourier, Sartre ve Marinetti. Bir acayip sofra, bir tuhaf şölen.

Filozoflarla veya felsefeyle bulaşanlarla aynı masaya oturmak riskli. Çünkü o masa ya hazzın doruklarında gezineceğiniz ya da kör bıçakla herkesin birbirine gireceği bir yere dönüşebilir. Ama denemeye değer doğrusu.

“Mutfağın felsefesi olur mu?” demeyin, felsefe her yere sızar; mutfağa da mideye de. Foucault, “yaşama sanatı” dediği beslenmeyi, kişinin bedenini “doğru, gerekli ve yeterli kuşkuyu duyan özne biçiminde inşa etme biçemi” diye niteler. Eh, öyle olunca Kiniklerin ağa babası Diogenes’in çiğ ahtapota dadanmasına şaşmamalı. Çünkü doğal düzen, başka her türlü düzenden üstün onun için. Yapaylık dışlanıp “ilksel yabanıllığa geri dönme” istenci, Diogenes’in önünde neden çiğ ahtapot durduğunu açıklıyor.

Uygarlığın simgesi ve Prometheus’un başına dert açan ateşin reddi, Kinik Diogenes’i doğal beslenmenin kollarına bırakır. Ne de olsa Kinik beslenmesinin (ve dünya görüşünün) temeli, “insanın kendi gereksinimlerini doğanınkilerle sınırlaması” üstüne kurulu. Yapaylığın yadsınmasının ve doğaya dönüşün simgesi, herhalde en iyi biçimde Diogenes’in çiğ ahtapotuyla anlatılabilirdi.

Rousseau da az buçuk Diogenes’in kabından yer, bedensel ihtiyaçların ötesine geçişe şüpheyle bakar. Yani ihtiyaç fazlası, Rousseau için tehlike çanlarının çalması demektir. Doğal yaşamın ya da beslenmenin uygarlıkla beraber bozulduğu bir gerçek; Rousseau’ya göre çetin ve uzlaşmaz doğanın dilini anlamak zordu ama bunu başarmak da bir erdemdi. Onfray’in Rousseau’yu sofraya oturtması boşuna değil, çünkü onun da beslenişiyle dünya görüşü arasında koşutluk var. Onfray, onun söyleminden damıttığı görüşle; “gereğinden fazlasına sahip olma arzusu eşitsizliği doğurur” sözüyle konuya açıklık getiriyor. Belki de bu nedenle Rousseau, süt ürünleri ve sebzeyi masasına istiyor.

“KENDİ YARATILIŞINA HÂKİM OL”
Her gün aynı saatte aynı yerde yemek yiyen, hemen herkesin saatini onun geçişine göre ayarladığı sert filozof Kant’ın şölen sofrasında ne amaçla bulunduğunu sorabilir okur. Lezzetsiz, kuru ve keyifsiz bir yemekle eşleştirilebilir Kant.

Karmaşık mutfaktan hoşlanmayan, yumuşak eti seven, şarabın kalitelisine yönelen Kant’ın, beğendiği yemeğin tarifini hemen aldığını aktarıyor Onfray. Yediği ve içtiği her şeyi ayrıştıran, üstüne düşünüp analizler yapan Kant, sofrada bir gözlemci adeta. Onun olduğu yerde yargılar öne çıkıyor. “Aşırıya kaçmama” eğilimi devreye giriyor, oburluğa ve sarhoşluğa ket vurmaya yöneliyor. Onun derdi bilgiyle sarhoş olmak. Onfray, Kant’ın “kendine hâkim olma” dürtüsünü, yine onun sözüyle bize duyuruyor: “Kendi yaratılışına hâkim ol, yoksa o sana hâkim olur.” Bu sözden anlaşılacağı üzere, onunki bir beden bilgeliği.

Seksen yıllık diyeti, Kant’a ömrünün son günlerinde şöyle yazdırır: “İnsan yaşamını uzatma sanatı, yaşayanlar arasında yalnızca hoş görülen kişiler haline getiriyor bizi sonunda; bununsa, insanı en çok sevindirecek durum olmadığı kesin.”

Şair Fourier ise isteklerin özgür bırakılmasını, düşselliğin gerçekliği dilediği yöne çekişine izin verilmesini ve kişinin kendi arzularını tek gerçek kabul etmesini destekler, beri yandan da uyumdan söz açar ve bu uyum için gastronominin biçilmiş kaftan olduğuna inanır. Ne de olsa Fourier, ütopyanın şairidir.

Gastronomi, genel doymak bilmezliği çekip çevirecek bir kurtarıcı onun için. Onfray, Fourier’nin “yemek felsefecilerini” düzeni sağlamada önemli görevler üstleneceğini bildirdiğini söyler. Fourier’e göre yemek felsefecileri, “her bireyin yardımsever hekimi olacak, haz yoluyla kişilerin sağlığını korumasını sağlayacaktır.” Yemekler, onlar aracılığıyla bireylerin bedensel özellikleri dikkate alınarak akıllıca uyarlanmaya çalışılır.

Onfray’in söylediklerine bakılırsa, Fourier’nin gözünde gastronomi, beslenmeyle bilgeliğin, ışık ve toplumsal düzenin birbiriyle uyumlu olmasını sağlayan temel bilime dönüşür. Dolayısıyla Fourier’nin minik börek takıntısıyla gün yüzüne çıkan “güzel tatlar” yakalama isteği, gastronomi ve yemek felsefecilerinin de başat çabası. Bu yolla “en sıradan yemek bile, her çeşidiyle kusursuz hale getirilmek” istenir. Serde şairlik bulununca Fourier’nin, yiyecekleri simgesel bir retoriğin içinde sınıflandırması tuhaf karşılanmamalı. Bu nedenle, mesela dut ve böğürtlen, Fourier tarafından lirik söylemle birleştirilip basit ve saf ahlakın simgesine dönüştürülür.

YİTİRİLEN ZAMANI YAKALAMA
“İnsanın kendi yaşamının şairi olması gerektiğini” savunan Nietzsche, içine döner; arınmanın yandaşlığına soyunur. Beden için en uygun olanı kavramak da besinini kişinin kendisinin seçmesi de bu arınmanın önemli ayaklarından. Nietzsche’ye göre “sofranın zenginliği, gösteriş yapma isteğiyle” açıklanabilir ancak. Onfray, Nietzsche’nin sofrayı “zenginliğin dışavurumu” diye nitelediğini söyler. Onfray’in satırlarından Nietzsche’nin bir beslenme uzmanı gibi davrandığı açıkça görülüyor. Onun temel yargısı “insanın midesinin çapını tanıması” üstüne.

Şölen sofrasındaki bir başka isim Marinetti. Onun derdi ise “yemek yiyen herkesin sanat yapıtı yiyormuş duygusuna kapılmasını sağlamak.” Düzenleyici sanat Marinetti için sofraya da hâkimdir ve böylesine bir sanatın masadaki işlevi “insanı yemek yeme isteğine hazırlamak”tır. Kısacası Onfray’in de dediği gibi Marinetti, sofrada tüm duyuları etkin bir rol oynamaya çağırır.

Marinetti’nin bütün duyuları hareketlendirme önerisi Sartre’da deniz kabukluları söz konusu olduğunda fazla işlerlik kazanır; ona göre kabuklular, doğal görüntüleri nedeniyle yenilesi şeyler değildir. Kabukluları yemek, onların doğallığını bozmak anlamına gelir.

Sağlıksız bedeni Sartre’ın yeme alışkanlığını da etkiler. Olur olmadık zamanlarda yemek yiyen, bazen iki gün aç kalan bir adam var karşımızda. Kısacası Sartre, “hasta, bozulmuş veya kokuşmuş et” dediği bedenini hor görür. Sanrılarını “süsleyen” deniz kabukluları da, yiyip içtikleri ya da tam tersi yemedikleriyle bedenine etmediğini bırakmayan Sartre kadar acımasız.
Onfray’in de aktardığı gibi Sartre, yıllar sonra kendini şöyle tanımlar: “Bir adam görünüşünü ansızın kaybettim; bu insansal salondan bir yengecin kıçın kıçın çıktığını gördüler. Maskesi düşmüş yabancı kaçtı artık, oyun devam ediyor.”

Kim ne yediyse yedi ya da yemedi, filozofların ardında kalanlar masanın üzerinde vızıldayıp duruyor. Şölen sofrasında kısa sessizlikler geziniyor. Notlar, söylevler, atışmalar, tavsiye ve görüşler günü tıka basa doldurdu.

Şölenin hiçbir filozofu kimseyi ne zenginliğe ne de mutlak yoksunluğa çağırdı. Onfray’in deyişiyle “yitirilen zamanı yakalama güdüsü” vardı masada. Bazen de her şeyi olduğu gibi bırakma. Ama şu da bir gerçek, boş mideyle felsefe yapılmıyor. O halde önce masaya buyurun.

Filozofların Karnı/ Michel Onfray/ Çeviren: Aykut Derman/ Can Yayınları/ 158 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 02.12.2010

1 Aralık 2010 Çarşamba

TEKRAR ÇAL BACH… (*)
ALİ BULUNMAZ

Baştan söyleyeyim, benim kahramanım Chopin. Onun parçalarını dinlerken aldığım keyfin haddi hesabı yok. Ama eğri oturalım doğru konuşalım, Johann Sebastian Bach müziği okuyup üfleyenlerin üzerinde hemfikir olduğu bir dahi.

Bu anda Bach’la Chopin veya bir başka ismi kafa kafaya çarpıştıracak değilim. Niyet, Armand Farrachi ve pek çok kişinin Bach’ı neden kahraman bellediğini anlamaya çalışmak. Bach, Son Füg, Farrachi’nin bu büyük müzisyen ve besteciyi nasıl gördüğünün ipuçlarını verecek bize.

Farrachi’nin bakış açısından hareket ettiğimizde Bach, yalnızca bir müzisyen değil; aynı zamanda önemli bir düşünür. Hem müzik hem de yaşam üzerine kafa yoran bir bilge. Ancak sonuçta Bach’ın yaşamı müziğe adanmış. Kendisi, “müziğe ya da Tanrı’ya adanmamış zamanı boşa geçen zaman” diye niteler. Farrachi’ye göre onun müziği “Tanrı’yı onurlandırma biçimi”dir. Bu yüzden St. Thomas Okulu bir ev, müzik ise evren anlamına gelir Bach için. Tüm bunlarla beraber onun en büyük hedefi, bir daha kimsenin bir benzerini yazamayacağı füg oluşturmaktır; dünyanın en güzel fügünü.

Farrachi, Bach’ın bu süreçte yaşadığı döneme ilişkin eleştirilerinden birini hatırlatıyor: “Müzik düşkünü olduğunu ileri sürenler de dâhil olmak üzere, insanların neredeyse tamamı, aslında hiçbir şey duymayan sağırlardı; daha önce müzik olmayan yerde müzik yaratanların üzerinde uygulayacakları tam yetki, orduları yönetmek arabacılara ya da ayin yapmak demircilere düşermiş gibi elbette bu sebepten onlara veriliyordu.”

Bach, her şeyi yapabilecek, her parçayı takılmadan çalabilecek gücü kendinde bulan; en azından böyle hisseden bir kişiliğe sahip. Ama yine de her şeyin başına çalışmayı koyup “iki elinde de beş parmak bulunan biri çalışırsa benim kadar çalabilir” diyor. Buna tevazu mu yoksa öngörü mü veya ego mu demeli? Belki üçünün karışımı bir duygu durumu.

Bu duygu, bir ezgi yarım kaldığında rahatsızlanışını tetikler. Miyop olan gözlerinin körleşmesi de pek çok şeyi yarım bırakır. Çalar ama yazamaz. Körlük, Bach için yarı ölüm gibidir. Zaten kısa süre sonra eksik parça da tamamlanır, göç gerçekleşir.

Farrachi, Bach’ı ve ondan geride kalanları anlatırken kahramanının portresini çiziyor. Tıpkı Bach’ı resmeden birkaç tablo gibi. “Müzik, yaşamdan önce mi son bulur?” Bach’ta çelişki yaratan soruların başında geliyor. Bu, Bach’ta nasıl bir çelişki yaratmış olursa olsun Farrachi’nin kahramanı için yazdığı kitap da Bach’ın eserleri de gösteriyor ki, yaratılar yaratıcılarından daha uzun ömürlü…

Bach, Son Füg/ Armand Farrachi/ Çeviren: Heval Bucak/ Can Yayınları/ 94 s.

(*) Sabit Fikir, 29.11.2010 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/tekrar-cal-bach]