28 Temmuz 2011 Perşembe

AYARSIZ AYAR VERİCİDEN ÖLMEDEN GÖMÜLENLERE (*)
Ali BULUNMAZ

“İnsanlar bazen bana eski şiirlerimden alıntı yapar ve neden söz ettikleri hakkında hiçbir bilgim yoktur.”

“Sadece yaşayan biri gerçekten ölebilir. Cenaze törenlerinin çoğu ölülerin ölüleri gömmesinden başka bir şey değil.”

“Çamur atan birileri hep olacaktır ve bunların çoğu seni bir an önce gömmeye can atan başka yazarlardır.”
Charles Bukowski

Charles Bukowski gittiğinden beri lafını hiç esirgemeyen hatta pek çok kişiyi tekmelemeyi başaran adamlar da yeryüzünden neredeyse silindi. Neyse ki kitap ve yazıları var, geriye dönüp bakınca Bukowski’nin nasıl önemli işler başardığını oradan anlıyoruz.

“Pis Moruk”, dünya umurunda olmayan bir adamdı; aslında umurundaydı da, söyleyip yazdıklarının kimi rahatsız ettiği konusunda hesapsızdı. Kahramanın Yokluğu adı altında derlenip toplanan deneme ve hikâyeleri, aynı biçemin devamı. Ölümünden sonra bulunan ve daha önce yayımlanmamış bu karalamalar, hem Pis Moruk İtiraf Ediyor’un halefi hem de Bukowski’nin hayatı ve yazılarında eksik kalan parçaların tamamlanmış biçimi. “Pis Moruk” atışlarını sürdürürken aynı zamanda dünyaya veda ediyor bir bakıma. Ama dövüşe dövüşe yapıyor bunu; deyim yerindeyse kuyruğu dik gidiyor. “Makineli tüfeği” daktilosundan otomatiğe bağlanmış halde “eleştiri kurşunları” savuruyor.

“EDEBİYAT MAFYASI”NA KARŞI DON PAÇA DİRENİŞ
Bukowski’nin sorunlu bir adam olduğu şüphesiz; sorunu önce kendisiyle, sonra sistemle, ardından hımbıl insanlarla ve nihayet kimseyi rahatsız etmeye yeltenmeyenlerle. Bu yüzden kahramanları da anlattıkları da uçlarda geziniyor. Okurun kulağına kar suyu kaçırıyor ya da onu yerinden zıplatmaya çalışıyor. Belki de bu nedenle kahramanları ve hikâyeleri kendisiyle iç içe geçiyor bazen. Onun neden “edebiyat mafyası” tarafından dışlandığını rahatlıkla anlıyoruz böylece.

Bukowski’yi “itici” yapan şeylerden biri, yazın alanında sonuna dek arkasında durduğu savaştan gerçek yaşamda kaçması. Kitapta bunu ısrarla vurgular ve savaştan beslenenlere çatar; “barışı pazarlamak zor” sözü de işte bu tavırla ilintili.

Onun farklı bir yerde yaşadığı ve olabildiğince çeşitli insanda ışık gördüğü de açık. Örneğin sanat ve eylem karışımını Bukowski başka yerlerde buluyor: “Her iyi insanın içinde sanat eylemi vardır. Tesisatçı da olsalar pezevenk de, bir süre sonra fark edersin. Zarafet ve rahatlık, cesaret ve görüş meselesidir. Ben İngilizce derslerinde, sanat kurslarında ve kapımı çalan diğer yazarların arasında değil, hapishanelerde, ayyaş hücrelerinde, fabrikalarda, hipodromda rastladım o insanlara.”

Bukowski’nin bu metinlerde öncekilerden biçem olarak farklı davrandığını söyleyemeyiz. Yine her şeyi açık seçik konuşup yazıyor, sözünü sakınmıyor ve midesi kaldırmayanları ölümüne kusturuyor. Aslında bu yaptığı, ne kadar başarılı olduğunu da gösteriyor. Salaş ve ayarsız ayar verici Bukowski, dünyayı daktilosuyla “tehdit ettiğini” sezdiriyor. Yeri geliyor şairlere kafası bozuluyor, bazen de dostuna sokakta yamuk yapan herhangi bir adama.

Kendisini “toplumla uyum sorunu yaşayan biri” diye tanımlayan Bukowski, bunu bir eziklik gibi görmez, tersine yaratılarında koz olarak kullanır; belki de dönüştürüp bir savunma ya da kendisini gözleme ve geri çekme aracı biçiminde. Onu öldüren ve ölümden kurtaran da bu. Kahramanın Yokluğu’ndaki hikâye ve denemelerde bunların izi var.

Kitabın önemli bir bölümünde şair havalarına girenlere (ya da “kartvizitli şairler”e) laf çarparken kendine özgü dürüstlüğü ve burun sızlatan dizelerine dair bir itiraf patlatmaktan geri durmuyor: “Şiiri kızlarla yatağa girmek için yazıyorum!”

Yazdıkları üzerine konuşmaktan veya konuşulmasından hoşlanmadığını bir kenara iliştiren Bukowski, aşkı öldüren fazla lakırdının, yazını da olduğu yere yıkacağını söyler. Bunu, yazarlara yönelttiği eleştiriyle pekiştirir: “(…) Pek çok yazar tanıdım; başarılı ve başarısız, sanatlarını kastediyorum. İnsan olarak kötü bir grup oluştururlar; nahoş, şirret, egosantrik, tehlikeli. Neredeyse hepsinin bir ortak noktası var: Hepsi çalışmalarını çok iyi bulur, hatta muhteşem. Başarılı olurlarsa hak ettiklerini düşünürler. Başarısız olurlarsa editörler, yayıncılar ve tanrılar onlara karşıdır. Pek çok kötü yazarın pazarlama taktikleriyle zirveye taşındığı doğru, her ne nedenden ötürü olursa olsun. Fakat pek çok büyük yazarın açlıktan öldüğü, kendini öldürdüğü ya da delirdiği ve daha sonra (ölü olmakla birlikte) büyük bir yetenek olarak kabul gördüğü de doğru.”

GÜRÜLTÜLÜ YAŞAM, GÜRÜLTÜLÜ YAZILAR
Bukowski’nin, şehri adım adım gezen bir “meczup” gibi algılanması işine de geliyor aslına bakarsanız. Ortalıkta görünmeden dolaşmasını sağlıyor ama yazdıkları etrafa saçılınca hemen herkesin tepkisini çeken bir adama dönüşüyor. Elinden kurtulmayı başaran pek az insan var. En baba eleştirilerini ise edebiyat çetelerine yöneltiyor: Bukowski, iyi yazar ve yazıları öteleyen, hatta onlara nefes aldırmayan çete üyelerine sürekli tokat atıyor.

Habire yuvarlanan, kovulan ve uyumsuzluğuyla nam salan Bukowski’nin, benliğinden hiç eksik etmediği dünyaya vurgunluk, ne kadar serserice bir hayat sürse de onu hep diri tutmayı başarıyor.

Bukowski’nin yazılarının da yaşamı kadar gürültülü olduğunu Kahramanın Yokluğu’nda da görebiliyoruz. Sataşıp dalaşmadan duramayan Bukowski, bazen umursamaz ve sorumsuz, bazen de özellikle ahbaplarına karşı son derece duyarlı biri biçiminde beliriyor. “İnsanları evine gelmekten soğutan bir tarzı olduğunu” belirtirken kendisinin de anlam veremediği şekilde mekân dolup taşıyor. O anlarda bile yapmak istediği değişmiyor: Biraları devirip kâğıda bir şeyler yazmak!

Bukowski’nin kitapta daha da aydınlanan edimi, yeraltını ters yüz etmesi; kahramanlarına, olaylara ve en önemlisi kendi yaşayışına bakıldığında “Pis Moruk”un yeraltından fırladığı seçilebilir. Hemen her şey bir anda değerini yitirir, içme ve yazma hepsinin önüne geçer; bu, hayatında büyük yer kaplayan (ve birbirinin ateşini körükleyen) iki eylem haline gelir.

Kitapta denemelerle at başı giden öyküler, her zamanki gibi ayrı bir âlem. Hepsi öyle bir kurguya sahip ki, sanki Bukowski’nin evinde; salonunda, yatak odasında, mutfağında ve hatta tuvaletinde geziniyorsunuz. Tabii hâlâ o evden kovulmadıysa! Başına buyruk dostlar, sokaktan gelip yatıya kalanlar ve Bukowski’nin şalterinin atıp kapı dışarı ettiği bir alay adamla dirsek temasında bulunuyorsunuz. “Kardeşlikten haz etmem, kendimi yalnızken iyi hissederim” diyen ve hep buna uygun olarak tek başına kalan bir Bukowski portresi de onca patırtı içinde gözümüze sokuluyor.

Pek çok metin ve kitabında olduğu gibi Bukowski yine gülümseyerek ağırlıyor bizi. Ama kimse aldanmasın, o güler yüzün altında son derece kesif ve cesur bir yergi gücü var. “İstediği gibi dans ettirebileceği revü kızlarına” ya da “makineli tüfek kurşunlarına” benzettiği sözcüklerle; biraz da şairane tavırla her tarafı yakıp yıkıyor. Geri zekâlılara, hiç çekinmeden “geri zekâlı” diyebilme açıklığıyla hareket eden Bukowski, gömülmeden önce ölenlere de selam çakıyor:

“İnsanların çoğu daha beş yaşındayken ölüm sürecine girer ve her geçen yıl aşikâr ve sakatlayıcı olandan sıyrılıp özgün varlıklar olma şansını biraz daha yitirir. Kendini farklı kılan hayat deneyimleri edinmiş ve edinmeye devam eden insanlar, sıradan yaşamın kıyısında kalır ve genellikle harikulade ucubelerle, kendine özgü vizyonları olan hayalperestlere dönüşür. Belki bunda tarihin de payı olduğu söylenebilir, fakat öyle bile olsa bu pay çok büyük değil, çünkü her gün karşınıza seçenekler çıkar ve yanlış seçimler, hayat karşıtı seçimler yaparsanız, gömülmeden çok önce ölürsünüz.”

Bir mahkûm “yalnız senin kitapların hücreden hücreye geçiriliyor” dediğinde, Bukowski’nin ömrünün özeti de ortaya çıkıyor. Bunun üzerine kaç sigara öldürüp ne kadar bira yuvarladığını ve kimlere kılıç savurduğunu hiçbir zaman tam anlamıyla bilemeyeceğiz…

Kahramanın Yokluğu/ Charles Bukowski/ Çeviren: Avi Pardo/ Parantez Yayıncılık/ 256 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 28.07.2011

22 Temmuz 2011 Cuma

KIRK YILLIK MİSAFİR (*)
ALİ BULUNMAZ

Baudelaire’in “yüzyılın en büyük yazarı” diye nitelediği Edgar Allan Poe, yaşamındaki karanlık noktaların çokluğu, bireyin duygularına seslenişi, yenilikçi oluşu ve kurgu ustalığıyla hayatı ve ölümündeki gizemiyle hep ilgi çekti.

İlk örneklerine Almanya’da rastladığımız ve 1820’lerde Amerika’ya ulaşmasıyla Romantik Akım’ın bu kıtadaki en önemli temsilcilerinden birine dönüşen Poe, özellikle kısa hikâyelerinde korku, polisiye ve gerilim türlerini bir araya getirdi.

Poe incelemeleri, hem birey olarak onu hem de Romantik Akım’ı masaya yatıran araştırmacıların başvuru kaynağı haline geldi. Bu anlamda eksiği ve özgünlüğüyle birçok Poe biyografisi yayımlandı; Peter Ackroyd’un Poe: Kısacık Bir Hayat isimli kitabı da bu kervana katıldı. Ackroyd’un Poe biyografisi ilk değil, son da olmayacak. Poe’nun gizemi sürüp imgelemine çeşitli açılardan bakıldıkça, yeni bilgi ve belgeler bulundukça incelemeler de artacak.

“MESELE ÇIKARAN ADAM”
Ackroyd’un kitapta sunduğu bilgiler, eserlerinde göze çarpan tekinsiz havanın Poe’nun hayatının özü olduğunu gösteriyor. Gezginliği ve arayışının yanı sıra, “lanetli ruh” yakıştırması, belki de yazara en uygun düşen ifadelerden. Baştan sona ya da sondan başa; her nasıl incelenirse incelensin Poe’nun kırk yıllık misafirliği dört bir yanda kalıcı izler bıraktı.

Ailesinin dağılmasıyla yalnızlığı tadan Poe’nun dünyayı sahne olarak algıladığı düşünülürse genel kural işlemeli ve “gösteri devam etmeli”ydi. Ackroyd’un verilerine göre, kendini bilmeye başladığı o günlerde hayal gücünü harekete geçiren şey Gotik binalardı.

Öğrencilik yıllarında bile, sözü geçen hayal gücünün etkisiyle aşkla mısra yazan biri olarak öne çıkar Poe. Evlat edinilmesi, okulda arkadaşları tarafından çok da kabul görmemesi ve yeni ailesiyle geçim sorunları yaşaması yüzünden öfkeyle dolan Poe’nun kırılgan kişiliği o yıllarda şekillenir.

Ruhunu açan alkolle ilişkisi de aynı dönemde başlar; “Timurlenk”in yayımlandığı zamanlar, Poe’nun içkiyle ferahlayışına denk düşer, Ackroyd’un satırları hem bunu hem de onun ruh halini önümüze koyar:

“Zevk aldığı için içki içmiyordu; yenilmesi imkânsız bir ihtiyacın kölesi olmuşçasına bir kadeh şarabı ya da likörü bir dikişte içtiği oluyordu (…) İçki, onu gelecek korkusundan kurtarıyordu. İçki, yoksulluğunu ve başarısızlığını unutturuyordu. İçki, öfkesini yatıştırıyor ve ona güven veriyordu. İçki, belki de çocukluğundaki mutluluğun birazını geri getiriyor, onu dünyanın baskısı ve zorluklarından kurtarıyordu.”

Tüm hayatı olay olan Poe, Ackroyd’un aktardığı üzere “mesele çıkarmaktan hoşlanan” yazar kimliğiyle en çok dergilerdeki hiciv yüklü eleştirilerinde boy gösterir. Hemen herkes Poe’nun iğnelemelerinden payını alır.

EKSİK BİR ŞEY VAR

Hikâyeleri ve yazılarıyla bilindik bir isim olmaya başlayan “yüzü gülmeyen adam” Poe’nun hayatındaki dönemeçlerden biri, “Kuzgun” başlıklı ilahi ve ağıt formundaki şiiri. Karanlık Poe’nun, simsiyah ve “asla”yı diline dolayan kuzgunu, hüzünlü ve öfkeli kimliğine şöhret de getirir.

“Kuzgun”, “insan müsveddesi”, “ayyaş” ve “bencil” diye nitelenen Poe’nun içten içe arzuladığı tanınma isteğini doyurur ama aynı günlerde hastalanma korkusu başta olmak üzere, ağır psikozlara kapılır; depresif hali alır yürür.

Adı geçen psikoza, Ackroyd’un da değindiği gibi eksiklik duygusu eşlik eder ve bu duygu, Poe’nun en çok aşk hayatında belirginleşir: “Poe her zaman noksandı, kendisine sevgi, hatta nezaket gösteren herkese tutkuyla bağlanıyordu. Soyut ‘güzelliği’, bilgeliğin ve tesellinin kaynağı olarak görmesinin nedeni buydu. Ama aynı zamanda, kendi pozisyonunu acımasızca hesaplıyor ve inceliyordu, zindanını oluşturan tüm öğelerin üzerinde duruyordu.”

Doğduğu günden başlayarak “talihsiz olduğuna inanan” Poe’nun sonu için Baudelaire, “ölümü uzun zamandır hazırlandığı bir intihardı” der. Arkasından hakaret edenler de olur fakat (içinde Doyle, Dostoyevski, Conrad ve Joyce’un da bulunduğu) büyük bir kesim tarafından takdir edilir.
Ackroyd’un hazırladığı biyografide doğal olarak birden fazla Poe var; yetim, öğrenci, gazeteci, editör, somurtkan ve âşık. Ancak hemen hepsinin ortak özelliği, aşamadığı bir duvarın dibine ve aslında korktuğu karanlığın tam göbeğine çökmüş bir adamın varlığı.

Hayatını mahveden o duvarın onu unutulmaz bir yazara dönüştürdüğü de ortada. Tam da Poe’ya göre bir durum bu; ironik, esrarlı ve trajik…

Poe: Kısacık Bir Hayat/ Peter Ackroyd/ Çeviren: Esin Eşkinat/ Yapı Kredi Yayınları/ 138 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 21.07.2011

14 Temmuz 2011 Perşembe

DELİKANLILIK ÇAĞI ÖYKÜLERİ (*)
ALİ BULUNMAZ

“Yaşamak lazım; şayet eylem adamı olmaya karşı koyar, kendini en sessiz inzivaya çekersen, varoluşunun değişkenliği seni içeriden baskına uğratacak ve sen de karakterini bunlar içinde ispatlamaya çalışacaksın, ister kahraman ol ister deli.”

“Alışkanlık, zaman duygusunun uykuya dalması ya da yorgun düşmesidir; hayatın, gençlik yıllarımızda geçmek bilmemesinin de sonradan gittikçe hızlanmasının da nedeni budur.”

“İnsan yalnızca bir birey olarak kendi hayatını değil, aynı zamanda ayırdında olarak ya da olmayarak, çağının ve çağdaşlarının hayatını da yaşar.”
Thomas Mann

Thomas Mann, hiç kuşkusuz Alman (ve dünya) edebiyatının en büyük isimlerinin başında geliyor. Goethe’nin yapıtlarını hep başucuna koyan ve eserlerinde pek çok temaya yer vermekle beraber ağırlıklı olarak yozlaşan burjuvaziyi işleyen Mann, zaman ve psikanaliz gibi izleklerle de karşımıza çıkar. Büyülü Dağ, bunun en başta gelen örneklerinden biri.

Burjuva geleneğini, Birinci Dünya Savaşı öncesi dünyanın durumuyla karşılaştırıp alaycı bir tavır takınarak eleştiren Mann, benzer bir temayı 1901’de yayımlanan Buddenbrooklar’da da işlemişti.

Dünyanın ekonomik buhran girdabına girdiği 1929’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Mann’ın 1936’da Alman vatandaşlığından çıkarıldığını da belirtmeli. 1944’te ABD vatandaşlığına geçen yazar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında sürgündeki Almanlar için Nazizm karşıtı radyo programları hazırladı ve Nasyonal Sosyalizm’in gelişiminin Almanya tarihinin bir sonucu olduğunu savundu. Bu anlamda, o günlerde Avrupa ve dünyada yaşananlardan esinlenerek kaleme aldığı yapıtlarının yanı sıra takındığı tavırla da yirminci yüzyılın önde gelen eylem adamlarından biri olduğunu kanıtladı.

Mann’ın, Birinci Dünya Savaşı öncesinde okurla buluşan ve Visconti tarafından beyazperdeye uyarlanan Venedik’te Ölüm’ü, sanatçının girdiği darboğazı anlatır. Venedik’e seyahat eden yazar Ahsenbach’ın orada tanıştığı Polonyalı Tadzio’ya hayranlığının öyküsü olan yapıt, salgın hastalığın kenti sarmasıyla ölümü kabullenen yazarın iç dünyasını bize açar.

Romancı olarak tanınan Mann’ın yazı serüveninde hatırı sayılır öneme sahip öyküleri de anmak gerekli. Bu nedenle filmi geriye sarıp yazarın Zor Saat adıyla yayımlanan toplu öykülerine göz atmalı.

“KAYITSIZLIK MUTLULUKTUR” (!)
Kitaba alınan ve bazıları birçok yerde yayımlanan öyküler, Mann’ın deyim yerindeyse çıtır zamanlarına denk düşüyor. Daha çok gençliğinin etkisiyle akan deli kan göze çarpıyor. Tabii o zaman ne kadarına izin varsa ve en fazla ne kadar dillendirilebiliyorsa.

Öykülerin kaleme alındığı döneme (1800’lerin sonu, 1900’lerin başı) bakılırsa, bugüne göre çok daha naif bir biçimde ve aslında hep aranıp özlenen ifade biçimleriyle karşılaşıyoruz. Örneğin “beni seviyordun, şimdi ağlayabilmenin nedeni bu” diyen bir kahramanla yüzleşebiliyoruz.

Öte yandan Mann, yine bildiğimiz gibi; yazma serüveninde başarılı olacağını hissettiren ve gelecekte ülkesinin en önemli kalemlerinin başını çekeceğini muştulayan hayli oturaklı konulara, ilk gençlik yıllarında değinmekten geri durmuyor. Kahramanlarının ağzından, dünya ve insanın damarlarına giriyor:

“Doğrusu hayat benim için yüce kelimelerden ibaretti, zira bunlar adına tek bildiğim, bu kelimelerin içimde meydana getirdiği korkunç ve hayalî sezgilerden başka bir şey değildi. İnsanlardan ilahî iyiliği ve tüyler ürperten şeytanlığı bekliyordum; hayattan hayranlık veren güzelliği ve korkunç olanı bekliyordum ve tüm bunlar için bir arzu dolduruyordu içimi; engin gerçekliğe, her nasıl olursa olsun tecrübeye, sarhoş edecek derecede azametli mutluluğa ve anlatılamaz, sezilemez korkunçluktaki acıya derin, kaygı dolu bir özlem (…) Istırabın sınırları var: Vücutta olanınki baygınlıkta, ruhta olanınki ahmaklıkta; mutluluğun durumu da farklı değil! İnsanın dertleşme ihtiyacı ise bu sınırların ötesinde yalan söyleyen sesler icat etmiş.”

İyi kadın ve erkeklerin, iyi arkadaşların bizi buyur ettiği öykülerle birlikte, Mann’ın kimi karakterleri büyük buhranlarla kıvranıyor. Bunun nedeni bazen aşk acısı bazen sanatsal anlamdaki yaratım sıkıntısı. Kahramanların bu durumu, haliyle tüm hayatını etkiliyor; kimisi ölümü eşeliyor kimisi ayna karşısında yaşamı sorguluyor kimisi de neye, neden sahip olamadığını anlamaya uğraşıyor. Bütün bunlar da gerçek bir umursamayı gerektiriyor; “kayıtsızlık bir nevi mutluluk olacaktır” diyen kahramanın sözü, Mann’ın hikâyelerinde (ve hayatında) izlediği yolu doğruluyor.

OKURA SESLENEN DOST
Sanatçının sıkıntısı ya da düşünürün yalnızlığı gibi ağır konuları ilk öykülerinde kendi biçemiyle ele alan Mann, insanoğlunun debelendiği dehlize girer; Hieronymus gibi kahramanlar yardımıyla sesini duyurur:

“(…) Bir insanın hayvansı dürtülerinin ahmak ve iyimser tezahürüyle yeryüzünde en yüksek şöhrete kavuşması gibi saçma bir gerçeğin önünde aklım duruveriyor! Güzellik… Nedir ki güzellik? Güzellik neyle gün yüzüne çıkarılır ve neye etki eder? Bunu bilmek imkânsızdır. Bir meselenin içyüzünü böylesine görüp de onlardan dolayı tiksinti ve öfkeyle dolmamak nasıl düşünülebilir? Arsız çocukların cahilliğini ve küstah düşüncesizleri, güzelliği yüceltip ona günahkârca saygı duyarak onaylamak, güçlendirmek ve güce kavuşturmak canicedir, zira bunlar ıstıraptan uzaktır, hele kurtuluştan daha da uzaktır (…) Bilgi diyorum size, dünyanın en derin cefasıdır ama bilgi, arındıran eziyeti olmaksızın hiçbir insanın şifa bulamayacağı Araf’tır (…) ‘Sanat’ diye bağırıyorlar; zevk, güzellik! Dünyayı güzellik zarfına koyup her şeye tarzın asaletini bahşedin! Kaybolun melunlar! Parıl parıl renklerle dünyanın sefaletini boyayıp örtebileceklerini mi düşünüyorlar? Dolgun lezzetin şenlik gürültüsüyle, eziyet çeken dünyanın inleme seslerini bastırabileceklerini mi sanıyorlar? Yanılıyorsunuz, utanmazlar! (…) Yalan söylüyorsunuz diyorum size, ben sanata küfretmiyorum! Sanat, akıl çelerek bedendeki hayatın güçlendirilmesini ve onaylanmasını tahrik eden, vicdansız bir aldatma değildir! Sanat, tüm korkunç derinliklere, varlığın utanç ve keder dolu tüm uçurumlarına merhametle ışıyan kutsal meşaledir; sanat, alev alıp tüm rezaleti ve eziyetiyle beraber kurtarıcı merhametinin içinde dağılsın diye dünyaya konan ilahî ateştir.”

Majör tınılardan minöre dönen hikâyelerle okura yeni kapılar açan Mann’ın, tutkularına kapılıp giden âşıkların öyküsünü anlattığı satırlarda bir konser salonunun duvarlarına çarpan sesler bizi Tristan’ın yaşadıklarına götürüyor. Belki de “küçük bir mutluluk ürpertisi ve sarhoşluğu dokunur yüreğe, aralarında özlemin serserice dolaştığı o iki dünya kısa, aldatıcı bir yaklaşmayla birbirini bulduğu zaman” denerek seslenilen Barones Anna’nın gittiği yere…

Mann’ın yardımıyla, masasında müsveddeler yığılı Jena’nın yanına da uğruyoruz. Sessiz ve loş evde, sözcüklerle dolmayı bekleyen öte yanda ise yazılı çizili istiflenen kâğıt tomarı arasında bocalayan Jena’nın durgunluğu. Onun çektiği acının kaynağını “hayatına büyük ve güzel isimler verebilme cesareti” oluşturuyor. “Tanrı olmanın kahraman olmaktan daha kolay gerçekleştiği” bir evren Jena’yı yoruyor.

Mann’ın bir başka kahramanı Herr Aarenhold’un ise farklı bir derdi var; geçen zaman ve insan. Mann, Aarenhold’u konuşturuyor: “İnsan yaşlanıyor, peki, bunu değiştiremeyiz. Ama mesele, eşyanın insan için yaşlanmamasıdır, bir de insanın hiçbir şeye alışamaması (…) Hayatınızdan tat almak, gerçekten bilinçli, sanatkârane şekilde tat almak istiyorsanız, asla yeni şartlara alışmaya uğraşmayın. Alışmak ölümdür, ahmaklıktır. Yaşamaya alışmayın, hiçbir şeyin sıradanlaşmasına izin vermeyin, lüksün tatlılığı için çocukça bir zevki muhafaza edin.”

Mann, yaşadığı dönemin tartışmasız en iyi gözlemcilerinden, bu özelliği öykülerine de yansıyor. Yarattığı karakterlerle hemen her kesimden (özellikle de ileride çokça eleştireceği burjuvaziden) insana dokunuyor.

Zor Saat’te kendine yer bulan, ayrıntıları öne çıkarışı ve evrenselliği yakalayışıyla dikkat çeken öykülere ilişkin söylenmesi gereken bir başka şey, Mann’ın kahramanlar aracılığıyla bizi dinleyen ve çaktırmadan bize omuz veren ya da seslenen sıkı bir dost gibi davranması.

Zor Saat/ Thomas Mann/ Çeviren: Sami Türk/ Can Yayınları/ 392 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 14.07.2011

8 Temmuz 2011 Cuma

MEYDANDA BİR ‘HAFİYE’ (*)
ALİ BULUNMAZ

Deneysel metin yazmak zor zanaat. Zaten edebiyatta deneme veya deneysellik kavramlarının üstüne atlayıp tepetaklak yere çakılanların sayısının fazlalığı göz önüne alınırsa, bahsedilen zorluğun derecesi de kavranabilir.

Bir de işin öbür tarafı var: Deneme ya da deneysel metinleriyle okuru çarpan az sayıda yazar bulunuyor. Örneğin Georges Perec. Kaleme aldığı hemen her metinle okuyanı veya okumaya çalışanı sallayan Perec, en durgun an, en absürd durum ve en olmadık zamanlardan bir şeyler türetebiliyor. Bunların zemini de sağlam ayrıca. O nedenle Perec okumaları yoğun dikkat gerektiriyor, yoksa heyecana kapılıp ayaklarınızın yerden kesilmesi işten bile değil. Yani, büyük balona binip yükselmeye başlayabilirsiniz. Sonuç tam bir felaket olabilir, çünkü Perec metinleri insanı balona bindirme değil, balondan indirme üzerine kurulu.

Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi, Perec’in sözü geçen deneysel çalışmalarından ve Paris’in Saint-Sulpice Meydanı’nda akıp gidiyor. Sıradan anların sıra dışı yanlarını büyüteç altına alan yazar, hiçbir şey ifade etmeyen ayrıntıların aslında nasıl büyük anlamlar barındırabileceğini kendi biçemiyle aktarıyor.

MEYDANIN ÜÇ GÜNÜ
Perec, Saint-Sulpice Meydanı’nda olup biteni şavullar ve insanları, güvercinleri, mekânlarla nesneleri dikizlerken daha önce sadece gelip geçtiği ve belki de hiç dikkat etmediği ayrıntıları yakalamanın keyfini sürer. Ne yazmayı amaçladığını da baştan söyler ki yanlış anlama olmasın:

“Benim yapmak istediğim [daha önceki] çalışmalarda yer almayan, o arkada kalmış gibi görünenleri betimlemek; genelde dikkatimizi çekmeyen, kendini fark ettirmeyen, önemsiz diye nitelenenleri listelemek; zaman, insanlar, arabalar ve bulutlar dışında hiçbir şeyin hareket etmediği anlarda yaşananları anlatmak.”

Perec, meydanın bir köşesine çökmüş elinde kalem önünde defter, 18-20 Ekim 1974 günleri arasında saat saat, tıpkı bir hafiye gibi ne gördüyse işliyor. Karşımızdaki, aslında Perec’in öbür metinleriyle karşılaştırıldığında son derece “basit” ve “anlamsız” görünüyor. Daha da ötesi, “hemen herkesin yapabileceğinin” kâğıda dökülmüş hali. Ama şu da var ki Perec yalnızca bakmıyor; hareketi ve ayrıntıları hiç fark etmeyebileceğimiz ölçüde seçiyor. Bir anlamda sanki meydanda o değil, biz oturuyoruz.

Kafeden kafeye seğirten yazarımız, meydandaki hareketliliği ölçüp biçerken bunların gerçekte “duruş biçimlerini” yansıttığını belirtiyor. İnsanların bütün eylemleri; dudak hareketleri, eller, mimikler ve konuşmalar, enerjinin neye harcandığını göstermese bile nasıl boşaltıldığının kanıtı.

Perec’in kafaya taktığı şeylerden biri de “zamanı bölümlere ayıran” ve “ritim oluşturan” otobüsler. Onlar dışındakileri “rastlantısal” diye niteleyen yazar, otobüslerin meydana “zorunluluk katan” tek şey olduğunu not ediyor. Otobüs kullanımından karakter tahliline de giriştiğini söyleyelim:

“Tek bir hareketle park etmeyi başaran otobüs şoförüyle dakikalarca süren zorlu çabalardan sonra park etmeyi başaran bir otobüs şoförü arasında ne fark vardır? Akla uyanık olma, ironi, yardım alma geliyor (…) İnsan otobüslerin geçtiğini fark etmez ki, onları görmesi için bir otobüsü beklemesi ya da otobüslerden inecek birini karşılamaya gelmesi (…) gerekir.”

YAZARIN ZAFERİ
Meydan, bir hızlanıp bir yavaşlayan yağmur gibi. Perec, düzeni otobüslerin geçişi üzerine oturturken gördüğü yüzlerle bazen tekrar karşılaşıyor. Anlayacağınız Perec artık meydana hâkim. Öyle ki oranın hareketliliğine alışanların son derece durağan sandığı anlarda Perec, eylemin kalbine inip meydanın sözcüklerle krokisi ve resmini çizmeye koyuluyor.

Taşınan gazete, poşetteki yiyecek içecek, masalarda kulağa çalınan konuşmalar, otobüsteki yolcuların tavırları, sokak lambasının göz kırpması gibi kareleri atlamayan Perec, adeta alanı çarpanlarına ayırıyor. Bizi, Saint-Sulpice Meydanı'ndaki sesleri işitmeye davet eden Perec metni, daha doğrusu notlar, her türlü çağrışıma da açık. Kesik kesik cümleler, gitmek için çatallı yollar sunuyor.

Perec’in Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi’ndeki tavır ve notları, meydanın faaliyet raporunu defterine nakşeden; kalemiyle meydanı fetheden muzaffer bir yazar duruşunu andırıyor.

Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi/ Georges Perec/ Çeviren: Ayşe Ece/ Sel Yayıncılık/ 64 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 07.07.2011