29 Nisan 2008 Salı

DÜN VE BUGÜN (*)
ALİ BULUNMAZ

Turgut Özakman, kitabın sonsözünde Türk gençliğinin önünde iki tarih bulunduğuna dikkat çekmektedir: Romanın temel olarak aldığı ''sağlıklı ve dürüst, belgelere dayalı, hepimize gurur veren gerçek tarih'' ile ''Cumhuriyet'i yıkmak için çabalayanların uydurduğu, yalanlarla dolanlarla dolu, sahte tarih'' (s. 688). Bu belirlemelere şunlar da eklenebilir veya bu belirlemeler şu şekilde daha da ileri götürülebilir: Bazıları tarihi olayları yaratırlar ve tarihin akışını değiştirirler; bazıları bu tarihi yazarlar; bazıları da tarihin kendilerine uygun bölümlerini ya kabul ederler ya altını oymaya çabalarlar ya da o tarihi bütünüyle reddederler. İşte günümüz Türkiye'sinde önemli bir gerilim alanı yaratan veya en azından yaratmaya gebe olan ayrımların başında bu görüşlerin ve tavırların yarıştırılması gelmektedir.

Şu Çılgın Türkler neden yazılmıştır? Daha da önemlisi neden bu kadar ilgi görmüştür / görmektedir? Kitap, bugünlerde unutulmaya yüz tutmuş onur mücadelesinin bir yansıması ve anlatımıdır. Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış bir ulus, anlaşmalar yoluyla paylaşılmaya çalışılmaktadır. Anlaşmaların adil olmadığını düşünen, ulusun bağımsızlığını savunan veonuru her şeyin üzerinde tutan bir avuç çılgın Türkten, tüm Anadolu'ya yayılan bir savaşımın ifadesidir burada anlatılan. Birinci Dünya Savaşı'nın kazanan devletleri, Anadolu'daki kıpırdanmalar karşısında ''kağnı, kamyonu yenemez'' yorumunu yapmışlardır (s. 136). Aslında hem Kuvay-i Milliye hareketi hem de bu hareketin gündemdeki bu anlatımı kağnının, kamyonu yenebileceğini ve bu yenginin ne şartlarda gerçekleştiğini gözler önüne sermektedir. Hem halk hem de orda eşit şartlardadır. Bir başka deyişle yoksulluk / yoksunluk, halk ile orduyu yakın kılan bir unsurdur, o kağnı, hem halktır hem de ordudur:

''Milli ordunun üniformasız, postalsız, kütüksüz, matarasız, yemek torbasız, sırt çantasız askerlerine halk alışmıştı, hiç gocunmuyordu artık. Kendileri de yoksuldu, ordu da. Birbirlerine yakışıyorlar.'' (s. 462).

Milli mücadele, düşmanın yanında en büyük düşman olan cahilliği de ortaya koymuş ve onunla da savaşılması gerektiğini göstermiştir. Bugün Cumhuriyet'e saldıranlar, dün de aynı yolu izlemişlerdir, hurafeler, çarpıtılan gerçekler ve en önemlisi buna hazır, gün görmemiş beyinleri kullanmak. M. Kemal hem o güne hem bugüne hem de yarına seslenmektedir:

''Anadolu'yu yüzlerce yıl, yalnız canına ve malına ihtiyacın olduğu zaman hatırlarsan, bunun dışında kaderine terk ve cehalete teslim edersen, sonuç tabii böyle olur. İnsanlarımızı okutmamış, bilinçlendirmemiş, kafalarını ve yüreklerini milli bir terbiyeden geçirmemişiz ki. Cami okullarında ve medreselerde, ne tarih, coğrafya dersi verilir ne de vatan, millet nedir öğretilir. Bu yüzden iki yıldan beri düşman kadar, cahil, gafil ve hainlerle uğraşıyoruz.'' (s. 216).

Kitaba gösterilen ilgiyi, bir başka açıdan ele almak da mümkündür. Kurtuluş Savaşı, işgalcilere karşı bir tepki olmakla birlikte aynı zamanda işbirlikçilere karşı koymayı da hedeflemektedir. Bugün olduğu gibi dün de aynı sorun gündemdedir. Kitapla adı geçen Ali Kemal Bey ise bunlardan sadece bir tanesidir; bir İngiliz arkadaşıyla konuşurken görüşlerini dile getirmiştir:

''Demiştim sana, Ankara ordusu Yunanı yenemez. Yenemiyor işte. Yunan ordusu yarın öbür gün Ankara'ya girer, bu haddini bilmez serserileri yakalar. Çok da iyi olur. Bu kuru gürültü biter, başımızı dinleriz. İstiklâl, hürriyet, milli ant, milliyetçilik filan gibi iyi tınlayan içi boş laflarla vakit kaybetmez, tıpkı Yunanistan gibi İngiltere'ye bağlanırız. Her sorunumuzu çözecek tılsım budur.'' (s. 448-449).

Kurtuluş Savaşı Nasıl Kazanıldı?
Çanakkale Savaşı'ndan başlayıp, Kurtuluş Savaşı'yla doruğa ulaşan, düşmanın sadece evliyaların ve mistik kişiliklerin yardımıyla kazandığı tezi, günümüzün siyasi ve sosyal ortamıyla uyum içindedirler. Kurtuluş Savaşı'nın nasıl kazanıldığı açık seçik anlatılmaktadır burada. Karamürsellilerin çabası bir örnek olarak gösterilebilir. Üsteğmen ile yöre halkı arasındaki diyalog önemli bir belirleme niteliğindedir.

''Üsteğmen şaşkınlık içinde, 'Bu koca topları buraya nasıl çıkardınız' diye sordu. bilge görünüşlü bir ihtiyar, gülümseyerek, 'Değişik bir milletiz' dedi, '...işler düzgünse ertesi günü bile düşünmeyiz, birbirimizi yeriz. İşler karıştıkça ağır ağır uyanmaya başlarız. İyice karışınca da, kenetlenip olmayacak işler başarırız. Bunları da buraya böyle çıkardık. Çıkarmadık, uçurduk.'' (s. 162).

Bunun ötesi ise siyasi rant için bu büyük mücadeleyi, tarikat masallarında meze etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.

Şu Çılgın Türkler sayesinde Turgut Özakman, tarihin hem de günümüzde ezberliterek, içi boşaltılarak ve hakaret edilerek unutturulmaya çalışılan Kuvay-i Milliye kesitinin sadece kuru, sıkıcı ve hamasi şekilde yazılamayacağını göstermesi bakımından, yazın sahnemizde ayrı bir yere sahip olduğunu hatırlatmıştır. Ayrıca bu kitap, bir Kurtuluş Savaşı miti değil; Kurtuluş Savaşı gerçeğidir. Ders kitaplarının söyleminden ötede, oralarda sözü geçmeyen kişiliklerin (örn. Albay Nazım'ın, savaşta kullanılmak üzere yapılan kayıkları bedelsiz veren İlyas Kaptan'ın s. 151 vd.) efsane sığlığına inmeden yalın ama bir o kadar da etkileyici anlatımı vardır. Zaten zor olan da bugüne kadar gidilmeye cesaret edilmemiş / pek az edilmiş yalınlık yolu gibi gözükmektedir.
Gerçeğin göstergelerinden sapmaksızın anlatılan savaşlar, ezberleyip geçtiğimiz ve anlamını kavramakta zorlandığımız naif duyguları, sadakati ve görev sorumluluğunu hatırlamamız gerektiğini imlemektedir; tıpkı M. Kemal’le konuşması sırasında Çiğiltepe’yi yarım saat içinde alacağının sözünü veren, ancak bunu başaramayan Albay Reşat’ın sorumluluk anlayışı gibi:

''Yarım saat dolalı hayli olmuştu. Çiğiltepe düşmemişti hâlâ. M. Kemal Paşa Reşat Bey'le konuşmak istedi. Telefona emir subayı üsteğmen Bozkurt Kaplangı çıktı. 'Reşat Bey'i istemiştim'. Bozkurt zorlukla 'Reşat Bey az önce intihar etti efendim' dedi '...size bir açıklama bırakmış. Peki, okuyorum:' Yarım saat içinde size o mevzii almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.'' (s. 623)

Bulandırılan Kavramlar
Bugün gazetelerde, televizyonlarda ve bazı üniversitelerde bir tartışmadır gitmektedir: Yükselen ulusalcılık. Genelde ulusalcılık, aşırı milliyetçilikle aynı kefeye konup, seviyesizce eleştirilmektedir. Hatanın kaynağı, aşırı milliyetçilikle, ulusalcılık kavramlarının özüne ilişkin bilgi yetersizliğidir. Neyin ne olduğunu anlamadan, bilmeden fikir yürütmek de doğru olabilir mi, öncelikle tartışılması gereken odur. Aşırı milliyetçiliğin en önemli örnekleri, yüzyılımızı kasıp kavuran İkinci Dünya Savaşı öncesinde beliren, İtalya'daki faşizm ile Almanya'daki nasyonal sosyalizmdir (nazizm). Arınmış bir ırk yaratmayı amaçlayan ve güncel deyişle ''öteki''ni dışlayan; biz ve onlar ayrışmasını temel alan faşizm ve nazizm, aşırı milliyetçiliğin teoriden pratiğe dönüşmüş biçimleridir. Ulusalcılık ise, toplumun yararını savunan, ilerici ve aydınlanmacı bir yapıdadır. Ulusalcılık (bir anlamda aşırı olmayan, savunan milliyetçilik), ''toplumdaki bir kesimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak ve kolaylaştırmak amacıyla kullandığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesim tarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.'' (1).

Aradaki farkı kavrayabilmek, tartışmalara daha ayakları yere basar bir nitelik kazandıracaktır. Bu farkı anlamanın/anlatmanın yolu ise sağlam bir eğitim ve o eğitimi ortaya koyacak nitelikli bir eğitim politikasıdır. Abdülmecit'in milliyetçilik politikasını ''delilik'' olarak nitelendirmesi karşısında, M. Kemal'in yanıtı yine sadece o dönemle sınırlı kalmamaktadır:

''İstanbul'da böyle düşünenler az değil. Bu kafalar için akıllılık, bir büyük devletin sömürgeci ya da uydusu olmak, onlarca yönetilmek, yönlendirilmek. Adamlarda istiklâl anlayışı, milli bilinç ve onur yok. İnsan bu anlayışı, bu bilinci, bu onuru içgüdü gibi içinde bulmaz. Bunlar eğitimle ve düşünülerek kazanılır. Bunların eğitiminde ve düşünce dünyalarında bu gibi kavramlar yer almıyor.'' (s. 411).

Dünün Çılgınları, Bugünün Çılgınları
Günümüzde çılgınlık, kahramanlık ve mücadele gibi kavramlar da, diğer her şeyin başına gelen sonu paylaşmaktadır: Anlamlarından ve tarihi önemlerinden sıyrılıp popülerleştirilmişlerdir. Ancak bunları popülerleştirenler şunu biraz unutmaktadırlar: Gerçek kahramanlar, gerçek çılgınlar ve gerçek bireyler sahte olanları mutlaka yenilgiye uğratacaklardır. Neden mi? Horkheimer'a kulak verelim: ''Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için direnirken, acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir.'' (2).

Bugünün çılgınlarının seleflerini anlatan Şu Çılgın Türkler'de Turgut Özakman, kör milliyetçiliğin gayya kuyusuna dalmadan, Kurtuluş Savaşı'nın neden başladığını, zor şartlar altında neler yaratılabileceğini ve zaferin ne şekilde kazanıldığını, tatsız bir anlatımın ötesine geçerek, üstelik zoru başararak bu savaşın romanlaştırılarak anlatılabileceğini gösteriyor bize; bu kitabı tekrar tekrar ve ağır ağır okuyalım, anlayalım, anlayalım ki anlatılanları tekrar yaşamayalım diye. Kitabın anlamı ve derinliği de buradadır.

Ya bugünün çılgınları: Kimisi (Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, A. Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Ruhi Su, v.d) hayatta değil, kimisi de (Türkan Saylan, Güldal Mumcu, Fazıl Say ve elbette Turgut Özakman v.d) sahtelerinin arasında gerçek çılgın olarak yaşamanın zorluğunu göğüslüyor: ''Unutmayacağız'' derken, edilgin biçimde unutmamak yerine, aktif şekilde hatırlamamız gerektiğini vurgulayarak ve bu yönde mücadele ederek…

Şu Çılgın Türkler / Turgut Özakman / Bilgi Yayınevi

***

Notlar:

(1) Ahmet Taner Kışlalı, Siyasal Sistemler (4. Basım), İmge Kitabevi, 1998, Ankara, s. 118.
(2) Max Horkheimer, Akıl Tutulması (4. Basım), çev. Orhan Koçak, Metis Yayınları, İstanbul, 1998,
s.168.

(*) Cumhuriyet Kitap, 04.05.2006.