21 Ekim 2011 Cuma

DERİNİN ALTINDA NE VAR? (*)
ALİ BULUNMAZ

“İnsan bedeni, onun ruhunun en iyi resmidir.”
Ludwig Wittgenstein

“Deri, insanın öyküsünün sismografıdır.”
David Le Breton

İnsanı anlayıp anlatmak kolay gibi görünen ama cangılda, türlü tehlikelerle burun buruna gelmeye benzeyen netameli bir iş. Dolayısıyla insan bilimleriyle uğraşanların sabrının sınandığı da mutlak. Buna bir de insan bilimlerine “lafoloji” yakıştırması yapılınca sinirler yıpranabiliyor.

“Lafoloji” etiketinin alt kolları da var; örneğin, antropologlara “vantrolog” denip dalga geçildiği de oluyor. Oysa bu angutça yakıştırmaların kesif bir cahillikten kaynaklandığı ve genel olarak insan bilimlerinin anlaşılmak istenmemesinden doğan kolaycı yola sapıldığını da unutmayalım.

David Le Breton böylesine “şanssız” isimlerden sadece biri. Yıllarını beden ve riskli tavırlar antropolojisi gibi bir gayya kuyusuna adamış. Sadece antropolog değil, aynı zamanda sosyolog. Ten ve İz adını verdiği çalışma, antropologluğu ve sosyologluğunu yan yana getiren; bedene acı vermenin insan için ne anlama geldiğini ya da gelebileceğini sorgulayan bir yapıt. Kısacası ortada mazoşist bir durum var.

“KİŞİSEL DEĞERİ SINAMAK”
Le Breton, incelediği “vakalar” kadar “zor virajda”, çünkü o bir insan bilimci. Bu yüzden, insan bilimlerinin içeriğini kavrayamayanlar karşısında maça yenik başlıyor. Onun anlamaya çabaladığı şey, herhangi bir patolojik durum söz konusu değilken acı çekmeye ve bedeninde iz bırakmaya uğraşanların bu davranışının kökeni veya nedeni.

Dövme yaptıranlara “deli” gömleği giydirmeye yeltenmek ya da acı ritüellerini eksiksiz uygulayanları “sapkın” diye yaftalamak ne ölçüde “normal” karşılanabilir? Le Breton’un çıkış noktası bu; belki de tuhaflık etiketleyenlerde, olamaz mı?

Le Breton, gövdeye atılan çiziklerin, oluşturulan yaraların ve yaptırılan dövmelerin “kimlik işareti” biçiminde görülmesini isteyince, insan bilimlerine önyargıyla bakanlar elinin tersini onun suratına çarpmaya hazırlanabilir. Le Breton bunu bekler zaten: “Bedenine kesik atan biri hayatını kesinlikle tehlikeye sokmaz. Ama bilinçli biçimde bedene zarar verilmesi insanları şaşırtır, çünkü bunlar Batılı toplumlarımız için kabul edilmesi mümkün olmayan aykırılıklardır.”

Le Breton’a göre bedene atılan her çizik, kesik veya uygulanan yakma işlemi “yaşama karşı çıkma”, bireyin “kendinden emin olma çabası” ve “var oluşuyla beraber kişisel değerini sınaması” demek. Yani bedene verilen her “zarar”, bir anlam yumağı ve Le Breton bunun ancak bireyin eylem öncesindeki öyküsünü kavramakla farkına varılabileceğini söyler, ötesini de şöyle açıklar:

“Birey kendi bedeninde bir tahribat yaparken hayattaki başka bir varlığa çağrıda bulunur, kendinden kurtulmayı, başka biri olmayı ve kendisini daha kalıcı bir biçimde yeniden tanımlamayı umut eder. Bu eylem kesinlikle körlük değildir. Düşünceyle ilişkili değildir, bireyin belli tavır ve davranışlarından kesinlikle kopuk olsa da mantıksız değildir. İçgüdüyle ilişkili olsa da düşüncesizce yapılan bir davranış değildir. Kurtulma olanakları konusunda tercih bırakmayan bir sıkıntıdan sıyrılmasını sağlar.”

DERİ DEĞİŞİMİ
Beden ve onu kaplayan deriyi övmenin, yüceltmenin ve kutsamanın yanında onu dönüştürerek anlamın kaydedildiği bir yüzey haline getirmek de olası. Le Breton ikinci bölüme odaklanıyor. Deri üzerindeki anlam çiziklerini kavramaya yönelirken bunun nasıl bir hınç veya yansıtmaya dönüştüğüne dikkat çekiyor.

Kişinin kendi içinde bir başka kişi taşıdığı ve tenin bunu örten, bazen de zorlayan bir yapı haline geldiği atlanmamalı. O zaman da konu bir başka mecraya sapıyor; Le Breton’un da dediği gibi deri “ben ve öteki, özellikle de bendeki öteki arasında bir savaş alanına” evriliyor.

Le Breton’un ifadesiyle insanı “iç içe geçen sayısız labirentten kurulu bir varlık” olarak kabul edeceksek bedeninde oluşturduğu izleri “ben”i aşma veya farklı bir yere taşıma arayışı şeklinde algılamamız da gerekir. Bir bakıma, kişinin kendini öbürlerinden ayırma adına kullandığı gösterge veya simge haline gelir bu izler. Bedene “yeniden sahip olma” dürtüsünün dışavurumudur bu edim: “Bedene kesikler atmak, bedende yaralar açmak, biçimi düzenleyerek kabul edilebilir bir benlik imgesi oluşturmaktır.” Benliğin sınırlarını meydana getiren deri, birey tarafından işlenince kaostan kurtulma eylemi de başlar; yaratılan her iz, bireyin kırılganlığa teslim olmayışını imler.

Bir mahkûm ya da hayatta kendini kaybeden olarak gören herhangi bir kişinin bedeninde kesikler oluşturması Le Breton için o boğulma hissini hafifletip aşmaya yönelişe işaret eder. Bu, hem karşısındakini etkileme hem de güçlenmenin vurgulanışıdır:

“Kesik öncelikle bir anlam cerrahisidir. Istırabın fiziksel acıya dönüşmesi bireyin dünyaya geçici olarak yerleşmesini sağlar. Rahatlamanın etkisi koşullara ve bedenine saldıran insanlara göre farklı biçimlerde azalır (…) İnsanın kendini yaralaması ıstırap değil, ıstıraba karşı çıkmadır; bir uzlaşma, anlam verme denemesidir.”

Le Breton’un verdiği örnekler, bedene kazınanların “kendini yenilemenin” hatırı sayılır bir parçası olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bedene her müdahale “yeni sorumluluklar yükleyen, beklenmedik kırılganlıklara kapı açan dayanılmaz bir bedenin gelişmesini simgesel olarak engelleme” veya arınma amacı taşıyor, bir ölçüde de var olduğunu hissetme duygusu.

Çizik atma ve yaralama babındaki deri değiştirme, eskiden ve önceki yaşanmışlıklardan kurtulma anlamında bir tür temizlenmeyi de simgeler. Bu kesik ve yaralar, örselenen kişinin kurtuluşu, haline gelir; aynı insan, bedeninin sadece kendine ait olduğunu bu yolla haykırır.

Le Breton’un kitapta mahkûmlara ayırdığı yerin hiç de az olmadığı ortada. Bir mektupla veya gelen kötü bir haberle harekete geçen mahkûmun bedenine uyguladıkları, öbürleriyle üç aşağı beş yukarı aynı amaca hizmet eder: “Bedene zarar vermenin amacı hiçbir biçimde egemenlik kurulması mümkün olmayan dışa bağımlı takıntılı bir kaygıya son vermektir: Yas, ayrılık isteği, bir yakının hastalığı, bir çocuğun evden kaçması gibi. Ailesi, çocuk ve dostları için yaşam onsuz devam eder. Dışarıda aciliyet baskısını hissettirirken radikal bir güçsüzlük durumu nedeniyle eyleme geçiş ağır basar. Bedene zarar verme, huzur bulmak için hiç bitmeyen bir sıkıntı ya da endişeyi sonlandırma girişimidir.”

Her nerede olursa olsun, hangi ruh halinde bulunursa bulunsun bedene kesik atma Le Breton için “çaresizlik ve güçsüzlükten kurtulma; insiyatifi bireye bırakan sembolik bir biçim” şeklinde değerlendirilir.

MİKROPTAN ARINDIRILMIŞ BEDENE KARŞI
“Beden, dünyanın sorgulandığı ışıltılı bir yer” biçiminde algılanmaya başlandığı günden bu yana, sanat yapıtı olarak da görülür. Le Breton’a göre amaç da biraz farklılaşıp “güzelin ifade edilmesinden öte tenin kışkırtılması, bedenin dönüştürülmesi, tiksinti ya da nefret duygusunun kabul ettirilmesi ve içe atılanın fışkırtılmasına” doğru dümen kırar. Bunun anlamı, “bedenin madde olarak sahneye çıkmasıdır.” Kişi bedenini ve orada oluşturduğu izleri kullanarak dayatılan sınırlara başkaldırır. Le Breton için söz konusu isyan, “mikroptan arındırılmış beden düşüncesine kafa tutmadır.”

Sanat yapıtına dönüşen beden aracılığıyla acının yüceltilmesi hedeflenmez; “et, gülünç biçimde hatırlanır ve çağdaş teknolojinin geçersiz kıldığı bedensel mekanizma protesto edilir.”

Le Breton, bedene kesik atma ya da gövdede herhangi bir şekilde iz bırakmanın bireyin kendini yeniden tanımlama isteğiyle koşutluk gösterdiğini bir kez daha tekrarlar. Böylece rutinin ya da sunulanın dışına çıkılır. Kişi, bedenini yaralayarak incinen ruhunu onarmaya girişir: Bütün adına parçayı gözden çıkarma güdüsü gerçekte kime hizmet ettiğini veya son amacını bilmez, buradaki en belirgin şey denetimi yeniden ele geçirme isteğidir.

Le Breton’un kitap boyunca anlattıklarını “saçma” bulacak “normal” ve “sağlıklı” pek çok insan hemen ayağa fırlayıp had bildirmek isteyebilir. Ancak o sabit bakış açısı yerine bedeni çizme pekâlâ “trajik bir gösteri” ve gövdenin kesilmesi de bireyin kendini bir şekilde “iyileştirme girişimi” olarak algılanabilir…

Ten ve İz/ David Le Breton/ Çeviren: İsmail Yerguz/ Sel Yayıncılık/ 144 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 20.10.2011

13 Ekim 2011 Perşembe

“KÖPEK CİLASI”NA ÖVGÜ (*)
Ali BULUNMAZ

Roman ve yazılarında ele aldığı pek çok ciddi konunun, üst kurmaca metinlerin ve kimi ahlaki sorgulamaları içeren ağır sayılabilecek anlatımlarının yanında, Tom Robbins’in en önemli özelliği eğlenceli bir yazar olması.

Okurla arasına aşılmaz duvarlar koymayı sevmeyen Robbins, ne kadar ciddi konulara dalarsa dalsın okuru gülümsetmeyi de hiç unutmuyor. B, Bira’nın yazılışında da yazarın karakteristik biçeminden yansıyan bu öğeleri bulmak mümkün.

“Arpa suyu”na çocukça bir bakışı yansıtan B, Bira’da, Robbins’in hedef kitlesinin ufaklıklar olduğu pek tartışma götürmüyor. Satır aralarına biraya ilişkin eğitici ve öğretici bilgiler sıkıştırdığı da doğru. Ancak bu kadar değil. Beş karakter (kız çocuğu Gracie, annesi Karla, babası Charlie, uçuk amca Moe ve Bira Perisi) arasında geçen öykü, aynı zamanda büyükler için de eğlencelik. Yani, büyüklere masal anlatma gibi absürd bir işe soyunmuş Robbins. Bunun girizgâhı ya da ipucu şu cümlede karşımıza çıkıyor:

“Birden fazla dünya olduğunu hissettiğiniz ya da düşündüğünüz oldu mu hiç? Size de bazen sanki her sabah uyandığınız bildik bir dünya ve bir de onun sağında ya da solunda, bir türlü ulaşamadığınız, içinde bir türlü tarif edemeyeceğiniz veya tam olarak tanımlayamayacağınız ilginç şeyler yaşanan (kimisi harika kimisi üzücü) bir başka dünya varmış gibi geliyor mu?” Robbins’in sözünü ettiği, Gracie’nin kapısında beklediği; “köpek cilası”nın büyülü dünyası.

“Bira Perisi”nin belirip genellikle “aşırı bira tüketiminden sonra” karşımıza dikildiği bir “dünya” bu. Gerçekte uzağa düşen bir yer değil; arpa tarlasındaki koşturmacayla başlıyor her şey. Eşek yeminin, nasıl keyif verici hale dönüştüğünü anlatmaya çalışıyor Peri. Sonra gelsin tohumlar, işlemler ve üretim aşamaları.

Dünyada her yıl otuz beş milyar litre bira tüketildiği düşünülürse, “Bira Perisi”nin Gracie’yi tanıştırdığı fabrikaların neden arı gibi çalıştığı da anlaşılabilir. “Bira Perisi”nin, Gracie’nin kulağına küpe olsun diye uyarıları da duyuluyor arada:

“Birayı bir araç olarak düşünenler, onun hiç de güvenilir bir taşıma aracı olmadığını bilmeli. Eski bir at arabasıdır o; unutulmuş güçlerin, tarım dünyası ruhlarının, toprağın ve ekinlerin kadim ruhlarının itip çektiği bir vagon.”

Robbins’in “Bira Perisi”, Gracie’ye bu “garip” içkinin gücünü anlattırırken onun herkesi, kişiliğinin keşfedilmemiş ya da bilerek gizlenmiş noktalarına götürdüğünü aktarır. Burada sözü geçen, “cesaret” ile “sahte cesaret” arasındaki ince ayrım. Peri’nin dediğine göre, bazen “sahte cesaretin varlığı, cesaret yokluğundan daha iyi.”

“Bira Perisi”nin peşine takılan doğum günü çocuğu Gracie’nin maceraları, az biraz Alice Harikalar Diyarında’yı andırıyor. Belki ondan çok daha kısa ama Alice’le Gracie arasında bir yakınlık olduğu söylenebilir.

Gracie’nin zihninde dönüp duran sözler, yaptığı geziden yanına kâr kalır: “Sıradan dünya sadece gerçek dünyanın, daha derinlerdeki başka bir dünyanın üzerindeki köpüktür.”

Robbins bizi, Gracie’yle “Bira Perisi” (ve elbette öbür karakterler) eşliğinde çocuklara masal tadında gerçeklerle, büyüklere bildiklerinin masalsı anlatımıyla gırgır bir geziye çıkarıyor. O zaman Robbins’in ağzından soralım: Siz hiç “Bira Perisi”ni gördünüz mü ya da gördüyseniz onun peşine takıldınız mı?..

B, Bira/ Tom Robbins/ Çeviren: Aysun Babacan/ Ayrıntı Yayınları/ 102 s.

(*) Sabit Fikir, 03.10.2011 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/%E2%80%9Ckopek-cilasi%E2%80%9Dna-ovgu]
YENİ BİR ÜLKE BULAMAZSIN… (*)
Ali BULUNMAZ

Genç yaşta terk-i diyar eden, ilginç ve çıkıntı bir yazar Bruce Chatwin. Çalıştığı gazeteye (Sunday Times) “Altı aylığına Patagonya’ya gidiyorum” diye bir telgraf gönderip yollara düşmesi, Chatwin’in “tuhaflığını” kanıtlıyor. Üstelik onu “mucizeler diyarı” olarak nitelediği Patagonya’ya götüren şey bir çocukluk hatırası. Bu gezinin (belki keşif desek daha doğru) ardından ortaya çıkan Patagonya’da adlı kurguyla gerçeğin birbirini izlediği kitap, klasik gezi yapıtlarının ötesinde.

Paul Theroux’yla beraber kaleme aldığı Yeniden Patagonya’da çalışmasında ise Chatwin, önceki gezisinde eksik bıraktığı parçaları tamamlıyor. Theroux’yla kendini “edebiyat gezgini” olarak tanımlayan Chatwin, sürgünün coğrafyasından dünyanın pek çok yerine ait insan hikâyelerini yanına alarak dönüyor. Elbette her iki kitap, yazarın en bilinen ve aynı zamanda Türkçede (Porselen Delisi’yle beraber) yayımlanan önemli eserleri. Bunlara Deniz Koç çevirisiyle bir yenisi daha; Ouidah Naibi de eklendi. Köle ticaretiyle cukkayı doğrultmayı hedefleyen Brezilyalı Manoel da Silva’nın hikâyesini anlatan Chatwin, bizi 1800’lerin o buğulu ortamına çekiyor.

BREZİLYA’DAN “KÖLE SAHİLİ”NE
Manoel da Silva’nın Brezilya’dan Afrika’ya uzanan; azmi ve (Benin’in bugün en önemli şehirlerinden biri olan) Ouidah’ta kurduğu köle hanedanı sayesinde bitmek tükenmek bilmeyen soyunun yanı sıra, köle ticareti ve Dahomey kralıyla ilişkisiyle küpünü dolduran kişiliği, çocuk ve torunlarında “beyazları seviyorum, çünkü beni ıslah ediyorlar” biçiminde dile gelen zihinsel bir dönüşümün tohumlarını da atar.

Gemilerin yanaşıp insanlarını ve bazen de kolera gibi bulaşıcı hastalıklarını yığdığı; bunu keşif gibi gösterip yerleştikleri “köle sahili”ndeki “kurbanı gençken alma ya da ihtiyarlığa mahkûm etme” gerçeği her gün yeniden aydınlanır.

Sahile ayak basanın sayısı bilinmezken Manoel da Silva’nın sürekli bir adım ileri gitme düşü de kızışır, adeta kendiyle yarışa girişir: “Gördüklerini Manoel’in aklı hayali almıyordu. Daha önce bıçaklarından ya da birkaç gümüş at sürüsünden fazlasına sahip olmayı aklından geçirmemişti: Şimdiyse elde etmeyi arzuladıklarının haddi hesabı yoktu.”

Aslına bakılırsa yollara düşen Manoel için her şey beklediğinden hızlı gelişir, ticarette basamakları hemen tırmanmaya başlar. Afrika’nın talihini değiştirdiğine inanır: “Manoel, ticareti sanki başka hiçbir meslek yapmamış gibi çabuk kavradı. Kendini daima başıboş bir avare olarak görmüşken şimdi vatanı için hizmet eden mal mülk sahibi bir adam olup çıkmıştı. Bahia’daki üstlerinden tek bir tebrik gelmedi. Ancak o, vatanının maden ve tarlaları için siyah kas gücü sağlama misyonunun ulvi bir merciden geldiğine inanıyor ve Bahia’dakilerin hizmetlerinin karşılığını vereceğine inanıyordu. Bu yanılsamaya din değiştirmiş birinin inadıyla bağlıydı. Uyku tutmayan gecelerde uzanır, sırf Tapuitapera’daki şapelde söylenen tatlı melodileri hatırlamak için köle barakalarından gelen inlemeler ve zincir şakırtılarına kulak verir, sonra vicdanı rahat şekilde arkasını dönerdi.”

“ÖLÜMSÜZ” REİS
Ticarette ilerleyen Manoel’in hali, ayak bastığı zalimlikle koşut. Çünkü birbirini izleyen esirlerin fink attığı bu coğrafyada Manoel’in avucu ne pahasına olursa olsun kazanma hırsıyla daha da kaşınmaya devam eder.

Kurduğu gelecek düşlerinin yanında korkuları da Manoel’i huzursuz kılar. Bunların başlıcası, bir daha ülkesine hiç geri dönememe. Yurdunda çocukları ve torunlarıyla mutlu bir ev hayali her akşam gün batımıyla son bulur. Ta ki bir sonraki gün gelip çatana kadar.

Bu arada kralın “Sırtlan uyur, fil geçip gider” sözüne uygun biçimde Batı Afrika’nın en büyük askeri makinesi haline getirdiği kentte, halkın Manoel’e “Fil Adjinakou” demeye başladığını da hatırlatmalı. Ama Manoel’in bitmek tükenmek bilmeyen memleketinde ölme arzusu, köle ticareti tekeli sarsılmaya yüz tutup kendisine rakip çıktığında daha da depreşir.

Manoel’e kötü haber tam da o günlerde ulaşır: Uğraştığı; zengin olup kendisini huzurlu şekilde yaşatacağına inandığı köle ticareti ülkesinde suç sayılınca vatandaşlıktan çıkarılır ve Brezilya’ya ayak bastığı anda tutuklanacağı bildirilir. Sonradan affedilse de, Brezilya’daki bütün mal varlığını kaybettiğini de öğrenir.

Hemen her şeyini kaybetmesi Manoel için büyük bir yıkım getirir. Artık yersiz yurtsuz bir adamdır. Zaten Chatwin’in, anma töreninde gözümüzün önüne serdiği sahne; mezar taşında yazanlar manzarayı özetler: “Francisco Manoel da Silva, 1785’te Brezilya’da doğdu, 8 Mart 1857’de Ouidah’ta öldü.” Büyük bir “aile” kuran “ölümsüz” reisin anlatısının toprağından çok uzaktaki sonunu simgeler bu yazı.


Ouidah Naibi/ Bruce Chatwin/ Çeviren: Deniz Koç/ Yapı Kredi Yayınları/ 132 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 13.10.2011
ALLENDE’NİN KAHRAMANLARI (*)
Ali BULUNMAZ

“Başkalarının rüyalarını dinlemekten daha sıkıcı bir şey olamaz; zaten bu yüzden psikologlar çok para alır ya. Oysa bizim açımızdan rüyalar son derece önemlidir, çünkü gerçekleri anlamamıza ve ruhun karanlık mağaralarında gömülü olan şeyleri gün ışığına çıkarmamıza yardımcı olur.”

“Hayat, haritasız yürürken kendiliğinden oluşur, geri dönmeye de imkân yoktur.”
Isabel Allende

Allende soyadını duyan hemen herkesin zihninde, umudun yanında bir burukluk doğar. Şili’nin “cici” diktatörü Pinochet’nin iktidara oturtulduğu 11 Eylül 1973 günü kanlı biçimde görevine son verilen Salvador Allende’nin ölümünden birkaç dakika önceki fotoğrafı belleklerde acı bir hatıra.

Üstüne üstlük taze bir tartışma sürüyor: Salvador Allende intihar mı etti, yoksa dönemin güdümlü Şili ordusu ya da Pinochet’nin piyonlarınca öldürüldü mü? Aile, Allende’nin 11 Eylül günü Başkanlık Sarayı’nda cinayete kurban gittiğini düşündüğünden, yakın zamanda mezarı açtırarak yeni bir inceleme başlatılmasına öncülük etti.

Amcası Salvador’un iktidardan indirildiği zaman otuzlu yaşlarını süren ve Şili tarihinin en umut dolu ve dramatik anlarını yakından izleyen Isabel Allende, kitaplarında bir şekilde bu döneme yer verdi. Günlerin Getirdiği’ne, hem Şili’nin hem de Isabel Allende’nin yaşadıklarının (veya başına gelenlerin) satırlara dökülmüş hali de diyebiliriz.

TÜNELİN UCUNDAKİ IŞIK: YAZI
Allende’nin yüzleştiği pek çok gerçek içinde belki de ona en çok acı verip en fazla şey öğreteni kızı Paula’nın ölümü. Zaten Günlerin Getirdiği, tam da oradan başlıyor. Yaşamının altüst oluşuna belli bir biçimde direnen, “sonsuz düzen”in hoyratlığını kavrayıp her şeye yeniden başlamaya “alışan” bir yazar var önümüzde. Yazarlığının bile bazı anlarda yetersiz kaldığı siyahlara bürünmüş Allende, çıkış yolunu yazmada buluyor. Doğumun, ölümün ve yaşamın akıp gidişiyle; gelen, terk eden ve hayatını sürdürmeye uğraşan insanlar yürüyüp geçiyor yanımızdan. Aynı şekilde Allende’nin hayata bakışı da:

“Benim için her şey kişiseldir, çok az tanıdığım insanlar da dahil olmak üzere başkalarının duygularından kendimi sorumlu hissederim, hayatın adaletsiz olduğunu bir türlü kabul edemediğim için de altmış küsur yıldır hayal kırıklığı yaşıyorum.”

Kitapta kendi hayatı, yazdıkları ve Paula’nın yaşamından parçaları paralel biçimde sunan Allende, aslında tüm satırlarda 6 Aralık 1992 günü kaybettiği kızına sesleniyor; adeta bugünden geçmişe uzanan anlatımlarla, onu anarken çekirdek ailenin geri kalanını bize tanıtıyor.

Kimi zaman tartıştığı, hatta bu tartışmaların kültür çatışmasına dönüştüğü eşi Willie; kendisine benzetmekte zorlandığı oğlu Nico; gelini Celia; Paula’nın kocası Ernesto ve elbette ufaklıklar… Allende tüm bu isimlerin yer aldığı kitabı nasıl ortaya çıkardığını şu cümleyle özetliyor: “Aile içindeki melodram sürüp gitti, yoksa yazmak için ne halt bulurdum?”

HEM AYRI HEM DE YAN YANA
Burada Willie’ye bir küçük mim koyalım: Kocasıyla ilişkisini, özellikle olgunluk yıllarında “büyük bir nimet” olarak niteleyen Allende, yoluna yalnız devam etmeyi düşündüğü zamanlarda hep geriye dönüp beraberce atlattıkları şeyleri düşünür. “Buyurgan”, “bağımsız” ve “klan halinde” yaşamayı seven Allende’ye göre “insanları kırılgan yapan şeyin ortaya çıkan gerçekler değil, saklanan sırlar olduğuna inanan” Willie, eşi için ödün vererek kendi hayatında değişiklikler yapan biri:

“Tanıştığımızda çok az ortak yanımız vardı, çok farklı çevrelerden gelmiştik, anlaşabilmek için yeni bir dil (Espanglish) uydurmamız gerekmişti. Geçmişimiz, kültürümüz ve âdetlerimiz bizi ayırıyordu, yapay olarak birbirine bağlı bir ailenin içindeki çocukların kaçınılmaz sonları da öyle. Ama aşk için gerekli olan yeri dirsek darbeleriyle açmayı başardık.”

Hep yirmi sekiz yaşında kalacak Paula’nın ardından Allende hiçbir şeyden korkmayacağını sanır ama bunda ne kadar yanıldığını da yavaş yavaş anlar: “Bir keresinde demiştim ki -ya da bunu bir yerde yazmıştım-, senin ölümünden sonra hiçbir şeyden korkmuyordum ama hiç de öyle değil Paula. Sevdiklerimi kaybetmekten ya da onların acı çektiğini görmekten korkuyorum, yaşlılığın getireceği yıpranmadan korkuyorum, dünyada git gide artan yoksulluktan, şiddetten ve yozlaşmadan korkuyorum. Sensiz geçirdiğim bütün bu yıllar içinde hüznü yönetmeyi, onu kendime can yoldaşı yapmayı öğrendim (…) Hayale kapılmıyorum, kesin bir kurtuluşa, gerçek bir merhamet duygusuna ya da azizlerinki gibi bir esrimeye hiçbir zaman erişemeyeceğim, gördüğüm kadarıyla bende azizelikten eser yok ama kırıntıları da kendime hedef edinebilirim: Daha az bağımlılık, başkalarına karşı birazcık sevgi, temiz bir vicdanın vereceği neşe.”

“Yazmak için ve yazdıklarıyla yaşayan” birinin, yıllardan sonra olgunlukla ve tamamen içinden geldiği gibi; allayıp pullamadan dilinden dökülen laflar bunlar.

İNSANLAR, YOLCULUKLAR
Hindistan gezisi ve gelini Celia’nın biseksüel olduğunu keşfetmesiyle Allende’nin daha da hareketlenen yaşamı fırtınaya tutulmuş bir gemiye benziyor. Allende’nin, fırtınada sallanan ailesini sık sık “klan” diye nitelediğine rastlıyoruz. Hatta kızının kaybı ve gelinin eşcinsel olduğunu anlaması ve oğluyla ayrılmasının ardından klanın başına bir de “hırpalanmış” sözcüğünü ekliyor. Tabii bu arada hep Paula’nın sesini duyuyoruz; bir yerden çıkıp geliyor, sanki kenarda köşede kendisinden sonra olup bitenleri izleyip yorumluyor.

“Klan”ın buluta girip çıktığı günlerde, Allende’nin aklına da yaşlılık düşüncesi çörekleniyor: “Yaşlılığın en korkulacak yanı yalnızlık değil, bağımlılık. Son yıllarımı oğlumla torunlarımın yanında geçirmek pek fena bir şey olmasa da düşkünlüğümle onları rahatsız etmek istemem. Seksen yaşım için bir öncelikler listesi yaptım: Sağlık, ekonomik olanaklar, aile, köpeğim, hikâyeler. Bunlardan ilk ikisi, nasıl ve nerede yaşayacağıma karar vermeme olanak sağlayacak, üçüncüsü ve dördüncüsü bana eşlik edecek; hikâyeler de, kimsenin başına bela olmadan sessizce kendimi meşgul etmeme imkân verecek.”

Allende’nin kitapta anlattıklarına bakılırsa günler, kitaplar ve insan ilişkilerinin girdabıyla kaynaşıp çoğu zaman geriye olmakla beraber yolculukları getiriyor. Yaşamın karmaşıklığından kurtulmayı istemenin ötesinde daha ağırlıklı biçimde onu anlamaya dönük bir istek söz konusu. Bu çaba, kimi dönemlerde Allende’yi yorsa da yazı ona çıkış yolunu hep gösteriyor. Hatta bu eylem için kendince bir tanımı bile var: “Yazmak hokkabazlık gibi bir şey; şapkanın içinden tavşanlar çıkarmak yetmez, bunu zarafetle ve inandırıcı bir şekilde yapmak gerekir.”

“Hayal gücünü çalıştırmaktan öte gerçeklere yaklaşmanın ağır bastığı” satırlar oluşurken Allende yalnızca ailesini anlatmıyor: Arada gençlik yıllarındaki Şili’ye, sonra oradan zorunluluk nedeniyle göçtüğü Venezuela’ya, yaşadığı ABD’ye ve seyahat ettiği pek çok yerin ardından dönüp dolaşıp masasına gelişine dokunuyor.

Kâğıda kaleme yanaştığındaysa kendi deyimiyle, hem “belleğinin sert toprağını sürüyor” hem de ona fazla güvenmediğinden “ailesini sorguya çekiyor.” Peşinden, “suların yavaş yavaş durulup balçığın dibe oturması ve geriye berraklığın kalması için” bekleyiş geliyor. Allende’nin bu çırpınışı, anlatıcı olarak her şeyi; kitaba alacağı ayrıntıları düzene koyma isteğinin göstergesi. Yani, “olayları unutup gerçekler üzerine odaklanma” gayreti.

Böyle bakıldığında, kitapta roman izlenimi veren kurgusallığın olmadığını fark ediyoruz. Zaten Allende de metinde bunu birkaç yerde vurguluyor. Günlerin Getirdiği’nde, bir yazar ve hemen yanı başındaki ailesinin tamamen gerçek yaşam öyküsü var. Allende’nin bize duyurduğu isimler de yıllarını beraber geçirdiği kahramanları…

Günlerin Getirdiği/ Isabel Allende/ Çeviren: İnci Kut/ Can Yayınları/ 436 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 06.10.2011

5 Ekim 2011 Çarşamba

'MERHABA BEN BORGES; HİÇ KİMSEYİM' (*)
ALİ BULUNMAZ

Son dönemde Borges’i gündeme getiren şu meşhur mezara işeme konusunu paranteze alırsak herhalde yazarla ilgili çok daha ilginç ayrıntıları da ıskalamayız. Sağda solda yazılanlara bakılırsa, tavuğun beyaz etinin tadı gibi yavan bir yaşamı var Borges’in. Sade, egoyu umursamayan, küçük kitaplığında kendisinin yazdığı bir tek kitabı bile bulunmayan ve edebiyatı “metinle okur arasında ilişkiden ibaret” sayan bir adam. Basit tatlara yönelmiş, entelektüelliği “gösteriş ve saçmalık” olarak gören, ülkesi Arjantin’i sallayan futbolu sallamayan ve kendisine “hiç kimse” diyebilen sakin bir yazar.

Jason Wilson, Borges üzerine biyografi kaleme almadan önce, tüm zorluk ve tuzaklara dikkat kesilmiş. Okurdan daha iştahlı okur ve macera sevmez Borges’i anlatmanın başlı başına bir serüven olacağının bilinciyle hareket etmiş.

ÖZGÜRLÜK SOKAKTA
Wilson bizi, Borges’in yaşamına konuk ettiğinde önümüze açılan kapılardan ilki yolculuklar. Buenos Aires’ten Cenevre ve İspanya’ya uzanan, yazarın kültürel ve edebi gelişimini yansıtan bu seyahatler Borges’in gençlik sırlarını da önümüze koyuyor.

Örneğin, hayatı boyunca hemen her hareketini etkileyen ve körlüğe dönüşen miyobun Borges’i nasıl kendini ve etrafı dinlemeye alıştırdığı. Bir başkası, ona çeviriler yapan ve görece baskın bir anneyle bir şeyler öğretsin diye metresini oğluna sunup onu cinsellikten soğutan baba.

Borges’in hayatını değiştiren bazı isimleri de anmadan olmaz: Tanıştığı günden başlayarak mektuplaştığı Jacobo Sureda, “ustam” dediği Rafael Casinos-Asséns ve “en iyi arkadaşlarımdan” diye nitelediği Alfonso Reyes.

Buenos Aires’e geri döndüğünde onun için “özgürlük” demek olan sokaklarda gezinmeye başlar; böylece, hem annesinin gözlerinden kaçmaya hem de kadınlarla karşılaşmaya çabalar. “Derinlerdeki fukaralığı” ortaya çıkaran ve samimiyet ölçüsü saydığı şiirleri buralardan damıtır. Bunu, yeniden ayak bastığı Fransa’da zirveye taşır. “Şöhret uğruna arıza çıkardığını” söylediği Dadaistlerden de lafını esirgemez. Ama Borges’in aklı her zaman Buenos Aires sokaklarında kalır. Wilson o günleri şöyle yorumlar:

“Borges’in sevdiği şehirde aktif bir sokak yaşantısı sürdürdüğü 1920’lerden benim çıkardığım sonuç, onun Arjantin’e özgü ‘en derinlerdeki’, en üstü kapalı tutku diye tarif ettiği, erkek dayanışmasının önemidir (…) Erkek dayanışmasına verilebilecek en güzel örnek, kadınları, erkeklerin dostluk idealinin içine davetsizce girip onu yıkmak için mücadele eden varlıklar olarak tarif eden öyküleriyle tangolardır.”

Bocalayan ama sıkı okuma ve tartışmalarla ayakları üzerinde durmayı başaran Borges, kusursuz okur kitlesini “birkaç yakın dostum” diye tanımlar. Wilson, Borges’in “yazmadan sonra gelen etkinlik” dediği okuma üzerine bir ekleme yapıyor: “Onun okuma yöntemi, okurken keyif almak, sıkıldığı kitabı sonuna kadar okumamaktı (…) Yazmak, akıl hocası Macedonio Fernández’den öğrendiğine göre, okunanlardan alınan bir intikamdı.”

“DÜNYA EDEBİYATINDA BİR DİPNOT”
1938’in Noel arifesinde geçirdiği “küçük bir kaza”nın etkisiyle fantastik öyküler yazmaya koyulunca iyiden iyiye tanınır. Kafasını çarptığı pencere ve yarasının neden olduğu yüksek ateş sonrasındaki süreç, onu hızla ilerlediği bir yazma tüneline sokar. Kendini “dünya edebiyatında bir dipnot” şeklinde gören Borges, on yıllık verimli zaman diliminde kaleme aldığı öykülerini 1966’da “bir şaka” olarak niteleyecektir. Ona göre “faşizmin yerel taklidi” Peron’un göreve gelmesiyle kütüphanedeki işine son verilmesi de hayatın ona “şakalarındandı”: “Borges’e göre Evita, her zaman yapmacık tavırlar sergileyen, güzel ama aptal bir kadın; Peronizm ise görünenin dışında sahtekârlıktan başka bir şey olmayan ahmakta bir efsanedir.”

1955’te devrilen Peron’la beraber Arjantin’in en tanınan iki isminden bir olan Borges’in gözleri de aynı yıl teslim bayrağını çeker. O tarihten itibaren belleği gözü olur ve görevden uzaklaştırıldığı kütüphanenin (Milli Kütüphane) başına getirilir.

1976’daki darbeyi gerçekleştiren generallere, “gazete okumaması” ve “haber dinlememesi” nedeniyle övgüler düzen Borges, 1985’teki bir davada gerçeklerle yüzleşmişse de iş işten geçmiştir bile.

Hayatının 1955’ten sonraki, özellikle 1970’li yıllardan öldüğü 1986’ya kadarki dönemi epey çalkantılı ve eleştirilerin hedefinde geçen, insanı “yanılsama” ve “kimlikten sıyrılmış aç hayalet” olarak niteleyen Borges’in, “hiçbir zaman karakter yaratmadığını ve öykülerinde kurnazca gizlendiğini” söylemesi hayatının ufak bir özeti.

Onun kendine özgü gizemi, şakacılığı, sadeliği ve karanlığı, “herkes bir başkasına dönüşebilir” ya da “hiç kimse gerçekte kim olduğunu bilmez, kimse belli bir kişi değildir” sözlerinden yakalanabilir mi?..

Jorge Luis Borges/ Jason Wilson/ Çeviren: Tonguç Çulhaöz/ Yapı Kredi Yayınları/ 158 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 29.09.2011
ÖZÜMÜZDE İYİ İNSANLARIZ (*)
ALİ BULUNMAZ

1949’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü, 1955’te ise Pulitzer’i kazanan ve Amerika’da modernist yazarların öncüsü olarak nitelenen William Cuthbert Faulkner (1897-1962), yapıtlarında büyük ölçüde Güney kültürünün yozlaşmasını işler. Bununla beraber döneminde ABD’de aile sevgisi ve gururunun yitip gidişine de değinir.

Liseyi bırakmasının ardından hiçbir işte dikiş tutturamaması yüzünden kendisine “defolu mal” lakabı takılır. Eleştirmenler, Faulkner’ın Ernst Hemingway’den etkilendiğini, dahası onu yazınsal anlamda en büyük rakip olarak gördüğünü çıtlatır.

Faulkner, eserlerinde yoğun biçimde benzetmelere başvurur, bilinçaltının derin noktalarına inmeyi dener, psikanalitik çözümlemelerle beraber insan doğasının kaygı veren yönüne atıf yapar.

Onun bu değinilerini, kitaplarıyla beraber somutlaştıran ve insana ilişkin aslında hep gizliden gizliye koruduğu umudu, Nobel konuşmasındaki satır aralarından yansıtır. Faulkner, ödülü alırken “anlayışlı, cömert, saygıya inanan ve baskıya boyun eğmeyen insan ruhuna inancını” imler.

Dünya savaşları önü ve sonrası insanın durumunu ve ruh halini anlattığı pek çok önemli yapıtının (Maymun Parası, 1926; Sartoris, 1929; Ses ve Öfke, 1929; Döşeğimde Ölürken, 1930; Ağustos Işığı, 1932; Absalom Absalom, 1936; Yenilmeyenler, 1938; Go Down Moses, 1942; Intruder in the Dust, 1948; Requiem for a Nun, 1951; The Reivers, 1962) yanında, 1939’da okurla buluşan Çılgın Palmiyeler’de tortulaşan kötülük, trajik ironi ve kurtuluş gibi temalar bir arada işlenir.

ARAFTA İKİ KİŞİ
Çılgın Palmiyeler, Faulkner’ın karmaşık anlatım tekniğini yansıtması bakımından biçilmiş kaftan. Yazarımız, okurun ayıklığını ve diriliğini sınamak adına “Çılgın Palmiyeler” ve “Irmak Baba” bölümleri arasında karşılaştırma olanakları sunuyor. Kısacası sürekli geçişler ve aradaki geri dönüşlerle ilgiyi canlı tutuyor. Araya karışan başka karakterler olsa da kitabı kaplayan dört kahraman var: Charlotte, Harry ve adsız iki mahkûm.

Önceliği “Çılgın Palmiyeler”e verecek olursak, Faulkner’ın arka arkaya ve bazen geri dönüşlerle pek çok olayı sıraladığını görürüz. Örneğin Harry’nin doktorluk serüveni ve hasta Charlotte’a yardım için çabalaması. Bunun yanında Harry’le Charlotte’un tanışma serüveni, aynı anda Harry’nin doktorluk stajyeri dönemi.

Faulkner, olayları sıralarken gerek Harry’nin gerekse Charlotte’un karakter analizlerine de yer verir. Mesela Harry’nin karşı cinsle ilişkideki beceriksizliğine: “(…) Kendini bir ırmağın sularına bırakmış, hiç kımıldamadan, hiçbir çabada bulunmadan sırtüstü yatıyor, akıntıya kapılmış gibi öylece gidiyordu. Gençliğini alıp götüren o boş yılları görür gibiydi -çılgınlık ve maceralarla, tutkulu kısa ve trajik ilk gençlik aşklarıyla, saf kız ve oğlan bedenlerinin çılgın gibi ısrarlı ama beceriksizce buluşmalarıyla geçmesi gereken yılları hiç yaşamamıştı o; yattığı yerden bu yıllara, pek gurur duymadan, durumu kabullenmesi gerektiğine inandığı halde, bunu da yapamadan, sükûnet içinde bakıyordu.”

Buna karşın Charlotte, Harry’e göre hem daha açık sözlü hem de daha cesaretli: “Ben hep şunu söylüyorum: Ne olursa olsun, ne yaparsam yapayım, hiçbir şeyi gizli gizli arka sokaklarda yapamam. Sorun sırf sevişmek olsa, gönlüm birden, yakasından yukarı hiç bakmadığım, hiç düşünmediğim, atletik yapılı bir erkek çekmiş olsa, tamam. Ama biz öyle değiliz ki. Sen öyle değilsin, Harry. Sen başkasın.”

Bu iki âşık, biraz da Charlotte’un sayesinde Chicago’ya gider. Charlotte, kocası ve çocuklarını terk eder, Harry de doktorluğu bırakır. Durumu özetleyen aşk yorumu da Charlotte’dan gelir: “Dinle bak, hep balayı olarak kalmalı sürekli (…) sonsuza kadar, ikimizden biri ölene kadar. Başka türlüsü olamaz. Ya cennet, ya cehennem: Bu ikisi arasında doğru yol, erdem, utanç ya da pişmanlık gelip yakamıza yapışıncaya kadar rahat, huzur ve güven bekleyeceğimiz bir Araf yok ikimiz için (…) İki insan arasındaki aşk ölür derler. Bu doğru değil. Aşk ölmez. Eğer ona layık değilsen, seni bırakır gider. O ölmez; ölen sen olursun.”

Aslında Faulkner, bu noktadan sonra Charlotte ve Harry’nin Chicago’da tutunma çabasına yoğunlaşıyor. Charlotte’un hamileliği ve Harry’le birlikteliğinde sorunların su yüzüne çıkışı da aynı zamana rastlıyor. Yazar, olayları, ayrıntılar ve yan unsurlarla beslerken Charlotte’un ölümüyle adeta yeni bir pencere açıyor.

Harry’nin, Charlotte’un ölümündeki sorumluluğu, daha doğrusu cinayeti kabul etmesi, okuru şaşırtabilir. Ama kitabın baştan aşağı alt metinlerle dolu olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu yadırgatıcı değil.

Mahkeme süreci, yargılama ve hüküm giymesinin ardından, az önce bahsi geçen alt metinlerden biri; Harry’nin acıyı, yani hayatta kalmayı seçişi önümüze dikiliyor: “(…) Charlotte yok olunca, anıların yarısı yok oldu, ben de yok olursam, anıların tümü gidecek (…) Evet, acıyla yokluk arasında acıyı seçiyorum ben.”

NEREDEN ÇIKTI BU MAHKÛMLAR?
Charlotte ve Harry’nin hikâyesi tamam da; peki, bu adı sanı bulunmayan mahkûmların, “Irmak Baba”nın kitapta işi ne? Faulkner, iki âşık arasındaki ilişkiyi; seçimleri ve dünyaya bakışlarını anlaşılır kılmak, hatta kavranmasını kolaylaştırmak için adsız mahkûmların öyküsünden yararlanıyor. “Uzun” ve “Tombul” olarak iki mahkûm var karşımızda. “Uzun”, kitaplarda yazanlara dayanarak soygun gerçekleştirmeye kalkışmış ama enselenmiş. Bu nedenle romanlara sayıp sövüyor. “Tombul” ise kendi isteğiyle; suçunu ve bunun cezasını bilerek içeri girmiş, tam 199 yıl yemiş.

Faulkner, daha ayrıntılı biçimde “Uzun” mahkûmu anlatıyor. Mississippi Nehri’nin taşması sonucu onunla birlikte tüm hükümlüler yardım amacıyla cezaevinden çıkarılır. Cezaevi “Uzun” için güvenli bir yerdir ve çıkınca doğal olarak bocalar. Kendi iradesi dışında gerçekleşen bu olay, mahkûma verilen özel görevle (hamile bir kadını kurtarma göreviyle) daha da ilginçleşir. Pek çok zorluğun üstesinden gelmeyi başaran mahkûm, özel görevde çuvallayınca, düşman kesildiği karşı cinse “canı cehenneme kadınların” der.

Faulkner’ın “Çılgın Palmiyeler” ve “Irmak Baba” öyküleri, birbirinden ayrı gibi görünse de arka planda ortaklıklar barındırıyor. Bunlardan biri mahkûmiyet. Bir diğeri Harry ile “Uzun”un seçimleri ya da seçmedikleri. Öbürü ise güvenli ortamla güvensiz dış dünya çelişkisi veya çatışması. Bunun Harry’deki yansıması, gelenekle denenmemiş arasındaki gerilim.

Bu noktada kitabın çevirmenlerinden Ünal Aytür’ün önsözde belirttiği “iki ayrı aşk”a değinmek gerekli. Romantik veya ideal aşk; Caharlotte ve Harry arasındaki ilişki, Harry’nin deneyimsizliği ya da kendini aşamamasıyla gölgelenir. Tıpkı “Uzun”un güvenli ortamı cezaevinden çıkışıyla bocalaması gibi. İkincisi ise Charlotte’unki, yani tamamen duygularına ya da o anki isteklerine göre ve tutkuyla hareket etmeye dönük “aşk.”

Harry, Charlotte’dan önceki hayatında “yazgısına” mahkûm olmuş; kuru bir hayatı baştan kabullenmiş biri. Ancak Charlotte her şeyi değiştirir ve deneyimsiz Harry kendini tutku ve aşkın takipçisi Charlotte’un rüzgârına bırakır.

Harry’nin tutku ve aşkla hayata sarılan Charlotte’a kapılması, dar kalıplı hayatını kendisinden beklenmeyecek ölçüde kırması yönünde attığı bir adım anlamına da geliyor. Charlotte’un ölümünden sonra yaşamayı seçmesinin nedeni de buna bağlanabilir.

“Çılgın Palmiyeler” ile “Irmak Baba” arasında tersine bir akış söz konusu: Harry, güvensiz dış dünyaya, bir anlamda karşı cinsin dünyasına, Charlotte yardımıyla keskin bir giriş yaparken “Irmak Baba”daki “Uzun” mahkûm, güvenli dünyasına; bir başka deyişle cezaevine dönmek için sabırsızlanır. Kısacası sorumluluktan kaçar. Harry ise o güne dek yüzleşemediği ne kadar duygu varsa Charlotte anahtarıyla hepsinin karşısına dikilir.

Faulkner, Çılgın Palmiyeler’de, karmaşık anlatım tekniği kullanarak ana karakterlerden Harry ile “Uzun” mahkûm arasında bir karşılaştırmaya gider. Daha doğru ifadeyle, okurun bu ikisini tartmasını bekler. Çözümlemeler, aşka dair analizler ve karakterlerin resmedilmesi, Faulkner’ın söyleminin belkemiğini oluşturan ahlaki ve insani sorgulamaların yeniden gündeme gelmesini sağlar.

Her iki karakter de eğrisiyle doğrusuyla; kendi çapında başkaldırır. Ama Faulkner, illa bir haklılık payı çıkarılacaksa, bundan kime ne kadar düşeceğine okurun karar vermesinden yana gibidir.

Çılgın Palmiyeler/ William Faulkner/ Çeviren: Necla Aytür, Ünal Aytür/ Yapı Kredi Yayınları/ 272 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 22.09.2011