29 Aralık 2009 Salı

HUKUKTAN VAZGEÇSEK Mİ? (*)
ALİ BULUNMAZ

George Orwell, 1984'ü, bir başka deyişle kişiyi mengeneye alan baskı düzenini betimlediği anti ütopyayı kaleme aldığında pek çok insan, bunun tamamen bir hayal olacağını düşünmüştü belki de. Orwell geleceği gören bir adamdı; gözetleyen mekanizmayı ve gözetlenen toplumu resimlemişti.

Bugün, özellikle 11 Eylül sonrası dünyada “terör” bahanesiyle yatak odalarına kadar röntgenlenen, ne yiyip ne içtiği bile anlık olarak izlenebilen insan, kendini hâlâ özgür sanabiliyor ne mutlu! Tüm bu mekanizmaya hukukun “terör” bahanesiyle siyasete alet edilmesi de eklenince ister istemez Orwell'ın distopik dünya tasavvuruna benzer, hatta belli noktalarda onu aşan bir yapılanmayı ortaya çıkarıyor.

“ŞER EKSENİNE KARŞI İYİLİK CEPHESİ”
11 Eylül, terörün en önemli milatlarından biri, bu tartışmasız. Ancak o gün yaşanan ve ardından gelişen olayların daha uzun süre su götüreceği de aynı oranda tartışmasız. Dünyayı harekete geçiren, insanları şoke eden 11 Eylül, bir acil durum yarattı. Jean-Claude Paye'e göre söz konusu acil durum, pek çok meşrulaştırmayı beraberinde getirdi ve “demokrasi ve insan haklarının korunması” adına yeni bir siyasal sistem yarattı. İşte o siyasal sistem, kişilerin kimi özgürlüklerinden vazgeçmesine dek vardırıldı. Bir başka anlatımla, özgürlük-güvenlik ikilemiyle haklar tırpanlandı; özgürlük gönüllü olarak daraltıldı.

Paye'in vurguladığı gibi, 11 Eylül'ü izleyen zaman diliminde çok fazla sayıda kişi, genişletilen denetime hoşgörü göstermeye ve özel hayatlarını güvenceye alan yasalardan ödün vermeye hazır olduğunu ortaya koydu. “Şer eksenine karşılık iyilik cephesi”nin eli de güçlendi böylece.

ABD'nin siyasal sistemi ve güvenlik talepleri, “terör” korkusu kapsamında, başta Avrupa olmak üzere, neredeyse tüm dünyayı derinden etkiledi ve buna uygun “yasal” düzenemeler yapıldı. Süper güç ABD, tam da bu noktada nasıl etkin olduğunu gösterdi ve kendi vatandaşları için özel hak ile imtiyazların tanınması adına hukuki zemin hazırlatırken, kendi sınırları içindeki “yabancılara” aynı düzenlemenin tam tersini uygulamaya koyuldu.

ABD'de 2001 yılında çıkarılan “Vatanseverlik Yasası” ile polis ve istihbarat birimlerine terörle bağlantısı olduğundan şüphelenilenleri tutuklama ve alıkoyma yetkisi tanınması tüm dünyaya verilen bir mesajdır aslında. Hukukun ve yasaların keyfi biçimde yeniden düzenlenmesi, ABD ve yandaşlarının geri kalan ülkelere verdiği gözdağından başka bir şey değil. ABD sınırları içinde ve geri kalan ülkelerde ilan edilen “olağanüstü hal”in habercisiydi bu yapılanlar.

Olağanüstü hal, yüksek risk taşıyan profilleri belirlemekten özel yaşamları denetleme ve toplumun hareketlerinin kontrolüne kadar uzandırıldı. Dünya çapında dosyalama seferberliği başlarken bu geniş bir fişleme harekâtı demekti. Dolayısıyla şüphelilerin sayısı hızla arttı, terör bağlantısı olduğu tahmin edilen kişi listesi kabardı. Telefon konuşmalarının, internet yazışmalarının ve yolculuk bilgilerinin kayıt altına alınması her şeyin üstüne tuz biber ekti.

ORTAK DÜŞMAN “TERÖR”
“Terörle mücadele” için geliştirilen teknikler sayesinde askıya alınan hukuk ve özgürlükler, yalnızca ABD'yi değil aynı zamanda AB ülkelerini de etkiledi. Terör, örgüt, niyet gibi kavramlar yeniden tanımlanıp “mücadele”ye uygun hale getirildi. Suçlama Paye'in gözlemlerine göre, “artık fiili durumdan, kişi ya da örgütün suç potansiyeli dikkate alınarak” yöneltilmeye başladı. Bu haliyle terör yasaları küresel gözetlemenin meşrulaştırılmış biçimine dönüşmüştü.

AB ülkelerinin hukuki uygulamalarında yapılan değişikliklerin özünü, kurulan olağanüstü halin sınırlarının genişletilmesi oluşturuyordu. Güvenlik güçleri çok daha rahat hareket etmeye başladı ve “önceden müdahale” gibi bir yöntemi yöntemi benimsedi. Avrupa'daki tutuklama usulleri de böylece anayasal özgürlükleri askıya alan bir şekle büründü. Sadece tutuklama değil, şüpheli ya da şüphe uyandıran kişi olarak fişlenen kişilerin çeşitli Avrupa ülkelerine girişini engelleyen bir sistem kurularak seyahat özgürlüğü de önemli ölçüde kısıtlandı.

Tüm bu uygulamalar da özel hayatın denetimi de “fiillerin sonrasından öte potansiyel bir tehdit için önlem alma amacına” dönüktü; “terörle mücadele”, saldırı öncesi kurulan “sistematik usullerin örgütlenmesini meşrulaştırmıştı.” Örneğin bunlardan biri biyometrik kontroldü. 11 Eylül'den beri ABD'ye giren her yabancının fotoğrafları çekildi ve parmak izleri alındı. 2004'ten bu yana da ABD'den ayrılan yabancılar yine aynı şekilde parmak izi vermek zorunda bırakıldı.

1990'larda SSCB'nin çökmesiyle, tarihin ve ulus devletin sonunu muştulayan heyecanlı kalemşorler, 11 Eylül'le beraber alınan güvenlik önlemleri doğrultusunda ulus devlet inşasının gerekliliğine vurgu yapmaya başladı. Bir başka deyişle ulus devleti, “güvenlik” bağlamında yeniden kurguladılar.

Polis yeniden örgütlenerek, bu yeni ulus devletin (güvenlik devletinin) merkez organına dönüştürüldü. Hedef kitle (göçmenler, yabancılar, olağan şüpheliler...) seçilip, bunlar üzerinden “tüm nüfusa uygulanmak koşuluyla hegemonyacı bir yöntem geliştirildi.” Kişiler kimi zaman açıktan kimi zaman da haberleri olmadan soruşturulup fişlenmeye başladı ABD sınırsız iktidar kazanma konusunda yine öncü oldu, Paye'in yorumu şöyle: “ABD kendisini iktidarının sınırlamasından kurtarabilen tek ülke. 'Terörle mücadele'de ABD mahkemeleri kendilerine uluslararası hukuktan kaçan sınır ötesi bir yargı yetkisi verdi (...) Bu, ABD dışında yapılan polis operasyonlarını ya da savaş ilanı olmaksızın yürütülen askeri operasyonları yasallaştırma çabasıydı” (s. 194).

1990'ların ardından küreselleşme söylemini yaratanlarca yeniden inşa edilen güvenliğe dayalı devlet “terörle mücadele” sayesinde düzenin korunmasını ve toplumsal denetimi sağlayıcı bir işleve sahip oldu. Paye'e göre bu devlet modeli için “terörle mücadelenin” açık anlamı “hegemonya ve hakimiyettir.”

“Terörle mücadelenin” su yüzüne çıkardığı bir başka gerçek, düşman ile suçlu arasındaki ayrımın yok edilmesi. Burada söz konusu olan yalnızca düşmanı suçlama sorunu değil Paye'e göre; sorun düşman suçlu yaratılması çoğunlukla, savaş da “suçlu 'devletleri' kapsayan basit bir polis operasyonuna indirgenir” bu durumda.

OLAĞANÜSTÜLÜĞE KARAR VEREN, KURALI DA KOYAR
Süregelen olağanüstü hal, bir yerden sonra saf şiddeti doğurur. Paye'in Benjamin'den alıntıladığı gibi, saf şiddet hukuk düzeninin dışında var olur; mutlak belirsizlik bölgesini simgeler. Hukukun askıya alınması, emperyalist bir yapının kurucu öğesine dönüşür. ABD'de olduğu gibi ikili bir “hukuk” sisteminin doğuşunu da tetikleyebilir: “Yurttaşlar için hukuk devleti ve yabancılar için bir hukuksuzluk yöntemi” (s. 241). Paye, bunu ve adı geçen düzenin yaygınlaştırılmasını “emperyalist hukuk”un olgunlaşması biçiminde niteler.

ABD, “şere karşı başlattığı savaşta” yanındakileri “demokratik”, karşısındakileri “suçlu” ilan edip, “terörle mücadele” kapsamında hukuku askıya alarak yeni bir “hukuk düzeni” yaratır; böylece savaşılacak düşmanı da üretmeye koyulur. Giorgo Agamben'e göre olağanüstü hal kurala dönüştüğünde siyasal sistem ölümcülleşir. Paye de zemininde “terörle mücadelenin” yer aldığı bu eylemi “hegemonya uygulama yolu” olarak görür. Ne de olsa olağanüstülüğe karar veren, kuralı da koyandır.

Güvenlik insanoğlu için hayati öneme sahip. Ancak sadece “güvenlik” adına hukuktan, hak ve özgürlüklerden vazgeçmek; bunu gönüllü biçimde yapmak yeni açmazları, en başta hukuksuzluğu doğurmaz mı? İşte bugün temel sorun da bu: Özgürlük-güvenlik ikileminde tüm hak ve özgürlüklerin bir şekilde tırpanlanması mı yoksa onlara sahip çıkılması mı? Hepsinden önemlisi, tüm bu olup biten karşısında her şeyi kabullenmek mi sesi yükseltmek mi? Kısaca hukukun askıya alındığı olağanüstü hale teslim olmak mı yoksa hukuku yeniden egemen kılmak mı? Bunlar geleceğe dair önemli sorular, hepsinden öte kritik seçimler.

Hukuk Devletinin Sonu/ Jean-Claude Paye/ Çeviren: G. Demet Lüküslü/ İmge Kitabevi/ 268 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 24.12.2009

20 Aralık 2009 Pazar

HÂLÂ SÖMÜRÜLECEK MİYİZ? (*)
ALİ BULUNMAZ

Dünya Bankası (DB) ve kardeş kuruluşu Uluslararası Para Fonu (IMF), nerede bir toplantı düzenlese hemen protestolar yükseliyor. Sömürüye karşı çıkan gruplar sesini gürleştirdikçe gazla, copla ve gözaltına alınarak “ödüllendiriliyor.” Tıpkı yakın zamanda İstanbul'daki gösterilerde olduğu gibi. Şehri gazkent haline getiren DB ve IMF kuşatması, açıktan görüşülenlerin yanında, yakın gelecekte etkisini gösterecek kapalı kapı ardı buluşmalara da ev sahipliği yaptı.

“Yoksulluğu azaltma”, “ihtiyacı olanlara sıcak para sağlama” ve “yatırımları destekleme” gibi görevler üstlenen iki kardeş, bugüne kadar aslında gelir düzeyi düşük insanların geleceğiyle oynamaktan başka hiçbir şey yapmadı. Filiz Zabcı Dünya Bankası kitabıyla, parayla oynayıp destek çıkar gibi yaparak, sömürgeciliğe hız ve yön veren bu iki kuruluştan DB'ye yoğunlaşıyor.

BORÇ SÖMÜRÜLENİN KAMÇISIDIR!
DB'nin kullandığı kalkınma-kalkındırma kavramlarının arkaplanında, İkinci Dünya Savaşı sonrası 1929 krizine benzer bir çalkalanmanın yaşanmasını engelleyecek ve sömürgeler ile sömürgeciler arasında yeniden yapılanmayı sağlayacak kalkınma bankası kurma projesi yatıyordu. Kurulduğundan bu yana ABD güdümünde çalıştığı göz önüne alınırsa, bankanın ne tür bir kalkınma programı izlediği de rahatça anlaşılabilir.

DB'nin ilk yıllardan başlayarak geliştirdiği “kalkınma” programı, yeni sömürgecilik anlayışının bir yansımasıydı. Mesele, kapitalizmle tanışmamış kitleleri sisteme göbeğinden bağlamaktı. Zabcı, bunun üzerinde ısrarla dururken, aynı zamanda DB'nin kuruluş ilkesini de açıklıyor: Gelişmekte olan ülkelerle ilgili bilgi-veri toplamak, bu ülkeleri sınıflandırmak, en sonunda da söz konusu ülkeleri dünya ekonomik sistemine dahil etmek. İyi de nasıl?

Yanıtı çok basit: Krediler, borçlandırma taktikleri, borç krizi yaratma, yatırım ve yoksulluğu azaltma adı altında kaynakları sömürme. Tüm bunlar DB'nin kurduğu “paradigma”nın yapı taşlarıydı. Bu “paradigma” içinde Üçüncü Dünya'nın siyasal yaşamı da şekillendirildi elbet. Zabcı'nın hatırlattığı birkaç örnek, DB ile diktatörler arasındaki girift ilişkiyi göz önüne koyuyor: Şili'de Pinochet, Brezilya'da Goulart'ın devrilmesiyle göreve gelen askeri yönetim, Nikaragua'da Somoza, Zaire'de Mabutu, Filipinler, Endonezya ve Türkiye. İşbirliğinin doğal sonucu ise yıllar sonra patlak verecek krizlerdi: Meksika, Güneydoğu Asya, Rusya, Arjantin ve Türkiye.

1980'den itibaren bütçe açıklarını kapamaya doğru dümen kıran DB (ve ikiz kardeşi IMF), istediği “yapısal reformların” gerçekleştirilmemesi durumunda Zabcı'nın işaret ettiği gibi “borç vermeyi keseriz” tehdidini savurur. Dolayısıyla “yapısal reformlar” için gerekli alt yapının kuruluşu da gecikmez; hemen “yönetişim” kavramı geliştirilir. Bu, bir çeşit toplum mühendisliğidir; yani, uluslararası sermayenin ilgili ülkeye akışını güvence altına alacak ve yatırım yapmasını sağlayacak bir yapı oluşturmak amacıyla, üzerinde çalışılan ülkeye biçim verecek bir program oluşturmadır.

“Yönetişimin” sihri, “şeffaflık”, “aşağıdan katılım” ve “hesap verme” gibi sözcüklerde yatıyor. Alengirli kelimelerin altındaki tek gerçek ise küresel yönetişimle küresel pazarı talan etmek. Bunun için hangi ülkede çalışma yürütülüyorsa ayağı yere basan muhalefet törpülenir, yapısal uyum programına uydurulur. Bu süreçte DB'nin ilişki kurduğu kesim sivil toplum örgütleridir.

“Yapısal reformların” ve kredilerin olumsuz sonuçlarını belli bir noktaya kadar kabul eden DB, bu açmazları azaltmak adına adım atar ve Sivil Toplum Örgütleri'yle (STÖ) yakınlaşır. Zabcı'ya göre DB, STÖ'lerin yoksulluk ve gelir adaletsizliği karşısında ekonomik yaşama katılımını zorunlu görür. Özellikle eylem yanı güçlü ve kendisine sıcak bakan STÖ'leri kullanan DB, bu kuruluşları proje döngüsü içine sokar; en az on yıl sürecek döngünün her aşamasında söz konusu kuruluşları görmek ister.

DB'nin STÖ'lerle kurduğu ilişki tamamen araçsal. DB'nin “yoksulluğu azaltma” stratejisindeki “kalkınma programlarında” STÖ'lerin kullanılması esas alınan bir nokta. Daha da ötesi, topluluk temelli ya da taban örgütlerinin yoksul halka yakın olması, Banka'nın bu kesime ulaşmasını kolaylaştırır nitelikte. Bu yüzden STÖ'lerin, DB projelerine katılımının sağlanmsı hayati önem taşıyor.

DB için “sivil kültür”, “aşırıya kaçabilecek kitlesel eylemleri sınırlandırmak ve 'yoksulların gereksinimlerinin sağlanması' sürecinde siyasal rejimler üzerindeki baskıyı azaltmak” demek. DB ile STÖ'ler arasında kurulan pragmatik ilişki de buna işaret ediyor.

Banka'nın oluşturduğu ağ, önünde sonunda krizle sonuçlansa da buna verilen tepkiler farklı. Örneğin Arjantin'de başgösteren ve sokak gösterileri ile yağmaya kadar varan olaylar çıkartan krizin benzeri, 2001 yılında Türkiye'de de yaşanmıştı. Sosyal patlamaların önüne geçmek için Banka, “Sosyal Riski Azaltma Projesi” geliştirdi. Buna uydurulan kılıf “eşitsizliği” ve Banka'nın, “önce ayakları kesip sonra pedikür önerdiği” krizin etkilerini “azaltmak”tır. Yoksulların sesini çıkarmaya başlaması, DB için “patlama”nın ilk işaretidir. Banka'ya göre bu bir risktir ve o nedenle mümkün olan en kısa sürede tepkilerin giderilmesi zorunludur. Kişilerin zaten hakkı olan hizmetler, bu projelerle “yardım”a dönüşür.

Zabcı, DB'nin bağımlılaştırıcı politikalarına ilişkin örneği Türkiye üzerinden verirken, önce belirli bir kabulün varlığından söz açıyor: “Herhangi bir siyasi iktidar kendi başına karar alabilecek bir yapıdadır.” Ancak DB ve IMF gibi kuruluşlarla içli dışlı olan bir iktidar nasıl özerk kalabilir?

“YARDIM ELİ”
Zabcı'nın burada vurguladığı en önemli nokta, “Ülke Yardım Stratejisi”nin Türkiye üzerinde nasıl uygulandığı. “Ülke Yardım Stratejisi” dört aşamadan oluşan bir plan: İlk aşama kamu varlıklarının özelleştirilmesi, ikinci aşama sermaye piyasasının serbestleştirilmesi, üçüncü aşama DB ile IMF arasında gidip gelen iyi polis-kötü polis oyunu (krizler ve “çözüm” üretme) ve dördüncü aşama ise serbest ticaret.

1990'lardan başlayıp bugünlere gelene kadar Türkiye için iki tane Ülke Yardım Stratejisi hazırlanır. “Yapısal reform” adı altında dört alana müdahale edilir: “Kamu açıklarının 'azaltılması' ve kamu kurumlarının özelleştirilmesi, emeklilik sisteminin açığını denetleme adı altında memur ve kamu işçilerinin kazanılmış haklarını tırpanlama, tarımda fiyat desteklerini kaldırma ve devlet bankalarının borç ödeme yeteneklerini sağlama” (s. 132).

DB, yukarıda sıralananlardan ilk üçü üzerinde müdahalesini meşrulaştırırken kullandığı kavramlar da hiç yabancı gelmiyor; popülist politikaların “kamu hesaplarında dengesizliğe ve yüksek enflasyona yol açtığını” iddia ediyor. Zabcı'ya göre 1980'de başlayan ticaretin serbestleştirilmesiyle sağlanan “hızlı büyümenin” önünde bu politikalar engel oluşturuyor.

Bu noktada Türkiye örneğinde, DB ve IMF'nin güçlü ortaklığı göze çarpar. IMF vergilerle, DB de kamu harcamalarıyla ilgilenir. İşte “yapısal reform” denen şey, DB'nin ilgilendiği kamu alanına ilişkindir. Makroekonomik istikrar da “yapısal reformların” temel direğidir; bu ise AKP iktidarında en keskin biçimde görülen devletin yeniden yapılandırılmasıdır. Devletin yeniden yapılandırılması, kamu hizmetlerini ortadan kaldırıcı düzenlemelerle bezenip AKP tarafından “Acil Eylem Planı” adıyla piyasaya sürülür.

Kim ne derse desin DB ve tek yumurta ikizi IMF, “kalkınma”, “yoksulluğu azaltma” ve “yönetişim” gibi kavramlarla kriz yaratan ve sömürüyü derinleştiren bir yapıya sahip. Üstelik “yapısal reform” ve “kredi yardımı” benzeri açılımlarla ülkeleri “şeffaflığa” davet ederken, Banka'da kararlar kapalı kapılar ardında alınır. Yine DB'nin tüm atamaları ABD tarafından gerçekleştirilir ve üretilen “demokrasi” masalları, kuruluşun işleyişinde asla geçerlilik kazanmaz. DB'nin ürettiği projelere aktarılan paralar, çokuluslu şirketlerin kasasına girer.

Zabcı tüm bunların ardından Eduardo Galeano'nun sorusuyla sonlandırıyor kitabı: “Yoksul ülkelerin, sayıların söylediklerinden çok daha yoksul olduğu ve DB'nin verdiği serbest pazar mutluluk hapını yuttuğundan beri daha da yoksullaştığı ayan beyanken, Banka'nın 'kalkınma' hem de 'insani kalkınma' için çalıştığına inanmak hâlâ mümkün mü?” (s. 147).

Bunu bir soruyla daha tamlamak olanaklı: Her şey bu kadar açıkken, hâlâ sömürülmeye devam edecek miyiz?..

Dünya Bankası/ Filiz Zabcı/ Yordam Kitap/ 160 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 17.12.2009

15 Aralık 2009 Salı

AÇILMAYI BEKLEYEN KAPILAR (*)
ALİ BULUNMAZ

Darwin'in ateşli savunucularından ünlü biyolog Thomas Henry Huxley'in torunu, yine ünlü biyolog Sir Juilan Huxley'in kardeşi olan Aldous Huxley’in (1894-1963), annesi şair ve denemeci Matthew Arnold'ın yeğeniydi. Babası Leonard Huxley ise Cornhill dergisinin sahibi ve yöneticisiydi. Bilimi ve edebiyatı birleştiren bu entelektüel miras Huxley'in dünyaya bakışının temelini yarattı. 1908-1914 yılları arasında yaşadığı üç sarsıcı olay; annesinin ölümüyle ailesinin dağılması, Eton'da öğrenciyken onu neredeyse kör olma noktasına getiren göz hastalığı ve kardeşinin intiharı Huxley'in tüm gençliğini etkiledi ve hayatında silinmez izler bıraktı. Yazar, yaşamının sonuna kadar göz hastalığıyla savaşmak zorunda kaldı. 1916-1920 yılları arasında, daha çok Fransız Simgecileri'nin etkisini taşıyan şiirlerden oluşan dört kitap yayımladı.

Ancak Aldous Huxley ismi okurların zihninde hemen Cesur Yeni Dünya adlı anti ütopyayı canlandırır. Hiçbir bireyin bilimsel denetimden kaçamadığı ve teknolojinin iktidarının hüküm sürdüğü bir dünyayı anlatan bu anti ütopya, türünün klasiklerinden sayılmasının yanı sıra, Huxley’i dünyaya tanıtan eserdir. Onun eleştirel biçeminin en üst noktasını yansıtan kitap, Huxley’e büyük bir ün kazandırır ve geleceğin dünyasına ilişkin fikirler üreten herkese belli oranda etkide bulunur.

Son dönemlerinde Doğu düşüncesi ve mistisizme yönelen Huxley’in, bu dönemine yaklaştığı zamanda kaleme aldığı Algı Kapıları ile onun devamı niteliğindeki Cennet ve Cehennem, bugün tek kitap halinde meraklılara sunuluyor.

MESKALİN DENEYİMİ
Algı Kapıları’nın yazılışının kökeninde Alman farmakolog Ludwig Lewin’in meskalin araştırmaları yatar. Meskalin, peyote denilen bir tür kaktüsün kök ve çiçeklerinden elde edilen, halüsinojen etkiler yaratıp, bireyin duygu durumu ve kişilik yapısında kimi farklılaşmalara neden olan bir madde. Yarattığı halüsinolojik etki çoğunlukla görsel ve ender biçimde işitsel olan meskalinin elde edildiği peyote, Yeni Dünya’ya ayak basan İspanyolların ifadesiyle “Güneybatı Amerika ve Meksika yerlileri için tanrısal bir öneme sahipti. Bunun başlıca nedeni yapılan deneyler sonunda keşfedildi: Peyoteden sağlanan meskalin, bilincin niteliğini derinden etkiliyordu.

Meskalini kendisi de deneyen Huxley, yaşadıklarını şöyle anlatır: “Uyuşturucuyu aldıktan yarım saat sonra altın ışıkların hafif hafif salındıklarını fark ettim. Biraz sonra muhteşem kırmızı yüzeyler ortaya çıktı; bunlar şişip genişliyor, durmadan değişen ve her seferinde yeni, titrek şekiller oluşturan parlak enerji düğümleriyle besleniyordu. Gözlerimi tekrar kapadığımda önümde bir gri biçimler karmaşası belirdi; içlerindeki açık mavi küreler iyice yoğunlaşıp katılaşıyor ve sonra da yukarı doğru kayarak gözden kayboluyordu. Ama hiçbir zaman yüzler ya da insan veya hayvan biçimleri görünmedi. Ne bir manzara ne muazzam genişlikler ne binaların büyüleyici yükselişini ve dönüşümünü gördüm; bir masala veya dramaya en uzak bir benzerlik taşıyan hiçbir şey yoktu. Meskalinin beni götürdüğü ‘öteki’ dünya bir görüntüler dünyası değildi; o dışarıdaydı, gözlerim açıkken görebildiğim bir şeydi” (s. 13).

Huxley’in belirttiğine göre meskalin deneyleri, belli başlı bazı sonuçlar doğurur ve bunların en önemlisi algının güçlenmesi, zaman ve mekâna olan ilginin sıfıra inmesi ile duyularla algılananların otomatik bir kavrama dönüştürülememesidir.

Şekersiz kalan beyin, zaman ve uzama dair ilgisini yitirir. Duyuüstü algılamalar başlar. Öte yandan meskalin, renklere yüksek güç ve derinlik katar; insanın, daha önce ayırt edemediği ince tonları algılamasını sağlar.

Huxley’in yorumlarına bakılırsa, alınan meskalin kişilik yapısına ortalama ve kullanılan doza göre farklı etkiler gösterir. Görsel yetileri güçlü olan insanlar, meskalin sayesinde hayalperest hale gelir diyor Huxley.

Tam da bu noktada şizofren ile meskalin kullanıcısı arasında bir karşılaştırma yapar, hatta bağlantı kurar: “Şizofren sürekli olarak meskalin etkisi altında olan bir kişiye benzer; bu yüzden yaşadığı belli bir gerçeklik deneyimini durduramaz; yeterince sağlıklı olmadığı için onunla birlikte yaşayamaz ya da bir açıklama getirip bir kenara atamaz. Çünkü o, bütün gerçeklerin en çürütülemez olanıdır ve bu gerçeklik onun dünyayı insan gözleriyle görmesine izin vermediği için, bir türlü sona ermeyen tuhaflığını ve yakıcı yoğunluğunu insani ya da kozmik kötülüğün bir alameti olarak yorumlayamadığı için de ona büyük bir korku veren ve onu ölümcül şiddet eğiliminden katatoniye ya da psikolojik intihara kadar varan bir dizi umutsuz karşı önlem almaya zorlar” (s. 48).

Huxley, meskalinin sanatsal yaratıcılık ve üretim ile ilişkisi üzerine gözlemlerde bulunur ve buna kafa yorarken “ilacın” burada belli oranda etkili olduğu sonucuna varır. Çünkü meskalin, bir bakıma algılamada ve bilinç düzeyinde yol açtığı değişimlerle, farklı yaratıcılık kalıplarını tetikler gibi görünür.

İleriki satırlarda, uyuşturucunun dinsel amaçlara da hizmet ettiğini ekleyen Huxley, hem ilkellerde hem de yüksek uygarlık düzeyine ulaşmış topluluk ve toplumlar arasında bu tür bir kullanımın yaygın olduğunu söyler.

Meskalin, önünde sonunda benliğin sınırlarını aşma yolunda ya da “kendinden geçme” biçiminde özetlenebilecek bir isteğe bağlı olarak etkin bir kullanıma sahiptir. Huxley, Dr. Slotkin’in görüşlerine değinir, peyote ve meskalini düzenli kullananların “daha üretken, daha ılımlı ve barışçı hale geldiklerini” aktarır (s. 60).

“KENDİNDEN GEÇME”
Meskalin deneyimin, kişinin zihninin bilinmezlerini gün ışığına çıkarma ve hayal görme konusunda “aydınlatıcı” olarak niteleyen Huxley’e göre, bir ifade aracı konumundaki sanat eserlerini kavramasının da kolaylaştığını savunur. Cennet ve Cehennem aslı kitabı ise, Algı Kapıları’nın devamıdır ve Huxley burada meskalin deneyiminin sonuçlarına yer vereceğini duyurur.

Meskalin veya derin hipnoz etkisi altında yaşanan deneyimlerin “tuhaf” olduğunu vurgulayan Huxley, bu tuhaflığın kendince bir düzeni bulunduğunu, o düzen içinde ilk ve en önemlisini ışık deneyimi şeklinde açıklar.

Zihnin “öteki” bölgesinde görülenler son derece parlaktır. Renkler güçlüdür ve ton farklılıkları çok daha kolay ayırt edilir. Meskalin deneyiminde görülenleri, renksiz rüyalardan ayıran özellik de budur.

Meskalin deneyiminin bir başka etkisi, renkli, hareketli ve canlı geometrik biçimlerin algılanışıdır. Huxley’in aktardığına göre meskalin, bu biçimlerin ihtişamını arttırır ve renkli zenginliğin keşfini sağlar.

Huxley, sonraki sayfalarda, din ve inanışlarda parlaklık, renk seçimi, ışık ve değerli taşların ne gibi anlamlara büründüğüne değinir, onların nasıl kutsal simgelere dönüştürüldüğünden bahseder. Tüm bunlar ve sanatta kullanılan renk, ışık ve malzeme, zihnin “öteki” bölgesini harekete geçirir ve kişi adeta yeni bir dünya keşfeder.

Huxley, modern zaman sipiritüalistlerinin de eski gelenekçilerin de haklı olduğunu vurgular. Ona göre keyifli görsel “cennet” ve aynı zamanda burada “bazı şizofrenler ile meskalin kullanıcılarının yaşadığı türden dehşete düşürücü görsel deneyime benzeyen ‘cehennem’ de vardır” (s. 113).

Zamanın en çok ses getiren çalışmalarından olan Algı Kapıları, Huxley’in mistisizme ilgi duyduğu yılların ürünüydü. O, buradan hareketle algının nasıl açıldığını, zihnin karanlık noktalarına nasıl ulaşıldığını ve meskalinin etkisinin ne yönde olduğunu araştırır. Araştırmayı yaparken bizzat meskalin kullanır ve bu sayede yaşanan duruma yabancı kalmaz.

Hem kendisinin hem de başka kişilerin deneyimlerini aktarırken, bunu yaşamayanların o duyguları tatmasını sağlayan bir dil kullanır. Böylece okuyucuya, bilinen ama girmekten çekinilen zihnin öte tarafına dair ipuçları verir.

Resim, müzik, ışık oyunları gibi aracılarla beliren algı durumunun, Huxley’in ifadesiyle “kendinden geçmenin” ne menem bir şey olduğu ortaya koyulmaya çalışılır. Algı Kapıları ile Cennet ve Cehennem, işte bu “kendinden geçme” haliyle, bilinenin ve yaşananın ötesine ilerlenebilmesini sağlayacak kapılarla buluşturmaya çabalıyor okuru.

Algı Kapıları-Cennet ve Cehennem/ Aldous Huxley/ Çeviren: Mehmet Fehmi İmre/ İmge Kitabevi/ 150 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 10.12.2009

4 Aralık 2009 Cuma

DOĞUMUNUN 100. YILINDA HANNAH ARENDT (*)
ALİ BULUNMAZ

Konuşmadan ve eylem yapmadan yaşanan bir hayat, kelimenin tam anlamıyla, insanın hayatı boyunca yaşadığı bir ölümdür.”
(Hannah Arendt)

Hannah Arendt, kendisine “felsefeci” diyenlere hep aynı yanıtı verdi: “Ben, bireyin kendisine dair sorunlarla uğraşıyorum.” Onun “insanla uğraşması”, tekil olanı ele alması demek değil; “felsefeci” sıfatını reddederken, kurduğu cümlenin devamında ne demek istediği çok daha iyi anlaşılıyor: “Ben tekil olarak insandan öte, dünyada yer kaplayan insanlığa yoğunlaşıyorum.” İşte Arendt'in söylemini özetleyen ifade.

Yaşamı boyunca ortaya koyduklarıyla, insanın var oluş koşullarını araştıran Arendt'in doğum, ölüm, eylem, üretim, çeşitlilik gibi konular üzerinde durduğu göze çarpar. Ona göre eylem, insanı açıklayan temel kavramdır; insan, öz varlığını ancak bu şekilde sergileyebilir.

Eylemde bulunmak, yeni bir şeye başlamakla eşanlamlı. Buradan bakıldığında Arendt için doğum, ölüme hazırlıktan çok bir başlangıca işaret eder ve 14 Ekim 1906'nın, yani Arendt'in doğum gününün, “yeni başlangıç” olarak değerlendirilmesi hiç de yanlış bir anlatım olmaz. Çünkü o, her zaman yeni olana vurgu yapar ve söyleminin canlılığı da buradan gelir.

Kendinden öncesini sürekli eleştiren ya da sorgulayan ve zor ikna olan yapısı Arendt'i özel kılar. Ele aldığı konuları hep farklı bakış açılarıyla değerlendirir. Arendt'in, sorunun kökenine inme ve her etkinliği, insanın yaşamındaki anlamı bakımından incelemesi, felsefi söyleminin en belirleyici nitelikleri.

Ona göre olaylar “belli bir ereksellikle ortaya çıkmaz ve insan, önceden belirlenemez bir sürecin başlatıcısı olabilir” (s. 11). Bu bağlamda Arendt'in eleştirilerinin neden tarihselcilik, totaliter rejimler ve modernizme yöneldiği de kolayca kavranabilir.

İNSANLARLA VAR OLAN İNSAN
Arendt'in ele aldığı konuların zenginliği dikkatle incelenirse, Doğumunun 100. Yılında Hannah Arendt adlı kitapta kendine yer bulan bildirilerin de aynı zenginliği yansıtan bir kesit sunduğu rahatlıkla söylenebilir. Ayrı ayrı konuları içeren bildirilerin en önemli kesişme noktası ise, Arendt'in eleştirelliği ve olup biteni sorgulama çabası.

Örneğin, Heidegger'in 27 Mayıs 1933'te yaptığı ve Nazilerle bir biçimde uzlaşımını içeren rektörlük konuşmasını eleştirmesi, söz konusu sorgulamanın göstergelerinden biri. Jacques Taminiaux'nün vurguladığı gibi, Arendt'in totalitarizme yönelik eleştirisinin merkezinde, bu ideolojilerin “yasallık ve meşruluğu ortadan kaldırma anlayışı bulunur.”

Totaliter ideolojiler zihnin yıkımını sağlamaya ve etkin yaşamın tüm insani biçimlerini baskı altına almaya çalışır; dolayısıyla düşünme etkinliğinin de bir şekilde silinmesi amaçlanır. Sınıfların yönlendirilip şekillendirilebilir kitlelere dönüştürüldüğü totaliter ideolojilerde, birey de bu yolla, düşünme etkinliğinden uzaklaştırılarak edilginleştirilir.

“İnsanın kendini düşünmesi” üzerine de eğilen Arendt için esas olan, Hans-Helmuth Gander'in belirttiği gibi, “insanın yalnız başına kendi kendisiyle konuşması değil, her zaman başkalarıyla yaptığı konuşma”dır. Düşünmek, insanlar arasında yaşayan insan için başkasını gerekli kılar. İnsan olmanın temel koşulu, başkasıyla birlikte dünya-varlık olmada yatar.

Arendt'in Lessing'e atıf yaptığını söyleyen Gander, insanın eylemde bulunmasının önemine dair görüşü yineler. Eylemde bulunmak, insanı insanla ilişkiye sokan edimdir. Konuşup eylemde bulunarak türünün yaşama alanına dâhil olan insan, kendisinden önce de varlığını sürdüren dünyaya bu yolla bir kez daha gelir. İnsanlar “konuşarak ve eylemde bulunarak daha önce görünür olmadıkları dünya sahnesine ayak basar” (s. 63). İnsanın özgür olma koşulu da böylelikle ortaya çıkar: Edimleri gerçekleştirmek ve başkalarıyla rahat konuşabilmek.

Arendt için politika da, eylem ve sözlerin aktarılmasıdır. Konu siyasete gelince güç, otorite ve kuvvet gibi kavramlar da işin içine girer. Onun deyişiyle güç, insanların bir araya gelmesinden doğar ve bunun bir adım ötesi birlikte hareket etmedir. İnsan içinde var olan insan, aynı zamanda sorumludur. Arendt'e göre sorumluluk, “kişinin başkalarına örnek olacak şekilde dünyayı değiştirecek bir şey ortaya koymasıdır.”

TOTALİTARİZMİN EZİCİLİĞİ
“Başlangıç yapmak için şiddet kaçınılmazdır” diyen Arendt, politik kuruluş efsaneleri ile şiddetin mutlak anlamda bağlantısının bulunduğuna dikkat çeker ve buna Roma İmparatorluğu'nun kuruluşunu örnek gösterir. Ancak o, şiddet kullanarak yönetmenin “yeni ve istikrarlı bir şey ortaya çıkarmadığını, başlangıcın başlayanlarla beraber 'devrim selinde' boğulduğunu” imler (s. 91).

Totalitarizm, insanın bütün olanaklarının mutlak olarak denetim altına aldığı için şiddetin en ileri gelen biçimlerinden biridir; “mutlak kontrol, baskı ve kuvvet kullanımı gibi araçlarla sağlanır ve toplumsal alan da böylece şekillendirilmeye başlar.” Totaliter rejimler, tek biçimli yapı yaratmak adına insan çoğulluğunu sürekli tehdit eder ve söz konusu çoğulluğu ortadan kaldırarak kendine rahat bir hareket alanı sağlamaya çabalar.

Arendt, totalitarizmi işlerken eşitlik konusuna da parmak basar. Ona göre eşitlik insana verilmez, politik örgütlenmeyle kazanılır. Eşitlik, “insanın kendi olma deneyimini kazandığı ve kendini başkalarından ayrı ya da farklı olduğunu gösterdiği yer”dir. Bir başka deyişle, ayrı veya ayırdlı olma, insanın biricikliğine işaret eder.

İnsan doğayla ya da başka insanlarla ilişki kurarken çoğu zaman, totaliter rejimlerin de özü olan yıkım gündeme gelir. Arendt'in totaliter rejimler ile homo faber arasında kurduğu ilişki değinilmeye değer. Ona göre “şiddeti uygulama ve şiddetin kendisi, bütün yapım etkinliğinde bulunur ve insan yapısının yaratıcısı olan homo faber, her zaman doğayı tahrip eden”dir. Yıkım, totaliter rejimlerin özüdür. Şiddeti araç değil de rejimin kendisine dönüştüren totalitarizmde her şey rejimi “korumak” için gerçekleştirilir. Bu eylemlerden biri ve belki de en göze çarpanı, insanları kitle toplumu içine hapsetmedir.

Buradan bakıldığında totaliter bir yapıyı yansıtan emperyalizm, özel ve rekabetçi eylemleri yaygınlaştırıp, kamusal konuların ilkesi haline getirerek tehlike yaratır. Arendt'e göre bu işleyiş, “hukuk ve düzen tarafından zapturapt altına alınmazsa dünyanın yıkımına yol açar” (s. 153).

Bu arada insan, köleye dönüştürülüp her türlü politik topluluktan uzaklaştırıldığında onurunu da yitirir. Onur yitimi Arendt için “kişinin politik olarak dışlanması ve eyleme yetisinin elinden alınmasıdır.” Böyle bir insan da “doğal” olarak “gereksiz” sıfatıyla anılmaya başlar.

“Canlı ceset” konumuna gelen “gereksiz” insanların ortadan kaldırılması ya da tecrit edilmesinin yolu kolaylıkla açılabilir Arendt'e göre. Ortadan kaldırma işlemi mutlaka öldürmeye dayanmaz, kişinin ahlâki anlamda yok edilmesi yani vicdanın silinmesi de, bir bakıma yok etme demektir.
İnsan anlamsızlık tehdidiyle bir kez yaşamaya başladığında, davranışlarını denetleyecek her türlü mekanizmaya da boyun eğebilir.

ÖZGÜR BİREYE ULAŞMA YOLU
Thomas Dürr, Arendt'in söylemine değinirken eylem ve sözlerin yitişini ve bir anlamda insanın denetlenişini şöyle özetler: “Her yeri saran anlamsızlık koşulları altında ve iş yerini kaybetme karşısında totaliter terör, akla gelebilecek her türlü tekniği icat ederek, insanların davranışlarını öngörülebilir hale getirerek elinden geleni yapınca, birbirinden yalıtılmış bireylerden oluşan bir dünya ile karşılaşıyoruz. Bu dünyada artık hiç kimse birbiriyle konuşmuyor ve birlikte eylemde bulunmuyor ve böylece kendi dünyasının gerçekliğinden emin olamıyor” (s. 167). Yok oluşun kapısı da ardına kadar açılıyor böylelikle.

Bunların yanında, insanların programlanmış makinelere dönüştürülmesi de bir başka yok edilme biçimi. İşte Arendt'in modernizme yönelik eleştirisinin temelinde de bu yatıyor. Dürr'ün Arendt'ten yaptığı alıntı her şeyi açıklıyor: “Modernizm ve özellikle onun ekonomi sektörü, insanlara bir eşya gibi davranan yapıları yaratır ve eşyalar, üretilip yok edilebilir” (s. 181). Tüm bunların ardından insan, insanlıktan dışlanır. Yalnızlaşması, kitle içine hapsedilmesi, kendini gereksiz hissetmesi onda bir kaçıklık durumu yaratır.

Hayatının tamamını ve söyleminin bütününü, insana; onun baskı altında ezilişine karşı geliş, onur ve değeri üzerine kuran Arendt, eleştirelliği ve sorgulamayı hiç ötelemez. İnsanı “gereksiz” ve “değersiz” hale getiren ne varsa eşeler.

Onun bir başka özelliği kalemini korkak alıştırmaması ve ele aldığı tüm çarpıklıkların düzeltilmesi adına zihinleri kışkırtması. Hapsedilen, kapatılan, totaliter rejimlerce baskı altına alınan insanın avukatlığını yapmaktan geri durmaması.

Arendt'in bu edimlerinin zemininde ise özgürlük bulunur. Kitle toplumunda kıstırılmış insandan özgürlüğe sahip bireye ulaşma çabası içeren zorlu yolda Arendt önemli bir özne olarak karşımıza çıkıyor.

Söylemini eylem, totalitarizm eleştirisi, şiddet, modernizm sorgulamaları, özgürlük ve politika gibi izlekler üzerine kuran bu önemli düşünür, Doğumunun 100. Yılında Hannah Arendt adlı kitapla anılırken, okuyucuyu insanlar arasındaki insanın ya da insanlığın, yeniden nasıl ayağa kaldırılabileceğine dair açılımlarla baş başa bırakıyor.

Doğumunun 100. Yılında Hannah Arendt/ Yayıma Hazırlayan: Sanem Yazıcıoğlu/ Yapı Kredi Yayınları/ 228 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 03.12.2009