4 Aralık 2009 Cuma

DOĞUMUNUN 100. YILINDA HANNAH ARENDT (*)
ALİ BULUNMAZ

Konuşmadan ve eylem yapmadan yaşanan bir hayat, kelimenin tam anlamıyla, insanın hayatı boyunca yaşadığı bir ölümdür.”
(Hannah Arendt)

Hannah Arendt, kendisine “felsefeci” diyenlere hep aynı yanıtı verdi: “Ben, bireyin kendisine dair sorunlarla uğraşıyorum.” Onun “insanla uğraşması”, tekil olanı ele alması demek değil; “felsefeci” sıfatını reddederken, kurduğu cümlenin devamında ne demek istediği çok daha iyi anlaşılıyor: “Ben tekil olarak insandan öte, dünyada yer kaplayan insanlığa yoğunlaşıyorum.” İşte Arendt'in söylemini özetleyen ifade.

Yaşamı boyunca ortaya koyduklarıyla, insanın var oluş koşullarını araştıran Arendt'in doğum, ölüm, eylem, üretim, çeşitlilik gibi konular üzerinde durduğu göze çarpar. Ona göre eylem, insanı açıklayan temel kavramdır; insan, öz varlığını ancak bu şekilde sergileyebilir.

Eylemde bulunmak, yeni bir şeye başlamakla eşanlamlı. Buradan bakıldığında Arendt için doğum, ölüme hazırlıktan çok bir başlangıca işaret eder ve 14 Ekim 1906'nın, yani Arendt'in doğum gününün, “yeni başlangıç” olarak değerlendirilmesi hiç de yanlış bir anlatım olmaz. Çünkü o, her zaman yeni olana vurgu yapar ve söyleminin canlılığı da buradan gelir.

Kendinden öncesini sürekli eleştiren ya da sorgulayan ve zor ikna olan yapısı Arendt'i özel kılar. Ele aldığı konuları hep farklı bakış açılarıyla değerlendirir. Arendt'in, sorunun kökenine inme ve her etkinliği, insanın yaşamındaki anlamı bakımından incelemesi, felsefi söyleminin en belirleyici nitelikleri.

Ona göre olaylar “belli bir ereksellikle ortaya çıkmaz ve insan, önceden belirlenemez bir sürecin başlatıcısı olabilir” (s. 11). Bu bağlamda Arendt'in eleştirilerinin neden tarihselcilik, totaliter rejimler ve modernizme yöneldiği de kolayca kavranabilir.

İNSANLARLA VAR OLAN İNSAN
Arendt'in ele aldığı konuların zenginliği dikkatle incelenirse, Doğumunun 100. Yılında Hannah Arendt adlı kitapta kendine yer bulan bildirilerin de aynı zenginliği yansıtan bir kesit sunduğu rahatlıkla söylenebilir. Ayrı ayrı konuları içeren bildirilerin en önemli kesişme noktası ise, Arendt'in eleştirelliği ve olup biteni sorgulama çabası.

Örneğin, Heidegger'in 27 Mayıs 1933'te yaptığı ve Nazilerle bir biçimde uzlaşımını içeren rektörlük konuşmasını eleştirmesi, söz konusu sorgulamanın göstergelerinden biri. Jacques Taminiaux'nün vurguladığı gibi, Arendt'in totalitarizme yönelik eleştirisinin merkezinde, bu ideolojilerin “yasallık ve meşruluğu ortadan kaldırma anlayışı bulunur.”

Totaliter ideolojiler zihnin yıkımını sağlamaya ve etkin yaşamın tüm insani biçimlerini baskı altına almaya çalışır; dolayısıyla düşünme etkinliğinin de bir şekilde silinmesi amaçlanır. Sınıfların yönlendirilip şekillendirilebilir kitlelere dönüştürüldüğü totaliter ideolojilerde, birey de bu yolla, düşünme etkinliğinden uzaklaştırılarak edilginleştirilir.

“İnsanın kendini düşünmesi” üzerine de eğilen Arendt için esas olan, Hans-Helmuth Gander'in belirttiği gibi, “insanın yalnız başına kendi kendisiyle konuşması değil, her zaman başkalarıyla yaptığı konuşma”dır. Düşünmek, insanlar arasında yaşayan insan için başkasını gerekli kılar. İnsan olmanın temel koşulu, başkasıyla birlikte dünya-varlık olmada yatar.

Arendt'in Lessing'e atıf yaptığını söyleyen Gander, insanın eylemde bulunmasının önemine dair görüşü yineler. Eylemde bulunmak, insanı insanla ilişkiye sokan edimdir. Konuşup eylemde bulunarak türünün yaşama alanına dâhil olan insan, kendisinden önce de varlığını sürdüren dünyaya bu yolla bir kez daha gelir. İnsanlar “konuşarak ve eylemde bulunarak daha önce görünür olmadıkları dünya sahnesine ayak basar” (s. 63). İnsanın özgür olma koşulu da böylelikle ortaya çıkar: Edimleri gerçekleştirmek ve başkalarıyla rahat konuşabilmek.

Arendt için politika da, eylem ve sözlerin aktarılmasıdır. Konu siyasete gelince güç, otorite ve kuvvet gibi kavramlar da işin içine girer. Onun deyişiyle güç, insanların bir araya gelmesinden doğar ve bunun bir adım ötesi birlikte hareket etmedir. İnsan içinde var olan insan, aynı zamanda sorumludur. Arendt'e göre sorumluluk, “kişinin başkalarına örnek olacak şekilde dünyayı değiştirecek bir şey ortaya koymasıdır.”

TOTALİTARİZMİN EZİCİLİĞİ
“Başlangıç yapmak için şiddet kaçınılmazdır” diyen Arendt, politik kuruluş efsaneleri ile şiddetin mutlak anlamda bağlantısının bulunduğuna dikkat çeker ve buna Roma İmparatorluğu'nun kuruluşunu örnek gösterir. Ancak o, şiddet kullanarak yönetmenin “yeni ve istikrarlı bir şey ortaya çıkarmadığını, başlangıcın başlayanlarla beraber 'devrim selinde' boğulduğunu” imler (s. 91).

Totalitarizm, insanın bütün olanaklarının mutlak olarak denetim altına aldığı için şiddetin en ileri gelen biçimlerinden biridir; “mutlak kontrol, baskı ve kuvvet kullanımı gibi araçlarla sağlanır ve toplumsal alan da böylece şekillendirilmeye başlar.” Totaliter rejimler, tek biçimli yapı yaratmak adına insan çoğulluğunu sürekli tehdit eder ve söz konusu çoğulluğu ortadan kaldırarak kendine rahat bir hareket alanı sağlamaya çabalar.

Arendt, totalitarizmi işlerken eşitlik konusuna da parmak basar. Ona göre eşitlik insana verilmez, politik örgütlenmeyle kazanılır. Eşitlik, “insanın kendi olma deneyimini kazandığı ve kendini başkalarından ayrı ya da farklı olduğunu gösterdiği yer”dir. Bir başka deyişle, ayrı veya ayırdlı olma, insanın biricikliğine işaret eder.

İnsan doğayla ya da başka insanlarla ilişki kurarken çoğu zaman, totaliter rejimlerin de özü olan yıkım gündeme gelir. Arendt'in totaliter rejimler ile homo faber arasında kurduğu ilişki değinilmeye değer. Ona göre “şiddeti uygulama ve şiddetin kendisi, bütün yapım etkinliğinde bulunur ve insan yapısının yaratıcısı olan homo faber, her zaman doğayı tahrip eden”dir. Yıkım, totaliter rejimlerin özüdür. Şiddeti araç değil de rejimin kendisine dönüştüren totalitarizmde her şey rejimi “korumak” için gerçekleştirilir. Bu eylemlerden biri ve belki de en göze çarpanı, insanları kitle toplumu içine hapsetmedir.

Buradan bakıldığında totaliter bir yapıyı yansıtan emperyalizm, özel ve rekabetçi eylemleri yaygınlaştırıp, kamusal konuların ilkesi haline getirerek tehlike yaratır. Arendt'e göre bu işleyiş, “hukuk ve düzen tarafından zapturapt altına alınmazsa dünyanın yıkımına yol açar” (s. 153).

Bu arada insan, köleye dönüştürülüp her türlü politik topluluktan uzaklaştırıldığında onurunu da yitirir. Onur yitimi Arendt için “kişinin politik olarak dışlanması ve eyleme yetisinin elinden alınmasıdır.” Böyle bir insan da “doğal” olarak “gereksiz” sıfatıyla anılmaya başlar.

“Canlı ceset” konumuna gelen “gereksiz” insanların ortadan kaldırılması ya da tecrit edilmesinin yolu kolaylıkla açılabilir Arendt'e göre. Ortadan kaldırma işlemi mutlaka öldürmeye dayanmaz, kişinin ahlâki anlamda yok edilmesi yani vicdanın silinmesi de, bir bakıma yok etme demektir.
İnsan anlamsızlık tehdidiyle bir kez yaşamaya başladığında, davranışlarını denetleyecek her türlü mekanizmaya da boyun eğebilir.

ÖZGÜR BİREYE ULAŞMA YOLU
Thomas Dürr, Arendt'in söylemine değinirken eylem ve sözlerin yitişini ve bir anlamda insanın denetlenişini şöyle özetler: “Her yeri saran anlamsızlık koşulları altında ve iş yerini kaybetme karşısında totaliter terör, akla gelebilecek her türlü tekniği icat ederek, insanların davranışlarını öngörülebilir hale getirerek elinden geleni yapınca, birbirinden yalıtılmış bireylerden oluşan bir dünya ile karşılaşıyoruz. Bu dünyada artık hiç kimse birbiriyle konuşmuyor ve birlikte eylemde bulunmuyor ve böylece kendi dünyasının gerçekliğinden emin olamıyor” (s. 167). Yok oluşun kapısı da ardına kadar açılıyor böylelikle.

Bunların yanında, insanların programlanmış makinelere dönüştürülmesi de bir başka yok edilme biçimi. İşte Arendt'in modernizme yönelik eleştirisinin temelinde de bu yatıyor. Dürr'ün Arendt'ten yaptığı alıntı her şeyi açıklıyor: “Modernizm ve özellikle onun ekonomi sektörü, insanlara bir eşya gibi davranan yapıları yaratır ve eşyalar, üretilip yok edilebilir” (s. 181). Tüm bunların ardından insan, insanlıktan dışlanır. Yalnızlaşması, kitle içine hapsedilmesi, kendini gereksiz hissetmesi onda bir kaçıklık durumu yaratır.

Hayatının tamamını ve söyleminin bütününü, insana; onun baskı altında ezilişine karşı geliş, onur ve değeri üzerine kuran Arendt, eleştirelliği ve sorgulamayı hiç ötelemez. İnsanı “gereksiz” ve “değersiz” hale getiren ne varsa eşeler.

Onun bir başka özelliği kalemini korkak alıştırmaması ve ele aldığı tüm çarpıklıkların düzeltilmesi adına zihinleri kışkırtması. Hapsedilen, kapatılan, totaliter rejimlerce baskı altına alınan insanın avukatlığını yapmaktan geri durmaması.

Arendt'in bu edimlerinin zemininde ise özgürlük bulunur. Kitle toplumunda kıstırılmış insandan özgürlüğe sahip bireye ulaşma çabası içeren zorlu yolda Arendt önemli bir özne olarak karşımıza çıkıyor.

Söylemini eylem, totalitarizm eleştirisi, şiddet, modernizm sorgulamaları, özgürlük ve politika gibi izlekler üzerine kuran bu önemli düşünür, Doğumunun 100. Yılında Hannah Arendt adlı kitapla anılırken, okuyucuyu insanlar arasındaki insanın ya da insanlığın, yeniden nasıl ayağa kaldırılabileceğine dair açılımlarla baş başa bırakıyor.

Doğumunun 100. Yılında Hannah Arendt/ Yayıma Hazırlayan: Sanem Yazıcıoğlu/ Yapı Kredi Yayınları/ 228 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 03.12.2009

Hiç yorum yok: