27 Ağustos 2010 Cuma

DÜNYAYA SOYUNAN ADAM (*)
ALİ BULUNMAZ

“Bazen beni aynı anda batıran ve yükselten bir yazının hayalini kurarım, beni hasta eden ve iyileştiren, beni öldüren ve yeniden canlandıran bir yazının.”
Juan José Millas


Juan José Millas, buralarda kenarda köşede kalmış bir isim. Daha önce Türkçede yayımlanan Sakın Yatağın Altına Bakma adlı romanı, bu coğrafyayı Millas’la tanıştırmıştı. 1946 Valencia doğumlu yazar, Sésamo Ödülü kazanan ilk romanı Cerbero son las sombras’ı 1975’te okura sunmuştu.

Romanları İngilizce, Fransızca, Almanca, Portekizce, İtalyanca, İsveççe, Danca, Norveççe ve Flemenkçe başta olmak üzere 23 dile çevrildi. El Pais ve başka gazetelerdeki yazılarıyla, İspanya ve Avrupa’da bilinen Millas, otobiyografik özellikler barındıran Dünya ve Ben isimli romanıyla 2007’de Planeta Ödülü’nü, 2008’de ise İspanya’da Ulusal Öykü Ödülü’nü kazandı.

PSİKANALİZ
Dünya ve Ben, otobiyografik bir roman olmasının yanında, var oluşu -yazarın kendi var oluşunu- sorgulayan bir kimliğe de sahip. Bu niteliğine bakıp da “Olamaz, bir tane daha mı?” dememek gerek.

Bugüne kadar böyle birçok roman yazıldı, doğru. Ancak bu tür sorgulamaları olabildiğince farklı coğrafyadan yazardan görmek, ufku genişleten ve hiç yabana atılmaması gereken bir şey. Üstelik az tanıdığımız bir yazarla karşı karşıya olduğumuz da unutulmamalı.

Millas’ın sorgulamaları, otobiyografik öğelerle beslenirken, bizi sarıp sarmalayan eskiye dönüşler ve hatıralar sayfalardaki yerini alıyor. Anne, baba, sokaklar, arkadaşlar, okul, mahalle… Hızla büyüyen bir çocuk ve çarpıcı biçimde değişen hayat da:

“Büyümeye başladığımda, her şey çoktan çürümüştü: Annemle babamın hayatları bozulmuştu, bu apaçık ortadaydı ve bizimki de; ait olduğumuz sosyal sınıftan ve yerden zorla koparılıp alınmıştık. Yaz geçip bittikten sonra, evin de çürüdüğünü fark ettik. Yağmur yağınca duvarın çatlakları belirirdi; çatlakların altına ikide bir boşaltılacak kovalar koyup yatakların yerini değiştirmemiz gerekirdi.”

Millas’ın anlatımında öne çıkan, kendisiyle okurlar adına gerçekleştirdiği söyleşi; soruyor, yanıtlıyor, eşeliyor ve ortaya bir roman çıkıyor. Bir bakıma kendini ayrıştırıyor, psikanalitik yöntemle, olanı biteni gün yüzüne çıkarmaya, hayatından kesitleri kurguyla harmanlayıp okurla paylaşmaya yöneliyor.

Onun yaptığı bir şey daha var: Uzun uzun annesinden, bazen babasından bazen de kardeşlerinden söz ettiği metinde, kendisinin hangi koşullarda ve nerelerden beslenerek kalemi eline aldığını anlatıyor. Gerçekliğe nasıl neşter attığını ya da sözlüklere nasıl gömüldüğünü de açık ediyor bu satırlar.

Kitapta hızla bir kareden ötekine geçiyorsunuz. Millas’ın rahatsızlık duyduğu -ki sorgulamaya, duyumsadığı bu rahatsızlıktan dolayı başladığı izlenimi uyanıyor- pek çok şeyi sıraladığına tanıklık ediyorsunuz: Çocukluğunun hastalıkları, ilk gençlik yıllarının bunaltıları, yeni deneyimlerin ruhuna saldığı tuhaf huzursuzluk… Millas aracılığıyla, her şeyi ve her yeri dikkatlice süzen bir göze dönüşüyorsunuz bu sırada; kimi zaman bir davette kimi zaman da bir taksinin içinde.

Her ayrıntı, zihninizi bulamaca çeviren bir nitelikle karşınıza çıksa da, belirli işlevlere sahip. Çünkü Millas kendini açarken, o ayrıntıları son derece ustaca kullanarak yoluna devam ediyor. Dört nala koşan bir atın üzerinde dengede durmaya çalışırken delirecek gibi oluyorsunuz ve o anda Millas imdada yetişiyor: “Delilik hayatın içinde bir yanlış yerleştirilmeden, bizim de bir parçasını oluşturduğumuz gizemli mantığın bir tür tezahüründen başka bir şey değildi. Hatalı olan, bunu bir sorun gibi içselleştirmekti.”

Tutulduğu psikanalitik çözümleme, Millas’ın sokağından geçmemizi sağlarken, aynı zamanda hem dünyasını görmemize hem de onun dünyayı görmesine olanak veriyor; geçmişteki sokağa, çocukluğunu, ilk gençliğinin kaldırımlarına: Annesinin henüz hayatta olduğu, babasının alet edevatlarla uğraşıp icatlar peşinde koştuğu evin bulunduğu sokağın hemen başına geliyoruz.

SAHNELENEN OYUN
Tanrı’nın her dakika karşısında beliriverdiği bir dünyada “yaşamını süründürmekten” rahatsız bir Millas da var karşımızda. İstavroz çıkarmalar, din adamlarının ellerini öpmeler, dualar okumalar, cehennem, Tanrı’yı memnun etme ya da öfkesini uyandırmama… Ama Millas’a göre neyse ki günah çıkarma vardır da böylece “sayaç kolayca sıfırlanır.”

Sağ elini kullananlara göre düzenlenen dünyada, pek çok şeyin eğri büğrü olduğunu düşünür Millas. Solakların penceresinden baktığında, hayatın tuhaf çilelerle örüldüğünün farkına varır. Bir şeyler ters ya da yanlış işler; Millas için “günahı tutan” sol el haksızlığa uğrar her zaman.

Dünya ve Ben, okuru uzun yılları kapsayan bir zaman tünelinden geçiriyor. Bir insanın var oluşunun izlerini takip ederken ülke de değiştiriyorsunuz. İspanya’dan ABD’ye bir yolculuk başladığında, Millas da kaybettiklerinin parçalarını hatta bütünüyle kendilerini arıyor. O sırada oltanıza Millas’la ilgili; onun, yazarlığa adım atışına ilişkin bir cümle takılıyor: “Yazar oldun, çünkü gerçekliği değişikliğe uğratarak anlatmak için kaynaklar icat ettin.”

Anlattığı her ne olursa olsun, istikrarlı biçimde süregelen bir aşk var. Millas’ın Maria José’ye tutkunluğu; onu tanıyışı ve sonra kaybedişi, peşine düşüşü ve Amerika’da onu tekrar buluşu. Maria José, her bölümde bir şekilde karşımızda. Onun aracılığıyla Millas bir özeleştiriye de girişiyor:

“Maria José’nin gözüyle bakınca (…) belki de yanılgılar içinde bir romancıydım, tali meselelerde haklı ama işin özünü kaçıran bir romancı. İyi niyetli bir adam, solcu olduğu muhakkak ama gevşek bir soldan, yol arkadaşı cinsinden, faydalı bir budala; devrim arifesinde basamak yapılacak, lakin iktidara gelindiğinin ertesinde vurulması vacip biri.”

“İşin özünü kaçıran romancı” olduğunu hissetse de Millas, kendini kar fırtınasının ortasında kalan ve boranın en cafcaflı yerinde bir eve sığınmayı başaran öykü kahramanı biçiminde de kurgular. Onu evine alan kişi ise Maria José’den başkası değildir elbette.

Millas, metinde savruluş ve sürükleniş gibi temalar etrafında şekillendiriyor her şeyi. Ailesinin iç işlerini dışa aktarıp, adeta okurdan görüş istiyor. Dokuz çocuklu bir ailede kendisinin “hayaletlere özgü bir var oluş” sürdürdüğünü de bir kenara not ediyor. Bu “hayaletlik”, belki de Millas’ın kimlikten kimliğe girmesini, kişiliğinin bölünmesini ve kendisini bile şaşırtan bir hızla farklılaşmasını sağlıyor. Bazen cellat bazen de kurban gibi görüyor kendini.

Geçmişini kaplayan ve bir labirente benzettiği mahallesi, onun için kimi zaman kör bir sıçan gibi dolaştığı iç avluya dönüşüyor, okulu ise yediği dayaklardan dolayı kaçmak için can attığı bir hapishaneye.

Romanlarını oluşturduğu dönemlere tanıklık ettiğimiz Dünya ve Ben’de, özellikle yazar kimliğini dikkate alarak Millas’ı kurguyla gerçek, var olanla hayal ettikleri arasında geçişler yaşayan biri biçiminde nitelemek yanlış olmaz. Kendisine uyguladığı psikanaliz ve benliğiyle yaptığı söyleşi bunu açıkça gösteriyor. Sanki bir sahnede, yazıp yönettiği, zaman zaman da doğaçlama ve yorum kattığı bir oyun hissi uyandırıyor Dünya ve Ben. Belki de bu his, Millas’ı kovalayan bunaltıyı anlamamız yolunda bir kapı aralıyor bize. Millas, o bunaltıyı, anne ve babasının küllerini taşır gibi yanından ayırmıyor.

Romanı neden ve hangi yöntemle yazdığını; niçin geriden başa doğru gittiğini en sonda açık eden Millas, yine yazma eylemi ve kendisine dair ipuçları veriyor: “İyi yazmak demek, diğer kısmınız geri kalanlarla iletişime geçip hayatını kazanmak üzere sanrının dışına çıkarken sanrının içindeki size ait olan o kısmı aynen okunduğu gibi kâğıda geçirmek demekti.”

Millas, adı, soyadı ve yaşadıklarından yola çıkarak ya da dönüş yolunda, artık ne derseniz deyin, yazdığı Dünya ve Ben’de tüm yaşamının hayata geçen bir sahne olduğunu vurguluyor. Öyle ki Millas’a göre orada “kedere ya da düşlere, hastalığa ve hüsrana maruz kalan özneler değil, onların sahnesi bulunuyor.” Dolayısıyla ismi de “bedeniyle kaynaşan bir doku nakli ve protez”i çağrıştırıyor. Anne ve babasının küllerini savurması, ismini de rüzgâra emanet etmesi ve tabii bir de romana son noktayı koyması anlamına geliyor.

Usul usul anlatıyor Millas; geçtiği tüm yolları, tanıdığı bütün insanları, geride kalan, onda iz bırakan herkes ve her şeyi. Okunan her satırda çocukluğunu, gençliğini, ailesini, aşklarını ve kendisini kuşatanların toplamını yansıtan Millas, otobiyografik romanıyla, kat kat giydiği elbiselerini atıyor üzerinden; adeta dünyaya soyunuyor.


Dünya ve Ben/ Juan José Millas/ Çeviren: Saliha Nilüfer/ Hayykitap/ 216 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 25.08.2010

20 Ağustos 2010 Cuma

BUYURUN YAZIN SOFRASINA (*)
ALİ BULUNMAZ


Edebiyatı veya edebiyat tarihinde yer etmiş ürünleri yemekle; yazarlarını da aşçılıkla eşleştirmek, nereden bakarsanız bakın ilginç bir yaklaşım. Mark Crick'in Kafka'nın Çorbası adlı çalışması, yemek tarifleri üzerinden (yemeği yer yer metafor olarak kullanarak) farklı bir yola sapıyor.

Edebiyatı yemekle yan yana getirmenin bazılarına çekici gelen bir yanı bulunabilir. Kimileri de hemen “tüketim kültürü”ne dayandırabilir işi. Ama olaya şöyle bakalım: İlginç tarif, uygun pişirme ve doğru yazar (ya da aşçı mı desek) buluştuğunda ortaya tadından yenmez şeyler çıkmaz mı? Kafka'nın Çorbası, konuya işte buradan yaklaşıyor.

Dünya edebiyatının kalbur üstü isimlerini mutfağa sokma fikri pek denenmiş bir şey değil gerçekten. Mark Crick ayrıksı bir yola girmeyi aklına koymuş ve bunu başarmış da. Ünlü yazarların biçemlerini ve bazen de sözleri ile yöntemlerini aslına yakın biçimde gözümüze sokuyor Crick. Mutfaktan gelen kokular her ne kadar kopya olsa da, gerçekte bu yazarlar ocağın başına geçse ne pişireceğini zihninde canlandırarak (onlara en uygun tarifleri bularak) kâğıda dökmüş. Bazen tatlı, bazen acı ve kimi zaman da buruk bir tat duyumsuyoruz.

Kafka “Miso Çorbası”nı pişirirken, Irwin Welsh “Çikolatalı Keki” fırına veriyor. Kek pişerken, Crick, Welsh'i konuşturuyor: “Evrenin merkezinde olduğumuzu sanıyoruz ama değiliz. Hem zaten evren dediğin nedir ki? Yalnızca bitip tükenmeden dolanıp durduğumuz sonsuz bir kavşak ve yapabileceğimiz hiçbir şey de yok. Ölmek için yaşıyoruz. İşte bu kadar.”

Satırlar arasında yol aldıkça mide krampları yaşamak olası. Çünkü her başlangıç yepyeni ve birbirinden hayli farklı tatları barındırıyor. Crick'in işi de kolay değil. Ne de olsa pek çok yazarın zihni ve kimliğine girip çıkıyor. Dolayısıyla yemekler de marşandiz gibi açık büfede sıralanıyor.

Tabii bunlar içinde belki de en manidar olanı Sade'ın pişirdiği “İçi Doldurulmuş Kemiksiz Piliç.” Wirginia Woolf'un vişnelerle uğraşması da, en az Sade'ın piliçleri ateşe vermesi kadar manidar.

Yazı masasından mutfağa, oradan da yemek masasına yollanan edebiyatçıların aşçılıkları yazarlıkları kadar başarılı mıydı orası bilinmez ama Crick'in kurgusuna göre mutfakta da bir hayli iyi görünüyor bu isimler.

Jorge Luis Borges'in “Dieppe Dilbalığı”, Graham Greene'in “Vietnam Tavuğu” tarifi ve bunlara eklenen hikâyeler, hem Crick'in kurgusunun hem de bu kurgu içinde yazarların aşçılığının başarısını gösteriyor.

Kim ne tarif ederse etsin, ardından ne pişirirse pişirsin, bu sonsuz sofrada yine en özgün ve en lezzetli yemekler kalacak. Crick'in seçimleri de bunun kanıtı gibi.

Mark Crick, Kafka'nın Çorbası'nda kendisi için önem taşıyan edebiyatçıları seçmiş, bu belli. Sonunda okur da aynısını yapabilir ve kendine şunu sorabilir: Benim yazarların kim ve acaba onlar mutfağa girse ne pişirir?

Nasılsa edebiyat da mutfağı da geniş; düşün düşün, pişir pişir bitmez...

Kafka'nın Çorbası/ Mark Crick/ Çeviren: Gülden Şen/ Can Yayınları/ 84 s.

(*) www.sabitfikir.com [http://www.sabitfikir.com/elestiri/buyurun-yazin-sofrasina], 20.08.2010
ANLAMAYANLAR ANLAYANLARA ANLATSIN (*)
ALİ BULUNMAZ

Yaz sıcağının termometre çatlatan günlerinden birinde, Ferhanca yazılıp teknolojinin son harikası dijital “kitaplara” inat basılarak önümüze gelmiş bir hakiki kitap Seçme Sapan Şeyler. Butik yazarlara, yazarımsılara, yazma işini hobi belleyip göze gönle hitap edenlere ve kallavi “itibar” sahibi olmasına rağmen hâlâ başparmağıyla işaretparmağının üstünü kaşıyanlara nanik yaparcasına karşımızda dikiliveren bir kitap aynı zamanda. Uyanık geçinen insanoğlunun eblehlikle semelik arası haline gülümseme gibi bir şey.

Ferhan Şensoy’u bilen bilir, anlatmaya gerek yok; anlayan var, anlamayan da. Anlamak istemeyen çok, anlasa anlatmaya mecali kalmadığını sanan da… Kısacası bilmeyen ve bilmek isteyen “bir bilene” tıklar, seke seke öğreniverir.

Taviz vermeden sürdürdüğü siyasi hiciv ve ortaoyunun yanına, Ortaoyuncular etiketini taşıyan kitaplarını da ekliyor Şensoy. Seçme Sapan Şeyler de bunlardan biri. Adı gibi seçme; seçmece insan ve olaylarla örülü, deneme öykü arası gidip gelen metinler.

Hani kendimizi zeki, çevik ve bir o kadar da uyanık sanıyoruz ya, işte Seçme Sapan Şeyler’deki öykülerin seçmece tiplerinin de yanılgısı bu. Ama bu yanılmışlığı, her gün elimizi attığımız; bizim dışımızda yer kaplayan ne varsa onlar dillendiriyor. Hayvanat, eşya ve alet edevat insanlaşıp, kendi arasında bizim duyamayacağımız frekanstan bir muhabbet koyulaştırıyor.

Seçme Sapan Şeyler’de anlatılanlar, cepheden bakıp görmeyi beceremediğimiz saçmalıklardan doğma; anlaşılacağı üzere insandan olma seçmecelerin kaleme ve kâğıda tebelleş hikâyeleri.

Şehrin beyni mıncıklayan kör gözün parmağına arabesk gürültü patırtısı yükseledursun; arabeskle yavşaklık kelimesini yan yana getirenlerin zevkle tu kaka edildiği günler insanı don lastiği gibi sıkadursun, kitaptaki deneme öykü arası metinler yorulmak bilmeden koşturuyor. Zihni kılçıklayan sadeliğiyle ve fırlattığı hiciv başlıklı oklarla okuru kendine getiriyor.

Haybeye sayfa doldurmayan deneme öykü arası metinler, gürbüz delikanlılara ve hariçten gazel devşirenlere de sesleniyor yekten. Sonra ver elini kıç güvertesinde keyif sürülen kısa devre vapur yolculuğu.

Kimi “enayilerin” yaz tatilini geçirdiği köyü çevreleyen tepelerden birine, cep telefonuyla daha sağlıklı görüşülmesi için şandellenen baz istasyonuna, köy eşrafının haklı sevinci karşısında gösterilen sunturlu tepki de, seçmece abukluklardan dem vurmanın bir başka şekli.

Durup durup her sayfada gözümüze kaçan öykü deneme arası metinler, insanoğlunun bazen bağıra bağıra gelen bazen de sumen altına sıvışan salaklıklarından bir demet; “yok, ben kabul etmiyorum, benim öyle dallamalıklarda bezim olmaz” diyenlerin bile hak vereceği türden.

Leblebi denmeden “leb”i bile anlamayanların, öykü deneme arası metinlerde kendini bulması beklenemez. Ama bu, onların hafif Çengelköy Bademi durumlarını da ötelemez elbette. Zaten bu yüzden salak insanoğlunun ters köşeye yattığında dahi doğru tarafa atladığını sanıp, muzaffer bir Romalı komutan edasıyla işi bozuntuya vermeyişi karşısında komedi tavana vuruyor. Seçme Sapan Şeyler, buradan dikizleyince ağlanacak halimize ağız dolusu bir kahkaha az biraz.

Absürd bu ya, öykü deneme arası metinlerin asıl anlatıcısı insan dışında ne varsa o. İnsanı sofraya eğlencelik eden alet edevat ve hayvanat, olur olmaz sırıtışlarla gününü gün ediyor, küfrü basmayı da unutmuyor bazen.

Elindeki pertavsızla, insanın “olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” hallerini, bir iki boy büyütüp sayfalara nakşediyor Şensoy. Saçma salak ahvalini dünya gözüyle görmeyi reddeden insan da, istiflediği eşyanın, köteklediği hayvanın, kullandığı aletin ve süs bellediği bitkinin masasına meze oluyor.

Öyküyle deneme arası metinlerin ardından Ferhan Şensoy’un hayali sesi çalınıyor sanki kulağa; “Bilmem anlatabilemedim mi?” diye soruyor, beri yanda Boris Vian’ın trompetinin çığlığı…

Yazının dibine çam armağanı çoban sakızı bir not düşmeli: Anlamayanlar, anlayanlara anlatsın…

Seçme Sapan Şeyler/ Ferhan Şensoy/ Ortaoyuncular Yayınları/ 168 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 19.08.2010
AMERİKA'YI BİR DE ONLARDAN DİNLEYİN (*)
ALİ BULUNMAZ

Hollywood'un o devasa bütçeli ve herhangi bir yerinde mutlaka ABD bayrağını gözümüze sokmayı başardığı propoganda kokan filmlerindeki “mutlu tablo”, bu endüstriye ve Amerika'ya cahilce bir sevgiyle bağlananları belli süreyle avutmuş olabilir. Ancak kazın ayağının böyle olmadığı, ABD'nin kendi topraklarında yetişen muhalif yazar, yönetmen ve entelektüeller tarafından yakın zamanda ortaya saçılıverdi. Kimilerinin huzurlu, kimilerinin pembe balon ABD'si bir başka hal alıverdi böylece.

“KARANLIK KAHKAHA”
Marco Cassini ve Martina Testa'nın öncülüğünde hazırlanan kolektif çalışma Amerika'nın Yanık Çocukları da, o “mutlu ülke” aldatmacasının üzerine mizah ve trajikomik kara bulutlar yollayan örneklerden. Yani, suyu bulandıranlara inat berraklaştırıp gerçekleri gösteren öykülerle yüklü bir kitap.

Zadie Smith, yazdığı önsözde, kitapta anlatılan ve “Amerika'da yaşamak nasıl bir şey?” sorusuna verilen yanıtları içeren hikâyelerde, “hüznün esas olduğunu” vurguluyor; bu hüznü, Nabakov'un “karanlık kahkahasına” benzetiyor. O “karanlık kahkaha”, mutlu aile-toplum-devlet aldatmacasını da yansıtıyor sanki.

Aslında kitapta anlatılanlara bakınca öne çıkanlardan birinin aykakta kalma dürtüsü olduğu görülüyor. Başkaca söylenecek olursa, sisteme özgü yarış ve bunun tetiklediği “tutku.” İşi biraz daha ağırlaştıralım: Kendi yerelliğini, küreselleşme başlığı altında “evrensel” diye yutturmaya çalışan o acımasızlığın gerçekte kavurduğu insanlar burada söz edilen.

Elbette mekânlar da aynı kavrukluğu resmediyor. Metthew Klam'ın öyküsündeki New York tasviri de bunlardan biri: “New York City'nin özelliği hıncahınç dolu bir yer olması. Öylesine kalabalık ki; yersiz yurtsuz pek çok insanla dolu, neredeyse ölüler bile sokakta yatıyor. Kışın soğuk rüzgârdan, yazın sıcaktan ölürsünüz. Esintisi pis kokar, insanları çiş kokar, trafik sorunu vardır (...) Herkes kendini berbat hisseder. Saklanacak yer yoktur.”

Farklı kültürlerin Amerika'ya kattığı zenginlik konuşulur sürekli. Bu doğru. Ama o zaman, var olan tedirginlik; daha doğrusu “gerçek Amerikalıların”, “sonradan Amerikalıları” sınavdan geçirmesinin nedeni ne? Kuşku mu, güvensizlik mi, kendini beğenmişlik mi, yoksa açıklanmaya ve incelenmeye muhtaç bir kibir mi? Ülkeyi ve şehirleri, görünmez ve bazen de görünür sınırlarla gettolara bölen bir zihin yapısı, hem öfke ve çekemezliği hem de Smith'in dile getirdiği hüznü ve karanlık kahkahayı daha da derinleştiriyor.

Amerika'nın görünürde pek sıkıntısız ve gününü gün eden kesiminin öykülerinin anlatıldığı kitap, sorunun tam orta yerine parmak basıyor. Yöneten, söz sahibi ve geleceği (en azından kendi geleceğini) tasarlayan bu sınıf, hayatını anlamlandırmaktan bir hayli uzak.

Bu şaaşalı ülkenin “hanımefendi” ve “beyefendileri”ne dair kimi satırlarda hayata, duruşa ve yaşama ilişkin bazı kurallar ve öneriler de göze çarpıyor. Bunlardan, Amanda Davis'in “Faith ya da Başarılı Genç Hanımlara Tavsiyeler” isimli öyküsüne konu olanlardan birkaç örnek: “Gerçek bir hanımefendi dinlemesini bilir, her erkek iyi bir dinleyiciden hoşlanır”, “gerçek bir hanımefendi görünüşüne özen gösterir”, “başkasının işine burnunu sokanları kimse sevmez”, “kendinizi iyi lanse edin; gerçek bir hanımefendi kendisinin en büyük hayranıdır”, “ağlak suratlıları kimse sevmez; popülerliğe giden yol, neşeli olmaktan geçer”, “acı yoksa, kazanç da yoktur”, “bir hanımefendinin lekesiz itibarı, onun en değerli varlığıdır.”

SUSKUN YÜZLER
Amerika'nın Yanık Çocukları'nda pek çok yazarın imzası var; George Saunders, Amanda Davis, Metthew Klam, David Foster Wallace, Ken Kalfus, Dave Eggers, Rick Mody, Shelley Jackson bunlardan bazıları. Yarattıkları karakterlerin birçoğunun ortak paydası, kendisiyle yarış ve çatışma halinde, kararsız ve huzursuz olması. Öte taraftan bu kişiler, suskun. Uygun zaman ve yerde, bir yanardağ kraterinden sızan lavlar gibi konuşuyor ama sonra yeniden sessizliğe bürünüyorlar. Dolayısıyla farklı bir Amerika ruhu çıkıyor ortaya. Onca tantana içinde hüzünlü bir dinginlik karşılıyor bizi. Bu hüzün, kimi zaman kaçış (ve olup bitenin üstünü örtme) kimi zaman da duyulası tiz bir çığlık olarak önümüze dikiliyor.

Hayatı bir dublör gibi yaşayanların öyküsü de var bunlar arasında. Shelley Jackson'ın “Uyku” hikâyesinde görülen rüya örneğin; pek çok şeyi açıklayan bir benzetme adeta: “Hepimiz bir fırsat bekleriz. Dikkat ile görev bilinci yeni fırsatların şaşırtıcı şekilde filizlenmesini sağlar: Polenlerden güçlü ve nahoş bir koku yayılır. Bu, bir çağrı, cazibe ve meydan okumadır. Dürüst ve cesursak, önümüzde çok az seçenek vardır: Mutlu yuvamızı elimizin tersiyle itip gideriz. Uçaktan inip altın renkli bir buluta ayak basarız.”

Rüyadan uyanıp gerçeklere dönüldüğünde veya dublörler meydanı asıllara terk ettiğinde, Amerika'da yaşamanın ağır tarafı gün yüzüne çıkar. David Foster Wallace'ın, hem kendi kuşağını hem de sonrakileri açığa vuran Amerika'da yaşamaya dair belirlemesinde öne çıkan kavram kaybolmuşluk. Emin olmasa bile, kaybolmuşluk duygusu, onda güçlü bir sezgi halinde. Bu nedenle, kendi kuşağına (ve ardından gelenlere) özgü olup olmadığı konusunda kararsız kalsa da, farklı şekillerde görünen kaybolmuşluk, Amerika'da yaşamanın ne demek olduğunu en yakın biçimde anlatan duygu.

Malların evleriyken, artık insanların mabedi haline gelen kapalı çarşılar ya da bugünkü adı ve şekliyle alışveriş merkezleri de konu oluyor öykülerin birine. Üstelik tarihi ve mistik bir kurguyla. Elbette biraz da mizahla. Butikler, yüksek gelirli müşterilere hizmet eden mağazalar ve yeraltı çarşısı; ölülere dayanıklı mallar satan çarşı... Marco Polo'nun keşif notlarındaki kapalı çarşılardan farklı yerler buralar. Ken Kalfus, kredi kartı çağında, Polo'nun Kubilay Han'a şunları söyleyeceğini düşünür hafif bir gülümsemeyle:

“Sanat dokuza kadar açık oldukları çarşamba günleri hariç, hergün karanlığın çökmesiyle birlikte gezinti yerleri boşalır, kepenkler çekilir, fıskıyeler kapatılır, bozuk para cüzdanları sıkı sıkı kapatılır. Müşteriler ölü gibi yalnız oldukları, hiçbir şeye bağlı olamadıkları, hiçbir şeyin parçası olamadıkları evlerine geri döner. İmparatorluğunuz, artık sessiz koridorlar ve raflar, kilitli vitrinler ve boş para kasalarıdır.”


ÖLÜM KORKUSU VE REKLAMCILIK

Amerika'nın Yanık Çocukları'nın, kesinlikle ABD ütopyasını veya sanal mutlu ortamını yıkmak gibi bir derdi yok. Kitaba öyküleriyle katkıda bulunan ve karakterler yaratan her yazar sadece bir olay anlatıcısı. Bu tavır, okurda “bunlar nasılsa kurgu, beni ilgilendirmez” gibi öteleyici bir duygu yaratıp ideal ülke inancını sürdürmesine neden olabilir; kimsenin böylesine bir duyguya itiraz etmesi beklenemez. Beklenti şu olabilir yalnızca: Kitapta ne anlatılmaya çabalandığını kavramaya çalışmak. Ondan sonra herkes, ne tarafta durmak istiyorsa orada konumlanabilir. Kısacası bu, bir ikna kitabı değil. Kişiler hayali, olaylar kurgu; önemli olan, hikâyelerin altında yatan anlamı kavramak.

Şunu da not edelim o halde: Çoğu insan mutlu görünür ama bunun altını eşelediğimizde beklenmedik bir tabloyla karşılaşmamız da olası. İşte Amerika'nın Yanık Çocukları'nın yaptığı da buna benziyor. Kabuğu soydukça, kahramanların hayatlarının hiç de göründüğü gibi olmadığını her yana saçıveriyor.

Dönelim başa; Zadie Smith'in kitabın çerçevesini çizen önsözdeki bir belirlemesine... Smith, öykü kahramanlarının neden hüzünlü olduğunu açıklıyor: “Bu öykülerde anlatılan toplum (ve onları yazan insanlar) ayrıcalıklı, eğitimli, şanslı, zengin ve büyük çoğunlukla da Wasp (Beyaz Anglosakson Protestan) insanlardan başkaları değil. Peki, bu yazarlar niçin bu denli hüzünlü ve bu denli yanık -bu travma tam olarak nereden kaynaklanıyor? Öykülerde göze çarpan iki şey var: Ölüm korkusu ve reklamcılık. Elbette bu ikisi birbiriyle çok yakından bağlı. Reklamda ölüm yok; bir sanayi olarak anti-ölüm liginde yer alıyor ve bu kuşak, reklamın gelişip yaşamlarının dokusuna işlemesine tanık oldu. Bu arada, ölüm masalın sonunda hiç ummadıkları kötü bir iğne olarak kendini gösteriyor. Hastalık, kaza ve saldırıya uğrama korkusu, her yeri sarmış durumda. Bazı korkular yenidir ya da yeni sayılır (son zamanların Amerikan öykülerinde, kitle ölümü apokaliftik fantezisinin sıkça yer alıyor oluşu, rastlantı olamaz), bazıları ise Amerika'nın kendisi kadar eski.”

Öykülerin ortaya koyduğu şeyi şöyle açıklayabiliriz: Bir toplumun içine işleyen, fakat nasıl olmuşsa üstü örtülen eziklik ve kişileri kederli kılan ruhsal yapı. Ustaca gülümsemelerin ardına gizlenen ülke kültürünün derinliklerindeki hüznün satırlara yansıması ya da.

Kitapta doğrudan bir Amerika anlatımı yok; sadece yaratılan karakterler aracılığıyla ülkenin damarlarına giriş söz konusu. Okur, bu damarlardan hareketle bir fikir edinip çözümlemeler yapmaya çağrılıyor.

Amerika'nın Yanık Çocukları/ Yayıma Hazırlayan: Marco Cassini, Martina Testa/ Çeviren: Özlem Gayretli Sevim/ Everest Yayınları/ 304 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 12.08.2010

6 Ağustos 2010 Cuma

BUTES DE KİM OLA? (*)
ALİ BULUNMAZ

İnsan bazen yaşadığı coğrafyanın ne kadar verimli olduğunu gözden kaçırabilir, bu doğal. Önemli olan unutuşa teslim bayrağı çekmemek. Yüzyıllar önce Eski Yunan düşünürlerinin boy verdiği bu topraklarda, kültürel anlamda nasıl bir zenginliğin avuçlarımızda bulunduğunu hatırlamak, güneşli bir güne uyanmak gibi.

Hesiodos ve Homeros’un, Thales’in, Miletos Okulu’nun varsıl kültürel ortamı hemen yanıbaşımızda geçmişten geleceğe seslenen güçlü bir tını. Pascal Quignard’ın kaleme aldığı Butes de, o coğrafyanın -bu coğrafyanın- kahramanlarıyla sesleniyor bize. İmbatla, Ege’nin kültürü ve havasını romanlaştırıyor.

Quignard, felsefeyle içli dışlı bir romancı. Sadece roman değil, deneme, opera, masal ve inceleme türlerinde eserler veren yazar, müzikle de uğraşmış. Dünyanın Bütün Sabahları ve Villa Amalia ile tanınan Quignard, 2000’de Monaco Edebiyat Ödülü ve Fransız Akademisi Büyük Roman Ödülü’nü kazandı. 2002’de ise Gouncourt Ödülü ile onurlandırıldı. Butes, yazarın en son kitabı, bir kısa roman.

DENİZE AÇILAN BEYAZ YELKENLİ
Mitolojiye, Eski Yunan düşüncesine ve felsefeye meraklı olanların hiç de yabancılık çekmeyeceği isim ve mekânlar var kitapta. Denize doğan ve denizde ölen Butes, yazarın başkahramanı; Sirenler ve denizlerin Aphrodite’si Kypris’in sesine vurulup, dalgalara bata çıka can veren kahraman. Anlatılan, nice gemicinin işittiği ve sonrasında gelenlerin duymamak, çekimine kapılmamak için kulağına balmumu doldurduğu şarkının hikâyesi biraz da.

Quignard’ın kısa romanında İlliada ve Odysseia’nın diline yakın, destansı bir biçem hâkim. Zaten bunu kendisi de söylüyor. Bir de müzik var; kitap boyunca ezgiler arasındayız sanki. Yunan mitolojisindeki yitişin (geri dönüşü olanaksız kılan) melodisi ve Orpheusçu (kurtarıcı) müzik arasında gidip gelmedesiniz: Denize atlamak ile güvertede kalmak gibi bir çelişki içinde; “düşüncenin korktuğu yerde, müziğin düşünmeye başladığı” yerin ortasında.

Ulaşamayacağı kıyıya çıkmak adına didinen Butes’in duyduğu yitişin müziği mi yoksa güvertede Orpheus’un müziğini işitmek mi? Quignard’ın yaptığı bir tuhaf tutku sınaması, aynı zamanda bir tarih anlatımı. Kendisinden dinleyelim:

“Kısaca Yunan tarihini anlatıyorum: Denize açılmak, rüzgârda ilerlemek, bir kent kurmak, bir sahili kolonileştirmek, bir insanı yüksek bir yarın tepesinden aşağı iterek kurban etmek, arınmak, bir başka kumsaldan, bir başka acenteden, bir başka hisardan yeniden yola çıkmak. Roma’nın imparatorluk hâkimiyeti altında gömülen Antik Yunan tarihinin sonu.”

Quignard, Butes’te Ege’nin eşsiz kültür derinliklerine bir sünger avcısı gibi dalarken geçmişin aslında nasıl da ayaklarımızın dibinde bulunduğunu anımsatıyor. Hani şöyle nitelesek yerinde olur: Bugünle o uzak geçmiş arasında görünmez ama güçlü bir bağ veya köprü kuruyor. Bir beyaz yelkenliyle Ege’ye açılan yazar, hem rüzgârın hem de köpüğün yanına tarihi katarak ilerliyor.

Butes, bir zaman yolculuğu sunuyor; yakalanamayan, devinimin yönlendiremediği ve kökenin kendini izlediği, Homeros’tan Cicero’ya, Seneca’dan Platon ile Aristoteles’e ve Eski Yunan’ın mitolojik kahramanlarının tümünü içine alan zamanda bir seyahat…

Peki, müzik? Butes’i dalgalara çeken, onu sulara çağıran müzik bu zamanın neresinde?: “Müzik, bedeni, devindiği sesli hazneye yeniden daldırır (…) Dinleyicisini, doğumu, nefes almayı, soluğu ve konuşma imkânını önceleyen yalnız var oluşun içine çeker.”

Quignard’ın deyimiyle müzik, ilk yaşamsal koşul ve bedeni çeker. Tıpkı Butes’in başına gelen gibi. Müziği “okyanusun ortasındaki ada” olarak niteliyor Quignard; “boğularak yok olmak dışında her türlü yaklaşmanın imkânsız olduğu bir ada…”

BİR İLERİ BİR GERİ
İşte Butes’i sarıp sarmalayan müzik, onun “kökensel koşulla buluşmak” dediği ölümün kapısını aralayan ses olur çıkar. Çekim gücüdür, adeta bir mıknatıslanmadır. Suyun dibinde işitilen geçmiştir öte taraftan: “Fışkıran zamanın ve durmadan tekrarlayan tarihin ortasındaki patetik zamansal adacık”; Sirenlerin adası olarak da nitelenebilir.

Quignard’ın kitap boyunca kaleminden düşmeyen müzik, öleceğini hisseden Schubert’in, Haydn’a mezarı başında saygısını sunuşu gibi kimliğini ve dilini yitirmeyi kabullenmiş kişinin fısıltısıdır beri yandan. Quignard’ın “her müzik, kaybetmiş olduğumuz biriyle ortak bir şeye sahiptir” demesinin nedenini burada aramalı belki de.

Pascal Quignard, Butes’le mitoloji, felsefe ve Eski Yunan kültürünü yanına alarak kısa ama son derece yüklü bir roman oluşturmuş. Aslına bakılırsa tam bir roman da denemez buna, denizin dalgalanıp durulan doğasına benzer bir özellik var metinde. Bazen ileri atılıyor Quignard bazen de hüzünlü bir geri dönüş yaşıyor.

Dinlediği hatta kurguladığı müziğe teslim olurken, Butes’in aksine bir anda onun dışına çıkarak, düşmeden olup biteni ayrıştırıyor. Gençliğinin yüzünü, eski suretini aramaya koyuluyor. Ailesinin öbür üyelerinin tersine orgcu olmayan bir adamın Butes aracılığıyla giriştiği bir hesaplaşma gibi de okunabilir bu roman.

Unutmadan son bir soru: Butes kim? Kendini ölüme sürükleyen bir deli mi yoksa günümüz insanı gibi kolayca yaşamın ucuna gelen sıradan biri mi?..

Butes/ Pascal Quignard/ Çeviren: Turhan Ilgaz/ Kırmızı Yayınları/ 72 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 05.08.2010

2 Ağustos 2010 Pazartesi

LEONARDO’YU NASIL BİLİRSİNİZ? (*)
ALİ BULUNMAZ


“Akıl ve bilgelik, deneyimin ürünüdür.”

“Tüm bilgilerimizin kaynağı algılarımızdır.”
Leonardo da Vinci


Sürekli tartışılan, kendisi üzerine neredeyse her gün yeni bir “uzmanın” belirdiği ve tüm dünyanın tanıdığı bir insan hakkında yeni bir şey söylemek belki de en zoru. Hele bu kişi Leonardo da Vinci ise daha da soğukkanlı olmak gerek.

Bugüne kadar Leonardo üstüne pek çok şey yazıldı, onunla ilgili bir dolu laf söylendi; yetmedi, büyük usta, yakın zamanda “şifrelerle” daha da “popüler” hale getirildi. Dolayısıyla gerçeklerin ve bilgi olanın ayağı kaydı biraz, daha doğru bir ifadeyle hakikat tökezledi.

Leonardo’yu ayrı ayrı özellikleri ve nitelikleriyle değerlendirmek mümkün tabii. Her bir yeteneğinden ya da ortaya koyduğu ne varsa, hepsine dair rahatlıkla bir eser kotarmak hiç zor değil. Ama onu bir bütün olarak görmek, büyük ustayı anlamak için zorunlu sanki.

Rönesans’ın tüm özelliklerini kendisinde barındıran en önemli örneğin Leonardo olduğunu söylemek abartılı bir yaklaşım değil. Çizimleri, yazıları, desenleri, günlük ve defterleri bunu yansıtıyor. H. Anna Suh’ın yayıma hazırladığı ve “Büyük Üstattan Uygulamalı Dersler” alt başlığını taşıyan Leonardo’nun Defterleri, Rönesans’ın lokomotifi olan bilgeyi taze bir merak yaratarak bize konuk ediyor.

“USTASINI GEÇEMEYEN, KÖTÜ BİR ÖĞRENCİDİR”
Leonardo’nun ismini duyan, onunla ilgili bir şekilde bilgi sahibi olanların büyük ustaya ilişkin söyleyeceği genellikle resim ve sanat üzerinedir. Bu alanlardaki başarısı, döneminde resimde gelişen tekniklere ve dışavurum olanaklarına yaptığı katkılar düşünüldüğünde, Leonardo’nun ressam kimliğinin baskınlaşması ve onun ressamlığının, insanlar tarafından daha çok bilinmesi yadırganmamalı.

Ama tam bu anda şu soruyu yöneltelim: Kaç Leonardo var? Aslında bu soru saçma bulunabilir ama bugüne dek Leonardo’yla ilgili ortaya çıkan her yeni bilgi, 500 yıl sonra bile bu bilgenin farklı yüzlerini bize gösterdi, göstermeye de devam ediyor. Ressam, mimar, anatomi bilgini, astronom, coğrafyacı, botanikçi… Bu ve bunun gibi birçok uzmanlığa sahip; çok yönlü bir kişilik. Günümüz bilim insanlarının aksine tek bir konuda değil, birden fazla alanda uzmanlığa sahip bir insan. Zaten bu nedenle kendisine bilge ya da bilgin denmesinde sakınca yok.

Hayatının merkezine koyduğu sanat, ona her alanda kapıyı açmasına yardım eden bir anahtar işlevi de görür. Çünkü gözlem yeteneği Leonardo’nun en büyük yol göstericisi. Öte taraftan klasik eğitim almayışından doğan açığı, bu gözlem gücüyle kapatıp kendi kendisini eğitir.

Onun gözlem yeteneğini ve gücünü yansıttığı en bilindik alan elbette resim. Ressam Leonardo, daha başlangıçta yol haritasını çizer: “Ey ressam! Şunu iyi bilmelisin: Doğanın yarattığı her formu sanatınla temsil ederken evrensel bir usta olamazsan iyi bir ressam da olamazsın (…) Doğada gezerken ilgini çeşitli nesnelere yoğunlaştırmalı, şu veya bu nesneye teker teker bakmalı, aralarından az değer taşıyanları ayırıp önemlilerini kaydetmelisin.”

Leonardo’nun hedefi çok açık: Doğayı en ince ayrıntılarına kadar gözlemlemek ve bu anlamda gözü, dünyayı algılamada ilk sıraya koymak: “Eğer siz, tarihçiler ve şairler veya matematikçiler, nesneleri gözlerinizle göremezseniz onları yazılarınızda anlatamazsınız.” Böylece Rönesans’ın kimliğini, kendi fikir dünyasında açık eden; Rönesans’ta kendi düşüncelerini öncül hale getiren bir Leonardo ile karşılaşıyoruz.

Leonardo’nun belirli kaygıları da bulunuyor. Estetik kaygı yanında, doğru ve yerinde anlatım da bunlardan biri. Ölçü, perspektif, ışık ve diğer pek çok şeyi, hem öğretir hem de sürekli öğrenir. Hep öğrenmeye açık kişiliği, uğraştığı her ne varsa orada başarılı olmasını da sağlar. Onun için, başarının ölçütü bellidir, “ustayı geçmek.” Leonardo’ya göre “ustayı geçemeyen öğrenci, kötü bir öğrencidir.”

Anna Suh’ın hazırladığı kitap, hep öğrenmeye, ustalarını ve kendini aşmaya çabalayan, bunu yaparken de zihnini tek bir şeye odaklamayan, daima meraklı bir adamı buluşturuyor bizle. İşte bu merak onu, her şeyi; insan bedenini, mimari yapıları, doğayı, gökyüzünü gözlemeye götürür.

Suh’ın, defterler ve notlarından yaptığı derleme, Leonardo’nun ayrıntılı çizimleriyle büyük bir hazineyi gün ışığına çıkarıyor. Çizimler, onun hem gözlem gücünü hem de uzun yıllar başvurulan (ve başvurulmaya devam edilen) bir kaynağı derli toplu biçimde veriyor. Burada ayrıca Leonardo için çizim yapmanın, bir anlamda yazmak ve anlamak demek olduğunu da fark ediyoruz.


KÜÇÜK DÜNYA İNSANDAN EVRENE

Leonardo’nun, mikrokosmos insandan başlayıp onun çevresi ve evrene dek uzanan gözlemleri, hayatı ve doğal düzeni kavrama açısından büyük öneme sahipti. Bu yolla o, zamanında denenmemiş bir şeyi başarırken beri taraftan düzenin tekerine çomak sokarak dikkatleri de şimşekleri de üzerine çekiyordu.

Özellikle anatomi alanındaki çalışmaları, cesetler üzerindeki otopsileri, dönemin otoritelerinin tepkisine neden olurken, gelecekte insan bedenine ilişkin çığır açacak bilgiler edinmesini sağlamıştı. Suh’ın derlemesinden anlaşılacağı üzere Leonardo, notlarında, zamanın yetersizliğinden dem vurur. Ama şunun bilincindedir: Büyük dünyayı anlamak için önce küçük dünya insanı anlamak zorunludur.

Leonardo’nun gözlemleri ve oradan edindiği bilgiler, yalnızca küçük dünya insan ile ilgili değil, onun çevresine de ilişkin. Notlarında doğanın nasıl uyandığını, işlediğini, neye nasıl tepki verdiğini de ince ince anlatıyor. Burada çizimler yine başrolde. Renk, ışık ve gölgeleme teknikleriyle adeta doğa çizimleri kataloğu oluşturmuş. Doğadakini yansıtma amacıyla yaptığı sınıflandırmalar, bu sayede daha da anlaşılır hale gelmiş.

Doğa ve insan eşleştirmesi ya da benzeşmesi, Rönesans’ın öncüsü Leonardo tarafından sıklıkla kullanılır. “Kalbin etrafındaki kan havuzu okyanustur” veya “Soluk alıp vermeyle oluşan kan basıncının azalıp artışının yeryüzündeki karşılığı med cezirdir” benzetmeleri buna uygun iki örnek. Kanı, dünyayı besleyen su gibi görmesi de aynı minvalde. Leonardo, doğa ve insan yakınlığını şu şekilde ifade eder:

“Eski insanlar, insanı küçük dünya olarak isimlendirmişti. İnsanın da dünya gibi toprak, su, hava ve ateşten oluştuğu düşünülürse bu doğru bir ifade. İnsan bedeninin içindeki kemikler nasıl kas ve yumuşak yapılara çerçeve ve destek oluyorsa, kayalar da yeryüzünün desteği durumunda. İnsan vücudunda nefes alıp vermeyle akciğerlerin genişleme ve küçülmesi sonucu yer değiştiren bir kan havuzu nasıl varsa, dünya da nefes alıp verdiğinde her altı saatte bir yükselip alçalan okyanuslar içerir. Vücudumuzda bulunan bu kan birikintisinden, vücudun her tarafına yayılan toplardamarlar başlar. Okyanusların, sonsuz sayıda damarla, yeryüzünün boşluklarını suyla doldurması gibi. Yeryüzünde eksik olan, yalnızca kirişler ve bağlardır. Bunların bulunmayış nedeni, kirişlerin hareket amaçlı oluşu. Dünya kendi içinde durağan olduğundan, bir hareket meydana gelmez ve hareket olmadığı için bir hareket meydana gelmez ve hareket olmadığı için de kirişler gerekli değildir. Ancak bütün diğer konularda insan ve dünya büyük benzerlik gösterir.”

USTA LEONARDO
Leonardo’yu bilge diye adlandırmak ne kadar doğruysa, bunu aşan bir niteliği daha var: Ustalık. Klasik eğitim almadığı göz önünde bulundurulursa dehasının pek çok alana yansıdığı ve o alanlarda ustalaştığı su götürmeyen bir gerçek. Bunların başında mimari ve heykel geliyor. İncelediği yapıların derinliğine yönelen gözlemleri, onu en az bir mimar kadar hatta kimi zaman mimardan daha da bilgili yapar. Pratik diye nitelendirilen mimari, Leonardo’nun resmetme yeteneği sayesinde tüm inceliklerinin; görülmez noktalarının görünür kılındığı bir sanata dönüşür. Üstelik Leonardo’nun incelemeleri, dönemine göre çok ileri mühendislik bilgilerini de içerir. Ağırlık merkezi ve kiriş dengesi türünden konulara değinmesi bunun göstergesi.
Mimarlık gibi bir başka pratik uğraş heykel. Leonardo “heykel yapımını resme göre daha az entelektüel bir etkinlik” olarak görür; yine heykel, Leonardo için “doğanın pek çok özelliğinden yoksundur.”

Işık ve gölge sayesinde önemli hale gelen heykel, nesnelerin farklı doğal renkleriyle çeşitlendirilemezken Leonardo’ya göre resim, ışık ve gölgesini her yere taşır. Ancak resim ile heykel arasında herhangi bir değerlilik tartışması ve karşılaştırmasına girmeye yanaşmayan usta, heykelin nasıl yapıldığı ve nasıl yapılması gerektiğine dair yine ayrıntılı bilgiler verir. Alaşımın ölçüsü, cilalama, kalıp alçısı, pürüz temizleme, fırınlama gibi teknik konular, üstadın geniş geniş anlattıkları arasında.

Ortaya koydukları incelendiğinde, dikkate değer olanlardan biri de, Suh’ın derlemesinde görüldüğü gibi Leonardo’nun öngörü yeteneği. Gözlem gücüyle birleşen bu yetenek, onda tasarımlamayı tetikliyor. Çağını epey aşan bu özelliği, alet tasarımı veya mekanik konusunda kolayca ilerlemesini sağlıyor. Suh, bunu Leonardo’nun ağzından şöyle aktarıyor: “Alet tasarımı veya mekanik bilimi, bütün diğer bilimler arasında en yararlı ve en değerli olanıdır.” Savaş için tasarladığı köprü, top, zırhlı araba benzeri araç gereçler, Leonardo’nun hem geleceği gören kişiliğini hem de onun üstün yeteneklerini sergiler.

Kitabın sonundaki aforizma ve yazılar, Leonardo’nun ressamlığı ve teknik konular yanında, düşünür olarak da zamanının ne kadar ilerisinde olduğunu gösterir. Değindiği konuların çeşitliliği, onun bakış açısının zenginliğini yansıtır. Bir örnek: “Başkalarına karşı suç işleyen, kendini koruyamaz.” Bir tane daha: “En büyük talihsizlik, fikirlerimizin çalışmalarımızın önünde gitmesi.” Şuna ne demeli: “Değersiz bir insan hakkında olumlu konuşmak, iyi bir insan hakkında olumsuz konuşmak kadar büyük bir hatadır.” Hayatı ve çalışmalarının orta yerine koyduğu sanat için de bir not düşmüş: “İnsandaki güzellik geçicidir ama sanattaki kalıcıdır.”

LEONARDO’NUN ZİHİN HARİTASI
Defterler ve notlar, Leonardo’ya ilişkin gizli ya da şifreli herhangi bir şeyi açığa çıkarmıyor. Aksine çok uzun zamandır tartışılıp konuşanları eli yüzü düzgün biçimde ortaya koyuyor. Burada göze çarpan en önemli özelliklerden biri de Leonardo’nun tavrı. Bilimin temelinde yer alan gözlem, onun ilgilendiği ve uzmanlaştığı her alanda etkisini fazlasıyla hissettiriyor.

Elyazmaları, gözlem ve notları da gösteriyor ki Leonardo, yakalayan bir adam. Algıları açık, hep meraklı ve her ne olursa olsun öğrenmeye istekli bir kişilik. Bu yönü, onun başarısını ve yüzyılları aşan kimliğini yansıtıyor. Suh’ın derlediği elyazmaları, Leonardo’nun öğrenirken öğreten biri olduğunun da göstergesi. Çağdaşlarından bir iki adım önde yer almasını sağlayan da bu belki.
Leonardo’nun Defterleri, onun çok yönlü zekâsını göstermesinin yanında zihin haritasını da veriyor bize. Hemen her sayfada Leonardo’nun ilgi alanlarının ayrıntıları ve dehasının kâğıda dökülüşüyle karşılaşmak da olası.

Suh’ın hazırladığı kitap, Leonardo’ya dair bir bakış açısı yaratıyor. Peki, Leonardo’ya bakınca ne görüyoruz? Üstün bir gözlemci; sanatı (özellikle de resmi), gözlemlerini aktarımının merkezine yerleştiren bir bilim insanı ve hemen her konuda usta bir entelektüel.

Dolayısıyla Suh’ın yardımıyla çağını, döneminin klasik düşünce yapısını ve devrin otoritelerinin kural olarak benimsenen öğretilerini aşan bir bilim insanı portresiyle yüzleşiyoruz. Elyazmaları, Leonardo’nun yaşamını; bilmeye ve öğrenmeye adadığı hayatını koyuyor orta yere. Kısacası Leonardo’nun Defterleri, bugünün bilim insanları ve Leonardo’nun yolunda ilerlemeyi amaçlayanlar için bir kılavuz niteliğinde.

Leonardo’nun Defterleri/ Leonardo da Vinci/ Yayıma Hazırlayan: H. Anna Suh/ Çeviren: Alev Serin/ Arkadaş Yayınevi/ 334 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 29.07.2010
KİTAP KURDU İKİ ADAM (*)
ALİ BULUNMAZ


“Kitap biriktirmek, kendini tatmine yönelik bir olgudur, tek başına yapılır; tutkunuzu paylaşabilecek kişilere nadiren rastlarsınız.”
Umberto Eco

“Bir kütüphane, bir arkadaş topluluğu, yaşayan arkadaşlardan, bireylerden oluşan bir grup gibidir. Kendinizi biraz yalnız, biraz çökmüş hissettiğinizde, onlara başvurabilirsiniz. Oradadırlar. Hem arada sırada kazı çalışmaları yapar, orada olduğunu unuttuğum gizli şeyleri keşfederim.”
Jean-Claude Carriére


Kitapların da elektronikleşmeye başladığı günümüzde, klasik okurla, yani kütüphane sahibi ve kitabın kokusunu duymadan edemeyenlerle sayfaları çiplere sokuşturmayı başaranlar arasında enikonu bir gerginlik var.

Yer kıtlığından dem vuranların “imdadına” sanal kitapçılar yetişip her ortamda okunabilecek “kitapları” savunuyor. Geleceğin kütüphaneleri bildiğimiz kitaplardan oluşmayacak belki ama bu gerilim epey zaman sürecek gibi.

YANGINDA İLK KURTARILACAK ŞEY: KİTAP!
Umberto Eco ile Jean-Claude Carriére’in uzun soluklu sohbeti, kitabın kitabını doğuruyor. Daha doğrusu söyleşi, kitabın tarihi üzerine çoğunlukla. Günümüzün kitaba dair gerilimleri de giriyor konuşmaya geçmişin izleri de.

Herkesin aklında bir soru var: “Kitap ölüyor mu?” ya da “Ölecek mi?” Sohbet başlamadan önce, Jean-Phillipe de Tonnac ortaya bir iddia atıyor: “Elektronik kitap basılı kitabın zararına olacak şekilde sonunda kendini kabul ettirse de, onu evlerimizden ve alışkanlıklarımız arasından çıkarmayı başarması için pek az sebep var. ‘E-kitap, kitabı öldürmeyecek yani.”

Eco ile Carriére’in konuşmaları, Tonnac’ın çerçevesini çizdiği üzere “Gutenberg galaksisine mütebessim bir saygı duruşu.” İki kitap dostu, iki bibliyofil ile kitabın geçmişi ve geleceğini, bugünün gelişmeleriyle teknolojik imkânlar ekseninde konuşmak, hem geçmişi daha iyi anlama hem de bir öngörü edinme olanağı sağlıyor.

Carriére’in dediğini hatırlatacak olursak “kalıcı veri depolama aktarımlarından daha geçici bir şey yok.” Çünkü kullandığımız ve “yeni” dediğimiz her teknolojik ürün, elimize aldığımız anda demode hale geliyor. Sürekli “daha iyisi” oluşturulsa da, hemen her şeyin ilk haline geri dönüyoruz. Eco da bu yüzden kütüphanelerin boşalmayacağı inancında. Kaldı ki, elektronik araç gereçlerin “hayat” koşulu elektrik üretilemediğinde ne olacak? O zaman “e-kitap” nasıl okunacak? Carriére, bu noktada yine elin sayfaya değeceğini; gün veya mum ışığında kitap okunabileceğini söylüyor. Eco’nun dediği gibi “kitap okumanın maddi ortamı”ndan vazgeçilemiyor.

Artık bayatlamış bir geyiğe dönüşen “Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey nedir?” sorusunu Carriére, konuya ve güne uyarlıyor: “Uygarlık korkunç bir iklim felaketinin tehdidi altında; her şeyi yanımızda götüremeyiz, neyi seçeceğiz, hangi maddi ortamı?”

Eco’nun yanıtı çok açık: “Kitapların, kültür endüstrilerimizin şu son yıllarda piyasaya sürdüğü her nesneden daha üstün olduğunu bilimsel olarak kanıtladık. O halde kolayca taşınabilir ve zamanın vereceği hasarlara direnebileceğini ortaya koymuş bir şey kurtarmalıysam, kitabı seçerim.” Şimdi bir başka soru: Hangi kitap seçilecek? Eco, “en sevdiğim” diyor. Carriére ise Octavio Paz’ın kütüphanesinin yanışından söz ediyor.

Konunun dönüp dolaşıp belleğe geldiği noktada, zamanımızın bilgi “teknolojileri”nin; daha açık konuşalım internetin, hafızaya kimi zararlarından bahsediyor Eco. Kültürü “ayıklama” olarak tanımlarken, çağdaş kültürün “internet üzerinden insanları ayrıntıya boğduğunu”; belleği gerekli gereksiz bilgilerle doldurduğunu söylüyor. Elektronik hizmetçinin hep yanımızdayken ve istediğimiz (aynı zamanda istemediğimiz) kadar “bilgi” sunarken, hafızaya ne gerek var? Çetrefilli bir soru.

İki kitapsever, bu konu bağlamında ortaya şunu atıyor: Öğrenmeyi öğrenmek. Belleği, şimdiki hımbıl halinden kurtaracak ve hiç de yeni olmayan bir yöntem. Eco, buna karşılaştırmayı da ekliyor: “Herhangi bir konu hakkında on farklı bilgi kaynağı bulun ve bunları karşılaştırın. Burada mesele, internet karşısında eleştiri anlayışını çalıştırmak, her şeyi geçer akçe olarak kabul etmemeyi öğrenmek.”

İşte çağdaş kültürün “bilgi” havuzu için eleme önerisi; yeniden kendine gelecek kültürün, Eco’ya göre asıl önemli niteliği “ayıklama”yı canlandırma formülünün bir ayağı. Bu ayıklama kitaplar için de söz konusu.

AVCI-TOPLAYICI KOLEKSİYONCU
Gerek Eco gerekse Carriére, teknoloji karşıtı ve nostaljik takılan kişiler değil. Onların yaptığı bir saygı duruşu ve değerli olan, zamana direnen kitabı anlatmak. İkisi de şundan emin: Kitap kaybolmayacak. Hatta kullanılan teknoloji belki bir yerde gelişimini tamamlayacak ama kitap yoluna devam edecek. Eco’nun burada çarpıcı bir örneği var: “1984 veya 1985’te diskete kaydetmiş olmam gereken Foucault Sarkacı’nın ilk versiyonunu umutsuzca aradım, nafile. Romanımı daktilo etmiş olsaydım, hâlâ duruyor olacaktı.”

Masada iki kültür adamı bulununca, her uzun söyleşide olduğu gibi, bir yolculuğa çıkıyoruz beraberce. Eco ve Carriére kültür, bellek ve eleme kavramları etrafında, edebiyattan sinemaya şiirden resme dek uzanan bir yola çıkarıyor bizi. Bazen yüzyıllar öncesine gidiyorlar bazen de birden bire bugüne dönüyorlar. Ancak Tonnac’ın sorularına verdikleri yanıtlardan anlaşılıyor ki, ikisini de kitap kokusu kadar heyecanlandıran başka şey yok. Bu yüzden laf nereye giderse gitsin, önünde sonunda asıl konu kitaba gelip dayanıyor. Biriktirmenin heyecanının da kitabın tarihine dahil olduğunu anlatıyor her iki bibliyofil de.

Birer küçük İskenderiye Kütüphanesi’ne sahip olan Eco ve Carriére, basılı kitabın tarihini eşelerken, hem bir döküm yapıyor hem de kendileri ve geçmişteki bibliyofillerden hareketle “neden” ve “nasıl”ları inceliyor.

Carriére, bu soruşturma sırasında samimi bir itirafta bulunuyor: “Ben gerçek bir koleksiyoncu değilim. Hayatım boyunca kitapları sırf hoşuma gittiği için satın aldım. Bir kütüphanede en çok sevdiğim şey, uyumsuzluk, çeşitli nesnelerin yan yana gelmesi, hatta çatışan, kavga eden nesnelerin.”

Buna karşın koleksiyonculuğun mantığını açıklamaktan geri de durmuyor Carriére: “Koleksiyoncunun saplantısı daha ziyade nadir bir nesneyi ele geçirmektir, onu muhafaza etmekle pek ilgilenmez.” Eco da bunu desteklerken, koleksiyoneri, avlanmayı esas alan avcıya benzetir. Her iki isim için koleksiyoncular aynı zamanda birer kâşif. Belki de bu nedenle sohbet, dünyanın birçok noktasındaki kitapçılara, koleksiyona, kütüphaneye ve paha biçilemeyen kitaba kayıyor. Gezinti ya da yolculuk çatallanıp büyüyor.

Kitaba sahip olmak, geçmişi biriktirmek de demek. Eco ve Carriére bunun ayırdında. Eco’ya göre kitaplar tartışılmaz tanıklar değil; ancak “yalan söyleseler bile, geçmişe dair bir şeyler öğretiyor.” Carriére için kitabın biriktiği kütüphane, geçmişin yığınıyken öte taraftan hatırı sayılır bir bölümü “yeteneksiz, alık ve takıntılı insanlar tarafından yazılan kitaplardan oluşuyor.”

Kitap tartışılınca konu ister istemez sansüre ve yayın yasaklarına da geliyor. Salman Rushdie’nin Şeytan Ayetleri kitabından yola çıkan ikili, gelişen teknolojinin, sansür mekanizmasını alt edebileceğini söylüyor. Ama geçmişin izleri nasıl ortadan kaldırılacak? Mesela kitap yakımı? Eco, “kazara çıkan veya çıkarılan yangının, kitabın tarihine eşlik ettiğini” vurguluyor. O halde kitabı korumak önemli bir görev ancak Eco, burada bir endişe taşıyor:

“Bundan böyle hepimizin maruz kalabileceği bir sansür biçimi var. Dünyanın bütün kitaplarını, bütün dijital veri depolama ortamlarını, bütün arşivlerini muhafaza edebiliriz fakat bu muazzam kültürü muhafaza etmek için seçtiğimiz bütün dilleri bir anda çevrilemez hale getiren bir uygarlık krizi olursa, işte o zaman bu miras geri dönüşü olmayan bir şekilde kaybolur.”

Kitapları korudunuz diyelim, heybetli kütüphanenizin önüne dikilen meraklı gözlerin “Bunların hepsini okudunuz mu?” sorusuna ne yanıt verilecek peki? Ya Carriére gibi “onlarla başka hayatta buluşacağız” ya da Eco’ya öykünüp “ben okumam, yazarım” yanıtını yapıştıracaksınız veya bulduğunuz başka bir tanesini.

Söyleşinin sonu, “son”a odaklanmış. Tonnac’ın “Sizden sonra kütüphanenize ne olacak?” sorusu, Eco ve Carriére’in sonraki tasarılarını okura açıyor. Çok basit bir yanıt her ikisinden de: Kütüphaneler elbette dağılacak. Kime, nereye, nasıl dağıtılacağına geride kalanlar karar verecek kuşkusuz ama ikisinin de isteği kitapların doğru kişi ve yerlere gitmesi.

Carriére’in kendisi gibi “dağınık” kütüphanesi de Eco’nun “inanmadığı kitaplarla kurulu arşivi” de, onların hakkını verecek kişilerin eline geçmeli; iki bibliyofilin de esas kaygısı bu.

Eco’nun “son”a ilişkin son sözü ilginç: “İlgi alanım o kadar özel ki, koleksiyonumun gerçekten kimin ilgisini çekeceğini tam olarak kestiremiyorum. Kitaplarımın gizli bir bilim meraklısının eline geçmesini istemem (…) Belki günün birinde koleksiyonum, Batı’nın tüm çılgınlıklarını anlamak isteyecek Çinli araştırmacıların ilgisini başkalarından daha çok çeker.”

Tonnac’ın sorularına yanıt veren iki kültür adamı, bibliyofil ve entelektüel; Eco ve Carriére, hem kitabın geçmişine dair açılımlarda bulunuyor hem de geleceğe yönelik düşüncelerini açıklıyor.

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, somurtkan bir kitap değil. Hatta en tatsızından ayrıntılar bile Eco ve Carriére tarafından büyük ustalık ve neşe içinde anlatılıyor.

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın/ Umberto Eco, Jean-Claude Carriére/ Çeviren: Sosi Dolanoğlu/ Can Yayınları/ 274 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 29.07.2010