20 Ağustos 2010 Cuma

AMERİKA'YI BİR DE ONLARDAN DİNLEYİN (*)
ALİ BULUNMAZ

Hollywood'un o devasa bütçeli ve herhangi bir yerinde mutlaka ABD bayrağını gözümüze sokmayı başardığı propoganda kokan filmlerindeki “mutlu tablo”, bu endüstriye ve Amerika'ya cahilce bir sevgiyle bağlananları belli süreyle avutmuş olabilir. Ancak kazın ayağının böyle olmadığı, ABD'nin kendi topraklarında yetişen muhalif yazar, yönetmen ve entelektüeller tarafından yakın zamanda ortaya saçılıverdi. Kimilerinin huzurlu, kimilerinin pembe balon ABD'si bir başka hal alıverdi böylece.

“KARANLIK KAHKAHA”
Marco Cassini ve Martina Testa'nın öncülüğünde hazırlanan kolektif çalışma Amerika'nın Yanık Çocukları da, o “mutlu ülke” aldatmacasının üzerine mizah ve trajikomik kara bulutlar yollayan örneklerden. Yani, suyu bulandıranlara inat berraklaştırıp gerçekleri gösteren öykülerle yüklü bir kitap.

Zadie Smith, yazdığı önsözde, kitapta anlatılan ve “Amerika'da yaşamak nasıl bir şey?” sorusuna verilen yanıtları içeren hikâyelerde, “hüznün esas olduğunu” vurguluyor; bu hüznü, Nabakov'un “karanlık kahkahasına” benzetiyor. O “karanlık kahkaha”, mutlu aile-toplum-devlet aldatmacasını da yansıtıyor sanki.

Aslında kitapta anlatılanlara bakınca öne çıkanlardan birinin aykakta kalma dürtüsü olduğu görülüyor. Başkaca söylenecek olursa, sisteme özgü yarış ve bunun tetiklediği “tutku.” İşi biraz daha ağırlaştıralım: Kendi yerelliğini, küreselleşme başlığı altında “evrensel” diye yutturmaya çalışan o acımasızlığın gerçekte kavurduğu insanlar burada söz edilen.

Elbette mekânlar da aynı kavrukluğu resmediyor. Metthew Klam'ın öyküsündeki New York tasviri de bunlardan biri: “New York City'nin özelliği hıncahınç dolu bir yer olması. Öylesine kalabalık ki; yersiz yurtsuz pek çok insanla dolu, neredeyse ölüler bile sokakta yatıyor. Kışın soğuk rüzgârdan, yazın sıcaktan ölürsünüz. Esintisi pis kokar, insanları çiş kokar, trafik sorunu vardır (...) Herkes kendini berbat hisseder. Saklanacak yer yoktur.”

Farklı kültürlerin Amerika'ya kattığı zenginlik konuşulur sürekli. Bu doğru. Ama o zaman, var olan tedirginlik; daha doğrusu “gerçek Amerikalıların”, “sonradan Amerikalıları” sınavdan geçirmesinin nedeni ne? Kuşku mu, güvensizlik mi, kendini beğenmişlik mi, yoksa açıklanmaya ve incelenmeye muhtaç bir kibir mi? Ülkeyi ve şehirleri, görünmez ve bazen de görünür sınırlarla gettolara bölen bir zihin yapısı, hem öfke ve çekemezliği hem de Smith'in dile getirdiği hüznü ve karanlık kahkahayı daha da derinleştiriyor.

Amerika'nın görünürde pek sıkıntısız ve gününü gün eden kesiminin öykülerinin anlatıldığı kitap, sorunun tam orta yerine parmak basıyor. Yöneten, söz sahibi ve geleceği (en azından kendi geleceğini) tasarlayan bu sınıf, hayatını anlamlandırmaktan bir hayli uzak.

Bu şaaşalı ülkenin “hanımefendi” ve “beyefendileri”ne dair kimi satırlarda hayata, duruşa ve yaşama ilişkin bazı kurallar ve öneriler de göze çarpıyor. Bunlardan, Amanda Davis'in “Faith ya da Başarılı Genç Hanımlara Tavsiyeler” isimli öyküsüne konu olanlardan birkaç örnek: “Gerçek bir hanımefendi dinlemesini bilir, her erkek iyi bir dinleyiciden hoşlanır”, “gerçek bir hanımefendi görünüşüne özen gösterir”, “başkasının işine burnunu sokanları kimse sevmez”, “kendinizi iyi lanse edin; gerçek bir hanımefendi kendisinin en büyük hayranıdır”, “ağlak suratlıları kimse sevmez; popülerliğe giden yol, neşeli olmaktan geçer”, “acı yoksa, kazanç da yoktur”, “bir hanımefendinin lekesiz itibarı, onun en değerli varlığıdır.”

SUSKUN YÜZLER
Amerika'nın Yanık Çocukları'nda pek çok yazarın imzası var; George Saunders, Amanda Davis, Metthew Klam, David Foster Wallace, Ken Kalfus, Dave Eggers, Rick Mody, Shelley Jackson bunlardan bazıları. Yarattıkları karakterlerin birçoğunun ortak paydası, kendisiyle yarış ve çatışma halinde, kararsız ve huzursuz olması. Öte taraftan bu kişiler, suskun. Uygun zaman ve yerde, bir yanardağ kraterinden sızan lavlar gibi konuşuyor ama sonra yeniden sessizliğe bürünüyorlar. Dolayısıyla farklı bir Amerika ruhu çıkıyor ortaya. Onca tantana içinde hüzünlü bir dinginlik karşılıyor bizi. Bu hüzün, kimi zaman kaçış (ve olup bitenin üstünü örtme) kimi zaman da duyulası tiz bir çığlık olarak önümüze dikiliyor.

Hayatı bir dublör gibi yaşayanların öyküsü de var bunlar arasında. Shelley Jackson'ın “Uyku” hikâyesinde görülen rüya örneğin; pek çok şeyi açıklayan bir benzetme adeta: “Hepimiz bir fırsat bekleriz. Dikkat ile görev bilinci yeni fırsatların şaşırtıcı şekilde filizlenmesini sağlar: Polenlerden güçlü ve nahoş bir koku yayılır. Bu, bir çağrı, cazibe ve meydan okumadır. Dürüst ve cesursak, önümüzde çok az seçenek vardır: Mutlu yuvamızı elimizin tersiyle itip gideriz. Uçaktan inip altın renkli bir buluta ayak basarız.”

Rüyadan uyanıp gerçeklere dönüldüğünde veya dublörler meydanı asıllara terk ettiğinde, Amerika'da yaşamanın ağır tarafı gün yüzüne çıkar. David Foster Wallace'ın, hem kendi kuşağını hem de sonrakileri açığa vuran Amerika'da yaşamaya dair belirlemesinde öne çıkan kavram kaybolmuşluk. Emin olmasa bile, kaybolmuşluk duygusu, onda güçlü bir sezgi halinde. Bu nedenle, kendi kuşağına (ve ardından gelenlere) özgü olup olmadığı konusunda kararsız kalsa da, farklı şekillerde görünen kaybolmuşluk, Amerika'da yaşamanın ne demek olduğunu en yakın biçimde anlatan duygu.

Malların evleriyken, artık insanların mabedi haline gelen kapalı çarşılar ya da bugünkü adı ve şekliyle alışveriş merkezleri de konu oluyor öykülerin birine. Üstelik tarihi ve mistik bir kurguyla. Elbette biraz da mizahla. Butikler, yüksek gelirli müşterilere hizmet eden mağazalar ve yeraltı çarşısı; ölülere dayanıklı mallar satan çarşı... Marco Polo'nun keşif notlarındaki kapalı çarşılardan farklı yerler buralar. Ken Kalfus, kredi kartı çağında, Polo'nun Kubilay Han'a şunları söyleyeceğini düşünür hafif bir gülümsemeyle:

“Sanat dokuza kadar açık oldukları çarşamba günleri hariç, hergün karanlığın çökmesiyle birlikte gezinti yerleri boşalır, kepenkler çekilir, fıskıyeler kapatılır, bozuk para cüzdanları sıkı sıkı kapatılır. Müşteriler ölü gibi yalnız oldukları, hiçbir şeye bağlı olamadıkları, hiçbir şeyin parçası olamadıkları evlerine geri döner. İmparatorluğunuz, artık sessiz koridorlar ve raflar, kilitli vitrinler ve boş para kasalarıdır.”


ÖLÜM KORKUSU VE REKLAMCILIK

Amerika'nın Yanık Çocukları'nın, kesinlikle ABD ütopyasını veya sanal mutlu ortamını yıkmak gibi bir derdi yok. Kitaba öyküleriyle katkıda bulunan ve karakterler yaratan her yazar sadece bir olay anlatıcısı. Bu tavır, okurda “bunlar nasılsa kurgu, beni ilgilendirmez” gibi öteleyici bir duygu yaratıp ideal ülke inancını sürdürmesine neden olabilir; kimsenin böylesine bir duyguya itiraz etmesi beklenemez. Beklenti şu olabilir yalnızca: Kitapta ne anlatılmaya çabalandığını kavramaya çalışmak. Ondan sonra herkes, ne tarafta durmak istiyorsa orada konumlanabilir. Kısacası bu, bir ikna kitabı değil. Kişiler hayali, olaylar kurgu; önemli olan, hikâyelerin altında yatan anlamı kavramak.

Şunu da not edelim o halde: Çoğu insan mutlu görünür ama bunun altını eşelediğimizde beklenmedik bir tabloyla karşılaşmamız da olası. İşte Amerika'nın Yanık Çocukları'nın yaptığı da buna benziyor. Kabuğu soydukça, kahramanların hayatlarının hiç de göründüğü gibi olmadığını her yana saçıveriyor.

Dönelim başa; Zadie Smith'in kitabın çerçevesini çizen önsözdeki bir belirlemesine... Smith, öykü kahramanlarının neden hüzünlü olduğunu açıklıyor: “Bu öykülerde anlatılan toplum (ve onları yazan insanlar) ayrıcalıklı, eğitimli, şanslı, zengin ve büyük çoğunlukla da Wasp (Beyaz Anglosakson Protestan) insanlardan başkaları değil. Peki, bu yazarlar niçin bu denli hüzünlü ve bu denli yanık -bu travma tam olarak nereden kaynaklanıyor? Öykülerde göze çarpan iki şey var: Ölüm korkusu ve reklamcılık. Elbette bu ikisi birbiriyle çok yakından bağlı. Reklamda ölüm yok; bir sanayi olarak anti-ölüm liginde yer alıyor ve bu kuşak, reklamın gelişip yaşamlarının dokusuna işlemesine tanık oldu. Bu arada, ölüm masalın sonunda hiç ummadıkları kötü bir iğne olarak kendini gösteriyor. Hastalık, kaza ve saldırıya uğrama korkusu, her yeri sarmış durumda. Bazı korkular yenidir ya da yeni sayılır (son zamanların Amerikan öykülerinde, kitle ölümü apokaliftik fantezisinin sıkça yer alıyor oluşu, rastlantı olamaz), bazıları ise Amerika'nın kendisi kadar eski.”

Öykülerin ortaya koyduğu şeyi şöyle açıklayabiliriz: Bir toplumun içine işleyen, fakat nasıl olmuşsa üstü örtülen eziklik ve kişileri kederli kılan ruhsal yapı. Ustaca gülümsemelerin ardına gizlenen ülke kültürünün derinliklerindeki hüznün satırlara yansıması ya da.

Kitapta doğrudan bir Amerika anlatımı yok; sadece yaratılan karakterler aracılığıyla ülkenin damarlarına giriş söz konusu. Okur, bu damarlardan hareketle bir fikir edinip çözümlemeler yapmaya çağrılıyor.

Amerika'nın Yanık Çocukları/ Yayıma Hazırlayan: Marco Cassini, Martina Testa/ Çeviren: Özlem Gayretli Sevim/ Everest Yayınları/ 304 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 12.08.2010

Hiç yorum yok: