26 Haziran 2009 Cuma

HERKES SU ALAN AYNI SALDA... (*)
Ali BULUNMAZ

Bir insan kilitli olmayan ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir
(Ludwig Wittgenstein)

PUSULASIZ İNSAN
Maalouf’un “pusulasız yeni yüzyıl”a ilişkin belirlemeleri dikkat çekici. Kendisini “Aydınlanma yanlısı” olarak tanımlarken, Aydınlanma Çağı’nın bocaladığını ve kimi ülkelerde sona ermek üzere olduğunu da ekliyor.

İnsanın şiddet, umutsuzluk ve aşırılıkla çevrelendiğini gören Maalouf, önemli bir kaygı taşıyor: “Tarihte eşine rastlanmayan yeni tehlikelerle karşı karşıyayız ve bunlar küresel çözümler gerektiriyor, bu çözümler bulunamazsa uygarlığımızı büyük ve güzel kılan şeylerden geriye hiçbir şey kalmayacak” (s. 12).

Soğuk Savaş sonrası esen “demokrasi” ve “özgürlük” rüzgârları, bugün tartışma ve karşıtlılarla dalgalanıyor. AB ve ABD çok eleştiriliyor, kavram ve uygulamalar da yerli yerine oturtulamıyor. Maalouf’un belirlemesi önemli: “Zengin ya da yoksul, küstah ya da uysal, işgalciler, işgal altındakiler; hepimiz aynı dayanıksız sala binmişiz, hep birlikte suya gömülmek üzereyiz” (s. 19).

“Küresel kabileler”, dünyanın geri kalanını “medenileştirmeye” çabalarken korkuyu, yöntem olarak kullanıp ekonomik, siyasi ve sosyal projelerle iktidarını güçlendiriyor. Gerçek işgaller ve sanal zaferlerle göz boyuyor. Ekonomik çıkarlar her şeyin üstünde tutuluyor, sonra da “demokrasi” ve “özgürlükten” söz açılıyor.

Maalouf “evrensel değerleri öne çıkaran bir uygarlık modeli” gerektiğini belirtirken, çift yönlü bir eleştiri yöneltiyor: “Arap âleminde bugün eleştirdiğim şey, manevi bilincin eksikliği; Batı’da eleştirdiğim ise manevi bilincini egemenlik aracına dönüştürme eğilimi” (s. 27). Maalouf bunu şöyle tamamlıyor: Bir Doğu sorunu varsa aynı şekilde Batı sorunu da var.

Sovyetler’in yıkılışı ve Soğuk Savaş’ın bitişini imleyen “zafer”in ardından dünyanın barış ve refaha kavuşacağı öngörülüyordu ama bu tahmin tutmadı. Maalouf’un da dediği gibi “ekonomik üstünlüğü koruma, silaha sarılmayı sıra dışı gibi gösteriyordu”; ancak Asya’nın yükselişi Batı’nın ekonomik ve toplumsal modelini sarstı, dolayısıyla “silaha başvurmak sıradan bir şey haline geldi” (s. 40).

Yaşananlara bakarken, günümüzde yaratılmaya çalışılan Doğu-Batı geriliminin köklerine inme gereği de duyuyor Maalouf: “Batılı güçlerin yüzyıllık hatası dünyanın geri kalanına kendi değerlerini benimsetmeye çalışmaları değil, tam tersine, egemenlikleri altına aldıkları halklarla olan ilişkilerinde kendi değerlerine göre davranmaktan kaçınmasıdır” (s. 47).

Sömürgeciliğin, işgallerin ve yakın zamanın “demokratikleştirme” hareketlerinin de temel izleği bu değil mi gerçekte? Evrenselliğin sumen altı edilmesi değil mi sorun? Batı’nın, Akdeniz’in öte yakasında diktatörlere “saygı” duymasını ve işbirliğine gitmesini sağlayan da bu değil mi? İşte bu nedenlerden dolayı sal sürekli su almaya devam ediyor.

GÜNCEL SORUN MEŞRUİYET
İnsanların, toplum ve devletlerin eylemlerine yön veren; edimleri şekillendiren temel ilke meşruiyet. Maalouf’a göre bu kavram “ortak değerlerin taşıyıcısı kurumların gücünün aşırı zorlama olmadan kabul edilmesi” demek (s. 77). Ancak yeni yüzyılın ana krizlerinden biri de bu; yani meşruiyet sorunu. Liderler, eylemler, eylemlerin doğruluğu ve yerindeliği ile yapıp etmeler ne kadar meşru?

Maalouf, M. Kemal öncülüğünde gelişen ve uluslaşma çabasını içeren Türk devrimleriyle Mısır’daki Nâsır yönetimini meşruiyet ve özgünlük açısından karşılaştırır. Uluslaşma süreci, halklara bağımsızlığını verme düşüncesi ve bir anlamda meşru bir mücadele örneği konularına değinir. M. Kemal’in “halkın haysiyetini kurtardığını” söyleyen Maalouf (s. 82), bunun özellikle Arap ülkelerinde dikkatle izlendiğini belirtir. Nâsır’ın ulusalcı söyleminin kendi ülkesi Mısır’ın yanı sıra diğer Arap ülkelerinde de heyecan yarattığını ifade eder. Bağımsızlık, ekonomik gelişme, ilerleme ve onur, beklentilerin en başta gelenidir.

Ancak Nâsır’ın başarısızlığının altında yine Nâsır yatar Maalouf’a göre, çünkü iktidarının sürekli olması için meşru olmayan yöntemlere başvurduğu kanısı yaygındır. Tüm bunların yanında Nâsır, heyecan ve umut yarattığından Arap dünyası için örnektir.

Bağımsızlık mücadelesi, Batı’nın ikiyüzlülüğünün ötesinde, Arapların kendi içindeki anlaşmazlıklar ve çekişmelerle sekteye uğradı. Maalouf’un asıl eleştirisi de bu yöne ilişkin. O, “Arap ulusu” düşüncesinin Batı kaynaklı bir “yenilik” olduğunu söyler ve bu düşüncenin aşındırılmasıyla “İslam ulusu” anlayışının ağırlık kazandığını ifade eder (s. 129).

Maalouf’un anlattıklarından şu sonuçları çıkarmak da mümkün: Arap dünyasındaki haklı mücadelenin diktatörlük, iktidar kırsı ve çıkar ilişkileri yüzünden haksız hale geldiği ve meşruiyetini yitirdiği söylenebilir. Nâsır’ın başlattığı uluslaşma hareketine karşı, kendi iktidarlarını sağlama alma adına, onun çabalarına direnç gösterilmesi de bu meşruiyet yitiminin kanıtı gibi.

Meşruiyet krizi bugün ABD’nin dünyayı yönetme isteği söz konusu olduğunda daha da öne çıkıyor. ABD’nin uğradığı saldırılar onun kendisini hem “mağdur” hem de “haklı” olarak nitelemesini sağladı. Bahaneler ve “gerçekler”, Irak’ın işgali için kamuoyuna pazarlandı. Üstelik uluslararası kurum ve kurallar hiçe sayıldı. Bir başka deyişle, “meşrulaştırılanlar”, meşruiyetin yıkımını da hızlandırdı.

EVRENSEL OLANI UNUTMAMAK
Maalouf, meşruiyetlerin yeniden yaratılması gerektiğini vurgularken, “nostaljik geri dönüşlere” veya “herkes kendi için yaşar” gibi günümüzün yükselen değerine bel bağlamak yerine, çözüm olarak “değer ölçeği yaratmayı” önerir (s. 140). Ona göre din yokluğu ya da aşırılığı sorunu gidermez. Aynı şekilde zenginliğe karşı çıkmak veya parayı saygınlığın tüm ölçütüne dönüştürmek de.

Maalouf, kültürü temel alan değerin ağırlığını hissettirmesi gerektiğini savunur: “Bugün kültüre düşen rol, çağdaşlarımıza hayatta kalmalarını sağlayacak entelektüel ve manevi araçları ortaya koymaktır” (s. 142). Bunun yanında bilginin önemine atıf yapar ve onun sonsuz evren olduğunu; insanın ondan ne kadar yararlanırsa o kadar az tüketeceğini de ekler. Bilgi ve kültürün, insanı yurttaş haline getireceğini belirten Maalouf, edilgenliğin ise onu propagandaların eline düşüreceğini söyler. Böylesi bir kişi artık yurttaş ya da birey değildir.

Maalouf’un bir sonraki hamlesi Hıristiyanlık ile İslamiyet’i karşılaştırmaktır. İslamiyet’te ruhban sınıfın bulunmayışını anlatırken, iki dinin tarihi hakkında açılımlar yapar. Siyaset ile dinin iç içe geçişini de unutmaz. Buradan doğan bir başka tehlike, cemaatçi yapılanmanın güçlenişidir. Sonuçta her karşıt cemaat de, kör dövüşü şeklinde birbirini uygar olmamakla suçlar. Küreselleşen cemaatçilik içinde aidiyetlerin tapınak haline geldiği düşünülürse, kimlik de bir anlamda “onur”a dönüşür.

Maalouf, dünyanın tehlikeli gidişini, bir alacakaranlığa sürükleniş olarak niteler. Dolayısıyla “temel değerlerin evrenselliği ve kültürel ifadelerin çeşitliliği gibi iki dokunulmaz ve birbirinden ayrılmaz ilkeyi zemine alacak bir yeni uygarlık kurulması gerektiğine” işaret eder (s. 188).

Çivisi Çıkmış Dünya’yı yazma nedenini tam da burada açıklar: “Geç kalındığını, ama çok da geç olmadığını söylemek, çöküşü ve gerilemeyi önlemek için bütün gücümle harekete geçmemenin bir intihar, bir suç olacağını dillendirmek” (s. 190). Ancak içinde kaygılar da taşır ve bunu şöyle açığa vurur: “Uluslararası ilişkilerde ciddi bir bakışımsızlık egemen; dünya, kimliğe dayalı kabileciliğin ve kutsal bencilliğin pençesinde, büyük bunalımlar herkesi şiddetle kendi çıkarlarını korumaya itiyor” (s. 197).

İnsanoğlu uçuruma mı sürükleniyor? Yoksa bir duvarın dibinde fırtınanın geçmesini mi bekliyor? Ya da bir tarihi kapatıp yenisini açarak doruklara mı tırmanıyor? Belki üçü birden yaşanıyor aynı anda. Fakat değişmeyen bir gerçek var: İnsan durmadan başkalaşıyor. Kısacası hep bir evrim halinde. Bu nedenle, evrensel; insanı insan yapan değer ve özellikleri göz ardı etmeden günümüzdekinden farklı bir ekonomik işleyiş, uluslararası ilişki modeli ve yaşam şekli ortaya koyabilir. Maalouf’un dediği ve anlatmaya çabaladığı biraz da bu.

Çivisi Çıkmış Dünya/ Amin Maalouf/ Çeviren: Orçun Türkay/ Yapı Kredi Yayınları/ 216 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 25.06.2009

19 Haziran 2009 Cuma

“SIRA DIŞI” ÇOCUKLAR (*)
ALİ BULUNMAZ

Jean-Louis Fournier, Kimseyi Öldürmedi Benim Babam adlı kitabında ailesini, çocukluğundan kesitleri ve hayatını etkileyen ilk gençlik yıllarını babasını merkeze alarak anlatmıştı. Babası onun için, hem bir kahraman hem sorunlu bir kişlik hem de tanınmayı ve keşfedilmeyi bekleyen bir figürdü.

Fournier, babasıyla ilişkisinin hep eksik bir tarafı olduğunu vurguluyor ve onu iyi tanıyamamasının açtığı gediği sürekli hissettiğini anımsatıyordu. Bu kez bir baba olarak çocuklarına; üstelik sahip olduğu “sıra dışı” ya da “anormal” çocuklara bakıyor.

“MAT CAMIN ARDINDAKİ ÇOCUKLAR”
Fournier, “sıra dışı” çocuklarına “hediye edeceği” kitabı; Nereye Gidiyoruz Baba? isimli çalışmayı duyuruyor ilkin. Babası yüzünden zor bir çocukluk geçirdiğini her fırsatta dillendiren Fournier, bu kez çocuklarını anlattığı ve onlara adadığı satırlarda geziniyor. “Kitabı sizin için yazdım” diyor; “unutulmamanız için, engelli kartının üzerinde sadece bir fotoğraf olarak kalmamanız için” (s. 7).

Engelli çocuklara sahip olmak bir felaket midir? Fournier, insanların yüzünde hep bir yıkım ifadesi gördüğünü söylerken, Thomas ve Mathieu'yu anlatmaya koyuluyor. Thomas'ın arabaya her binişinde sorduğu “Nereye gidiyoruz baba?” sorusunun, belli bir süre sonra yanıtlanamaz hale gelişinin de tasviri bu yazılanlar.

Fournier soruyor: “Anormal bir çocuk sahibi olmaktan hiç korkmamış olanlar el kaldırsın.” Yanıt veya yanıtsızlık kendi içinde: “Kimse kaldırmadı” (s. 10). Fournier'in satırlarından “sıra dışı” bir çocuğa sahip olmanın tetiklediği sıkıntıyı sezmek mümkün. Üzüntü ve biraz da öfke, ilk zamanların ağırlıklı duygusu:

“Yeni doğan bir bebek mucizeyse, engelli bir çocuk da tersine bir mucizedir (...) Onun [Methieu'nun] dünyaya gelmesine neden olduğum için, benim yüzümden dünyada korkunç günler geçirdiği için ondan özür dilemek istiyorum” (s. 14).

“Bulanık, biçimsiz; mat camın arkasından görülen anormal bir çocuğa” sahip olmanın çelişkili duygusunu yansıtır bu sözcükler.

NORMAL VE ANORMAL
Fournier, çocukları ve durumlarını tanımlayip belirlemek için “uçmazkuş” buluşundan yararlanıyor: “Bir kuş icat ettim. Uçmazkuş koydum adını, tuhaf bir kuştur. Diğerleri gibi değildir. Yüksekten başı döner. Bir kuş için gerçekten talihsizlik. Ama ahlaklıdır. Engeli yüzünden kendini acındırmak yerine, bununla dalga geçer. Ne zaman birisi uçmasını istese, bunu yapmamak için mutlaka bir bahane bulur ve herkesi güldürür. Yüzsüzdür de, uçan kuşlarla dalga geçer. Sanki Thomas ve Mathieu sokakta karşılaştıkları normal çocuklarla alay eder gibidir” (s. 54).

Fournier, “anormal” çocuğun daha başlangıçta zor bir yaşama kapı araladığını düşünür. Ebeveynler üzgündür ve gururlu da değildir. Thomas'ın doğumu, Fournierlerin yüzünü biraz güldürür sıkıntılı günlerin ardından. Ancak bu sevinç kısa sürer. Engelli olduğu anlaşıldığında, ikinci kez yıkılırlar.

Engelli iki çocuğa sahip oluşunu ilginç şekilde yorumlayanlar da bulunur. Fournier'e “çocukların baban yüzünden böyle” der bu yorumcular ve böylelikle Fournier, babasıyla bir kez daha yüzleşir.

Tüm söylenen ve sıkıntılara rağmen Fournier, kimi zaman engelli çocuklarıyla beraber eğlenebildiğini de hatırlatıyor. Bir bakıma yaşananlardan mutlu anlar çıkarılabileceğini de söylüyor.

Buna karşın anlatımına büyük oranda kasvet hakim. Engelli çocuklara sahip olmanın getirdiği bir karamsarlık bu. Buna rağmen, söz konusu sıkıntılarla başetmek adına çaba göstermenin yollarını da arıyor Fournier.

Engelli çocuklar ile ilgili televizyon programlarına katılıyor, görüşlerini paylaşıyor ve kimi çıkış noktaları arıyor. Ama diğer taraftan korkuyor; hatta bu korku onu, kendini öldürme düşüncesine kadar götürüyor.

Tam bu zamanlarda üçüncü çocuğu dünyaya geliyor. Bir kız çocuk bu, adı da Marie. Tamamen sağlıklı. Ancak bir başka acı daha kapıda: Doğumuyla önemli ölçüde sarsılan Fournier, Methieu'nun ölümüyle bir başka yıkım yaşıyor:

“Engelli bir çocuğun ölümünün insanı daha az üzdüğünü düşünmemek gerek; böyle bir çocuğun ölümü, normal bir çocuğun ölümü kadar üzücüdür. Hiç mutlu olmamış, dünyaya sadece acı çekmek için ufak bir gezinti yapmaya gelmiş olan birinin ölümü korkunç bir şeydir” (s. 62).

Tanıştığı insanlara oğullarından ve durumlarından bahsetmekten çekindiğini belirtiyor Fournier: “O güne kadar iki oğlumdan hiç bahsetmemiştim. Neden? Utanıyor muydum? Acınmaktan mı korkuyordum? Hepsinden biraz var. Özellikle de şu korkunç sorudan kaçmak için sanırım: 'Ne yapıyorlar?” (s. 68).

Çelişkili ruh hali, Fournier'i şunu söylemeye itiyor: “Çocuklarım kimseye benzemiyor. Sürekli diğerlerinden farklı olmaya çalışmış birisi olarak bu durumdan memnun olmalıydım” (s. 69).

Belli bir süre içinde “normal” ve “anormal” kavramları üzerinde düşünmeye başlayan Fournier, “normal”i “ortalama” ile eşleştirirken, “anormal”i de “diğerleri gibi olmamak” ya da “diğerlerinden farklı olmak” şeklinde tanımlar (s. 71). Çocuklarına şöyle seslenir ardından: “Diğerleri gibi olsaydınız, herkes gibi olurdunuz” (s. 72). Bu, biraz da yaşadıklarına karşı geliştirdiği avuntu gibi görünüyor ve bir anlamda, olup bitene dair bir tutamak biçimini alıyor.

AŞILAMAYAN UZAKLIK
Fournier'in engelli iki çocuğunun Engelliler Sosyal Sağlık Eğitim Merkezi'ndeki bakımı, babaları ile arasında ister istemez bir mesafe doğuruyor. Belirli günlerde gerçekleşen görüşmeler, aradaki makası daha da açıyor.

Ama yıllar geçmesine rağmen, klasik soru Thomas'ın dilinden düşmüyor ve babasını her gördüğünde tekrarlanıyor: “Nereye gidiyoruz?”

Fournier, içindeki acıyı anlatırken biraz isyan biraz da hüzünle şu satırları düşüyor okuyucunun zihnine: “Gençken, sürüsüne bereket çocuğum olsun isterdim (...) Tablolar gösterip müzik dinleteceğim çocuklar; gizliden gizliye küfür öğreteceğim çocuklar (...) Şanssızdım. Genetik tombala oynadım, kaybettim” (s. 101).

Buradaki ifade, pişmanlık ve yılgınlığı içeriyor. Baba olarak çocuklarıyla ilgili bu yazdıkları ile babasının ona yaşattığı ve yaşatmadıkları arasında bağlantı kurulabilir. Babasından gelen hayata karşı olumsuz bakış, “sıra dışı” çocuklara sahip olmayla iyiden iyiye su yüzüne çıkıyor.

Çocukları her ne kadar büyüse de, onların yaşının olmadığını ve olamayacağını biliyor. Bu arada bazen kendisi de zamanın ipini bırakıyor: “Hayatı boyunca, küplerle ve oyuncak ayılarla oynayan çocukları olan insan genç kalıyor. Hayatta nerede olduğunu pek bilemiyor” (s. 102).

Babasıyla sorunlu ilişkisi yüzünden kırık dökük bir çocukluk geçiren Fournier'in, olgunluk çağında engelli iki çocuğa sahip olması hayatındaki eksikliği; mutluluk noksanlığını arttırıyor. Hatta öyle anlar oluyor ki anlatımı, yer yer dizginlenemez bir öfkeye dönüşüyor ve rahatsız edici bir kimliğe bürünüyor.

Süregelen sıkıntı, “işte benim çocuklarım böyle, ne yapalım” türünden bir yenilgiye dönüşüyor ve kimi zaman acıklı bir hal alıyor. Hepsinin ötesinde hayata karşı duruşunda ve yaşama bakışında, hep yenilgiyi kabullenişi kapıda tutuyor sanki. Sonunda neredeyse olumlayacak bir şey kalmıyor elde avuçta. Bir başka deyişle, çoğunlukla hayatın yaşanmaz kıyıları öne çıkıyor Fournier'in anlatımında; başa gelen her ne kadar büyük bir acı da olsa, yaşamın salt acıdan oluştuğuna dair bir izlenim uyanıyor.

Üzerinde düşündüğü normal ve anormal kavramlarından hareketle Fournier'in de az çok anormal bir baba kimliğiyle okuyucu karşısına çıktığı söylenebilir. Bu anormallik, çocuklarına herhangi bir zarar vermesiyle ilgili değil.

Ama özellikle kendini, doğmasına neden olduğu çocukları yüzünden öldürmeyi düşünmesi ya da sınırları aşan ve çoğunlukla hafiften ürperten pişmanlığı Fournier'i anormal veya “sıra dışı” sınıfına sokuyor.

Ama Nereye Gidiyoruz Baba? adlı kitap okuyucuyu en azından, kendini olanca dürüstlüğüyle Fournier'in yerine koymaya davet ediyor.

Nereye Gidiyoruz Baba?/ Jean-Louis Fournier/ Çeviren: Aslı Genç/ Yapı Kredi Yayınları/ 102 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 18.06.2009

15 Haziran 2009 Pazartesi

ANLAR İZLER TUTKULAR (*)
Ali BULUNMAZ

İnci Aral'ın Anlar İzler Tutkular isimli kitabı, yazarın dergilerde yayımlanan yazılarının yanı sıra, açık oturum, panel, söyleşi ve toplantılarda yaptığı konuşmaların metinlerinden oluşuyor. Metinler, Aral'ın edebiyat, yazın dünyası ve aşk ile ilgili görüşlerini okurla buluşturuyor.

Bir yazarı yazar kılan şey, onun kaleme aldığı ya da almak üzere olduğunun, okura yeni ve taze bir şey söyleyip söyleyemediğidir. Bu nedenle hiç usanmadan arar; çalışır ve bir anlamda kendini okuyucunun yerine koyar.

Hep yetersizdir çiziktirilen. Çünkü hep daha iyisi aranır. İnci Aral söze buradan başlıyor: “Yeni bir şey yazmak için masaya oturduğum zaman, hemen her seferinde, o bildik boşunalık ve yetersizlik duygusu yoklar içimi. Yazacaklarımın yazılmaya değer olup olmadığını bir kez daha sorarım kendime” (s. 11).

Aral'ın bahsettiği, biraz da yarı yolda kalma korkusu ve zihindekinin nasıl daha iyi biçimde kağıda dökülebileceğine dair endişe aslında. İşin sonunu getirememe, tasarının hep tasarı olarak kalmasına ilişkin çekince bir başka deyişle. Belki eylemin (yazma ediminin) kendisini serüven haline getiren, onu canlı tutan da bu, kim bilir.

Yazınsal anlamda yaratmak, “an”ın ete kemiğe bürünmesidir biraz da. Burada “an”lık karşılaşmaların, yazarın benliğinde iz bırakıp bırakmamasına değininen Aral'a göre yazmak, sadece baştan geçenlerin kağıda aktarılması değil:

“Gerçeği, bozmadan, parçalamadan, yazının gizemli kuralları ve tutarlılığı içinde yeniden yorumlayıp biçimlendirmeden bir şey yaratılamaz (...) Edebiyat bir oyundur; kurulan, inşa edilen bir şeydir (...) Dünyayı ve yaşamı yazı yoluyla yeniden kurgular” (s. 16).

Edebiyatı edebiyat yapan; yazmayı değerli kılan, yaşanan ve kurgulanan ne varsa hepsinin yaratıcı imgelerle yeniden düzenlenmesidir. Aral'ın, yazma eylemini, “an”ları yorumlanışını, kurgunun oluşturulmasını betimleyişi ise şöyle: “Eğer yazmak insanın zor ama görkemli serüvenini anlatma çabası olacaksa, aynaların dümdüz, ruhsuz bir yalınlıkla yansıttığı görüntülerin arkasını görebilmek için, öncelikle gerçekliğin terk bir yönünü gösteren o parlak ve katı yüzeyleri parçalamak gerekir. Hem de kendi yansımamızdan başlayarak” (s. 17).

Yazarın dokunuşundan önce “oraya buraya dağılan ses ve işaretler” olan sözcüklere ne demeli peki? İşte bu da, parçalamanın, yaratım ve yazınsal değeri bulunan bir şey ortaya koymanın ilk evresidir. Belki de o sözcükleri sezmek, bulmak, görmek...

Yazar olmak, böyle bir şey. Ama yazarlığın da kendisine göre sorgulamaları ve sıkıntıları var; Aral, kendisinden yola çıkarak yazarın kim olduğu sorusu etrafında gezinir: “Bir satırın başında sabahladığımda kalkıp aynaya bakıyorum. Yüzümü bir yerlerden biraz tanıyorum ama gene de soruyorum: Kimim ben? Bu soruyu yanıtlayabilmek için kendime, başkalarının gözüyle dışarıdan bakabilmeyi, kendimi sokaklarda serserice dolaşırken, vitrinlerdeki gölgeme bakarken, konuklarımı ağırlarken görebilmeyi isterdim” (s. 21). Aral, yazarın sözcükle ilişkisini buradan kuruyor haklı olarak: “Sözcüklerin içindedir yazar, sözcükler onun aynasıdır” (s. 22).

Aral, yazma tutkusunu anlattığı satırların ardından kalan izlere geçiyor. Üçüncü dönem Manisa günlerinden söz açıyor. Kentin o dönem kıyı Ege'ye oranla taşralığından dem vuruyor. Ailesini, hamileliğini, kaynana sıkıntısını, siyasi havayı, çalkantıları Manisa penceresinden aktarıyor. Sonra Tuncer Kurtiz'in kişiliğinden etkilenişini anlatıyor okuyucuya; ona “Çağdaş Şaman', 'Deli Dumrul', 'Okulsuz Feylesof'” diyerek (s. 42).

Çocukluk yıllarına dönüyor ardından, Bursa'ya geçiyor. “İlk”lerin kentine. Babasını kaybettiği Manisa'dan Bursa'ya yolculuğu aktarıyor. Aral'ın Bursa izlenimi şöyle: “Kayıplar ve yalnızlıklarla geçmiş yıllarımın Bursa'sı benim köksüzlük duygumu onaran yerdir” (s. 45).

O dönemin zor koşullarını, çocukluk anıları, oyunlar ve Bursa çevresindeki gezintilerle bir araya getiriyor Aral ve şu dipnotu düşüyor: “Anılarımızın acı ya da tatlı oluşunda kentlerin suçu yoktur. Sosyoekonomik çevrenin, zamanın ve zeminin koşulları belirler bunu” (s. 52).

Aral buradan yola çıkarak sözü yeniden yazmaya ve edebiyata getiriyor: “Yazmak, çoktan unuttuğumuzu sandığımız bir çok şeyi, içinizde birikmiş anıları, yenilgileri, aldanışları, keşkeleri uygun dille kağıda dökmek, başkalarıyla bölüşmektir. Edebiyat insan olmanın trajikliğini derinden bir kavrayışla anlatabilmektir” (s. 53).

Aral, kendisinde iz bırakan yazarlara da değiniyor peşi sıra: Nalan Barbarosoğlu, Jale Sancak... Sonrasında, gündem ile öykü (veya genel olarak edebiyat) arasındaki bağıntıyı ele alıyor: “Çevresinde olup bitenleri, yaşananları, savaşları, sevinçleri, insanları ve insana özgü durumları, duyguları göremeyen-görmek istemeyen (...) kısaca çağdaşlık bilincine sahip olamayan yazarın inandırıcı, başarılı, kalıcı ve büyük olma olasılığı zayıftır. Çünkü edebiyatın tükenmesi olanaksız tek malzemesi insandır” (s. 67).

Genç öykücüleri ele aldığı yazısının sonunda, kimi tavsiyeler vermeyi de ihmal etmez Aral: “Edebiyat uzun bir yoldur, süreklilik ve inat ister. Üstelik saati çok ağır çalışır. Kağıttan yapılmış yazarlık tacını başınıza kondurabilmek için kimi zaman bir ömür gerekir” (s. 77).

Edebiyat; yazmak ve yaratmak da bir tutku, bir aşk önünde sonunda. Başkaca söylenecek olursa, aşkın farklı bir hali. Aral, kitabın üçüncü bölümüne, “Tutkular”a yumuşak geçiş yapar ve aşka dair sözcüklerin kapısını açarken, arka plana yazın tutkusunu alıyor.

Aşk için ilk sözü ise “insan hallerinin en ilginç, en inişli çıkışlı ve değişik görünümlerini sunan bütünüyle varoluşsal bir duygudur” oluyor ve hemen arkasından şunu ekliyor: “Aşık olmak, gündelik yaşamın tekdüzeliğinden sonsuz anlar, yoğunlaşmış heyecanlar ve kutsal mekânlarla dolu bir coğrafyaya, sonu belirsiz yepyeni bir varoluşa doğru yolculuğa çıkmaktır. İki insan arasında yaşanabilecek en büyük, en güzel, bazen çok acı ama kesinlikle olağanüstü bir deneyimdir aşk” (s. 99).

Aşkın paylaşım demek olduğunu unutmamak gerektiğini de söyleyen Aral, bu duygunun “insanın kendi bencilliğinden kurtulma çabasına” karşılık geldiğini ve “bölüşme duygusu yeterince güçlü olmayan kişinin aşık olma konusunda önlemleri bulunduğunu, aklını duyguların önünde tutarak kendisine frenler koyduğunu” belirtir (s. 100).

Aral'ın deyişiyle “yeniden doğuş, başkaldırı ve özgürlük eylemi olan” aşk, “ancak elimizdekileri kaybetme korkusunu yendiğimizde, sevdiğimiz insandan daha değerli hiçbir şeyimiz olmadığına inandığımızda büyüktür” (s. 101). Öte taraftan “ayna” da olabilir aşk; “kendi imgemizi, sevdiğimiz kişide görebilme”nin umudunu taşımamız (s. 106) ya da “yanılsama ve hayal etme zenginliği” de (s. 107).

Sanatla ilgilenen biri için aşk, bu anlamda en büyük zenginliğe de bürünebilir. Bir canlanma hali, silkinme ya da duygu bolluğunun simgesidir bazen. Ama çoğu zaman “bir mücadele” olan aşkı büyüten ise engellerdir” (s. 109).

Aral'ın aşktan, yazma aşkına geçiş yaptığı satırlarda ilginç ayrıntılar da kendini açık eder. Örneğin öykülerini besleyen kaynaklar bunlardan yalnızca biridir: “Düş kırıklıkları, iletişimsizlik, darbeler, kıyımlar, kadınların iç yaşantısı, çözümsüz sevgiler, aşklar ve kopuşlar” (s. 120-121). Tüm bunlardan yola çıkarak yazdıklarının; bir diğer söyleyişle yazma eyleminin biraz da “umutsuzluğa yenilmemek, hiçliğe kapılıp sürüklenmemek” adına gerçekleştiğini hatırlatır (s. 124).

“Yazmak” diyor Aral, madalyonun iki yüzü gibi; “bir yüzünde sizin olumlu saydığınız ya da hayatınıza katılmış zenginlikler olarak gördüğünüz güzel şeyler vardır öteki yüzünde de sizden götürdükleri” (s. 126). Yaşamın dışına taşma anlamı da barındırır yazmak. O halde rahatlıkla tutku veya aşk olarak da adlandırılabilir.

Aral'ın yazma-yaşama serüveninden bir demet Anlar İzler Tutkular.

Anlar İzler Tutkular/ İnci Aral/ Turkuvaz Kitap/ 132 s.

(*) Varlık, Haziran 2009, Sayı: 1221.

12 Haziran 2009 Cuma

GÖRÜNTÜ ÇAĞINDA 'AN'I DÜŞÜNMEK (*)
Ali BULUNMAZ

Sokaklarda saatlerce dolaşırdım, yaşayan, canlı zamanı tuzağa düşürüp kesin sonuca götüren 'an'ı dondurmak için.”
(Henri Cartier-Bresson)


Fotoğrafçı, yalnız başına yürüyerek kent cehenneminde keşfe çıkmış gibi dolanan, merakını çelen her köşeye sezdirmeden sokulan ve aklına esen yerlere girip çıkan kişilerin, keza şehri şehvet dolu aşırılıkların yaşandığı bir manzaraymış gibi keşfeden bir dikizci gezginin silahlı versiyonudur.
(Baudelaire)


Fotoğraf ile felsefe arasında bir bağ kurulabilir mi? İnsanoğlunun görüntü çağında yaşadığı hatta görüntüler tarafından kuşatıldığı düşünülürse, çoktan kurulması gereken bu ilişki için zamanın geçmekte olduğu bile söylenebilir. Vilem Flusser, bu ilişkinin kuruluşuna önayak olmaya çabalıyor; insani ve toplumsal yapı değişikliğini tetiklediğini idida ettiği kültürel krizin aşılması adına fotoğrafın önemli bir yer tuttuğuna inanıyor.

GÖRÜNTÜYÜ KAVRAMAK
Fotoğrafın ana malzemesi görüntü. Flusser, görüntü için “anlamlı yüzey” ifadesini kullanıyor: “Görüntülerin anlamı yüzeyinde yatar ve ilk bakışta algılanabilir. Ancak bu aşamada ele geçirilen anlam yüzeyseldir” (s. 3).

Görüntü, zaman ve mekanın yeniden kurgulanması için gerekli bir malzeme; dolayısıyla biraz da “büyü” dünyasına ait. Flusser'in deyişiyle görüntüyü “canlandırılmış olay şeklinde görmek yanlış; çünkü görüntüler, olayların durumlara çevrilişi” demek (s. 5).

Görüntünün önemli işlevlerinden biri dünyayı insana sunması; insanın, dünyaya erişimini sağlaması ve dünyayı insan tarafından düşlenebilir kılmasıdır. Ancak görüntü, insan ile dünya arasına girebilir. Bir başka deyişle, kendini dünya gibi ortaya koyarak -yeniden sunarak- insanı, kendi ürettiği görüntülerin işlevi haline getirebileceğinden Flusser'e göre,“dünya, görünüm ve durumlar bağlamına dönüşerek, 'görüntüsel' bir hal alabilir” (s. 6).

Aslında burada görüntü ve gerçek gibi bir ikilem zihinleri zorlar. Platon'dan bu yana tartışılagelen konu, fotoğraf için de geçerlidir; hatta bunun da ötesinde, fotoğraf üzerine düşünülmeye başlandığında merkezde yer alır.

Yazı ile doğan kavramsallaştırmanın, görüntüsel düşünceden çok daha soyut olduğu açık. İnsanın görüntüye sıkı sıkıya sarıldığı bu dönemde metinsel bilimlerle imgelemsel ideolojiler arasındaki mücadele de kızıştı.

İmgelemsel ideolojinin savunucuları konuyu daha da ileriye taşır: Görüntü gibi insan ile dünya arasına giren yazı, insan ve görüntü arasında açıklayıcı bir işlev üstlendiğinden “dünyayı insan için saydam hale getirmez, onu saklar” (s. 8).

Aslında görüntünün icadından önce sıkıntı söz konusydu; metinlerin görüntüyle beslenmemesi sıkıntısı. Flusser'e göre teknik görüntünün icadı, metinlerin görsel açıklamasını mümkün kılarak, bir anlamda tarihsel sıkıntının atlatılmasını sağlamıştır.

TEKNİK GÖRÜNTÜ VE HOMO LUDENS
Teknik görüntü bir “aygıt” tarafından üretilir. Bir bakıma üçüncü dereceden bir soyutlama sayılabilir: “Dünya, güneş ışığını ve diğer ışınları yansıtır, bu yansıyan ışık yine ışığa duyarlı bir yüzey üzerine kaydedildiği zaman teknik görüntü oluşur” (s. 12).

Teknik görüntünün en belirgin özelliği, izleyene bir pencereden dünyayı seyrettiği izlenimi vermesidir. Nesnelliği ise yanılgıdan başka bir şey değildir. Bir simgeler bütünü olan teknik görüntünün ilk şekli, “metinlere yeniden büyüsellik katma amacıyla geliştirilen” fotoğraftır (s. 15).

Flusser, aygıt tarafından üretilen teknik görüntü kavramını, bir başka noktaya taşır ve fotoğrafın işlev-üretim ikiliğinde nerede konumlandığını sorgular: “Fotoğrafik görüntü 'ayakkabı' veya 'elma' gibi bir tüketim nesnesi mi, yoksa bir 'makas' ya da 'iğne' gibi üretim aleti midir?” (s. 21).

Aletler nesnelerin biçimini değiştirir ve bu bir çalışmadır. Onlar aynı zamanda, insan uzuvlarının uzamış birer biçimidir. Alet makine olunca, insan ile ilişkisi tersine döner: “Sanayi Devrimi öncesi insan, aletlerle çevrelenmişken sonrasında, makineler insanlarca çevrelenir (...) Önceleri, aletler insanın bir işleviyken, sonraları insanlar makinelerin işlevi olarak çalışmaya başladı” (s. 22).

Fotoğraf makinesi, fotoğraf üretmek amacıyla tasarlanmıştır. Her fotoğraf da bu anlamda, programlanmış yeteneklerin somutlaşmasıdır. Fotoğrafçı da, makinesiyle yeteneklerinin tümünü ortaya çıkarmaya çabalar; makineyle dünyaya bakar ve yeni bir şey ortaya çıkarmak ister. Böylelikle fotoğrafçı, “oynayan insan (homo ludens)” haline gelir (s. 26).

Makineyi işletmek, simgelerle oynayıp onları bir araya getirmek demektir. Flusser'e göre fotoğraf makinesi “insanın oyun özgürlüğünü simgelerken, aynı zamanda sürecin robotlaşmasına da işaret eder” (s. 28).

AVCI FOTOĞRAFÇI
Fotoğraf makinesini eline alan kişi bir tür ava çıkmış gibidir. Fotoğrafçı kültürel nesneler ormanında iz sürer ve “kendini, içinde bulunduğu kültürel durumdan sıyrıp 'kayıtsızca' avını yakalamaya çalışır” (s. 34).

Fotoğrafçı her neyi çekiyorsa onu (bir bakıma “an”ı), duruma dönüştürmeli ve makineyi yönlendirmelidir. Bu yönlendirme bilimsel, sanatsal veya politik olabilir. Flusser'e göre bu noktada kavramların görüntüsü olan fotoğrafı yaratan kişi (fotoğrafçı), “sanat, bilim ve politika gibi kavramlara ne atfettiğini bimelidir” (s. 37).

Fotoğraflama davranışı, özünde biraz önce de belirtildiği gibi “fotoğrafçı ve makinenin bölünmez bir işlev haline geldiği avlanmadır” (s. 41). Bu davranışın doğal sonucu ise, insanı kuşatan fotoğraflardır. Kısacası fotoğraf, “yeşil” kavramını, “yeşil”in görüntüsüne dönüştürmek için programlanmıştır.

Flusser burada şunu sorar: “Fotoğrafçı kendi amaçları doğrultusunda makinesinden ne ölçüde ve hangi yöntemle yararlanmıştır? Makine, fotoğrafçının amaçlarını saptırmada hangi yöntemlerle, ne kadar başarılı olmuştur?” Yanıtı açık: “En başarılı fotoğraflar, fotoğrafçının kendi niyetleri doğrultusunda makine programının üstesinden geldiği, aygıtın insan niyetinin hükmüne boyun eğdiği fotoğraflardır” (s. 50).

Bir nesne veya şey olarak bakıldığında fotoğraf son derece değersizdir. Sunduğu bilgi de yüzeyseldir, bir yüzeyden diğerine aktarılabilir. Bu nedenle fotoğraf mülkiyet düşüncesinin çöküşünü simgeler: “Fotoğrafa sahip olan değil, fotoğraf üzerindeki bilgiyi üreten kişi daha güçlü konumdadır; bir başka deyişle, gücü elinde bulunduran bilginin programlayıcısıdır” (s. 56). Beri yandan fotoğraf, çok geniş programlı bir dağılım aygıtının “kitleselleştirme kanallarıyla yeniden sunularak dağıtılan sessiz yaprakçıklardır” (s. 61).

YENİ BİR DİSİPLİN
Flusser, kurmaya çabaladığı fotoğraf felsefesi disiplininin temel kavramlarını görüntü, aygıt, program ve bilişim biçiminde ortaya çıkıyor: “Bu dört kavramla, artık hiçbir şeyin kendini tekrarlamadığı ve her şeyin bir nedeni ile sonucu olduğu doğrusal tarihsel bağlamın dışında buluruz kendimizi. Artık içinde bulunduğumuz alan, neden açıklamalarından çok işlevsel açıklamalara gerek duymaktadır” (s. 88).

Flusser, fotoğraf çekme işi ve makinesinin bir oyun olduğunu belirtiyor: “Burada karşılaşılan kabaca özgürlük sorununun tekrar ele alınması esasıdır; fotoğraf felsefesinin de yönelmesi gereken doğrultu budur.” Burada yeni olan bir şey yoktur, çünkü “her felsefenin son aşamada uğraşması gereken konu özgürlüktür” (s. 90).

Flusser “fotoğrafı bilinç düzeyine çıkarmak için bir fotoğraf felsefesine ihtiyaç duyulduğunu” vurgulayıp, asıl söylemek istediklerine gelir: Fotoğraf felsefesinin amaçlarından biri, fotoğrafta insan özgürlüğü için bir yer kalmadığını; dolayısıyla otomatikleşmiş, programlayan ve programlanmış aygıt söz konusu olduğunda da insan özgürlüğü için alan bırakılmadığını göstermek olmalıdır” (s. 93).

Flusser hayatı anlamlandırmanın bir yolu olan fotoğrafı, tanık olunan son büyük devrim şeklinde niteliyor. Günümüzde yazılıdan çok görülür olanın öne geçtiği bir gerçek. Flusser'in bir aygıt kabul ettiği fotoğraf, tam da bu yüzden önemli; fotoğraf felsefesinin kuruluşu ve gelişmesi de onun için gerekli. Çünkü, Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru adlı kitabının da omurgasını oluşturan insan ve aygıt arasındaki mücadelenin, fotoğraf anlamında ortaya çıkarılması ve bu karşıtlığa çözüm aranması hedefi, aynı zamanda fotoğraf felsefesinin bir diğer önemli amacını oluşturur.

Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru/ Vilem Flusser/ Çeviren: İhsan Derman/ Hayalbaz Kitap/ 98 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 11.06.2009

5 Haziran 2009 Cuma

SUYA DOKUNMAK (*)
ALİ BULUNMAZ

Su göletlerine yalnızca su almaya gitmeyiz, çünkü dostlarımız ve düşlerimiz bizi orada karşılar
(Afrika deyişi)

KRİZ VAR, KRİZ!
Suya erişim ve temiz su kullanma bir insan hakkı mı? Bunun hem bir ihtiyaç hem de bir zorunluluk oluşundan yola çıkılırsa, evet öyle. Kaldı ki, Küresel Su Hareketi, suyun bir insan hakkı ilan edilmesi gerektiğini savunuyor. Bunun kabulünün de, kapsamlı bir Birleşmiş Milletler (BM) anlaşmasıyla gerçekleştirilmesi ve yerel yönetmelikler ile devletlerin anayasalarında yer bulmasının zorunluluğu vurgulanmasına karşın halen resmi biçimde kabul edilmiş olmaması, çokuluslu şirketlerin suyu metalaştırılmasının önünü açıyor.

Beri yandan su kaynakları da hızla tükeniyor. Su kaynaklarının azalışını yalnızca küresel ısınmaya indirgemek de yanlış. Çünkü bunun yanında, kirlilik ve su veriminin risk taşıdığı alanlardaki nüfus artışı da su kaynaklarının tükenişinde büyük rol oynuyor.

Dünyanın su yoksunluğu çeken en önemli bölgeleri, zaten yoksullukla da mücadele içinde olan Ortadoğu ve Afrika. Güney Amerika ve Hindistan'da ise kirlilik en büyük tehdit. Uzmanlara göre 2025'e kadar ve 2050'den sonra su merkezli ciddi sıkıntılar, özellikle bu bölgelerde baş gösterecek.

Tatlı su kaynaklarıyla beraber yüzey sularının kirlenmesi, tarım ve hayvancılık açısından da sakıncalar doğuruyor, atık sularının kullanımı bulaşıcı ve ölümcül hastalıklara yol açıyor, bu da en çok yoksul ülkeleri vuruyor.

Buzulların erimesi, kentleşmenin ormanları yok etmesi, iklim değişikliği, çölleşme ve yoğun göç, su kaynaklarının tükenmesinde; sorunun hem insani hem de ekolojik boyut kazanışını hızlandırıyor. Uzmanlar ve bilim insanlarının bu tükenişe yönelik çözüm önerileri çeşitli: Barajlar kurmak, derivasyon kanalları (suyu bulunduğu yerden bir başka yere taşıyacak kanallar) açmak ve deniz suyunu arıtmak. Barlow, tüm bu çözüm çabalarının "küresel su krizini daha da derinleştirdiğini, ekosisteme zarar verme potansiyeline sahip olduğunu" ifade ediyor (s. 40).

İşte tam da burada, su krizinin ekonomik ve siyasi boyutu ortaya çıkıyor. Barlow'a göre "kapsamlı bir su planlaması yapılmalı, kıtlık ve adaletsizlik biçimindeki bu çifte su kriziyle baş etmek için doğal kaynakların korunmasına ve su adaletine dayalı bir düzenlemeye gidilmeli" (s. 52).

SUYU DENETLEMEK
Özel şirketlerin suyu pazarlama ve denetim altında tutma çabaları gözden kaçırılmamalı. Buradaki nirengi noktası şu: "Temiz suyun tüketildiği bir dünyada, onu kontrol eden, hem iktidarı hem de serveti kontrol edecek" (s. 53).

Suyun özelleştirilmesinin hızlandığı hatta doruk noktaya doğru tırmandığı yıllarda, 1980'lerde, Dünya Bankası, yoksul ülkelerdeki kalkınma programını terk edip, bu ülkeleri Washington'ın kalkınma planına dahil etti. Böylece, su ve alt yapı hizmetleri de hızla özelleştirilmeye başladı. Yoksul ülkelere sağlık, eğitim, ve su gibi kamu hizmetlerini en az oranda kullanma koşulu dayatıldı.

Su kaynakları bakımından zengin rezervlere sahip ve Dünya Bankası'nı yöneten Kuzey ülkelerinin, ekonomik açıdan yoksul su kaynağı bakımından zengin Güney ülkelerini sömürmesi bir bakıma ekolojik sömürüyü de beraberinde getirdi. Bu da, suyun özelleştirilmesinin tam anlatımı aslında.

Ocak 1992'de Dublin'de düzenlenen BM konferansı, suyun "ekonomik bir mal olarak" görülmesinin önünü açtı (s. 63). Özel şirketlerin yanı sıra Dünya Bankası, BM, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi gibi kurum ve kuruluşlar, suyun denetiminde söz sahibi oldu. "Su sektörüne ne kadar çok özel sektör katılacağı" yoksul ülkelerin kredi almasının koşulu olarak belirlendi (s. 68).

Mart 2000'den bu yana "özelleştirmeler yararına uzlaşma sağlamak" amacıyla (s. 72) toplanan Su Forumları'na ağırlıklı olarak su şirketleri katıldı, böylece su kaynaklarının denetim ve özelleştirilmesi perçinlendi. Örneğin ikinci forumun (Lahey, 2000) sonuç bildirgesi her şeyi açıklar nitelikte: "Su, bir insan hakkından öte, devletler kadar özel şirketlerce de kolay şekilde karşılanabilecek insani ihtiyaçtır" (s. 74).

Suyun özelleştirilmesinin ne gibi zararlı etkileri oldu? Barlow, Norveç Çevre ve Kalkınma Forumu'nun raporundan şu belirlemeyi gündeme getiriyor: "Yoksullara su hizmeti götürülemedi, insanın su hakkı zayıfladı, su yabancı denetimine girdi ve tekeller oluştu" (s. 80). Kısaca söylemek gerekirse büyük su şirketleri, Dünya Bankası ve BM ile ortaklıklar kurup, suyun denetimi ve özelleştirilmesi konusunda önemli mesafe aldı.

KARTELLERİN AĞIRLIĞI
Çokuluslu şirketler, sudan kâr etmenin çeşitli yollarını buluyor. Suyun özelleştirilmesinin yanı sıra, deniz suyu arıtma gibi yöntem ve çözümlerden de kâr elde etmeyi düşünüyorlar. Nükleer enerjiyle deniz suyu arıtma bunlardan biri.

Bir başka yöntem ise nano teknoloji. Sudaki kirlilik kaynaklarının bulunup yok edilmesi için nano teknolojiden yararlanıldı. Hükümetler, üniversiteleri bu konuda destekleseler de, sonuçta kârı cebe indiren yine şirketler oldu. Barlow burada bir soruna daha değiniyor: "Su geri dönüşüm şirketlerince dönüştürülen suya kim sahip olacak? Suyun büyük kısmının özel şirketlerce dönüştürüldüğü zaman şirketler suyun kendisine mi yoksa kârına mı sahip olacak?" (s. 112).

Su kartellerine karşı oluşmaya başlayan tepkinin özünde, çokuluslu şirketlerin denetim ve kâr anlayışına karşı durma yer alıyor. Tepki sahipleri aslında, insanlığın "ortak alanlarının veya ortak mirasın özeleştirilmesine karşı çıkıyor" (s. 122); hepsinden öte, her geçen gün sesini yükseltiyor.

Suyun özelleştirilmesi denildiğinde ilk akla gelen coğrafya Latin Amerika. Burada kirlilik ve sınır eşitsizliğinin ötesinde, özelleştirmeler yüzünden kişi başına düşen su miktarı çok az. Barlow'un "Latin Amerika'nın birçok yerinde yalnızca zenginler temiz su alabilir" gerçeğini hatırlatması, buradaki direnişin nedenini açıklıyor.

Direnişleri derli toplu hale getiren Uluslararası Su Adaleti Hareketi, Dünya Bankası ve BM gibi küresel kurumları, yapıp etmelerinin başarısızlıkla sonuçlandığına dair bir itirafa zorlayınca, ülkeler ulusal su politikaları geliştirmeye başladı ve "suyun efendilerine" meydan okudu (s. 164).

SU BİR İNSAN HAKKIDIR
Su krizinin yaşandığı her bölge, aynı zamanda ileride patlak verebilecek çatışmaların da merkezi olmaya aday. Bir bakıma küresel su krizi, küresel güvenlik sorunu haline gelmeye başlıyor. Su yolları ve kaynaklarını "güvence altına alma" gerekçesi, çatışma ve savaşları tetiklemeye gebe. Örneğin ABD'de sadece bu konuda fikir ve proje üretmekle görevlendirilmiş pek çok kuruluş bulunuyor. Bu kuruluşların ortak amacı, ABD'nin su krizine ilişkin stratejisini belirlemek ve çözüm için gerekli teknolojileri geliştirmek.

Aynı şekilde Avrupa'da (özellikle Fransa, Almanya ve İngiltere), Güney ülkelerinde su şirketlerinin çıkarlarına yönelik teşvikler sunuyor. "Avrupa'da su sorunlarına çözüm bulmak" amacıyla kurulan Avrupa Su Ortaklığı, aslen söz konusu teşvikleri ve rekabetleri arttırmayı hedefleyen "teknoloji platformu"ndan başka bir şey değil (s. 177). Kaldı ki Avrupa Su Ortaklığı'nın üyelerinin çoğunu su şirketleri oluşturuyor.

Gerek ABD'de gerekse Avrupa'da faaliyet gösteren su ile ilgili kuruluşlar, adaletli dağılım ve suyun insan hakkı olduğuna dair çalışma ve açılımları tam anlamıyla gerçekleştirmiş değil. Burada ortaya çıkan, su şirketlerinin yayılım alanının genişlemesi ve kârlarının yükseltilmesine dönük çabalar. Bir başka deyişle su krizinin atlatılmasına dönük en önemli girişim olarak su adaletinin sağlanması konusu, bahsedilen kuruluş ve şirketlerin gündemine girmiyor.

Dünya Su Konseyi'nin "Su Hakkı: Başlangıçtan Uygulamaya" adlı raporu, öncekilerden çok ayrılmasa da, önsözde yer alan ilk cümleye değinir Barlow: "Su hakkı insanlık onurunun ayrılmaz bir parçasıdır. Günümüzde kim bunun aksini iddia edebilir?" (s. 194). Krizin üç ayağı (tatlı su kaynaklarının azalması, suya erişimde adaletsizlik ve suyun, şirketlerin denetimine geçmesinin) bu söz bağlamında değerlendirilebilir.

Suyun ticari bir mal olmaktan çok, bir insan hakkı olduğu ve “kamu yararı” amacı taşıdığı unutulmamalı. Bu, çözüm için unutulmaması gereken bir anlayış. Bu anlayışın yerleştirilmesi, aynı zamanda su demokrasisinin yaygınlaştırılması ve suya adaletli erişimin sağlanmasının yolunu açacak en önde gelen çabalardan biri. Hepsinden öte adı geçen girişim, suyun denetiminin özel şirketlerden yeniden yerel yönetimlere ve kamu kuruluşlarına geçişini sağlayacak. Bir diğer ifadeyle, özel şirketlerin suya dokunmasını engelleyecek.

Mavi Sözleşme/ Maude Barlow/ Çeviren: Barış Cezar/ Yordam Kitap/ 208 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 04.06.2009