30 Nisan 2010 Cuma

BAŞKA BİR DÜNYANIN ROMANI (*)
ALİ BULUNMAZ

İskoç yazar Irwine Welsh’in Trainspotting’i, 1993’te sessiz sedasız yayımlanmıştı. Ancak beklenmedik bir satış patlaması yaşanınca Welsh ve kitabı büyük üne kavuştu. Bu da yetmedi, roman, sinema ve tiyatroya uyarlandı. Danny Boyle’un yönettiği 1996 yılına ait aynı adlı film, beyaz perdede fırtınalar kopardı. O fırtına, hem kitabın satışlarını ve romana duyulan merakı arttırdı hem de Welsh’in şöhretini.

Trainspotting’i özel kılan ve pek çok benzeri arasında öne çıkaran şey, yeraltı edebiyatının sansürsüz, apaçık ve yalın bir örneği olması. Aynı zamanda, yanından geçerken ıslık çalınan, şarkı söylenen ya da görmezden gelinen gerçekleri; bir başka dünyanın varlığını da ifşa etmesi.

Romanı daha önce okuyan veya filmi izleyenler o dünyaya, içindekiler kadar aşina zaten. Gettolara sıkıştırılan ya da en azından sıkıştırılmaya çabalanan büyük bir insan grubunu temsil ediyor Trainspotting. Ortaya konan ise rahatsızlık veren, korkulan, tiksinti duyulan ve tedirginlik uyandıran ama hepsinin ötesinde, içten içe merakla bakılan aykırı; “anormal” insanların dünyası: Yukarı çıkıp çıkmayacağını asla kestiremeden dipte yaşayan ve çevresini de bu insanlardan oluşturan bağımlıların evreni…

Kitaptaki kahramanların sosyalliği sanal bir bakıma. Yani Welsh’in anlatımı, uyuşturucu yoluyla sosyalleşmeye çalışan, kendilerine özgü bir dünya yaratan kitlenin güçlü akıntısını yansıtıyor.

Kim ne derse desin, arka sokakların böylesine bir canlılığı var. Farklı bir dünya, farklı bir dil; burada özgün bir argo çıkıyor karşımıza. Bir açıdan keşfedilmeyi ve anlaşılmayı bekleyen “gerçek hayatın” dili. Bu yüzden, romanda sayfaları kaplayan ne varsa, kurgunun kalıplarını yıkıp o dünyayı gözümüzün içine sokuyor.

Trainspotting’i ilgi çekici kılan da buların toplamı; kitap, şoka giren birini kendine getirmek için atılan tokat gibi güçlü. Ama bir farkla, Welsh’inki şoka sokan cinsten. Çünkü anlattıkları, çekinilen sokağın veya mahallenin kendisi: Kimi zaman ürkek, suskun, çoğunlukla da bazılarınca anlamsız hatta abartılı bulunan her daim dumanlı yıkıcı bir cesaret…

Welsh’in yapmaya çalıştığı, damarlarda dolaşan uyuşturucunun temizlenmesi gereken bir pislik olduğunu kanıtlamak değil. O, bunun neden ve nasıl hayata girdiğini anlatmak niyetinde, sadece anlatmak. Öyle olunca roman kendini ikiye katlıyor ve ağırlığı artıyor.

Trainspotting’in insanda acıma veya nefret duygusu uyandırma gibi bir amacı da yok. Tuhaf bir hareketliliği ve aynı ölçüde durgunluğu olan hayatlar, dalgalanma ve uyumsuzluklar konu ediliyor Welsh tarafından. Kitapta büyük lafların yerine, ilgi uyandıran belirlemeler var sadece; “insanın içinden eroini söküp atabilirsin ama eroinmanı asla” bunlardan biri yalnızca.

Welsh’in anti kahramanları, kendilerinin toplum tarafından “anormal” sayılıp “düzeltilmeye” çalışılmasından da rahatsız. Hayatı seçmemeyi seçiyor hepsi: Kariyer, araba, kanepe, aptal televizyon programları gibi şeyleri, çemberin dışında tutuyorlar. Bağımlılar belki ama bu durum, onların insan-dışı ya da duyarsız varlıklar olduğu sonucuna götürmüyor bizi. Hatta şöyle de denebilir: Anti kahramanların önemli bir bölümü gizli romantik. Bu özelliklerinin yanında, dürüst olduklarını söylemek de mümkün. Neredeyse hiçbir şeyi içinde tutmuyor ve olduğu gibi; lafı dolandırmadan konuşuyorlar.

Welsh’in kahramanlarının bir başka dikkat çeken özelliği, birbirlerine karşı sadık olmaları. Bu bağlılığa en küçük bir ihanette, her kim o hataya düşmüşse, güvenilmez damgası yiyor ve geri dönemeyeceği şekilde dışlanıyor.

Welsh'in kahramanları ve romandaki anlatım, ilk bakışta nihilist özellikler taşıyor gibi görünse de, bunu doğrulamayan bazı tutamaklar bulunuyor. Öncelikle kahramanların hayattan vazgeçmiş bir tarafları yok, aksine kendine göre bir yaşama tutunuş göze çarpıyor. Öte yandan onlar, belli oranda gelecek planı yapıyor. Sekteye uğrasa da, çemberi kırmak adına bir şekilde mücadeleye girişiyorlar. Doğallıklarından ve kendi yaşam tarzlarından vazgeçmemeleri, bazı eleştirmenlerin söylediğinin aksine nihilizmle bağdaştırılamaz. Bu, olsa olsa hayatı farklı algılama biçiminde nitelenebilir.

Trainspotting, olay örgüsüyle, anlattıkları ve kahramanlarıyla sert bir roman. Kimilerinin yabancısı olduğu bir dünyayı ele alması, bunu yaparken de o dünyanın yaşam biçimi ve dilinden hiç kopmaması, belki rahatsızlık uyandırabilir. Ama madalyonun diğer tarafından bakılırsa, uyuşturucu, seks ve AIDS’le örülü bir hayatın içindekilere Trainspotting hafif bile gelebilir.

Her şey bir yana Trainspotting, asla göz ardı edilemeyecek bir ağırlığa sahip. Romanın sinema ile tiyatroya uyarlanması ve defalarca sahnelenmesi de bunu destekliyor. Üstelik ilk yayımlanışından beri gündemde kalması ve arka sokak gerçeğini; başka bir hayatın nefesini güçlü şekilde hissettirmesi, kitabın ne denli önemli olduğunun bir başka göstergesi.

Trainspotting/ Irwine Welsh/ Çeviren: Avi Pardo/ Siren Yayınları/ 350 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 29.04.2010
HER ŞEYİN SONUNDA MEKTUPLAR... (*)
ALİ BULUNMAZ

Sanallığa bağımlılığımız arttığından beri kâğıdı kalemi elimize alıp birbirimize iki satır yazmaya da üşenir olduk. Tek tek kimseyi suçlamanın yeri değil; herkes suçlu, değişen dünyanın “yükselen değerleri” bizi buralara getirdi.

Ancak içimizde bir özlem var, bu da yadsınamaz. Nereden mi belli? Uzak veya yakın geçmişe dair, hayatımızda yer etmiş veya bir şekilde yanından geçtiğimiz kişilerin mektuplaşma ya da yazışmaları gün yüzüne çıktığında, hemen peşine düşüveriyoruz. Belki samimiyet belki nitelik arayışı, belki de geçmişe özlem, kim bilir…

Edebiyat gündemini meşgul eden yazarlar perdelerini aralayınca; mektupları, notları, günlükleri ve pek çoğumuzun bilmediği yaşanmışlıkları ortaya saçılınca, haz duyuyoruz. Tezer Özlü ile Ferit Edgü arasındaki mektuplaşmalar da böylesine bir haz uyandırıyor insanda. Türk edebiyatının gamlı prensesi Özlü’nün “kendine ait, özel odası”na mektuplaşmaların yayımlanışıyla giriyoruz Edgü’nün deyişiyle.

Özlü ile Edgü arasında süren ve İstanbul-Ankara-Paris üçgenine denk düşen yazışmalarda, Özlü’nün çoğu zaman bunalım ve gerginlikle, bazen de coşkuyla dolu satırlarına rastlıyoruz. Yazdığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi yazan bir edebi kimlik, mektuplarda kendini gösteriyor.

Depresyonun getirdiği hastalıklı durum, Özlü’yü susmaya ve kimi zaman da yazmaya sürüklüyor. Ama sessizlik genelde istediği bir şey; bunun aksine “çeneleri düşen”; depresyonu çenesine vuran insanları uzakta tutuyor kendisinden. Yakın dostlarının sohbetleri ise sessizliği kırıp geçen bir istisna.

Mektupların bize gösterdiği üzere Ferit Edgü, Özlü’nün en yakınlarının başında geliyor. İkilinin arasındaki bağ, dönüp dönüp okunan eski kitaplarla kurulan ilişkiye benziyor. Edgü’nün Özlü’yle dostluğunu, insanlarla dolu yalnızlıktaki gerçek bir yakınlık biçiminde de niteleyebiliriz.

Yayıncısı olarak Ferit Edgü, Tezer Özlü’nün yaratım sürecini de yakından takip ediyor. Mektuplarda bu izleyişin, isyanların, ortaya konan eserin yarattığı sevincin ya da basım sırasında beliren yanlışların yarattığı öfkenin imleri de var.

Gerek Özlü’nün gerekse Edgü’nün oradan oraya yolculukları da mektupların önemli bir yanı. Sonrası yazı yine; yazmak için düşünme ve yazma… Svevo’nun, Rimbaud’nun, Kafka’nın peşinde, onların izini süren bir Tezer Özlü bulunuyor satırlarda; hem onlardan etkilenen hem de bazen onların yardımıyla düşünüp yazan.

Tezer Özlü için değer verdiği bir insanla mektuplaşmak soluk almaya benziyor. Kitabın vitrinine çıkarılan satırlar, bu duyguyu yansıtıyor: “Severek mektup yazılan bir insanın bile olması ne büyük bir olay, söylenen her sözcüğün anlaşılmaktan öte, yaşandığını, dahası sözcüklere bile gerek olmadan yaşandığını bilmek, güç gibi yalınç bir olgu değil, var olmak gibi bir şey.”

Özlü ile Edgü arasındaki mektupların tamamı değil kitaptakiler. Kimisi kaybolmuş, kimisi de yok edilmiş. Ama her ne olursa olsun, bu kadarı bile uzun bir dostluğun satırlara yansımasının yanında, iki yazarın odasına davet ediyor okuru.

“Değişmeyi yaşayabildiği için mutlu olan” bir yazarın, yakın dostuyla yıllar süren paylaşımlarının sayfalara dökülüşü, aynı zamanda yazmayı var oluş sayan iki ismi de getiriyor önümüze. Bu anlamda Her Şeyin Sonundayım başlığıyla yayımlanan Özlü ile Edgü’nün mektupları, geleceğe taşınacak bir hatıra ve öte yandan, geçmişi bugünle buluşturan bir tanıklık.

(*) Cumhuriyet Kitap, 29.04.2010

23 Nisan 2010 Cuma

BU KATLİAMI GÖRMEMİŞ OLUN… (*)
ALİ BULUNMAZ

İnsanoğlunun hafızası unutmaya çok eğilimli. Hem de her şeyin hızla tüketildiği; tüketmenin “yaşamak” anlamına geldiği bu çağda. İnsan, yalnızca metaları değil, kendini de tüketiyor. Üstelik büyük bir hız ve hazla.

“GÜVENLİ BÖLGE”
Yakın geçmişte, insanın kendini tüketişine örnek olabilecek iki önemli katliama, daha doğrusu soykırıma tanıklık edildi. Bunlardan biri Srebrenica diğeri ise Ruanda. Bugünlerde Ruanda soykırımı yeniden gündemde, çünkü Lukas Barfuss’ün Yüz Gün isimli kitabında o zamandan hareketle bir aşk kurgulanmış. Ama öykünün havada kalmaması için 1994’e, soykırımın gerçekleştiği günlere geri dönüp neler yaşandığını şöyle bir hatırlamalı.

1994’te Birleşmiş Milletler (BM), Ruanda’da kabileler arasındaki gerginlik ve çatışmaları gidermek adına, aynı yıl yürürlüğe koyduğu bir tasarı hazırladı. Buna göre, ülkede seçimlerin yapılması için uygun ortam hazırlanacak ve geçen sürede BM’ye bağlı Barış Gücü askerleri ülkede kalacaktı.

6 Nisan 1994 günü, ülkenin iki büyük kabilesinin (Hutu ve Tutsi) liderlerini (ki bunlardan biri Devlet Başkanı’ydı) taşıyan uçak BM denetimindeki “güvenli bölgeden” ateşlenen füzeyle düşürülünce, Ruanda’da yakası açılmadık bir katliam başladı.

ABD, Somali’de yaşadığı yenilgi nedeniyle bölgeye çekinceyle yaklaştığından baskısını arttırdı ve öldürülen 10 BM askerini bahane ederek BM Barış Gücü askerlerinin geri çekilmesini sağlayınca katliamların şiddeti de yoğunlaştı. Büyük kabile Hutuların milisleri balta, pala, satır, taş; kısacası buldukları her şeyle Tutsileri öldürmeye koyuldu.

Aynı günlerde, daha önceleri “soykırımlara sessiz kalamayacağını” açıklamış olan Fransa ve ABD, bölgeden uzak durmak için BM’de “soykırım” sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik talep eder. Fransa, ilerleyen günlerde ise “yasal” Hutu hükümetine yardımlara başlar; Fransız askerleri, Kongo’ya kadar olan bölgeyi ele geçirir. Ancak o ana kadar 600 bin insan çoktan ölmüştür. Bunun üstüne Fransa, kendi sorumluluk bölgesinde de 200 bin insanın ölümüne ses çıkarmaz.

Bilanço çok ağırdır: Yüz günde 800 bin kişi ölür. “Ruanda’da bunların yaşanmasına neden olan şey neydi?” sorusu dilden dile dolaşmaya başlar. Kimileri soykırımın nedeni olarak Avrupa’nın ayırımcı politikalarını Ruanda’da uygulayışını öne sürer, kimileri de Hutular ile Tutsiler arasındaki toprak paylaşım mücadelesini.

Ama belki de asıl nedeni şu sözlerde aramak daha doğru: O dönem Barış Gücü Komutanı olan Romeo Dallaire “Ruandalıların hiçbir önemi yoktu” demişti. Fransa eski cumhurbaşkanı François Mitterrand ise Le Figaro’da 12 Ocak 1998 günü yayımlanan açıklamasında “Ruanda gibi ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” buyuruyordu.

“UZAKTAKİ” YIKICI SAVAŞ
İşte tozu dumana katan bu günlerle ilgili; oradan esinlenerek yazılmış bir roman var raflarda: Yüz Gün. Ruanda’da yüz gün süren soykırımı ve orada filizlenen bir aşkı anlatıyor. Lukas Barfuss’ün kaleminden çıkma kitabın hemen başında şöyle bir not var: “Bu kitaptaki tarihsel olaylar gerçek, kişiler kurgudur.”

Kara Kıta’nın en karanlık günlerinden; alacakaranlıktan damıtılmış satırları kotarıyor Barfuss. Romanın başkişisi David’in, ırkçılık ve adaletsizliğe karşı hem kişisel hem de içinde yer aldığı kurumsal yapı dâhilindeki öyküsü anlatılıyor. Aynı zamanda, tam ortasında kaldığı dizi cinayetler, katliam ve en doğru deyişle soykırım.

David, 1990’da Ruanda’ya gittiğinde zihninde dolananlar ders niteliğinde: “Haksızlığa başkaldırmayan, haksızlığa uğramayı hak eder.” O, yalnızca bunu düşünmüyor elbette, gittiği yerin geçmişini ve karanlık günlere doğru nasıl sürüklendiğini tarihi eşeleyerek anlatıyor. Bu eşelemenin satırlara yansıyan bir yanı daha var: “Biz kendimizi beyazların bu kıtaya getirdiği sefaletten sorumlu hissediyor ve bu suçun bir kısmını olsun telafi edebilmek için canla başla çalışıyorduk.”

Barfuss, David aracılığıyla bir özeleştiriye de girişiyor; çokuluslu şirketlerin kimi sahteci yardım kampanyalarından daha gerçekçi bir yaklaşım bu. Ama yine de cinayetleri ve söz konusu sefaleti önlemeye yettiği söylenemez.

Tüm bunlar olurken David, Ruanda’da tanıştığı Hutu Agathe ile yakınlaşmaya başlıyor. Fakat Agathe politikaya ve insanlara ilgi duymadığını söyleyerek ülkesinden ayrılmayı aklına koyuyor. David için o andan sonra iki uğraş var: Ruanda’da sefaletle savaşmak ve Agathe’ı hem kendi yanında hem de ülkede tutmak. Ama ülkede kalmaları ve o yüz günü geçirmeleri ikisi açısından da bir dönemeç: Katliama tanıklık ve Agathe’ın ölümü David’i sarsıyor.

David, çatışmaların “uzakta” yaşanıyor olmasından ve Fransızların, bulunduğu kentte fink atmasından hoşnuttur: “Kigali’de savaşı pek hissetmiyorduk, çatışmalar kuzeyde, Uganda sınırında oluyordu, ilgimizi çekmeyecek kadar uzaktaydı.”

Fakat oturduğu eve güvenlik amacıyla asılan “İsviçreli” yazan levha tedirginliğin bir göstergesi: “Afrika’da bir yerlerde, unutulmuş önemsiz herhangi bir ülkede değildik; dünyanın en tehlikeli yerlerinden birinde çalışıyordum.” David, bu kargaşa ve gerilim ortamının, Agathe’la yakınlaşmasını sağlayacağını düşünür; yarı yarıya haklıdır da.

“NORMAL” HAYATA DÖNÜŞ
David’in inancı, Ruandalılar arasında pek bir karşılığı olmasa da, çalıştığı kuruluşun (İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın) ülkeye “demokrasi” getireceğidir: “Biz bir diktatörlükten yana değildik elbette ama demokrasinin kent seçkinlerine özgü bir ayrıcalık olduğundan çok emindik. Bizler eğitimli insanlardık, oysa buradaki çiftçilerin büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu ve kolayca kandırılabilirdi. Serbest seçimler kaos, şiddet ve sefaletten başka bir şey getirmezdi, birinin politikaya katılabilmesi için önce bilinçlenmesi gerekirdi, bu da ancak yaşam koşulları düzeldiğinde olabilirdi. Biz uzmandık ve dünyadaki en iyi yerin burası olmadığını biliyorduk ama en kötüsü de değildi, burası olsa olsa dünyanın dördüncü ya da beşinci kötü yeriydi ve bu da bize yetiyordu.”

O gerginlik ve karmaşa dolu günlerin dehşet verici gelişmesi ise, sürekli artan cinayetlere David ile arkadaşlarının alışmaya başlamasıdır. Arkadaşlarından Missland’ın şu sözleri, David’in ırkçılığa ve adaletsizliğe karşı durarak gittiği Ruanda gerçeğini anlatıyor: “Bu ülkenin tarihi koca bir yalan (…) Akıllı beylerin, bu ülkede gerçek denen bir şeyin hiç olmadığını bilmesi gerekirdi. Herkes tarihi kendi işine geldiği gibi anlatıyor ve bu masallara kendileri de inanıyor artık (…) Avrupa basını dehşet içinde, çünkü görünüşe bakılırsa cinayetler için mantıklı bir neden yok. Ne yani, mantıklı bir sebep mi olması gerekiyor? Demek istiyorum ki, iyi bir sebep her şeyi aklar mıydı?”

Söz cinayetten açılmışken, kitabın son sayfalarındaki zorunlu göç tasvirine, yol kenarlarında taşınamayan ve terk edilmiş eşyalarla yan yana yatan ceset anlatımı da ekleniyor. Soykırımı en etkili biçimde resmeden satırlar, insanların bir eşya gibi savrulup bırakıldığı bu satırlar.

Cinayet değil ama bir ölüm anlatımı daha var en sonda: Agathe’ın ölümü. David’in bir daha duymamak üzere işittiği ses, Agathe’ın sesi kesildiğinde, büyülü olan her şey bozuluyor, “normal” hayat, kaldığı yerden devam ediyor.

Romanda soykırım ve aşk bir arada yer bulmuş kendine. Tarihsel gerçekliklerin yanı sıra, kurgulanmış aşk hikâyesi, zaman zaman sırıtmakla birlikte, olan bitene başka bir boyut katıyor. Barfuss’ün kurgusu, bazen eğilip bükülürken, Ruanda’da yaşananlarla anlatımını beslediği noktada yeniden rayına giriyor gibi görünüyor.

Bununla beraber Barfuss, Avrupalıların Afrika’ya (Ruanda özelinde) hafif tepeden bakma anlayışına dair birkaç eleştiri de getirmiş. Bunu, Paul ile David arasındaki kimi karşılıklı konuşmalardan çıkarabiliyoruz: “Ülke demokrasi istiyordu ve bu ülkeye demokrasinin oyun kurallarını İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı öğretmeyecekti de, kim öğretecekti? Neyse ki küçük Paul bizim burada hizmet verdiğimizi, bir ülkenin ihtiyaçları ile ilgili kararın bize düşmediğini anımsadı.”

Yüz Gün, Ruanda’da yaşanan soykırıma değinirken, aynı zamanda kahramanlar aracılığıyla da Avrupa’nın vicdanına seslenerek bir özeleştiri yapılması gerektiğini vurguluyor. Anlatımı, söylendiği kadar sert olmamakla birlikte Barfuss, gerçekle kurguyu harmanladığı eserinde, okura ve tüm insanlara Ruanda soykırımını hatırlatıyor. Kısacası bir de böyle deniyor; görmek istemeyen ve sorumluluk kabul etmeyeler ile “Siz bunu görmemiş olun” uyarısıyla ortalıkta dolananlara, örtük şekilde “Bir de buradan bakın” diyor.

Yüz Gün/ Lukas Barfuss/ Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer/ Metis Yayınları/ 166 s.


(*) Cumhuriyet Kitap, 22.04.2010

16 Nisan 2010 Cuma

LLOSA’NIN YILLANAN ÖYKÜLERİ (*)
ALİ BULUNMAZ


“Yazarken öğrendiğim bir şey varsa o da, bu işte hiçbir şeyin hiçbir zaman tümüyle açık seçik olmadığı; gerçek, yalan olabiliyor, yalan da gerçek ve hiç kimse kimin için çalıştığını bilmiyor.”
Mario Vargas Llosa


Mario Vargas Llosa ismini duyanların zihninde, Perulu yazarın birkaç romanı canlanabilir: Kent ve Köpekler, Mayta’nın Öyküsü, And Dağlarında Terör, Teke Şenliği, Cennet Başka Yerde

Llosa’nın romancılığının yanında, eleştiri alanında da önemli çalışmaları var: Flaubert, Sartre, Camus ve Gabriel Garcia Marquez gibi isimlerin edebi kimliklerine ilişkin kitapları yayımlanan Llosa, ülkesinde 1990’da siyasete de soyundu. Başkanlık seçimlerinde yaşadığı başarısızlık, yazarlığı için geçerli değil.

1992’de Türkçeye çevrilen Elebaşılar-Hergeleler, ikinci baskıyla yeniden karşımızda. Buradaki öyküler ve Llosa’nın diğer romanları, “iyi ki siyasette fazla oyalanmamış” dedirtecek türden.

“Elebaşılar-Hergeleler” adı, Llosa’nın farklı zamanlarda yazdığı öykülerin toplamının yanı sıra, kitabı ikiye bölen öykü öbeklerine de işaret ediyor. İlk bölümü sürükleyen “Elebaşılar” isimli hikâye, bir lisedeki isyanı ateşleyen kafadarları sahneye çıkarıyor. Öyküde Latin Amerika’ya özgü karnavalları çağrıştıran tuhaf bir karmaşa ve heyecan bulunuyor. Llosa, öykünün satır aralarından süzülen ve o coğrafyada hem isyan başlatan hem de isyan ettiren sıcağı birkaç kez vurguluyor.

O sıcaklık içinde kimi sözcükler dikkat çekiyor: “Birlik”, “dayanışma” ve “hak.” Hani çok abartı olmayacaksa, Llosa’nın bu öyküsü, Güney Amerika’da yıllardır canlı kalan ve bu kavramlar üzerinden yürütülen mücadelenin küçük bir örneği.

Aslına bakılırsa, kitapta yer alan öykülerin tamamında böylesine bir hareketlilik söz konusu. Adı geçen hareketliliğin temel bir özelliği de cesareti, duygusallığı ve isyanı buluşturan şenlikli bir kavga olması. Anlatılanlara, Güney Amerika’nın yerellikleri de sızıyor. Uçsuz bucaksız sahiller, Latin güzeller, dalgalar, insanı kuşatan yeşillikler, uykuda bir kent, eğlenen bir şehir…

Kitabın ikinci bölümü ise tamamen “Hergeleler” isimli uzun öyküye ayrılmış. Llosa, burada “mahalle”yi inceliyor; ilk bölümdeki “Bir Pazar Günü” adlı öyküde olduğu gibi. Kendine has özellikler barındıran bu mahalle, Llosa’nın anlatımıyla daha da ilgi çekici hale geliyor. Mahallenin genel havası, Lima sosyetesi gençliğinin mekânı olması. Danslar, partiler, eğlenceler, hovardalıklar “Hergeleler”in satırlarında öne çıkıyor.

Öyküdeki gençliğin başat derdi sevgili bulmak. Bunu yapmayan ya da yapamayanların garipsenmesi de ilginç bir ayrıntı biçiminde karşımıza çıkıyor. Bir sosyal sınıfın iktidarı ve Llosa’nın deyimiyle “iktidarsızlığı” arasında gidip gelen uzun bir öykü bu. Aynı iktidarsızlığın açtığı mutsuzluk kapıları da, yazarın anlatımıyla can buluyor.

“Hergeleler”deki sürgit heyecan ve vurdumduymazlık, haylazlığın çok ötesinde aşırı bir bıçkınlığı gözler önüne seriyor. Bu öyküye konu olan herkesin, ilk gençlik yıllarından orta yaşlarına kadar bir portresini çiziyor Llosa. Bunu yaparken tempo bir an olsun düşmüyor; okur, kendini hızla yol alan arabanın içinde buluyor. Aniden durana ve dostların arasının hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağı zamana dek böyle sürüp gidiyor her şey.

Elebaşılar-Hergeleler, Llosa’nın gençlik yıllarında kaleme aldığı öykülerden oluşuyor. Romanlarıyla tanındığı düşünülürse bu öyküler, yazarın kariyerinde ayrı bir yere sahip. Her bir öykünün uzun denemeler sonunda kâğıda geçirildiğini, hemen hepsinin küçük birer roman olduğunu söylemeden de geçmemeli.

Llosa’nın, insanı ve onun duygu durumlarını; var oluşuna ilişkin kimi soruşturmalarını anlatması hiç şaşırtıcı değil; okumalar yaptığı ve üzerine yazılar yazıp yayımladığı Sartre ve Camus’nün romanlarındakine benzer kişi tasvirlerine yönelmesi de. Özellikle “Bir Pazar Günü” öyküsünde, bu tür tasvirleri yoğun biçimde kullanıyor.

“Elebaşılar” öyküsü 1959, “Hergeleler” ise 1967 yılına ait. Romanlarına aşina okurlar için, geçen onca senenin ardından Llosa’nın bu öykülerini yeniden okumak yazarın, gelişim çizgisini kavramak ve Güney Amerika’nın edebi havasını solumak için bir olanak da sunuyor.

Elebaşılar-Hergeleler/ Mario Vargas Llosa/ Çeviren: İnci Kut/ Can Yayınları/ 162 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.04.2010
İNSANIN ÖNÜNDEKİ AYNA (*)
ALİ BULUNMAZ

Binlerce sayfalık bir kitap insanın gözünde büyüdükçe büyür; kocaman ve aşılamaz bir dağ olur çıkar. Tırmanmak istenip, korkulan bir engele bürünür adeta. Ama bu ufak bir engeldir aslında, çünkü uzun uzadıya anlatılan hemen her konu, zihinde oluşacak soruların yanıtlarını da kendi içinde barındırır, sadece onu görmek, görmek istemek gerekir.

Gelgelelim incecik, kısa ve özlü anlatımlar aynı korkuyu salmaz ruha. En azından başlangıçta. Hızla yenilip yutulacağı sanılır, esas yanılgı buradadır işte. Siz onlara özlü söz, çıkma ve aforizma (haydi biraz daha derine inelim, Wittgenstein'da rastladığımız gibi “yan değini”) deyin; bunlar öyle kolay tüketilmez, zihninizi hazırlamazsanız hazımsızlık bile yaratabilir.

Kafka'nın Aforizmalar'ı da bu cinsten. Onun, çoğunlukla yaşadığı çağdan büyük oranda etkilenerek oluşturduğu kendi karanlık dünyasını yansıtan yapıtları içinde Aforizmalar'ın önemi bir boy önde sanki. Hem zamanını hem yapıtlarını hem de edebi ve ruhsal dünyasını aydınlatan değiniler bunlar.

Kendini anlatıyor gibi görünürken insanı eşeleyen, bunu yaparken en ince ayrıntıları en arı ifadelerle kâğıda döken biri var Aforizmalar'da. Buna bir sıfat takmak mümkün: Bilge. Aforizmalar'da ortaya çıkan bilgelik, tam da özüne uygun biçimde, sınırlayıcı değil, yol açıcı bir nitelik taşıyor.

Ancak şunu da göz ardı etmemeli: Zihin zorlanmadıkça, verili olanın, yani Kafka'nın kaleminden düşenlerin kazısı yapılmadıkça neyin nereye dokunduğunu kavramak zorlaşıyor. Kısacası aforizmalar, metaforlara boğduruluyor o zaman. Üstelik, kitabı bir solukta okuyup soluksuz kalmak da olası. Kapağını kapatıp bitirdiğinizi sanmak, Aforizmalar'ın uçurumdan aşağı yuvarlanması da demek.

Aforizmalar'ın, Kafka için ve edebi-felsefi olarak ne anlama geldiği, Ferit Edgü'nün geniş kapsamlı yazısıyla gün ışığına çıkıyor zaten, tekrarlamak yersiz. Şunu eklemeli sadece: Her aforizmadan bir kitap kotarılabilir kolaylıkla çünkü dehlizlerde sizi bir derya karşılar. Biraz daha yoğunlaşınca, sözcükler ve cümlelerle Kafka'nın yarattığı etikanın sesini de işitebilirsiniz. “Sahip olmak”ın yerine “olma”nın gerçekliği ve gerekliliğini yansıtan bir etika bu ya da “dünyayla arandaki savaşımda, dünyadan yana ol” diyen.

Kafka'nın yapmaya çabaladığı, arkasından kimsenin gelip gelmeyeceğini o kadar da umursuyor görünmemekle birlikte, kendine bir patika yol bulmak belki de. Bu yol, manevi değerlere ve umuda giden bir özelliğe sahip Kafka için. 14. aforizma bu umudu şahlandırıyor iyiden iyiye:

“Düz bir yolda yürüyor olsan, tüm ilerleme isteğine rağmen hâlâ gerisin geriye gitsen, o zaman bu ümitsiz bir durum olur; ama sen dik, senin de aşağıdan gördüğün gibi dik, bir yamacı tırmandığına göre, adımlarının geriye doğru kayması, zeminin özelliğinden ileri gelebilir, umutsuzluğa kapılmamalısın.”

Sadece bu değil; Aforizmalar, insanı kendini gözlemlemeye çağıran, çift yönlü bir sesleniş öte taraftan: Başkalarını tanıyarak kendini anlayan insan ile kendinden yola çıkıp karşısındakileri kavrayan insanı anlatıyor bu ses. “İyi” ve “kötü” üzerine de düşünen Kafka, Aforizmalar'ın kapısında dikiliyor. Ölüm ve yaşam üzerine yazdıkları, “ilk günah”a dair karaladıklarıyla birleşiyor.

Her ne kadar manevi yön ağır bassa da, Kafka'nın Aforizmalar'ı dünyanın tam orta yerine düşüyor. İnsanın kendini dünyadan sıyırmaması gerektiğini öğütlüyor bir anlamda: “Dünyanın acılarından uzak tutabilirsin kendini, bu sana kalmış olup doğana uyar ama tam olarak bu uzak duruş belki kaçınabileceğin yegâne acıdır.”

Kitabın sürprizlerinden biri de, Kafka'nın elinden çıkma desenler. Aforizmalarla bütünlük oluşturan desenlerin ilgi çeken yanı, yazılanların görselliğini sağlaması.

Kafka bir dünya, yayımlanan bu aforizmaları ise o dünyaya giriş için bir anahtar gibi algılanabilir rahatlıkla. Hani şöyle demek de olası: Kafka'nın dolambaçlı ya da sarp yolları için bir harita Aforizmalar. Yapmacıksız, yalın bir dünya adına bir çağrı belki de:

“Evden çıkıp gitmem gereksiz. Masa başında otur ve bana kulak ver. Kulak vermesen de olur, tamamen sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, kendini sana sunacaktır; başka bir şey gelmez elinden, cazibeye kapılmış, ayaklarının dibinde kıvranıp duracaktır.”

Maske düşürmek... Kafka'nın yaptığı da bu işte. Aforizmalar, Kafka'nın dünyasını okura açıyor; yalnızca bu mu? Elbette değil, adeta insanın önüne konulan bir aynaya benziyor.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.04.2010

9 Nisan 2010 Cuma

AYIKKEN OKUMAYINIZ! (*)
ALİ BULUNMAZ


“Daktilom makineli tüfeğimdi ve doluydu.”

“Çok uzun bir çıraklık döneminden geçmiştim. Tuzaklara dayanmak istemiştim; solumda şarap şişesi ve sağımdaki radyoda, mesela, Mozart çalarken daktilonun başında ölmek.”
Charles Bukowski


Siz Bukowski’yle karşılaştınız mı; karşılaştıysanız hangi şartlarda ve ne zaman bilinmez ama, o karşıma çıktığında yirmili yaşların başındaydım. Elinde bir şarap kadehi, yanında şuh fakat ununu çoktan elemiş, üstelik eleğini de kaybetmiş bir kadın, belki de bir fahişe. Bukowski pek alışık olunduğu üzere don atlet, bir kapının önünde dikilmiş, dergi sayfasından “Siz kimsiniz?” der gibi bakışlar fırlatıyordu.

Yazdıkları da böyle bu adamın. Ne vakit nerede patlayacağı belli olmayan bir bomba gibi. “Pis moruk” Bukowski’yle karşılaşmak, bir dergi sayfasında olsa bile, şok etkisi yaratabilir insanda; yazdıklarını okumaya başlamak ise öncesinde derin bir soluklanmayı gerektirir. Rahatsızlık duyabilirsiniz ilkin, ancak sormalısınız “Bu adamın ağzı neden bozuk?” diye. Sormazsanız, anlayamazsınız, anlayamadığınızda ıskalarsınız.

HAYATIN SESLERİ
Bukowski’nin Pis Moruk İtiraf Ediyor kitabının alt başlığı “Şarap Lekeli Defterden Bölümler.” O deftere şarap bulaşmasaydı şaşılırdı zaten. Bukowski’nin el yakıcılığı, bulaşmasından ileri geliyor. Şarap nasıl deftere bulaşmışsa, Bukowski de insan ve olaylara bulaşıyor. Pek çoğunu da yerlere çalıyor. 21. yüzyılın uyumsuzu o.

“İnsanlar yaşlandıkça daha uzlaşmacı olur” demişti birisi. Bu, Bukowski için geçerli değil. Ölümünden sonra bulunan ve hiçbir yerde yayımlanmamış öykülerinde yine sözünü esirgemiyor; gözünü sokağa, kenarda köşede kalan ve yenilen ama kendi gibi insanlar arasında zaferler kazanmış kişilere dikiyor. Kahramanları kimi zaman uçuk, kimi zaman durgun fakat hep kırıp döken cinsten. Kırıp dökerek, tekdüzeliği alt etmek istiyorlar. Kamu güveni kazanmak gibi bir amaçları ise hiç yok!

“Pis Moruk”un yapmaya çalıştığı belli: Duymak istenmeyeni söylemek, görülmek istenmeyeni de gözlerin içine sokmak. Bir bakıma yalanın balonunu patlatmak. Ayyaşlık, serserilik, fahişelik palavra; onlar sokağın diliyle gerçeği hayatımıza itekleyen kahramanlar.

Onların ne bir Tanrı ne de kutsal lider arayışı var. Şiir, sokak ve hayatın kendisi hepsinin biricik yaşam alanı. Yaşayan ölülerden farklı yanları da burada.

Bukowski’nin tersliği anlatı ve kahramanlarına da sinmiş. Üstelik kafası her daim dumanlı bu tiplerin (aynı Bukowski gibi) nerede ne söyleyeceği belli değil. Bir anlamda hepsi serseri mayın. Rahatsız edici olmalarını bir tarafa bırakalım, yırtık karakterler. Öyle olmasalar kendilerini okutmaları da zorlaşırdı.

Kahramanlarınkine ek olarak, metinlerde de garip geçişler var. Çoğu zaman öykü ile deneme arasında bir yapıya sahipler. Bu özellik zihni zorlamıyor ama öyküden denemeye, denemeden öyküye bir dalgalanma yaratıyor.

YERALTINDAKİ BUKOWSKI
Kitaba ismini veren öyküye gelip dayandığımızda, Bukowski’nin geçmişine dönüp itiraflara başladığını görüyoruz. Babasının haşinliğinden tutun da annesinin buna ses çıkarmayışına, yediği dayaklardan baba nefretine dek bir dolu itiraf. Kabadayılığının altındaki hiçbir zaman dolmayacak boşluk bunlardan kaynaklanıyor. Geçmiş, Bukowski için bir hapishane; duvar ve parmaklıkları yıkıp gitmenin yolu ise saldırmak.

Aslında Bukowski’nin saldırısı savunma demek genellikle. Erişilmez alanlar yaratıp, onları korumak için ağzını bozuyor. Yani kendini koruyor ve sürekli kendiyle yarışıyor.

Bukowski, hırçın kişiliğini ilginç bir metaforla tanımlıyor: “İçiyorum, başım daktilonun üzerine düşüyor; yastığım o benim. Ben yeraltıyım, tek başıma ve ne yapacağımı bilmiyorum. Bu yüzden bunu yazıp sarhoş oluyorum, özetle.”

Los Angeles’ı anlatışı da, kendisini anlatışıyla benzerlikler taşıyor: “Kent merkezine inip belediye binasını, bütün nezih ve değerli insanları gördüğünde, kasvete kapılma. Açlık çeken, ayyaş, çatlak ve mucizevî bir insan ırkı yaşıyor bu kentte. Çoğunu gördüm ben. Onlardan biriyim. Yenileri de olacak. Bu kent teslim olmadı henüz. Ölümden önce gelen ölüm tiksinç.”

Şiire hayran ve kendisi de şiir karalayan Bukowski’nin, Amerika’daki dize çılgınlığına dair de birkaç zehir zemberek sözü var: “Postamdan sayısız küçük dergi çıkıyor, ısmarlanmamış, istenmemiş. Şöyle bir göz atarım. Koca bir hiçlik. Sanıyorum çağımızın mucizesi bu kadar çok insanın hiçbir anlama gelmeyen o kadar çok sözcüğü kâğıda dökebilmesi. Deneyin bir gün. Hiçbir anlama gelmeyen sözcükler yazmak imkânsızdır neredeyse, ama onlar yapabiliyor, hem de süreklilik ve insafsızlıkla.”

Bukowski, kıçı kırık romancı, öykü yazarı ve şairleri hedef tahtasına yerleştirirken, sanata ilgi duyanları da şöyle resmeder: “Sanata ilgi duyan kesim her zaman edepsizdir. Sanatçıya ürettiği işten ziyade yaşam tarzından ötürü ilgi duyar. Özellikle kaçıklara, katillere, intiharcılara, aç ve yoksullara…”

Bazı satırlarda, zihnini nasıl nadasa bıraktığını anlatan Bukowski, monoton çalışma yöntemini, düşünmeyi bırakmak için hiçbir zaman tercih etmeyeceğini belirtir. Çalışmak, düşünmeyi sevmemenin meşrulaştırıcı etkeni olamaz ona göre. Programlanmış hayat, Bukowski için tam bir işkencedir; buna kendini kaptıranlara ise “yaşayan ölü” der.

Bukowski’ye bakınca, amuda kalkan bir adamın, yazdıklarıyla yaşamı o açıdan yorumlayışına rastlamak da mümkün. Sözcükleri ve dolayısıyla eylemleri tepetaklak.

“YALNIZLIK EN BÜYÜK KOZUMDU”
Tepetaklak olan yaşamı her şeyin ötesinde ve onun yaratımının kaynağı da bu; onun yaratıcılığı harcamak: “Savaşlar ve yıllar sürdü ve kaçık sevgililer ve kaçık anlamsız işler. Yirmi yıllık bir ziyanı nasıl anlatır ki insan? Bir saniyede. Çok kolay. Yıllar, harcanmak içindir.”

Söz ettiği o yılları, öykülerine yedirir, bazen doğrudan anlatırken sefilliği tadar; hatta öyle anlar olur ki, yazdığı daktiloyu rehin verir. Ama defterini lekeleyen şarabı ve yolluk niyetine birası hep yanı başındadır. Ağzı iyiden iyiye bozulur, küfürbazlığı artar.

Hipodrom delisi Bukowski’yi “dizginleyen” iki şey; yazmak ve içmek. Sözcükleri yaşatıp öldürürken, atlarla beraber bu ikisi ona eşlik eder. Kitapta bunu çokça vurguluyor.

Sonunda, kendini tanımlayan şu cümleleri kuruyor: “İnsanın dili nerede ve nasıl yaşadığına bağlıdır. Ben hayatımın büyük bölümünü berduşluk yaparak ve âdi işlerde çalışarak geçirdim. Duyduğum konuşmalar bilgece değildi. Yaşadığım yılların üst sınıftan insanlarla kurulmuş ilişkilerle süslü olduğu da söylenemezdi. Gübre çukurunun dibindeydim. Biraz deliydim, fakat tuhaf bir delilik söz konusuydu, çünkü besliyordum deliliğimi. Aklımın serbestçe gezinmesine izin veriyordum, kendi kıçını ısırmasına. İçgüdülerimi dinledim, önyargılarımı besledim. Yalnızlık en büyük kozumdu. Gerçekliğimi şişirebilmek için yalnızlığa ihtiyacım vardı. Aylaklığa çok büyük değer veriyordum; benim bağımlılığım da buydu. Kendimle yalnız kalmak mabedimdi (…) Zaman için her şeyden feragat ettim. Ana akımın dışında kalabilmek için. Günde bir gofretle yetinirdim genellikle. En büyük masrafım bir şişe ucuz şaraptı. Kendi sigaramı sarardım ve yüzlerce öykü yazdım, çoğu tükenmez kalemle. Daktilomun rehincide geçirdiği zaman benimle geçirdiği zamandan fazlaydı (…) Ne yaptığımı bilmiyor, ama yine de yapmaya devam ediyordum. Kişisel tanrımın üzerine fırlattım kendimi: Yalınlık. Ne kadar sıkı ve yalın yazarsan, hata ve yalan olasılığı o kadar azalıyordu. Deha, karmaşık bir şeyi yalın biçimde ifade yeteneği olabilirdi. Mermiydi sözcükler, güneş ışınlarıydı; sözcükler, kaderin ve yıkımın çatlaklarından geçebiliyordu. Oynadım sözcüklerle.”

Pis Moruk İtiraf Ediyor, cenaze töreninde herkes ağlarken kahkahalara boğulan bir adamı andırıyor. Belli zaman sonra okuyanın midesinde kasılmalara yol açabiliyor. Metinlerin sarsıcılığının yanında, Bukowski’nin attığı yumruklar da bunu arttırıyor.

Yazılanlardan, onun yumruk atmayı öğrenmesinin uzun sürmediğini de öğreniyoruz. Çünkü Bukowski, hem yaşam tarzı hem de yazdıkları nedeniyle pek çok yumruk yer. Yedikleri, gerek savunma gerekse saldırı amaçlı yazılar olarak geri döner. Bu da onun kendine özgü biçemini yaratmasına yardım eder; birilerini, hatta hiç azımsanmayacak önemli bir kitleyi çileden çıkarsa da.

Pis Moruk İtiraf Ediyor/ Charles Bukowski/ Çeviren: Avi Pardo/ Parantez Yayınları/ 256 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 08.04.2010

2 Nisan 2010 Cuma

ESKİMEYEN SHAKESPEARE (*)
ALİ BULUNMAZ

Peter Brook, yönetmenliğinin yanı sıra, bir tiyatro ve sinema yazarı. Operaya da bulaşmış. Yakın durduğu isimlere bakınca etkilenmemek mümkün değil: Stanislavski, Meyerhold, Brecht, Artaud ve Grotovski.

Brook’un bir derdi var, bunu da şu soruyla dile getiriyor: “Shakespeare neden eskimiyor?” Shakespeare’i Anımsamak ve Unutmak kitabı da bu soru ile anımsama ve unutma gibi insanoğlunu derinden etkileyen iki temel duygu durumu etrafında şekilleniyor.

Brook, Shakespeare’in nereli ve kimlerden olduğu gibi tartışmalardan çok, yaratıcılığının (yaratı sürecinin) ve eserlerinin üzerinde durulması gerektiğini ısrarla vurguluyor. Eskimeyen bir şairin izini sürerken doğal olarak başkalarıyla onun arasında derin kökten bir fark bulmaya çalışıyor. Herhangi bir şairin baktığı şeyin ötesini gören kimliğinden söz açan Brook, bunun dışında Shakespeare’i özgün kılanın ne olabileceğini tartışıyor. Yakaladığı tutamak ise onun neredeyse her şeyi; şiirlerini ve oyunlarını sıcağı sıcağına yazmış olması.

Shakespeare, her ne yarattıysa, şiir en önce geliyordu; Brook bu yüzden onun az sözle çok yoğun anlatımına atıf yapıyor. Oyunlarına bile şiiri yedirmesi, imgeleri ustalıkla kullanması ve onlara aklı zorlayan boyutlar katması… İşte bunlar bizi Shakespeare’in şiirindeki canlı ve kendini hep yenileyen müziğe ulaştırıyor.

Brook, oyundaki yaşamı kavramak derken, tam da oraya parmak basıyor: “Shakespeare’in açık meydanında, platformun etrafını saran insanlarla birlikte her şey, doğal olsun olmasın, tıpkı yaşamın kendisi gibi görünüyordu.”

Brook’un satır aralarında değindiği bir gerçek var: Shakespeare’in şiir ve oyunlarındaki ifadeler son derece basit. Daha doğrusu yalın. Ancak bunların altında koca bir anlam denizi var ki buraya ulaşabilmek zorlu bir yolculuğu gerektiriyor.

Shakespeare’i hatırlamanın esas yolu da bu: Çaktırmadan sizi o yoğun anlam denizine atıvermesi. Hangi çağda olursa olsun, Shakespeare okumaları kişiyi o denizle buluşturuyor, onu eskitmeyen de bu.

Brook’un bir cümlesi, onun çağları aşan önemini anlatmaya yetiyor: “Bir önceki günün gazetesindeki makalenin yalnızca bir boyutu vardır ve çabuk bayatlar. Shakespeare’in her satırı ise bir atomdur. Eğer onu yarabilirsek, açığa çıkacak enerji sonsuzdur.”

Peki, o halde Shakespeare’i unutmak ne demek? Brook’un oyuncular üzerinden verdiği yanıt gecikmiyor: “Shakespeare’i unutun, bir zaman böyle bir adamın var olduğunu unutun (…) Bir oyuncu olarak sorumluluğunuzun insanları canlandırmak olduğunu akılda tutun.”

Brook’un yaptığı, Shakespeare’in eserleri üzerinde yükselmek. Yani onu ve yaratım sürecini anlamak, daha sonra da anlatmak. Bu bir bakıma Shakespeare’i incelemenin ötesine geçmek. Zaten Brook bunu açık açık söylüyor: Shakespeare hiçbir zaman hiç kimseyi Shakespeare incelemeye yönlendirmedi. Bu tavır, onu “anonimleştiriyor.”

Brook’un bir iddiası daha var ve o iddia, kitabın ne anlatmak istediğini en sade şekilde bize sunuyor. Buna göre yeniden bulmanın yolu, Shakespeare’i unutmaktan geçiyor. Kısacası Shakespeare’i anımsamak, onu unutmak demek.

Peter Brook, Shakespeare’i Anımsamak ve Unutmak’ı kaleme alarak ne yapmak istedi? Nereye varmayı amaçladı? Şöyle düşünülebilir: Anımsamak dedi, çünkü bu önemli figürün yaratıcılığını vurgulamayı amaçladı. Unutmak dedi, çünkü Shakespeare isminden uzaklaşıp onun kotardıklarının altında yatanın keşfedilmesini arzuladı.

Kitaba böyle yaklaşılırsa, önemli mesafe alınabilecek gibi görünüyor. Görülenin ötesine geçilemeyecekse, Brook’un başta verdiği örneğe dönülür: “Bir önceki günün gazetesi sadece balık sarmaya yarar.”

Brook, “Shakespeare neden eskimiyor?” sorusuna basit yanıtlar istemiyor; basit yanıtların iş görmediğini söylüyor. Shakespeare’i Anımsamak ve Unutmak da soru ve cevapları, çift yönlü düşündürme amacıyla basit belirleme ve yanıtların ilerisine geçmeye çabalıyor.

Shakespeare’i Anımsamak ve Unutmak/ Peter Brook/ Çeviren: Yeşim Harcanoğlu/ Hayalbaz Kitap/ 42 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 01.04.2010