22 Şubat 2010 Pazartesi

GÜNEYLİ İSYAN RÜZGÂRI (*)
ALİ BULUNMAZ

Flannery O'Connor ismini duymayan fazla bir şey kaybetmeyeceğini düşünebilir. Ama öyle değil. 1925'te başlayan yaşamı 1964'te sonlanan O'Connor, bu zaman dilimine iki roman, otuz bir kısa öykü ve pek çok eleştiri sığdırdı. Eserlerini rahatsız edici ve alaycı şekilde sonlandırırken, mekân olarak genelde ABD'nin güneyini seçti. Irk konusunu alttan alta işlerken, ahlaki açıdan sorunlu karakterleri öne çıkardı. McCullers ve William Faulkner'la beraber modern Amerikan edebiyatında Güney Gotiği diye adlandırılan akımın en önemli temsilcilerinden sayıldı.

Yeri gelmişken, O'Connor'ı ve yazdıklarını anlayabilmek açısından Güney Gotiği için bir parantez açmalı. Bu akımın ana damarı, 20. yüzyılın ilkyarısında ABD'de yaşanan hızlı dönüşümün muhafazakâr Güneylilerdeki sarsıcı etkileridir. Aynı zamanda ayrıcalıklı beyaz ırkı esas alan rejim hızla başka bir zemine kayarken tüm yaşantıları altüst olan belli yaşı aşmış kişilerin yobazlığı ve siyahlarla aynı haklara sahip olmanın onlara verdiği acı irdelenir.

O'Connor'ın tüm ağırlığıyla yer aldığı Güney Gotiği, siyahlarla beyazların aynı seviyeye gelişi sonunda beyazların, “dünyanın sonuna ulaşıldığına” inanmaya başlamasını da konuları arasına alır ve bu en trajikomik anlatımlardan biridir.

Kısaca özetlemek gerekirse Güney Gotiği, değişimden yana zar atanların o dönemki isyan bayrağı olmasının yanında ayrıcalıkların; daha doğru deyişle, ayırımcılığın kaldırılmasına dönük bir harekettir. Güney Gotiği'nde çoğunun üstü örtülmüş gerçeklerin açığa çıkarılması amaçlanır. Bu akım, özellikle ırk ayırımcılığı ve ayrıcalıklı kişi ile sınıfların kıyasıya eleştirisini içeren ürünleri barındırmasıyla da bilinir.

O'Connor'ın İyi İnsan Bulmak Zor adlı kitabı da tüm bu niteliklere sahip öykülerle örülü. Tekinsizlik, bu öykülerin öne çıkan özelliği. Ancak sadece bu değil; öykülerde yapıbozumculuk, şaşırtma ve sarsıcılık da var. Önyargıların kırılışına doğru giden yolda, zorlu bir çaba O'Connor'ınki. Ne de olsa o bir mücadele insanı. Öykülerin hemen hepsinde “Ayarsız” bir durum var. Ayarsızlık, dengesizlik de yaratıyor haliyle. Beklenmedik sonlara hazırlanmanın da imkânı kalmıyor böylelikle. Hikâyelerde, O'Connor'ın koyu Katolik geçmişinden izlere de rastlanıyor. O izler, Hıristiyanlık mitlerinin öyküye, “Irmak” ismiyle yedirilişiyle karşımıza çıkıyor.

Öykülerdeki karakterlerin iticiliği dikkat çekici. Her ne kadar bu yönü ağır basıyor olsa da, diğer taraftan okuru karakterlere yakınlaştıran da aynı nitelik. O'Connor'ın kurduğu ahlak kefesinde kimin nerede yer alacağı belirsiz. Bir anlamda bu karar okura bırakılıyor; kitabı eline alanların zihni zorlanıyor.

Yazar, kişiler aracığıyla; onları konuşturarak doğru bildiğini edebi bir dille söylüyor. Yani anlatmak istediğini, gerçekleri kurguyla besleyerek keskin ve kararlı biçimde, lafı dolandırmadan aktarıyor. Böylece ters karakterler kullanan ters bir yazar kimliğine bürünüyor. Rahatsız ediciliğinin başlıca nedeni bu. O'Connor, antipatik karakterler kullansa da, düzayak “iyi” ve “kötü” ayrımına gitmiyor. Hal böyle olunca yönlendirici öykülerle ve onların yaratıcısı bir yazarla karşılaşmıyorsunuz. O sadece, birkaç kapının bulunduğu yerde önünüze anahtarları koyuyor; kimin, hangi anahtar ve kapıyı seçeceğine hiç karışmıyor.

Kitabın ismi de bir serzeniş içeriyor gibi. O'Connor'ın aradığı naif insanı çağrıştıran ama beri yandan da isyankâr bir başlık bu. “Kurtardığın Hayat Seninki Olabilir” adlı öyküde, Bay Shiftlet'ın sözleri, sanki bu sade insanı anlatıyor: “İnsan iki kısımdan oluşur: Ruh ve beden. Beden ev gibidir, bir yere kımıldamaz, ama ruh otomobil gibidir; sürekli hareket halindedir (...) Diyeceğim, insanın ruhu onun için her şeyden daha değerlidir, parayı marayı düşünmeden karımı hafta sonu bir yerlere götürebilmeliyim ben. Ruhumun beni sürüklediği yere gidebilmeliyim.”

O'Connor'ın on öyküsünden çıkan ortak sonuç, hemen hepsinde şaşırtıcı olay ve sonların bulunması. O, bir anlamda meydan okuyor; alışılagelene, durağanlığa ve gözü kapalı kabullere karşı koşuyor. Hani deyim yerindeyse kendi ininden çıkmaya yanaşmayanlara gününü göstermek üzere harekete geçiyor. Ama bu eylem, şiddet içermiyor.

Daniel Royot'nun Türkçeye çevrilen eseri Amerikan Edebiyatı'nda (İletişim Yayınları, 2007), O'Connor ve yapıtları için şunları söylüyor: “Marjinal kahramanlarının hayatı, boylu boyunca dehşetin sıralanmış olduğu ancak affetmeyle bezenmiş, abartılı bir çile yoluna benzer (...) O'Connor, natüralizmden ayrılarak, kurtuluşu getiren ruhsal esintinin parlamalarıyla katedilen ağır bir günah ortamında var oluşun gizlerine geri döner.”

Daniel Royot'nun belirlemeleri, O'Connor'ın ortaya koyduklarını tam olarak açıklıyor. Dolayısıyla İyi İnsan Bulmak Zor, hem Güney Gotiği'nin özgün örneklerinden birini okumak isteyenler hem de O'Connor'ın edebi kimliğini kavramaya çalışanlar için önemli bir kaynak sayılabilir.

İyi İnsan Bulmak Zor/ Flannery O'Connor/ Çeviren: Aylin Ülçer/ Metis Yayınları/ 252 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 18.02.2010

15 Şubat 2010 Pazartesi

FIRTINANIN ORTASINDAKİ DEFTER (*)
ALİ BULUNMAZ

İstanbul'da kar, rüzgâr, soğuk... Yaşamı zorlaştıracak ne varsa, hepsi birden üstünüze geliyor anlayacağınız. Böyle bir günde bir kitabın sayfaları arasında gezinmek belki de en akla yatkın olanı.

Kapakta Sadakat yazıyor, imza İnci Aral. Bir fırtınayla başlıyor anlatım; soru ve yaşama dair belirlemelerle: “Yaşamak çürümek değil midir?”, “Yaşam, anlardan sonsuza doğru uzanan bir zincirdir...”

“Güvenli” ve “sakin” bir limana sokulmak ya da sokulduğunu sanmak, tozu dumana katan fırtınayı dindirir mi? Pek öyle görünmüyor. Tutukluluk, suçlama, iç hesaplaşma, geriye dönüş ve bugünün kuşatıcılığı. İnsan nasıl ve neyle ayakta kalabilir böyle zamanlarda?

Tüm bunlara sırları, pişmanlık ve yaşanmamışlıkları da ekleyince fırtına gücünü arttırıyor. Genç bir kızla olgun bir kadın arasındaki gel git: “Elden kaçırılmış, bir daha geri gelmeyecek olanaksız bir masumiyet.”

Hapisliğin orta yerinde özgürlüğü özleyen bir kadının, Azra'nın, anlatımıyla hemen yanı başındaki dün ve bugün: Zaman, mekân, aşk, gerilim ve sürükleniş. Azra'nın hayatını dolduran her şey akıp gidiyor sözcüklerle. Yaşananları anlama ve bir yere koyma çabası.

Belleğin tozlu raflarından, Azra'nın âşık olduğu Ferda'dan, bir sadakat tanımı kopup geliyor sonra: “Dip dibe yaşamak, sürekli aynı insanla aynı biçimde sevişmek, törpülenip birbirine benzemek ve olmuyorsa dizginlenmek.” Aldatmanın, terk etme hazırlığının ve sığ kavgaların zeminini oluşturan sözcükler bunlar. Kopuşu başlatan, o an fark edilmeyen yola koyuluşun ilk adımları.

Azra ile Ferda'nın arasına beklenmedik (aslında beklenen) biçimde giren üçüncü kişi olayları çetrefilli hale getiriyor. Defterin sayfaları, üç kişilik “aşk” hikâyesiyle çoğalıyor. İzler birbirine karışıyor ve izlenmeler başlıyor. Yol çatallanıyor; bu arada fırtına doludizgin sürüyor.

Azra ve Ferda'nın birbirine verdiği sadakat dersleri: Başlık aynı, konu da, ama anlatım farklı; iki tarafın bundan anladığı apayrı. Yolları gibi. Sevgi ve birliktelik konusunda da ayrılıyor bu iki insan. Ferda'nın birlikteliği, “bağımlılık” gibi görmesine karşılık, Azra konunun özüne inmeyi deniyor: “Belki de asıl sorun, erkeklerin kadınları sevmeyi unutmuş olmasıydı.”

Azra ve Ferda'nın ilişkisinde dikkati çeken başka bir yön, sırlar ve ardından gelen itiraflar. İnci Aral, Azra aracılığıyla konuya giriyor; ona, “itirafların belaya davetiye çıkardığını” söyleterek “sırların sır olarak kalması gerektiğiyle” buna noktayı koyuyor.

Beklemenin sırrı nedir o halde? Azra'nın, annesinden alıntıladığı “beklemek sırdır” sözü üzerinde tepinişi ve “beklemek çaresizliktir, belirsizliktir; acılaşmaktır, gerilemektir, deliliktir” deyişi önemli bir sırrı güne kavuşturuyor.

İtiraf ve sırlar kadar, rüya ve sanılar da etkin romanda. Geçmişle bugün, gerçekle düş arasında çekip çevrilen yaşamlar beliriyor her sayfada. Yollanılan yanlış adresler de cabası. İki yanlıştan bir doğru değil, üçüncü yanlış doğuyor ancak.

Roman sonlanıp kafanızdaki şüpheler birbirini kovalayınca sorular da çoğalıyor doğal olarak: Azra'nın yaşadıklarının bir bölümü sanrı veya rüya mı yoksa hepsi gerçekleşti mi? Tam bu kadar olmaz dediğiniz anda gerçekler, ipin ucunu bırakmaya yeltendiğinizde ise rüya ve sanılar işin içine giriyor.

Kitapta dikkat çeken şeylerden biri de, gerilimin hiç dinmeyen kızgın soluğu. Hemen her sayfada, olay ve rüyada kahramanların tüm yaşam alanlarını bir gerginlik kaplamış durumda. Çünkü sürekli bir hesaplaşma ve didişme söz konusu. Meşhur defterin sayfaları baştan sona bununla örülü.

Konu bilindik; aşk, ihanet ve sadakat üçgeni. Romandaki olaylar daha iyi anlatılabilir miydi? Elbette. Neden olmasın. Her zaman dahası var. Bu, konunun bir boyutu. Diğeri, romandaki çözümlemeler. Bilinçaltına ve o andaki ruhsal durumlara yönelik irdelemeler, kişilerin geçmişteki ikili ilişkilerine dönük belirlemelerle ilerliyor. Dolayısıyla bunlar kitaba, kahramanlar açısından geçmişle bugün arasında mekik dokuyan satırlar şeklinde yansıyor. Azra'nın sekiz yıl öncesi ve sonrası, ölüm ile tutuklanma öncesi ve sonrası buna örnek. Bir filmdeki ani geri dönüşleri andırıyor her şey.

Fırtınanın orta yerinde, Azra'nın defterinin satırlarındaki gezinti sonlanıp Sadakat bittiğinde, gerçekle düş arasındaki bocalamadan doğan kırık dökük bir yaşamın sarsıcılığına kapılıyorsunuz. Sonra, zaman zaman hafiflese de fırtına sürüyor.

(*) Cumhuriyet Kitap, 11.02.2010

8 Şubat 2010 Pazartesi

BU KEZ KENDİNİ ANLATIYOR (*)
ALİ BULUNMAZ

Bu yazı, eli kalem tutmaya başlamış ve ilk fırının kapısında bekleyen biri tarafından çiziktiriliyor. Kim için mi? Öyküleriyle kendini kanıtlamış ve bu yönüyle usta sıfatını isminin önüne koydurmuş bir yazar için. Daha doğrusu, o ustanın kendini anlattığı; yaşamından parçalar sunduğu kitabı için.

Kitabın adı Angelacoma'nın Duvarları, yazarı Cemil Kavukçu. Bu yazı kâğıda dökülürken masada pek çok Kavukçu kitabı duruyor, en başta Mimoza'da Elli Gram, Gemiler de Ağlarmış, Yalnız Uyuyanlar İçin, Gamba, Temmuz Suçlu, Dört Duvar Beş Pencere, Bilinen Bir Sokakta Kaybolmak ve Tasmalı Güvercin.

Üzerinden uzun zaman geçtikten sonra kişinin geçmişe dönüp kendisiyle ilgili bir şeyler karalaması bazen çok zor bazen de kolay. Zor, çünkü birçok şeyi unutma tehlikesi her zaman kapıda; isteyerek ya da elde olmadan sizde kalanları köprüden atabilirsiniz. Öte yandan kolay, eğer hazırlıklıysanız.

İnsanın yetiştiği ortama dönmesi; zorlukları, yoklukları, yolculukları ama yine de o zamanın tadını duyumsaması, belleği tazelemenin yanı sıra okuruna, ürettiklerinin ötesinde kendini açması da demek.

Okur, ciddi ciddi okuyorsa; yazarın, kitap kapağının ardına ilişen kısa özgeçmişinden fazlasını merak eder. Etmeli midir, o ayrı konu. Ama edebiyat kurdu insanlar kendini alamayabilir, “Bu yazar kim?”, “Nerede yaşadı?”, “Neler yaptı?” diye soruverir. Bir şeyler bulabiliyorsa şanslıdır. Yazar ona sunmuşsa, ne âlâ. Angelacoma'nın Duvarları da böyle bir sunuş. “Cemil Kavukçu'yla ilgili merak ettiğiniz her şey” türünden bir iddia taşımıyor, öyle bir pazarlanışı da yok. Fakat Kavukçu, kendini anlatırken merak eden, onun yazdıklarını dikkatle izleyen okuru için kupkuru ve kısa bir özgeçmişi aşıp öyküyle harmanlanmış otobiyografinin kapısını kırıyor; meraklıları buyur ediyor.

DÜNYAYA AÇILAN PENCERE: İNEGÖL
“Angelacoma”, İnegöl'ün eski adı. İnegöl, Cemil Kavukçu'yu dünyaya kazandıran yer. Onun deyişiyle, pencere kenarında çayını yudumlarken, en geniş caddesinin bile erkenden ıssızlaştığı, solgun ışıklı bir ilçe: “Kendimi kandırdığımı, hiçbir zaman ressam olamayacağımı, benim için yaşamın başka yerlerde olduğunu düşünürdüm. Güçlü olduğumu sandığım anda bile güçsüzdüm. Yapabileceğim bir şey yoktu. Bir filmin hem oyuncusu hem de izleyicisi gibiydim.”

O zamana, İnegöl yıllarına böyle dönüyor Kavukçu ve o dilimi bu şekilde resmediyor. Yukarıdaki alıntı arka kapaktan, ön kapakta kendi çizimlerinden bir örnek var. İlginç bir buluşma; ressam olamayacağını düşündüğü yıllara bir meydan okuma mı bu, kim bilir?..

Öykülerle, anlatılarla resim çizmek de bir ressamlık sonuçta. Kavukçu'nun asıl ressamlığı da bu: Sözcüklerle çizmek. Çocukluğunun çizgi kahramanlarını ve düşlerini de aynı şekilde sözcüklerle resmederek döküyor sayfalara.

Sadece bunlar mı? Elbette değil; ev, sokak ve sinema... Kavukçu, çocukluğunun sinemalarını uzun uzun anlatıyor. Özellikle de sinema önü maceralarını, “Macera Sineması”nı. Anlatımlarına bakılırsa, küçüklüğünün ve ona dair hatıraların yaşamında önemli yeri var. Yazdıkları bunu kanıtlıyor: “İlkokul kitaplarını, dergileri bulmayı, resimlerine bakmayı, o saf duygularımla yeniden karşılaşmayı çok istiyorum. Bir süredir, bende iz bırakan ya da bıraktığını düşündüğüm nesneleri korumam altına alıyorum ama yine de geç kaldığımın farkındayım. Asıl hazinem çocukluğumdaymış.” Çocukluk anılarının, ileriki yıllarda yazdıklarına ilham kaynağı olduğunu da anlıyoruz bu satırlardan.

Sonrasında İnegöl'den ayrılış, lise günleri ve hastalık... Hayatında ilk kez hastaneye giden bir çocuk. İstanbul serüveninin ardından, hastalığının da etkisiyle İnegöl'e geri dönüş. Yeniden başlayan İnegöl günlerinde, Kavukçu'nun penceresi Uludağ'a bakar. Resim çizer, kitap okur. Akşamüstleri ise hayal kurma saatidir, hayaller tuvale yansır. O günlerin resim çılgınlığı, hastalığı “sayesinde”, bir dediğinin iki edilmediği dönemin sonucudur. Resmi oluşturmasını sağlayan çeşit çeşit yağlıboya da...

Dedesinin çizimlerinin, kendisini resim konusunda nasıl cesaretlendirdiğini anlatır: “Güllere dedem gibi can vermem uzun sürmedi. Ardından kendi dünyama yelken açtım. Resim, tekdüze ve sıkıcı kış günlerine renk katmıştı. Gece yatınca bir an önce sabah olsun istiyordum, çünkü yapacak işlerim vardı.” Ama o yıllarda endişeleri de vardır: Yaşadığı kasabada kısılıp kalmak, babasıyla aynı işi yapmak. İstediği ise İstanbul'da resim okumaktır.

Kavukçu'nun lise yılları sancılı. Uzayan öğrenim ve kardeşinin neredeyse ona yetişecek olması sıkıntısını arttırır. Üstelik ilk kez sınıfta kaldığı zaman ailesinin buna ne diyeceğini düşünmesi, her şeyin daha da zorlaşmasına yol açar. Ancak aile, hastalığı nedeniyle onu anlayışla karşılar ve “kazanılmış çocuk” olarak görür.

Angelacoma'nın Duvarları'nda anlatıların isimleri, adeta bir uzun öykünün kahramanları gibi; bir özyaşamöyküsündeki kişilerin çok ötesinde. Hem gerçek hem de kurgulanmışçasına usta işi. Resim yapan, “Resimdeki Gözyaşları” şarkısını hayranlıkla ve yutarcasına dinleyen, meyhanelere giden, çift dikişle sınıf tekrar eden, kahramanları olan ve onları sahiplenen kişiler...

1970'lerin debdebeli ortamından anlatılar da payını alıyor. İnegöl'de olan biten, komplo teorileri ve saldırılar, Kavukçu'nun gençlik hatırası biçiminde konduruluyor sayfalara. Kavukçu, o günlerde İnegöl'de yaşananlara “insan avı” nitelemesini uygun görüyor.

DUVARLARI AŞMAK
Kavukçu'nun anlattığı ya da olayların geçtiği coğrafya, sadece İnegöl'le sınırlı değil. Gölpazarı, Söğüt, İznik ve Bilecik de anlatılardaki yerini alıyor. Babasıyla çıktıkları panayır ve pazarlar, ilk gençlik yıllarından yansıyan imgeler.

Angelacoma'nın duvarları, dibinde çökülüp kalınan bir yer değil Kavukçu ve arkadaşları için; aşılmak istenen ve daha da ötesi, aşılması gereken bir şey. Ama korku da eşlik ediyor bu düşüncelere: “Bazen kendimi kandırdığım, bütün yakınmalarıma karşın buradan kopmak istemediğimi düşünüyordum. Belki de duvarların dışına çıkmaktan korkuyordum.”

Kavukçu, gitmekle gidememek arasındaki ikilemlerinin sürdüğü sıralarda, bir çalışma anını ve o anlarda duyduğu sesleri anlatır: İnşaat sesi, bakırcıların bakır dövüşü, berberin makas sesi, radyodaki musiki... Onun, bunlara taktığı isim ise “kasaba sıkıntısı” ve kasaba sıkıntısının karşılığı ise “zamanı yavaşlatan sesler.”

Meyhane adabını öğrenmeye başladığı yer, yine zamanı yavaşlatan sesler işittiği kasaba. Olgun, deneyimli görünmeye çabalayan yeniyetmelere garsonlar da yetişkinler gibi davranmaya başlamıştır artık.

Bu arada Kavukçu'nun çizdiği resimler, istekleriyle örtüşür hep; kaçmayı arzular: “Bir şey arıyordum, ama ne aradığımı bilmiyordum. Tuval üzerine çizdiklerimle, paletime sıktığım boyalarla, fırçamla iz sürüyordum. Bir tünel kazdığımı düşünüyordum. Kazı, odamdan başlıyordu ve gittikçe derine iniyordum. Amacım Angelacoma'nın duvarlarını geçip ilçenin dışına açık havaya çıkmaktı. Sonra koşacaktım, hayatı ıskalamadan koşacaktım.”

Oysa sona geldiğimizde defteri açık kalmış bir aşk hikâyesiyle karşılaşıyoruz. Metnin sonunda Tasmalı Güvercin kitabına adını veren öykünün dibindeki soruya bir yanıt var. Daha doğrusu, Angelacoma'nın Duvarları'ndaki cevap, Tasmalı Güvercin'deki sorunun önceden verilmiş bir yanıtı. Soru şu: “Hata bir kez mi yapılır?” Yanıtı hem Tasmalı Güvercin'de hem de Angelacoma'nın Duvarları'nda bulunuyor.

Angelacoma'nın Duvarları'nda, ilk satırlardan itibaren bir öykünün içindesiniz. Öykücülüğün devreye girmesi, böyle bir şey olsa gerek. Bu bağlamda, başkaları için bir geçiş yolu ya da mola yeri olan İnegöl, Kavukçu'nun geleceğini etkileyen bir mekân olma özelliğiyle damıtılmış biçimde anlatılıyor.

Söz konusu anlatılarda bir masal tadı da var. Nereden baksanız, çocukluk ve ilk gençlik yılları ağırlıkta. Bu nedenle metinde, kimi zaman kendini yoğun olarak hissettiren masalsı ögelerin yer alışının doğallığı da çıkıyor ortaya. Bu da gerçeğin yer yer masallaştırılarak anlatılmasını sağlıyor ve okura, gerçekle düşsel arasında geçiş yaptıran bir kapı aralıyor.

Angelacoma'nın Duvarları/ Cemil Kavukçu/ Can Yayınları/ 148 s.

(*) 04.02.2010, Cumhuriyet Kitap