30 Aralık 2010 Perşembe

Betül Çotuksöken ürettikleriyle, hem yurt içinde hem de yurt dışında tanınan bir felsefeci. Bunun nedeni ilgi ve düşünme yelpazesinin genişliği. Yirmi üçüncü kitabı İnsan Hakları ve Felsefe yakın zamanda yayımlanan Çotuksöken, çalışmasında insan hakları kavramında aynı geniş bakış açısıyla yaklaşıyor. Çotuksöken’le “insan hakları”nın neliği bağlamında kitabını konuştuk.

“İNSAN HAKLARI EĞİTİMİNDE DÖNÜŞÜMÜ SİYASETÇİLER SAĞLAYACAK” (*)

ALİ BULUNMAZ

- Thierry Paquot “Felsefeci, bir toplum için kesinkes lükstür; onun etkinliği apaçık olarak görünen şeyi yerinden oynatmak, bunun sonucu olarak da gerçekliği, en azından kafadaki gerçeklik düşüncesini kemik gibi yerinden çıkarmaktır” diyor. Özellikle Türkiye açısından düşünüldüğünde, felsefe ve felsefeciler lüks olarak değerlendirilebilir mi?
- Felsefeci ya da filozof her türlü var olanı çerçeveleyen; algıladıklarımızı “işte öyle” algılamamızı sağlayan; başka bir deyişle, algıladıklarımızın çerçevesi olan kavramlara yönelik olarak çalıştığı için kimi zaman gerçekten kemikleşmiş yapıları yerinden edebilir; onları yerinden oynatabilir. Ancak bunun kolay olduğu sanılmamalı. İnsanların çoğu Isaiah Berlin’in dediği gibi “dogmanın rahat sedirine uzanır ve orada uykuya dalabilir, hatta dalar.” Benim de sıkça kullandığım bir ifadeyle kimse ayağının altındaki toprak kaysın istemez. Bu toprağın da bileşenleri önyargılar, değer yargıları, her türlü inanç, kalıp düşüncelerdir çoğunlukla. Bu durumda elbette felsefe, felsefi söylem rahatı kaçıran olacaktır; lüks kaçacaktır. Ancak uzun erimde bu rehavet, yere gerekçesiz sıkı basma istemi, insana, topluma en büyük zararı verecektir. Şöyle bir düşünelim, tüm siyasal dönüşümlerin, toplumun kamu haline gelmesinin, kurumsal yapıların dönüşümlerinin ardında felsefecilerin ve filozofların ilkin dikkatimize sunduğu kavramlar yok mu? Adalet, özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi. Bunların hangisi lüks? Bunların lüks olmadığını anlamak için krizle, bunalımla sınanmak gerekiyor aslında. Felsefeci keskin bakışıyla olup biteni bağlantıları içinde gören ve gösteren tutumuyla, gördüklerini söyleme veya yazma yoluyla herkesin önüne koyar. Felsefeci bilgi dostu olarak, bilgiyle dünyasını kuran insan olarak, gördüklerini herkesle paylaşır; öyleyse felsefeci yalnızca görmekle yetinmez; görür ve gösterir. Felsefeci ve filozof benim sıkça yaptığım bir betimlemeyle insan-dünya-bilgi arasındaki ilişkilere keskin bakışını fırlatır; bu çerçevelerde ortaya çıkan sorunları görür, gösterir. Felsefeci isteyen herkese rehberliğini, kılavuzluğunu açar; hesap verir, düşündüklerini, dediklerini, yazdıklarını gerekçelendirir; herkesten de bu edimleri gerçekleştirmesini bekler. Bu, aslında hiç de lüks değil; herkesin bu çaba içinde olması gerekir daha iyi bir dünya için. Felsefeci yalnızca düşünmekle yetinmez; yukarıda da belirtildiği gibi sorguladığı insan-dünya-bilgi ilişkisini “felsefe bilgisi” adı altında tartışmaya açar. Felsefeci kendine ve her türlü varolma, gerçekten “varolma” yolunu açar. Çeşitli çalışmalarımda felsefenin ne denli yaşamsal olduğunu göstermeye çalıştım ve düşünenleri, okurları topluluktan, toplumdan, sivil topluma, kamuya geçişte felsefenin göz ardı edilemez rolünü düşünmeye davet ettim. Felsefe bilgi üretiyor ve bilgi neden lüks olsun ki? Her türlü bilgi bizim için, elbette felsefe bilgisi de bizim için. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Salt biyolojik hayat yaşarsak anlık hazlarımız ve deneyimlerimiz yeter bize; işte o zaman felsefe de lüks olur bizim için!

“YAŞAMIN HER ANINDA BİLGİYLE BULUŞMAK GEREKLİ”
- Yeni kitabınızın adı İnsan Hakları ve Felsefe. İnsan hakları dediğimizde neyi anlamalıyız; bireysel hak mı, bir topluluğun hakları mı yoksa kültürel hak mı? Bunlardan birinin önceliği var mı?
- İnsan Hakları ve Felsefe, belli bir insan-dünya-bilgi anlayışıyla kaleme alındı ve toplumun, sivil topluma, kamuya dönüşmesinde insan hakları bilgisinin ve bu bağlamdaki eğitimin önemine işaret ediyor. Toplum, aklın kamusal kullanımı, başka bir deyişle aklın bilgiye dayalı, özgürce kullanımı yoluyla dönüşürse bu dönüşümün sağlıklı olduğundan söz edilebilir. Bu noktada İnsan Hakları ve Felsefe kitabı Aydınlanmanın savlarıyla dokunmuştur bir metin olarak. İnsanın yaşamının her anında bilgiyle buluşmasının gerekliliğine işaret ediliyor kitapta. Ayrıca kitaptaki temel savlardan biri de şu: Kamu görevi yapmak, aslında insan haklarını korumaktır. Bu haklar da birey ve kişinin hakkı. Topluluk hakları, birey ve kişinin haklarının önüne geçmediği, onların üstünü örtmediği ya da ortadan kaldırmadığı sürece ancak korunabilir. Topluluk, grup ve ”cemaat” hakları insanın insan olarak olanaklarını yok saydığı, bir kişinin insan olarak kendini gerçekleştirmesine engel olduğu zaman, örneğin sağlıklı yaşama hakkını ya da eğitim alma hakkını ortadan kaldırdığı zaman tanınması-korunması-geliştirilmesi gereken bir hak olmaktan çıkar. Bu noktada onlara “dur!” demek gerekir. Öyleyse ortak payda ne?: Kimi kültürel değerler, değer yargıları, gelenekler için kişiler araç kılınır ve bu durumda hakların artık tanınması-korunması-geliştirilmesi mümkün değil. Bireysel haklar bir bütün olarak tanınmalı-korunmalı-geliştirilmeli. Bu incelikleri konuya yalnızca hukuk bilgisiyle bakarak göremeyiz; genel olarak felsefe bilgisiyle, özel olarak da insan felsefesiyle, benim birkaç yıldan beri, hem bakış açısını hem de belli bir felsefe disiplinini göstermek üzere kullandığım “antropontoloji”yle (insan-varlık bilgisiyle) baktığımızda bu incelikleri görebiliriz.
- “İnsan hakları” kendi başına bir kavram ama bunu açıklar, irdeler ve temellendirirken yan kavramlara da başvurmak zorunlu. Sizin felsefeye kavramlar kattığınızı dikkate alırsak, bunların en önemlileri ne?
- Örneğin “antropontoloji” (insan-varlık bilgisi), antropolojik eksenli varlık anlayışına işaret ediyor ve terim olarak benim özgün buluşum. Bir başka noktaya daha burada dikkati çekebilirim; o da şu: İnsan dünyasında bilginin doğumunu başlatan özne. Bilenle varolan arasında bir gerilim yaşandığında, insan varolana, soruna doğru gerildiğinde, yöneldiğinde özne olur ve ancak bu andan başlayarak bilgi elde etme olanağını elde eder. Felsefe tarihinde öteden beri kullanılan terimleri, yine insan temelinde -elbette insan merkezli değil- anlamaya çalışıyorum ve gerçekten herkesin, hiç zorlanmadan anlayabileceği bir dille anlatmaya çalışıyorum. Günümüzün artan ve çeşitlenen insan ilişkileri ortamında insan hakları kavramını ve çerçevesini herkes için ortak bir başvuru noktası olarak değerlendiriyorum. Elbette modernliği, Aydınlanmayı, bilginin toplumsal ve özellikle de kamusal ilişkilerde değerli kılınmasını; günümüzde insan ilişkileri, siyasal ilişkiler ve özellikle de demokrasi için önemli olan “temsil” ve “katılma”nın ya da ”katılım”ın bilgi eksenli olmasıyla, bilginin yayılmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Modernlik bireyin keşfi bağlamında, Aydınlanma aklın kamusal yani bilgiye dayalı kullanımı bağlamında son derece önemli görünüyor; keyfilikten kurtulmanın yolu oluyor.
- Kitabınızda maddelerine yer verdiğiniz İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi elimizdeki temel metinlerden. Acaba insanlık bu metni yeterince içselleştirebildi mi?
- Ne yazık ki henüz tam bir içselleştirme yok. Toplulukla ve toplumla, sivil toplum ile kamu arasındaki açıklığın, farklılığın daha az olduğu ülkelerde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi biraz daha iyi -bilinçli olarak en iyi demiyorum- bir biçimde işliyor. Kurumlar, genellikle kamu, bir ölçüde de olsa eğer insan haklarına dayalı olarak örgütlendiyse, insanın onuru biraz daha iyi korunuyor. Alınacak önlemlerle, yapılacak eğitim çalışmalarıyla, daha iyi noktalara gelinebilir. Bunun için de yoksullukla mücadelenin gerçekten bilinçli olarak yapılması gerekiyor.

“AYIRIMCILIK, İNSAN HAKLARI ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL”
- Kitapta kendini gösteren konulardan biri de ayırımcılık. Temelinde özcü yaklaşımın ya da yönelimin yattığı ayırımcılığın insan hakları kavrayışına nasıl bir zararı var?
- Ayırımcılık, kitapta da çok açık seçik bir biçimde üzerinde durulduğu gibi insan haklarının tanınması, korunması ve geliştirilmesinin önündeki en büyük engel. Felsefe kavramı yaratan, felsefe bilgisi üreten biri olarak, bir felsefecinin ve filozofun temel görevinin, işinin “varlık”, “varolan” karşısında; “insan”, “insanın eylemleri”, “insan ilişkileri”, “insanın gereksinimleri”, “insanın değerleri” konusunda nasıl bir duruş sergilediğini açıklıkla ortaya koymasının gerekliliğini ileri sürüyorum. Benim bu noktadaki duruşum antropontolojik nitelikli ve her bir insanı dikkate alan adcı (nominalist) ontolojiyi benimsemekten yana. Bana göre hiçbir insanın, hatta varolanın, varlığın değişmeyen, sabit kalan bir özü yok. Her varolan değişebilir nitelikler toplamı. Bizim kimliğimizi oluşturan işte bu niteliklerin toplamı. Bu durumda bireyin varlığının, varoluşunun, öz üzerinden değil, nitelikler üzerinden öne çıkarıldığı açık. Varolanda öze asıl varlık yüklendiğinde, insanı insan yapan tek bir nitelik, özellik değişmez, sabit bir öz olarak algılandığında ve bu öz grup ya da topluluk kimliği olarak da öne çıkarıldığında, o öze sahip olmadığı ileri sürülenler için ayırımcılık başlar. Öyleyse ayırımcılığın olmaması için her şeyden önce özcü (essensiyalist) varlık anlayışından vazgeçilmeli ve toplumun kamu olarak (sivil toplum-devlet) örgütlenmesinde öz olarak nitelenenler ölçü alınmamalı.
- Biraz yurdumuza dönelim. Türkiye insan hakları eğitiminde bugün hangi noktada?
- İnsan hakları konusunda 90’lı yılların sonundan itibaren ivmelenen çalışmalarla elbette belli bir mesafe elde edildi. Kavrama dikkati çeken çalışmalar yapıldı. İnsan haklarının tanınması-korunması-geliştirilmesi, kamusal ve siyasal alanda, kurumsallaşmada son derece önemli. Ancak haklar ilkin ailede, yani özel alanda tanınıp korunmalı ve geliştirilmeli. Bu da toplumun tüm bireylerinin haklar konusunda, özellikle eğitim hakkının korunması ve geliştirilmesi konusunda ve bununla da bağlantısı içinde “insan hakları eğitimi” konusunda duyarlı olması gerekiyor. Bu duyarlılık için bir yaşama iklimi yaratılması gerekiyor. Ben 1998’den beri, İstanbul Üniversitesi’nde bulunduğum yıllardan başlayarak, insan hakları eğitimi çalışmaları yaptım. İnsan haklarının felsefi temellerini ele alan derslerin verilmesini anabilim dalı başkanı olarak sağladım. Elbette bu konudaki çalışmaları başlatan değerli hocamız İoanna Kuçuradi’ydi. Hacettepe Üniversitesi’nde gerek Felsefe Bölümü’nde gerek İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde yaptığı çalışmalar hepimiz için çok önemli. 2000’den bu yana bu türden çalışmaları Maltepe Üniversitesi’nde çok farklı düzeylerde sürdürüyorum. 2005’te üniversitemizde İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin açılmasına öncülük ettim. Aynı yıl aramıza katılan Sevgi İyi ile birlikte, ardından da 2006’da İoanna Kuçuradi hocamızla birlikte hem çevre ilçelerde ve okullarda ve bizzat Felsefe Bölümü’nde insan hakları konusunda çalışma yapıyoruz; genç arkadaşlarımız da bu çalışmalara katılıyor. Ders planımızda yer alan Eleştirel Düşünme, İnsan Hakları, Kamu Yaşamında Felsefe, Felsefi Danışmanlık, Çocuklar İçin Felsefe dersleri arasında sıkı bir örgülenme olduğunu düşünüyorum. Bu dersleri 2004’te kurduğumuz ve kurucu başkanlığını yaptığım Felsefe Bölümü’nde altı yıldır sürdürüyoruz ve sürdüreceğiz. Yine 2007-2010 arasında yöneticiliğini üstlendiğim Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İnsan Hakları Anabilim Dalı’nı açtık. Çok sayıda polis öğrencimiz var; yine öğrencilerimiz arasında yargıçlar ve savılar ve avukatlar var. Disiplinlerarası bir anlayışla oluşturduğumuz ders planımızda elbette hukuk ve iletişim boyutu da büyük önem taşıyor. Bu arada Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi (I ve II) bu konuda gerçekten önemli çalışmalar olarak dikkati çekiyor. Konu kimi üniversitelerde daha çok hukuksal boyutuyla ele alınıyor (İstanbul Bilgi Üniversitesi).
- Sahada; sokakta konunun algılanışı nasıl?
- Doğrudan halka yönelik çalışmalar da yapıyoruz. 2005-2009 arasında “Ben İnsanım” başlıklı insan hakları projesini yürüttük. Projede Pendik İlçe İnsan Hakları Kurulu, sivil toplum kuruluşu olarak Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Pendik Şubesi yer aldı. Bu proje kapsamında okullar aracılığıyla, özellikle annelere ulaştık ve onlarla atölye, seminer çalışmaları yaptık. Üniversitemizin kurucu vakfı olan İstanbul Marmara Eğitim Vakfının açtığı okuma yazma kurslarında insan hakları eğitimi yaptım. Sokağın insan hakları ve bağlantılı kavramlara gündeminde yer ayırabilmesi için, iyi örneklere gereksinim var. Adaletin, eşitliğin, özgürlüğün somutlaşmadığı toplum ya da kamu yaşamında konu inandırıcılığını yitirir. Adil yargılanma hakkı, örgütlenme özgürlüğü, fırsat eşitliği konusunda özel sektör ya da devlet sektörü olsun, kamu hizmeti veren herkesin yaptığı hizmetin “kamu hizmeti” olduğu anlayışı herkesçe içselleştirilmeli. Kitapta bu anlayış, “kamu hizmeti vermek insan haklarını korumaktır” deyişinde yer alıyor. Sokağın bunu çok net bir biçimde görmesi ve hizmet veren her insandan da bunu beklemesi gerekiyor; keyfilikle, keyfi tutumlarla ancak böyle başa çıkabiliriz. Başta yerel yönetimler olmak üzere, üniversitelere, okullara, kamu kurumlarına, herkese çok iş düşüyor. Kamu hizmetini verirken insan haklarına dayalı bir biçimde eylemde bulunmak gerekiyor.

“KRİZLERİ ÇÖZMEDE REHBER İNSAN HAKLARI KAVRAMI”
- Yüzyılımız krizler yüzyılı, bu anlamda -hem Türkiye hem de dünya bağlamında- insanoğlunun içinde bulunduğu krizler insan hakları eğitimi, kavramlaştırması ve uygulamalarda nasıl güçlükler yaratıyor?
- İnsanoğlunun dünyaya ayak bastığı andan beri kriz ya da bunalım içinde olduğu; kendisiyle, kendisi gibi olanlarla, doğayla olan ilişkisinde sürekli olarak sorunlarla baş edebilmenin yolunu aradığı bir olgu, bir gerçek. Nermi Uygur’un dediği gibi, insan “bunalımdan yaşama kültürü”nü yaratıyor. İşte yaratılan bu yaşama kültüründe insan öncelendiği, hiçbir tek insan feda edilmediği takdirde, daha iyi bir dünyayı kurabilme şansımız olabilir. Krizlerden dolayı birçok şeyin, özellikle insanın unutulduğu da açık. Ancak biz felsefeciler işte bu unutulmuşluğun önüne geçiyoruz, insana sürekli olarak insanı anımsatıyoruz. Platon’dan Sartre’a, Wittgenstein’a kadar, Uygur’a Mengüşoğlu’ya, Kuçuradi’ye kadar bu böyle. Benim antropontoloji (insan-varlık bilgisi) saptamam da böyle anlaşılmalı. Krizleri ilkin çözümleyip ardından da çözmede insan hakları kavramı bize rehber olabilir. Çünkü insanın varoluşuyla, olanaklarıyla ve gereksinimleriyle, bir değer ve eylem ilkesi olan ya da olması gereken insan hakları arasında sıkı bir ilişki var. Biz Türkiye’den birkaç kişi bu ilişkiyi somut olarak kuruyoruz. Dayandığımız düşünme geleneği, İstanbul Üniversitesi’nde filizlenen oradan, Hacettepe Üniversitesi’ne, Uludağ Üniversitesi2ne, şimdi de Maltepe Üniversitesi’ne geçen düşünme geleneği. Ardında da ilkler olarak Takiyettin Mengüşoğlu, Nermi Uygur var. Özellikle Mengüşoğlu’nun Değişmez Değerler, Değişen Davranışlar adlı kitabı bu gözle okunmalı. Bir sivil toplum kuruluşu olarak Türkiye Felsefe Kurumu’nun 1974 yılından beri sürdürdüğü çabaları da unutmamak gerek. Ancak insan hakları eğitimi konusunda asıl dönüşümü sağlayacak olanlar, dar anlamında kamuyu, devleti taşıyan karar vericiler, siyasetçiler olacaktır. Ne zaman ki siyasetçiler, ülkenin kamusal yaşamının ana payandasını oluşturan hukuk dizgesini belirleme ve uygulamada aklın kamusal kullanımını ve insan haklarını temele alan, ona dayanan çözümler üretir ve keyfilikten kurtulmak için kararlı bir tavır takınır, o zaman daha iyi bir Türkiye kurulur ve böyle bir Türkiye de daha iyi bir dünyanın oluşmasına ve sürdürülmesine katkıda bulunur.
- Yanılıyorsam düzeltin, İnsan Hakları ve Felsefe yayımlanan yirmi üçüncü kitabınız; onca yıllık deneyiminize dayanarak soruyorum, Türkiye'de felsefeciler birbirini ne kadar izliyor?
- Özgün kitaplarım, çevirilerim, tek başına ya da meslektaşlarımla yayıma hazırladığım kitapların sayısı dediğiniz gibi 23, yenileri de geliyor. Sorunuzun asıl önemli bölümüne gelince: Türkiye’de felsefecilerin bir diyalog ortamı yarattığını söylemek biraz güç görünüyor. Elbette birbirinin çalışmalarını izleyen, tartışmaya açanlar var. Bu bakımdan, hocalarımızdan daha iyi bir konumda olduğumuzu söyleyebilirim. Bir araya gelip ortak kitaplar yayımlıyoruz. Armağan kitaplar hazırlıyoruz. Bunun onlarca örneğini verebilirim. Çok sayıda dergi yayımlanıyor. Ancak dünya görüşleri konusundaki bölünmüşlük sürüp gidiyor. Felsefi söylemin olup bitene, kendisine, sanata, bilimsel bilgiye dayanarak kurulması, üretilmesi son derece önemli; felsefe hem besler hem de beslenir. Ancak felsefeyle ilahiyatın ülkemizdeki ilişkileri henüz normalleşmiş değil. Bu durum, özellikle üniversitelerdeki felsefe bölümlerini, örgütlenme özerkliğini ve yine özellikle lise ders kitaplarını zorluyor. Yeni kurulan bazı felsefe bölümlerine ilahiyatçılar atanıyor. Bu durumda da çokça herkes kendi “camiası”nda, “cemaati”nde kalmayı yeğliyor. Ama ben yine de çok umutluyum, gençler hem dünya felsefe yazınını çok iyi izliyor hem de daha çok üretiyor. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Felsefi söyleme Türkiye’den yapılan katkıların dünya felsefe yazınına girebilmesi için dışa açılmak, uluslararası kongrelere, seminerlere katılmak ve Türkiye’de yapılan halis felsefe çalışmalarından bu ortamlarda söz etmek son derece önemli. Daha önce de birkaç kez dile getirmiştim: Türkçede üretilen, yaratılan felsefe metinleri Kültür Bakanlığı’nın desteğinde dünya dillerine, özellikle İngilizceye çevrilmeli; yalnızca kendi içimizde değil, dünya felsefecileri ve filozoflarıyla da daha sıkı bağlar kurmalıyız.

İnsan Hakları ve Felsefe/ Betül Çotuksöken/ Papatya Yayıncılık/ 184 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 30.12.2010
“TEK SERVETİ GÜNEŞ OLAN” BİR BAŞKALDIRAN (*)
ALİ BULUNMAZ

Ne zaman Camus’yle ilgili elimde bulunmayan ya da bulunmadığını sandığım bir kitap, belge ya da fotoğrafa rastlasam, hem kendimi hem de belgeyi ufak bir sorguya çekerim. Asıl soru şu olur elbette: Elime geçen bu şey bana Camus’ye dair yeni ne öğretti? Çoğunlukla sonuç hüsran oluyor, nadiren de şaşırtıcı. Yaklaşık on beş yıldır Camus üzerine iyi kötü araştırma yapan, bilgi ve belge toplayan, üzerine bir de tez yazan birinin yeni bir şeyle karşılaşma olasılığı azalıyor haliyle.

O nedenle açıkça yazmalı: Pierre-Louis Rey’in Camus: Başkaldıran İnsan adlı kitabının bana kattığının fazla olduğunu söyleyemem. Ama yiğidi öldürüp hakkını verelim, kitap, Camus’ye başlangıç için iyi bir malzeme sunuyor. Tabii, reçeteye mutlaka yazılması gerekenler var: Rey’in kitabıyla beraber Sisifos Söyleni, Yabancı, Veba, Başkaldıran İnsan, Doğrular ve İlk Adam da okunmalı.

2010, Camus’nün 50. ölüm yılıydı, 2013 ise 100. doğum yılı. Tüm bu tarihsel kesişmelerden mi, daha çok anlaşılmak istenmesinden mi yoksa mezarcı lider Sarkozy’nin Camus’nün küllerine sarılmasından mı bilinmez ama bu öncü yazar epey bir konuşuldu son zamanlarda. Dünyanın dört yanında etkinlikler düzenlendi; anmalar, toplantılar ve tartışmalarla Camus kitapları yeniden gündeme oturdu.

Rey’in kitabı da Camus üzerine yazılmış ve konuşulmuş kitaplardan biri: Gallimard tarafından Fransa’da 2006’da yayımlanmış ve dört yıllık bekleyişin ardından Elif Gökteke tarafından Türkçeye çevrilmiş.

İçinde Camus’yle ilgili bilinen her şey var: Çocukluğu, gençliği, tutulduğu verem, veremin onu nasıl engellerle yüzleştirdiği, Yabancı’nın (absurde felsefesinin) oluşumu, denemeleri (elbette en başta Tersi ve Yüzü ile Sisifos Söyleni), Veba ve Başkaldıran İnsan’a yolculuk (başkaldırı felsefesinin doğuşu), Sartre’la arkadaşlığı ve kavgası, direniş (Combat günleri), tiyatroya duyduğu büyük aşk ve aşkları, çocukları, Nobel Edebiyat Ödülü, ölüm ve ölümünün ardından keşfedilen otobiyografik bir roman taslağı: 1994’te yarım haliyle yayımlandığında dünyayı sallayan İlk Adam’ın Camus’nün hayatını nasıl anlattığı…

Rey’in kitaba aldığı hemen her şeyi başka pek çok kaynakta bulmak mümkün. Bu kitabı önemli kılan iki özellik var: Birincisi Camus’ye dair ülkemizde neredeyse hiçbir yerde bulunmayan kimi fotoğraflar. Bunun yanında, el yazmaları ve defterlerinin sayfalarından örnekler. İkincisi, sona iliştirilen “Tanıklıklar ve Belgeler” bölümündeki mektuplar. Camus’yü bilenler büyük oranda bu iki özelliğe odaklanacak gibi.

Rey’in çalışması, Camus üzerine bildiklerimizin bir dökümünü yapıyor. Birkaçını arka arkaya sıralamalı: Absurde felsefesini kuran ama absurde’ü yok etmeye çalışmadan onu anlamaya, hatta başkaldırıyla aşmaya çabalayan biri. “Ben” yerine “Biz”, “mutlak evet” yerine “kuşkucu bir hayır”ı benimseyen bir kişi. Tiyatroya tutkuyla bağlı olan ama en az ilgiyi yine o yapıtlarının gördüğü bir yazar. Akdenizli bir Fransız, “güneşin tek serveti” olduğunu kavrayan bir bilge. Felsefe öğretmeni Jean Grenier’nin deyişiyle “insanın acı ve yalnızlık olarak kaldırabileceği ne varsa köküne kadar yaşayan, onda merhamet uyandıran acımasız bir zihin berraklığıyla pek çok insandan ayrılan” bir kişilik… Rey’in Camus: Başkaldıran İnsan kitabı, Camus’nün bu ve birçok özelliğini yeniden hatırlatıyor bize.

Yaşamı boyunca zarı hep insandan yana atan Camus’nün “çağının vicdanı” şeklinde nitelendirilmesi boşuna değil. Şimdi o vicdanın, Camus’nün, özellikle ülkemizdeki takipçilerinin sabırsızlıkla beklediği birkaç şey var: İlki, henüz dilimize bütünüyle çevrilmeyen Albert Camus-Jean Grenier ve Camus-Pascal Pia mektuplaşmaları.

Öbürü, doğumunun 100. yılında, yani 2013’te, dünyayla eş zamanlı olarak Türkiye’de de doyurucu Camus etkinliklerinin düzenlenmesi…

Camus: Başkaldıran İnsan/ Pierre-Louis Rey/ Çeviren: Elif Gökteke/ Yapı Kredi Yayınları/ 128 s.

(*) Sabit Fikir, 29.12.2010 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/%E2%80%9Ctek-serveti-gunes-olan%E2%80%9D-bir-baskaldiran]

24 Aralık 2010 Cuma

GEL ZAMAN GİT ZAMAN ÖYKÜLER (*)
ALİ BULUNMAZ

Münir Göle’nin daha önceki kitaplarıyla meşgul olan okur anımsar, onlarda hep bir hareket var. Bunun da ötesinde Göle, insanı mutlaka birkaç noktada yakalayan yaratılar kotarır. Yansılar Kitabı da böyle. Öykü kitaplarındaki tüm hikâyeleri tek tek ele almak tekin bir yol değil ama şimdi haklı bir gerekçe var. Ona yazının sonunda değinilecek.

HAYATTAN ÖYKÜYE, ÖYKÜDEN HAYATA
Aslında her bir öykünün kahraman ya da kahramanları, kitabı eline alan okuyucudan uzağa düşmüyor. Bu, kimilerine ters ya da yaratıcılıktan yoksunluk gibi gelebilir. Fakat tüm öyküler dikkatle okunduğunda görülecek ki, o karakterleri hayattan alıp öyküyle yeniden hayatın içine yerleştirebilmek de büyük emek ve yetenek istiyor. Kısaca, sırıtan bir tarafı yok hiçbirinin. Acemi “yazarların” veya kendini dev aynasında kaybedenlerin sıkıcılığı yok kitapta. Sessiz, sakin ve ağırbaşlı bir anlatım var. Üstelik bazı bazı bilgece konuşan kahramanları da unutmamalı.

Örneğin “Zaman Kayması” adlı öyküdeki kişilerin ya da kahramanların, insanın kuşkularına seslendiğini işitiyoruz. İki kişi arasında geçen; geçip gitmeyen, zamana yayılan ve bazen sıkıntı veren bazen de mutluluk aşılayan dostluk ile aşkın anlatımı kaplıyor sahneyi. Belki de şöyle demeli: Yıllarca süren, konuşulmayan ama varlığını hep hissettiren bir boşluğun tasviri.

Çağrışımlar sağ olsun, Göle’nin “Yanılsama” öyküsünü okurken aklıma törpü geldi. Törpü de hemen “ömür törpüsü” deyişine yöneltti zihnimi; aklı mıncıklayan ve ömrü törpüleyen soru, korku ve ayrıntı silsilesine bir de. Mesela şu nasıl?: “Sevdiklerimin en ufak bir falsomu yakalayınca beni sevmekten vazgeçecekleri gibi bir duygudan asla sıyıramadım yakamı.”

Kitaptaki öykülerin genelinde geri dönüşler, zamanın güçlü etkisi ve bugünün kuşatıcılığı dikkatten kaçmıyor. İşte bu zaman konusunu “Noktürn”de fazlasıyla görebiliyoruz: “Geçmişle birlikte, kişi de yok olur. Şimdi ve gelecek, geçmişle bağlantı kurulduğu sürece geçerlidir. Zaman yolculuklarına çıkamaz hale gelince insan, tüm yaşamından, kimliğinden, varlığından da kopuverir ve zamandışı bir boşluk hükmetmeye başlar benlikte; sise sarılı bir sonsuzluk, güven verici bir kucaklama, sise daldığını bilmemenin güveni, rahatlığı. Silinmenin şiirsel yanıdır bu, unutmamanın unutuşu, geleceksiz, şimdisiz ve geçmişsiz bir var olma, sonsuzluk, huzur.”

YA BİR YANILSAMAYSA?

Göle, kahramanlarının ağzından başka sorunlara da değinir. Mesela kadının kadınlığı; dişilik ve bunun algılanışı: “Kadın zenginliğini, çoğulluğunu yaşama hakkından yoksun bırakılmıştır doğduğu andan itibaren. Dişiliği yaşam boyu taşıyacağı bir lekedir alnında; sadakatiyle, anneliğiyle uyum sağlamasıyla değerlenir, gövdesinin gereksinimlerinden koparılır, yaşamın tadına varması engellenir ya da sosyal yabancılaşmaya itilir, dışlanır. Annelikle dişilik bir arada yürümez artık, kadın çocukları üzerine titrer, ana olur, yaşanmamış dişilik pahasına.”

Kitapta sıralanmış öyküleri bir bir geçerken şu soru da takılabilir aklınıza: Yansılar Kitabı’na hangi renk uygun düşer? Sorunun yanıtı sanki gri. Ne çok renkli ne de bütünüyle solgun; gri öyküler bunlar.

Gelelim yazının sonunda değinilecek meseleye. Göle’nin öyküleri kanıtlayamasanız da birbirine eklemleniyor. Daha doğrusu, aralarında elle tutulur bir bağ bulamıyorsunuz ama bir ilinti olduğunu hissediyorsunuz. Bu, sizi kitaba yakınlaştırıyor, beri yandan da zihninizi zorluyor. Ama sıkıcı bir yorgunluk değil söz konusu olan. Okuduğunuza değiyor.

Üstelik herhangi bir düşünsel kabızlık da çekmiyorsunuz. Çünkü öykülerde önümüze, zaman zaman halının altına süpürmeyi tercih ettiklerimizle bizi yüzleştiren belirleme ya da bundan türeyen kurgusallıklar dikiliyor. Bu da doğal olarak dikkatimizi toplamamızı sağlıyor.

İnce bir sızı gibi aklınızı “Geçmiş, şimdi ve gelecekten hangisi daha baskın?” sorusu kurcalıyor. Fakat “belki de yaşananlar bir yanılsama” deyip kitabın dibine ulaşıyorsunuz.

Yansılar Kitabı/ Münir Göle/ Yapı Kredi Yayınları/ 100 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 23.12.2010

17 Aralık 2010 Cuma

COĞRAFYA VE TARİHİN İZİNDE (*)
ALİ BULUNMAZ


“Varım, demek ki çevremi sarsan dünyanın, açılan bedenimin, onu şiirselleştiren ve yürürken onu egemenliği altına alan zihnimin farkına varıyorum. Düşlerimin, arzularımın, aynı zamanda sıradan, kimi zaman zorlama etkinliklerimin alanını arşınlayarak var oluyorum. Yer değiştirerek kendime ve başkalarına ilişkin bir şeyler öğreniyorum.”
Thierry Paquot

“Yolculuk yapmak, hikâye anlatmak veya yaşamak gibi bir şeyleri ihmal etmek demektir. Tesadüf eseri bir kıyıya ulaşılır, bu arada başka bir kıyının yanından geçilir gidilir.”
Claudio Magris

“Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” gibi bir soruyu, “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?” sorunu bile yetkili ve etkililerce açıklığa kavuşturulmuşken eşelemenin anlamı yok herhalde.

Ama gezmek, pek çok zaman okumanın bir boy önünde sanki. Claudio Magris, gezileriyle ve paylaşımlarıyla bunu kanıtlayandan. Daha önce Tuna Boyunca isimli kitabıyla okurla buluşan Magris, bu büyük nehrin uzandığı coğrafyanın tarihini ve yaşam şeklini aktarmıştı. Mikrokosmoslar’da ise doğduğu kenti ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği şehirleri; Trieste’de ve Istria Yarımadası’ndaki hayatı bizlere sunuyor.

YALIN YAŞAMLAR
Magris okullu bir edebiyatçı olmasına rağmen anlatılarında hep coğrafyacı ve tarihçi bir doku hâkim. Alaylı gezginliğin bir yansıması belki de bu. Doğduğu, yaşadığı ve adımladığı yerleri kâğıda dökerken şiirsel bir dil kullanıyor ve dikkatli bir gözle olan biten ne varsa bizle buluşturuyor. Mikrokosmos insanı, makrokosmos dünyaya taşırken, “küçük” ya da daha doğru deyişle yalın yaşamları en ince ayrıntısıyla satırlara döküyor.

Magris iyi gözlemciliğinin yanında önemli bir gezgin ve çalışkan bir tarih araştırmacısı. Günümüzden bakarak yakın veya uzak geçmişin izlerini ortaya çıkarmaya meraklı bir isim. Bu çabasında, tarihin büyük ya da küçük, ünlü veya sıradan aktörleri ona yardımcı oluyor.

Hepsinin yanında, Magris’in sanat tarihçisini andıran bir anlatımı var. Tapınakları, katedralleri ve onların geçmişini titizlikle ele alıyor. İnsanı, hayatın nefes alıp verdiği sokağa davet ediyor.

Avrupalıların tarih konusundaki “tutuculuğu”, yani korumacılığının mekânlarını ziyaret ediyor yazarımız. “Gülüşen maskların altında ve çevredeki insanların kayıtsızlığı arasında kâğıtları yazıyla doldurmak fena bir şey değil” diyerek kâğıda kaleme sarılıyor: “O merhametli kayıtsızlık, birkaç kâğıt parçası yoluyla dünyayı düzenleme -hayatla ölüm hakkında ahkâm kesen yazının içinde var olan, her şeye kadir olma saplantısını gideriyor.” San Marco Kafe’de kalem oynatmak böyle bir duygu veriyor olsa gerek.

Tabii o kalem, bir yerde Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma anıları, geçmişin yıkık dökük ve bugünün yenilenmiş yerlerini de yazmaya koyuluyor belli zaman sonra; “hayatın, tutkularıyla, hareketleriyle, saplantılarıyla defalarca tekrarladığını” hatırlatarak.

Magris’in dolaşıp yazıya geçirdiği yerler; kendi coğrafyasının her bir kenti, özgün yanlar barındıran küçük dünya. Kitabın adıyla paralel yani, mikrokosmos. İnsanları da dokusu da belli ortaklıkları barındırmakla beraber kendine has özellikler taşıyor. Örneğin zengin tarihi yapısıyla birlikte sefalet içinde yaşamaya çalışan çiftçileriyle Malnisio. Sonra Grizzo ve Valcellina… İtalya’nın taşrası; sessiz ve kuşun uçmaya kervanın geçmeye üşendiğinin düşünüldüğü yerler.

Magris’in gezisi sadece karasal değil elbette; Pampagnola, Morgo, Ravaiarina adaları, Grado lagünü gezgin-yazarımızı denizle ve yosun kokusuyla yüzleştiriyor. Lagünü kendince anlatıyor: “Lagün, sükûnet, yavaşlama, atalet, tembel bir vazgeçiş, gürültünün en küçük nüanslarının ayırt edilmeye başlandığı bir sessizlik, bulutlar gibi amaçsız, gayesiz geçen saatler anlamına geliyor. Dolayısıyla yapmak zorunda olmak, yapmış olmak ve yaşamış olmanın kötülüğüyle boğulmamış hayat, ateş gibi yanan taşların sıcağının ve güneşte çürüyen yosunun rutubetinin seve seve hissedildiği, yalınayak hayat anlamına geliyor.” Magris, hem lagünün hem de deniz suyunun tehditkârlığında; yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgide “batıran, un ufak eden, dölleyen sulayıp silen” bir ortamda bata çıka yol alıyor.

Nevoso Dağı’na yaptığı seyahat sayesinde ormanın derinliğiyle karşılaşan Magris, bu uçsuz bucaksızlığın ne anlama geldiğini ya da gelebileceğini de duyumsuyor: “Ormanın hafızası her şeyden önce ona sahip olmanın abesliğini ifade eder. Derin nefesi, hayatı tarafsız ve kayıtsız, diğer yandan da sevecen ve sınırsız bir şey gibi hissetmeyi öğretir; bu duygu o ormanlara ilk girildiğinde ve ondan sonraki her girişte tekrar tekrar hissedilir, sonra da insanın çocukları da o duyguyu hissedip sonsuza kadar öğrenir. Dolayısıyla bir süre sonra o duygu herkes için nefes almak gibi daima var olmuş olan ve başlangıcı hatırlanmayan bir şey haline gelir.”

“ÖLÜM OLMASA KİMSE BİR ŞEY ANLATMAZDI”
Magris, edebiyatçı kimliğinin yanına kattığı gezginliği ve tarih araştırmalarıyla seyahatinin kimi duraklarında, dünyanın başına dert olan kimlik sorunsalını ve faşizmi de işler. İnsanın başka biri olmak adına farklı kimliklere yönelişini eleştirirken, faşizmin doğduğu topraklarda, İtalya’da, bu faciaya direnişin simgesi haline gelen Collina ve Piemonte’deki tarih bilincine alkış tutar.

Magris’e göre kökene yolculuk beyhude bir uğraş; “köklere yolculuk hiçbir zaman bir varış ya da kalkış noktasına ulaşmaz, köken belirlenemez.” Ne tuhaftır ki Magris, ironik biçimde köklerini aramaya girişmese bile kendisini var eden topraklara yaptığı gezileri anlatıyor Mikrokosmoslar’da.

Yazarımızınki bazen balıksırtında bir geziye dönüşüyor. Bir kıyıda duruyor, oradan Tuna veya Po’ya dalıyor, Adriyatik’te sahile vuruyor, biraz soluklanıp yeniden yola koyuluyor. Bu arada mevsim yaza çalıyor, ardından sonbahar, derken kış bastırıyor, bir bakmışsınız vadilerde ilkbahar çiçekleri açmış; başınız dönmesin de ne yapsın?

Magris nereye gittiyse anlatıyor; hemen hemen önüne neresi geldiyse. Peki, neden? Yanıtı çarpıcı biçimde kendisi veriyor: “Anlatmak, hem unutulmaya karşı yürütülen bir savaş hem de unutulma ile beraber yaşama anlamına gelir; eğer ölüm olmasaydı belki de hiç kimse bir şey anlatmazdı (…) Ünlü olsun, az tanınmış olsun, insanların yaşadığı olaylar, yağmurların ve kar yağışlarının, hayvanlarla bitkilerin, direnen ve tükenen nesnelerin mevsimlerine karışır.” Bu yüzden, tarihin önemli ayrıntılarını barındıran Tirol’den ya da Bavyera’dan uzun uzadıya bahsediyor; buraları gezip notlar alırken hafızamızı tazeliyor.

Magris’in ana durağı ya da anlatımının merkezindeki yer doğduğu şehir Trieste. “Dayanılmaz ve unutulmaz Ödipal bir kucak” dediği; “ciğeri kemiren bir şehir” diye nitelediği Trieste’yi tarihin, ipliği birbirine dolanmış yün yumağından çekip çıkarıyor adeta: “Triestelilik, yaşama gücü ve melankoli, bütün uzlaşmaların farkına varan ama onlara boyun eğerken bile böyle olduklarını unutmayan ve bunlara kanmayan bir saflık özlemi.”

İKİ DOĞRUSAL ZAMAN
Triesteli Magris’in Mikrokosmoslar adlı kitabı, hem trajik hem de nostaljik hikâyeler barındırıyor. Bunun ayağımızın dibine getirdiği sonuç ise farklı bölgelerden devşirilen var oluşun anlamı. Tekrarlanamayanın ya da geride kalanın önümüze sunulması. Burada tarih, coğrafya ve yazın iç içe geçmiş durumda. Kitabın ağırlık noktası bu.

Tarihin deşifre ettiği coğrafya, coğrafyanın ortalığa saçtığı yaşamlar. Tarihin ve coğrafyanın yarattığı depremle hayat ile hayatların gün ışığına çıkması. İki doğrusal zamanlı alanın dünyayı açıklama kaygısı. O halde, yazı bunun neresinde? Söz yine Magris’in:

“Coğrafyanın zamanı, tarihin zamanı gibi doğrusaldır, çünkü dağlar ve denizler de doğar ve ölür. Ama coğrafyanın zamanı o kadar büyüktür ki, dünyanın yüzeyi üzerinde çizilen düz bir çizgi gibi kıvrılır ve uzayla farklı bir ilişki oluşturur; mekânlar, kendi kendine sarmalanan zamanın yumruğudur. Yazı yazmak, bu ipliklerin sökülmesidir.”

Magris, Mikrokosmoslar’la tam da böyle bir söküm ve döküme girişiyor işte…

Mikrokosmoslar/ Claudio Magris/ Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı/ Turkuvaz Kitap/ 248 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 16.12.2010

10 Aralık 2010 Cuma

AKUTAGAVA’YLA BİR GÜN (*)
ALİ BULUNMAZ

Japon edebiyatının en önemli, dünya edebiyatının ise en tuhaf adamlarından biri Akutagava. “Raşomon” adlı öyküsünün yayımlanışından (1915) intihar ettiği 1927’ye kadar, 150’nin üzerinde yapıt yaratan yazarın, bu anlamda 35 yıllık yaşamını dolu dolu geçirdiği söylenebilir.

Öykülerinde gerek kendi yaşamından gerekse Japon tarihinden parçalar bulunan, bunları büyülü bir dille okuyucuya sunan Akutagava’nın en belirgin özelliği, eselerinde var olan düş gücü. Arayışını güçlü kılan ve kalıcı ürünler bırakmasını sağlayan bu belki de.

Raşomon adıyla derlenen öykülerin çevirmeni Oğuz Baykara sağ olsun, arka kapaktan yazı devşiren ya da kes-kopyala-yapıştır yöntemiyle iş gören “eleştirmenler” için kolaylık sağlamış; öykülerin sonuna uzmanı olduğu Akutagava ile ilgili önemli bilgiler yerleştirmiş. Burada, öyküleriyle Akutagava’nın yaşamı arasındaki bağlantı, yazarın edebi kimliği ve özgünlüğüne dair pek çok bilgi bulmak mümkün. Meraklı ve gerçekten araştırmacı okur için son derece yol açıcı.

TARİH, DÜŞ GÜCÜ VE HİCİV
Akutagava’nın kimliğinin esas parçası olan hiciv, hemen her yaratısında kendine yer buluyor. Kitaba adını veren “Raşomon” öyküsü, hem edebiyatsever hem de sinemaseverler tarafından hatırlanacak. Zira 1951’de Venedik Uluslararası Film Festivali’nde Akira Kurosova’nın yönetmenliğini üstlendiği Raşomon birincilik ödülü kazanmıştı.

Yazar, kitabın lokomotif öyküsünde, felaketlerle kıvranan Kyoto’da hayatta kalmak için mücadele eden insanları resmediyor. Olduğu gibi kalıp ölme ya da hilelere başvurup hayata tutunma çelişkisi veya seçimi öyküyü sürüklüyor. Hikâyenin başkahramanı uşağın ağzından verdiği ders, Akutagava’nın eleştirelliğini ve ahlaka bakışını yansıtıyor.

Aslında hemen hemen bütün öyküler bu anlamda birbirine bağlı diyebiliriz. Örneğin, “Burun” isimli öyküde yine ahlaki bir yorum patlatır Akutagava: “İnsanların doğasında birbiriyle çelişkili iki duygu vardır. Başkasının felaketine gülecek insan kuşkusuz düşünülemez. Ancak, dara düşen bir insanın tam sorununu halledip düze çıkmaya başladığı an, onun bu rahatlığının karşısındaki insana battığı, onun bu mutluluğunun karşısındaki insanı rahatsız ettiği durumlar da vardır. Hatta gözlemcilerin, beladan yakasını kurtaran insanlar hakkında ‘Keşke belaya uğrasa!’ diye temenni ettiği bile olur. Karşısındakine gizli gizli düşmanlık bile duyar.”

Akutagava’nın masalsı dili ve anlatımı, onun düş gücüyle birleşimi, kitaptaki seçme öykülerde yine karşımıza çıkıyor. Yazarın gücünü oluşturan bu biçem, düz bir anlatımdan öte, aktarmak istediklerini çekici kılıyor ve ana fikri daha rahat sunmasını sağlıyor çoğu zaman. Bunun yanında yerelliğe, Japon kültürüne, bolca yer vermesi, hem Akutagava’nın yapıtlarına özgünlük katıyor hem de bu konuyla ilgilenenlere edebi bir kapı aralıyor.

Akutagava, “sanatın mükemmel olması gerektiği”ne dair inançtan hiç vazgeçmiyor. “Cehennem Tablosu” öyküsündeki huzursuz, aksi ve megaloman ressam Yoşihide’nin çizdiği tablo, böylesine mükemmel özelliklere sahip ve sonsuza kadar yaşayacak nitelikte.

Yazarın öykülerinde dikkate değer bir başka şey, tarihe merakı. Kitaptaki pek çok hikâyede, ana tema olsun olmasın tarih belirgin bir yer kaplıyor. Bu, kimi zaman bir hesaplaşma halini alan kimi zaman Akutagava’nın konuya girişini, olayları açışını ve sonuca bağlayışını sağlayan bir unsur.

“BANA BAKMAYIN SANATIMA BAKIN”
“Raşomon” ile birleştirilip Kurosova tarafından beyazperdeye aktarılan “Çalılıklar Arasında”, kitabın en ilginç öykülerinden biri. Akutagava, öyküyü bir cinayet etrafında kurguluyor ama cinayeti kimin işlediği bir türlü çözülemiyor.

Tacomaru, ifadesine göre katil fakat onun zanlı olup olmadığı, öyküde asla açık değil. Cinayete kurban giden koca Takehiro ve onun eşi ile birlikte tamamen bir bulmacaya dönüşen olay, itiraflarla sürüp gidiyor. İşin içine poliste verilmiş ifadeler, katili bir türlü ortaya çıkarmayan sözler ve öldürülen Takehiro’nun medyum aracılığıyla, katili ve eşine seslenmesi, bu öykünün sıra dışı ayrıntıları.

Kitabın son iki öyküsü “Çarklar” ve “Serap”, bir zamanlar Akutagava’nın ısrarla karşı çıktığı biyografik öyküye dümen kırışını yansıtıyor. Her iki hikâyenin, yazarın yaşamından izler barındırması; “Çarklar”da, Akutagava’nın kendi intiharını tasarlayışına dair ipuçlarının yer alması, okurun gözden uzak tutmaması gereken detaylardan. Daha önce kaleme aldığı öykülere atıfta bulunan ve “hayatın kendisi gerçek cehennemden daha korkunç bir cehennemdir” aforizmasını hatırlatan yazar, uzak ve yakın geçmişiyle bir hesaplaşmaya girişiyor. Rüyalar, ilaçlar, ruhsal çöküntüler ve hatıralar “Çarklar”da, temayı güçlendiren ve tamamlayan bileşenler olarak gün yüzüne çıkıyor.

Yazarlığa adım attığı andan itibaren övgülerle beraber yüklü eleştirileri de göğüslemek zorunda kalan, büyük bunalımlarını aşmak için sürekli ve dozunu arttırdığı ilaçlara bağımlılığı yüzünden, hem fiziki hem de ruhsal sorunlarla boğuşan Akutagava, bugün geride bıraktığı eserler ve Japonya’da her yıl düzenlenen “Akutagava Öykü Ödülü”yle birlikte herkesin önünde saygıyla eğildiği bir yazar konumunda.

Genç yaşta intihar etmesi ve kısa hayatına sığdırdığı yapıtlarından sonra Akutagava’yı, ondan geriye kalan bir sözle selamlamalı: “Bana bakmayın, sanatıma bakın.” Altında epey ders yatan, kısa bir cümle…

Raşomon/ Ryunosuke Akutagava/ Çeviren: Oğuz Baykara/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi/ 240 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 09.12.2010

3 Aralık 2010 Cuma

BOŞ MİDEYLE FELSEFE YAPILMAZ (*)
ALİ BULUNMAZ

Kitabı elime alır almaz, Pascal dedenin bir sözü geldi aklıma. Dede, “Felsefe bir saat bile didinmeye değmez” demişti. Bu sözün ne anlama geldiğini kavramam on yılımı aldı, olsun varsın.

Zamanında bir dostumla promil sınırlarını zorlayan bir ortamda tartışırken felsefenin hiçbir anlamı olmadığını yumurtlayınca, karşı tarafın sinir katsayısı tavana vurmuştu. Pascal dededen cesaret alarak ettiğim bu laf, içeriden biri olmanın rahatlığıyla benim için geçerliliğini koruyor. Felsefe hiçbir işe yaramaz; faydacı cemaate inat, tam da bu yüzden değerli işte.

Felsefenin “değersizliği”, onu ezberleyen ya da herhangi bir kapıyı aralamak için kullananların algılayabileceği bir şey değil. Hele felsefeyle midesini genişletmeye çabalayan günümüzün kimi çakma “filozoflarının” anlayabileceği bir şey hiç değil.

Mide demişken, Michel Onfray konuya tam da buradan giriyor; filozofları hafiften gurmeleştirip sevdikleri ya da sevmedikleri yiyeceklerle söylemleri arasında bağ kurmaya çalışıyor. Filozofların Karnı, bu açıdan bakıldığında felsefeye yemek ve yeme kültürü bağlamında yaklaşan özgün bir yapıt.

MUTFAĞIN FELSEFESİ
“Üst bir dil kurmuş, düşüncenin sınırlarını zorlamış filozofların ne yiyip içtiği beni ırgalamaz” diyebilir bazıları. Bazı kerkenezler de hemen, baştaki “üst”e takılıp bunu “üstün”le karıştırabilir, hem de bilinçli şekilde. Gelgelelim Marx, “insan ne yerse odur” demiş ya, yeme alışkanlığı herhangi birinin pek çok yanını ele verebilir. Onfray sanki buradan hareket ediyor. “Ruhunu satan bilgeler”den çok, yemeğe ve düşünce ruh katanlarla ilgileniyor.

İnsana keyif veren yemekler gibi zihnini açan düşünceler de hazzın kesinlikle tadılması gereken bir boyutu. Onfray, yirmi sekiz yaşında kalp krizi geçirince “Acaba filozoflar ne yerken haz duyar?” türünden bir soru aklına tebelleş olmuş. Yemek kitaplarından biraz uzaklaşmış ama bu kez filozofların yiyip içtiğine mesai harcamış. Öte taraftan biraz da kendisini “boğan” diyet uzmanına gönderme yapmak adına oturup Filozofların Karnı’nı yazmaya koyulmuş.

Onfray, yüzyılları birbirine yaklaştıran bir sofra kurup konuklarını şölen havasında ağırlıyor. Masada kimler yok ki: Diogenes, Rousseau, Kant, Nietzsche, Fourier, Sartre ve Marinetti. Bir acayip sofra, bir tuhaf şölen.

Filozoflarla veya felsefeyle bulaşanlarla aynı masaya oturmak riskli. Çünkü o masa ya hazzın doruklarında gezineceğiniz ya da kör bıçakla herkesin birbirine gireceği bir yere dönüşebilir. Ama denemeye değer doğrusu.

“Mutfağın felsefesi olur mu?” demeyin, felsefe her yere sızar; mutfağa da mideye de. Foucault, “yaşama sanatı” dediği beslenmeyi, kişinin bedenini “doğru, gerekli ve yeterli kuşkuyu duyan özne biçiminde inşa etme biçemi” diye niteler. Eh, öyle olunca Kiniklerin ağa babası Diogenes’in çiğ ahtapota dadanmasına şaşmamalı. Çünkü doğal düzen, başka her türlü düzenden üstün onun için. Yapaylık dışlanıp “ilksel yabanıllığa geri dönme” istenci, Diogenes’in önünde neden çiğ ahtapot durduğunu açıklıyor.

Uygarlığın simgesi ve Prometheus’un başına dert açan ateşin reddi, Kinik Diogenes’i doğal beslenmenin kollarına bırakır. Ne de olsa Kinik beslenmesinin (ve dünya görüşünün) temeli, “insanın kendi gereksinimlerini doğanınkilerle sınırlaması” üstüne kurulu. Yapaylığın yadsınmasının ve doğaya dönüşün simgesi, herhalde en iyi biçimde Diogenes’in çiğ ahtapotuyla anlatılabilirdi.

Rousseau da az buçuk Diogenes’in kabından yer, bedensel ihtiyaçların ötesine geçişe şüpheyle bakar. Yani ihtiyaç fazlası, Rousseau için tehlike çanlarının çalması demektir. Doğal yaşamın ya da beslenmenin uygarlıkla beraber bozulduğu bir gerçek; Rousseau’ya göre çetin ve uzlaşmaz doğanın dilini anlamak zordu ama bunu başarmak da bir erdemdi. Onfray’in Rousseau’yu sofraya oturtması boşuna değil, çünkü onun da beslenişiyle dünya görüşü arasında koşutluk var. Onfray, onun söyleminden damıttığı görüşle; “gereğinden fazlasına sahip olma arzusu eşitsizliği doğurur” sözüyle konuya açıklık getiriyor. Belki de bu nedenle Rousseau, süt ürünleri ve sebzeyi masasına istiyor.

“KENDİ YARATILIŞINA HÂKİM OL”
Her gün aynı saatte aynı yerde yemek yiyen, hemen herkesin saatini onun geçişine göre ayarladığı sert filozof Kant’ın şölen sofrasında ne amaçla bulunduğunu sorabilir okur. Lezzetsiz, kuru ve keyifsiz bir yemekle eşleştirilebilir Kant.

Karmaşık mutfaktan hoşlanmayan, yumuşak eti seven, şarabın kalitelisine yönelen Kant’ın, beğendiği yemeğin tarifini hemen aldığını aktarıyor Onfray. Yediği ve içtiği her şeyi ayrıştıran, üstüne düşünüp analizler yapan Kant, sofrada bir gözlemci adeta. Onun olduğu yerde yargılar öne çıkıyor. “Aşırıya kaçmama” eğilimi devreye giriyor, oburluğa ve sarhoşluğa ket vurmaya yöneliyor. Onun derdi bilgiyle sarhoş olmak. Onfray, Kant’ın “kendine hâkim olma” dürtüsünü, yine onun sözüyle bize duyuruyor: “Kendi yaratılışına hâkim ol, yoksa o sana hâkim olur.” Bu sözden anlaşılacağı üzere, onunki bir beden bilgeliği.

Seksen yıllık diyeti, Kant’a ömrünün son günlerinde şöyle yazdırır: “İnsan yaşamını uzatma sanatı, yaşayanlar arasında yalnızca hoş görülen kişiler haline getiriyor bizi sonunda; bununsa, insanı en çok sevindirecek durum olmadığı kesin.”

Şair Fourier ise isteklerin özgür bırakılmasını, düşselliğin gerçekliği dilediği yöne çekişine izin verilmesini ve kişinin kendi arzularını tek gerçek kabul etmesini destekler, beri yandan da uyumdan söz açar ve bu uyum için gastronominin biçilmiş kaftan olduğuna inanır. Ne de olsa Fourier, ütopyanın şairidir.

Gastronomi, genel doymak bilmezliği çekip çevirecek bir kurtarıcı onun için. Onfray, Fourier’nin “yemek felsefecilerini” düzeni sağlamada önemli görevler üstleneceğini bildirdiğini söyler. Fourier’e göre yemek felsefecileri, “her bireyin yardımsever hekimi olacak, haz yoluyla kişilerin sağlığını korumasını sağlayacaktır.” Yemekler, onlar aracılığıyla bireylerin bedensel özellikleri dikkate alınarak akıllıca uyarlanmaya çalışılır.

Onfray’in söylediklerine bakılırsa, Fourier’nin gözünde gastronomi, beslenmeyle bilgeliğin, ışık ve toplumsal düzenin birbiriyle uyumlu olmasını sağlayan temel bilime dönüşür. Dolayısıyla Fourier’nin minik börek takıntısıyla gün yüzüne çıkan “güzel tatlar” yakalama isteği, gastronomi ve yemek felsefecilerinin de başat çabası. Bu yolla “en sıradan yemek bile, her çeşidiyle kusursuz hale getirilmek” istenir. Serde şairlik bulununca Fourier’nin, yiyecekleri simgesel bir retoriğin içinde sınıflandırması tuhaf karşılanmamalı. Bu nedenle, mesela dut ve böğürtlen, Fourier tarafından lirik söylemle birleştirilip basit ve saf ahlakın simgesine dönüştürülür.

YİTİRİLEN ZAMANI YAKALAMA
“İnsanın kendi yaşamının şairi olması gerektiğini” savunan Nietzsche, içine döner; arınmanın yandaşlığına soyunur. Beden için en uygun olanı kavramak da besinini kişinin kendisinin seçmesi de bu arınmanın önemli ayaklarından. Nietzsche’ye göre “sofranın zenginliği, gösteriş yapma isteğiyle” açıklanabilir ancak. Onfray, Nietzsche’nin sofrayı “zenginliğin dışavurumu” diye nitelediğini söyler. Onfray’in satırlarından Nietzsche’nin bir beslenme uzmanı gibi davrandığı açıkça görülüyor. Onun temel yargısı “insanın midesinin çapını tanıması” üstüne.

Şölen sofrasındaki bir başka isim Marinetti. Onun derdi ise “yemek yiyen herkesin sanat yapıtı yiyormuş duygusuna kapılmasını sağlamak.” Düzenleyici sanat Marinetti için sofraya da hâkimdir ve böylesine bir sanatın masadaki işlevi “insanı yemek yeme isteğine hazırlamak”tır. Kısacası Onfray’in de dediği gibi Marinetti, sofrada tüm duyuları etkin bir rol oynamaya çağırır.

Marinetti’nin bütün duyuları hareketlendirme önerisi Sartre’da deniz kabukluları söz konusu olduğunda fazla işlerlik kazanır; ona göre kabuklular, doğal görüntüleri nedeniyle yenilesi şeyler değildir. Kabukluları yemek, onların doğallığını bozmak anlamına gelir.

Sağlıksız bedeni Sartre’ın yeme alışkanlığını da etkiler. Olur olmadık zamanlarda yemek yiyen, bazen iki gün aç kalan bir adam var karşımızda. Kısacası Sartre, “hasta, bozulmuş veya kokuşmuş et” dediği bedenini hor görür. Sanrılarını “süsleyen” deniz kabukluları da, yiyip içtikleri ya da tam tersi yemedikleriyle bedenine etmediğini bırakmayan Sartre kadar acımasız.
Onfray’in de aktardığı gibi Sartre, yıllar sonra kendini şöyle tanımlar: “Bir adam görünüşünü ansızın kaybettim; bu insansal salondan bir yengecin kıçın kıçın çıktığını gördüler. Maskesi düşmüş yabancı kaçtı artık, oyun devam ediyor.”

Kim ne yediyse yedi ya da yemedi, filozofların ardında kalanlar masanın üzerinde vızıldayıp duruyor. Şölen sofrasında kısa sessizlikler geziniyor. Notlar, söylevler, atışmalar, tavsiye ve görüşler günü tıka basa doldurdu.

Şölenin hiçbir filozofu kimseyi ne zenginliğe ne de mutlak yoksunluğa çağırdı. Onfray’in deyişiyle “yitirilen zamanı yakalama güdüsü” vardı masada. Bazen de her şeyi olduğu gibi bırakma. Ama şu da bir gerçek, boş mideyle felsefe yapılmıyor. O halde önce masaya buyurun.

Filozofların Karnı/ Michel Onfray/ Çeviren: Aykut Derman/ Can Yayınları/ 158 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 02.12.2010

1 Aralık 2010 Çarşamba

TEKRAR ÇAL BACH… (*)
ALİ BULUNMAZ

Baştan söyleyeyim, benim kahramanım Chopin. Onun parçalarını dinlerken aldığım keyfin haddi hesabı yok. Ama eğri oturalım doğru konuşalım, Johann Sebastian Bach müziği okuyup üfleyenlerin üzerinde hemfikir olduğu bir dahi.

Bu anda Bach’la Chopin veya bir başka ismi kafa kafaya çarpıştıracak değilim. Niyet, Armand Farrachi ve pek çok kişinin Bach’ı neden kahraman bellediğini anlamaya çalışmak. Bach, Son Füg, Farrachi’nin bu büyük müzisyen ve besteciyi nasıl gördüğünün ipuçlarını verecek bize.

Farrachi’nin bakış açısından hareket ettiğimizde Bach, yalnızca bir müzisyen değil; aynı zamanda önemli bir düşünür. Hem müzik hem de yaşam üzerine kafa yoran bir bilge. Ancak sonuçta Bach’ın yaşamı müziğe adanmış. Kendisi, “müziğe ya da Tanrı’ya adanmamış zamanı boşa geçen zaman” diye niteler. Farrachi’ye göre onun müziği “Tanrı’yı onurlandırma biçimi”dir. Bu yüzden St. Thomas Okulu bir ev, müzik ise evren anlamına gelir Bach için. Tüm bunlarla beraber onun en büyük hedefi, bir daha kimsenin bir benzerini yazamayacağı füg oluşturmaktır; dünyanın en güzel fügünü.

Farrachi, Bach’ın bu süreçte yaşadığı döneme ilişkin eleştirilerinden birini hatırlatıyor: “Müzik düşkünü olduğunu ileri sürenler de dâhil olmak üzere, insanların neredeyse tamamı, aslında hiçbir şey duymayan sağırlardı; daha önce müzik olmayan yerde müzik yaratanların üzerinde uygulayacakları tam yetki, orduları yönetmek arabacılara ya da ayin yapmak demircilere düşermiş gibi elbette bu sebepten onlara veriliyordu.”

Bach, her şeyi yapabilecek, her parçayı takılmadan çalabilecek gücü kendinde bulan; en azından böyle hisseden bir kişiliğe sahip. Ama yine de her şeyin başına çalışmayı koyup “iki elinde de beş parmak bulunan biri çalışırsa benim kadar çalabilir” diyor. Buna tevazu mu yoksa öngörü mü veya ego mu demeli? Belki üçünün karışımı bir duygu durumu.

Bu duygu, bir ezgi yarım kaldığında rahatsızlanışını tetikler. Miyop olan gözlerinin körleşmesi de pek çok şeyi yarım bırakır. Çalar ama yazamaz. Körlük, Bach için yarı ölüm gibidir. Zaten kısa süre sonra eksik parça da tamamlanır, göç gerçekleşir.

Farrachi, Bach’ı ve ondan geride kalanları anlatırken kahramanının portresini çiziyor. Tıpkı Bach’ı resmeden birkaç tablo gibi. “Müzik, yaşamdan önce mi son bulur?” Bach’ta çelişki yaratan soruların başında geliyor. Bu, Bach’ta nasıl bir çelişki yaratmış olursa olsun Farrachi’nin kahramanı için yazdığı kitap da Bach’ın eserleri de gösteriyor ki, yaratılar yaratıcılarından daha uzun ömürlü…

Bach, Son Füg/ Armand Farrachi/ Çeviren: Heval Bucak/ Can Yayınları/ 94 s.

(*) Sabit Fikir, 29.11.2010 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/tekrar-cal-bach]

26 Kasım 2010 Cuma

HAYATA AÇIK SAHNE (*)
ALİ BULUNMAZ

Tiyatronun sınır tanımayan bir sanat dalı olduğu açık. Herhangi bir mekânın sahneleştirilebileceği de ortada. Kısacası her an her yer bir sahneye dönüşebilir. Ansızın her şey dekorlaşabilir, dekor sanılanlar da oyunun bir parçası olabilir.

Tiyatro eleştirmeni ve yönetmen Peter Brook, tiyatronun ne olduğunu, ne olmadığını ve onun zihninde neler çağrıştırdığını sorgularken spot ışıklarından, perdeden, seyirciden ve karanlıktan söz açmasına rağmen, daha derine inmenin gerekliliğini vurgular. Bu yüzden Boş Mekân kitabında dörtlü bir sınıflandırmaya gider: Ölümcül, kutsal, kaba ile şimdi ve burada tiyatro.

Brook'un önünde bir sorun var: Ne yazılmışsa o mu oynanacak? Yazarımıza göre, “metne bağımlı kalan oyuncu taklit ve gelenekten kurtulamaz”, yani trajedinin ruhuna erişemez. Oysa trajedinin esası, oyunu canlı biçimde sahnelemekten geçer. Brook burada “ölü doğmuş ya da hatta bir an için inandırıcı görünen gerçek bir yaşamın parıltıları olduğuna” inanır.

Brook tam bu nokta üzerinde dururken, genele bir kapı aralar ve tiyatronun kimliğini eşeler: “Tiyatro sözcüğünün pek çok savruk anlamı var. Dünyanın birçok yerinde tiyatronun kesin bir yeri, açık seçik bir amacı yok, parçalanmış bir halde varlığını sürdürüyor. Tiyatronun biri para peşinde koşuyor, biri olmayan koşullardan şaşkına dönmüş, gücü tükenmiş durumda oradan oraya sürükleniyor.” Belki de tiyatro için ölümcül olan budur, kimbilir...

Buna bir de Brook'un “beceriksizlik” eleştirisini eklersek, tiyatronun neredeyse bir dolu sorunu ameliyat masasına yatırılmış oluyor. “Sahneleme, tasarımlama, konuşma tekniği, yürüme, oturma ve dinleme”deki beceriksizlikler.

Aslında Brook, ölümcül sıfatını tiyatronun başına yerleştirirken bir türden çok eleştirel bir bakış açısı oluşturmaya çalışıyor. Ölümcül oyun, ölümcül eleştirmen, ölümcül yazar ve beylik olana kafa tutmayan ölümcül yönetmen bileşimiyle meydana gelen bir bakış açısı, “Metni ve oyunu nasıl daha iyi hale getirebiliriz?” sorusuna yanıt aramanın fitilini ateşliyor.

DOĞAÇLAMANIN KUTSALLIĞI
Tiyatroda kutsal olanla yüksek ya da nezih olan birbirine karışınca ayak kayıveriyor. Oysa Brook'a göre nezih olan kutsallaştırılınca yavanlığa yönelim de kaçınılmazlaşır. Şiirsellik tiyatroda anlam zenginliğini sağlayabiliyorken, Brook bundan vazgeçildiğini söyler. Durum böyle olunca, tiyatrodaki kutsallığın yani şaşırtmanın (hayrete düşürme de denebilir buna) harekete geçirilmesi gerekir. Bir bakıma “uyandırma”dır bu; temelinde de doğaçlama yer alır: “Buna göre seyirci öyle bir sarsılır ki her şeyi yeni bir gözle görme yetisi kazanır, gözü açılır ve çevresindeki hayatı başka türlü görmeye başlar.”

Brook'un kastettiği, amacın kutsallığı; gündelik hayatın gizlediklerini, herkesin içinde yatanları dürtükleyerek dışarı çıkartmak. Burada yine Shakespeare'i örnek gösterir, onun fizik ötesini amaç belleyişini, öbür taraftan da fazla yükseklerde dolaşmayışını; seyirciyi kaldırıp kaldırıp yere indirişini anlatır.

Brook, kutsal tiyatronun yerde mi yoksa gökte mi aranması gerektiğini sorgularken, kaba tiyatroya kafa yormaya başlar. Ona göre “halka yakın”, “biçemden yoksun” ve “ele ne geçeni silah olarak kullanan” kaba tiyatroda, seçip ayıklama gibi bir eylem söz konusu değil. Onun “halk” derken anlatmaya çalıştığı, “sataşma”, “amansız taşlama” ve “çarpıtıp karikatürleştirme”yi kapsayan, içinde “utançsız bir neşe ve kahkahanın” bulunduğu kaygısız gelenektir.

Neşe ve kahkaha, hicveden, putları kıran ve toplumsal değişim yaratmayı amaçlayan bir işleve sahip. Örneğin Brecht, izleyiciyi sarsıp aklını en doğru biçimde çalıştırmasını sağlamak isteyen yabancılaştırma etkisi ya da tekniğiyle buna büyük katkıda bulunur.

Brook, kaba tiyatro ve öncülerini anarken sözü yeniden gününe getiriyor: “Bugün kabalığın her zamankinden daha diri, kutsallığınsa her zamankinden daha ölümcül olduğunu kabul etmeliyiz (...) Tiyatronun istendiğini, çalışanlarına güvenildiğini söylemek güç. Böyle olunca inançlı ve dikkatli bir izleyici kalabalığının toplanacağını düşünemeyiz. Onun dikkatini avcuna alacak, inancını zorlayacak olan biziz. Bunu yapabilmek için gizli kapaklı, hileli hiçbir şeyin olmadığını kanıtlamalıyız.”

HAREKET HALİNDE TİYATRO
Kaba, ölümcül ya da kutsal, hangi nitelikle anılırsa anılsın, hep şimdiki zamanda var olan tiyatro Brook'a göre önünde sonunda hem bir büyüteç hem de küçülteçtir. Küçük bir olay büyütülüp oyunlaştırılabileceği gibi makrokosmosa alternatif bir küçük dünya da yaratılabilir.

Brook için tiyatroda yöntem veya formül yok. İşin özü uygulama. Uygulamadan, sağlam bir metin, iyi bir yönetim, doğru kostüm ve sahneleme, tüm bunların hakkını verecek becerikli bir oyunculuk anlaşılmalı. Brook'un bu belirlemeleri yaparken kendini metin yazarı, yönetmen, oyuncu ve seyircinin yerine koyduğunu da not edelim. Yani olaya tam ortasından bakıp tez(ler)ini güçlendiriyor.

Onun bir başka tezi, tiyatronun yapaylıktan büyük ölçüde uzak durması gerektiğiyle ilgili. Sahnenin hayatla bağlantılı olmasına dair bir açılım bu; oyuncunun ve seyircinin kırmızı halıdan sakınmasını sağlayacak bir değerlendirme: Dış dünyaya geçit verecek ve olmazsa olmazı; tekrar, temsil ve yardımı göz ardı etmeyen bir tiyatro. Bu da “izleyicide açlık ve susuzluk yaratacak çalışmalar ortaya koyma” gibi bir amaçla beraber hayat bulabilir ancak.

Brook şunu da söyler: “Tiyatro hareket halinde olduğundan onun kara tahtası sürekli silinir.” Perde açılmadan veya kapanırken bütün bunları düşünmeli. Brook'un istediği de bu sanki; eleştirel bir gözle tiyatroya bakmak, onu bir gereklilik olarak görmemek...

Boş Mekân/ Peter Brook/ Çeviren: Ülker İnce/ Hayalbaz Kitap/ 182 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 25.11.2010

23 Kasım 2010 Salı

ZAMANIN SÜPÜRDÜKLERİ (*)
ALİ BULUNMAZ

Adolf Hitler yakın zamanda yine gündeme geldi. “Üstün ırk” yaratma hedefine, ömrünü ve tüm gücünü harcayan Hitler'in, Afrikalı ve Yahudi genleri taşıdığı ciddi bir iddia olarak ortaya atıldı. Nazilerin “üstün ırk” oluşturmak için yaptığı “bilimsel çalışmalar” ve kurduğu toplama kampları zaten insanlığın yüz karasıydı, bu iddiadan sonra rezilliğin son perdesi biçiminde karşımıza dikildi. İspanyol yazar Jorge Semprún da o toplama kampı tezgâhından geçmiş bir isim. Hayat hikâyesinde, toplama kampında yaşadıklarının derin izleri var.

EDEBİYATIN AYAKTA TUTTUĞU YAZAR

10 Aralık 1923'te Madrid'de doğan Semprún, 1937'de ailesiyle Fransa'ya göç eder; 19 yaşındayken Nazizm muhalifliği nedeniyle Gestapo tarafından tutuklanıp Buchenwald Toplama Kampı'na götürülür.

Eylül 1943'ten Nisan 1945'e kadar burada tutsak kalan Semprún, edebiyatla akıl sağlığını korur; bir anlamda edebiyat sayesinde hayatta kalır. İspanyolcayı unutmamak adına hatırladığı ne varsa defalarca tekrar eder.

Semprún'un iki yıl boyunca kaldığı Weimar-Buchenwald kampı, 1937'de Naziler tarafından “eğitim merkezi” adı altında açılır. Açılır açılmasına ama asıl amaç ele geçirilen sosyalist kadroları dönüştürmek ve yola getirmektir. Yaşam alanlarından kütüphanesine kadar hemen her yerde Nazizmin baskısının hissedildiği kampta, Semprún her şeye karşın kütüphanenin en önemli ziyaretçilerindendir.

Bunun dışındaki zamanlarda ise Nazi subaylarıyla yüzleşir; onların ölüm merkezleri ve kanalizasyon çukurları arasına dizdiği mahkumlarla alay edişini, hem bir yazar hem de aynı durumdaki bir tutsak olarak gözlemler.

Tüm hayatını, bu ölüm kampından kurtulduktan sonra bile, mücadele içinde geçiren Semprún, 1939'daki Fransa Komünist Partisi deneyiminin ardından bu kez 1957'den 1962'ye dek İspanya Komünist Partisi saflarında bulur kendini. Franco'ya karşı direniş faaliyetlerinin etkin bir ismi olan Semprún, faşist örgütlenmenin gücünü yitirişi ve iktidardan inişine dek UNESCO'da çevirmenlik yapar, 1988'de ise İspanya Kültür Bakanlığı'yla onurlandırılır. 1991'e kadar sürdürdüğü bu görev, onun mücadelesi, emeği ve yaşadıklarını daha da anlamlı kılar bir yerde.

ÇALKANTILI GÜNLER
Jorge Semprún'un tutsaklıktan İspanya'daki direniş mücadelesine kadar yaşadığı her şey romanlarında bir şekilde yer alır. Bu yüzden yapıtlarında hem kendi yaşamından izler hem de politik-felsefi yönler bulmak mümkün. Semprún'un kitapları bir açıdan hesaplaşma özelliği taşır, hesaplaşmakla kalmaz, bu tartışma ve irdelemeyi sonuca da bağlar. Yirmi Yıl ve Bir Gün'ü de böyle okumalı.

İç savaş dönemi, İspanya'nın en acı dolu yılları olarak nitelenebilir. Komünist ve demokrat güçler ile faşist ya da Falanjistler arasındaki çarpışmalar, İspanya'yı şekillendirme arayışı ve hepsinden önemlisi, İkinci Dünya Savaşı'nın bir provasıdır; böyle algılandığında bir iç savaştan çok daha fazlasıdır.

Semprún'un Yirmi Yıl ve Bir Gün'ü, bu savaşın başladığı 1936'ya, Toledo'nun bir köyüne götürüyor bizi. Bir çiftlik, bir aile, bir cinayet ve kaynayan bir ülkede pek çok ölü... Üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen unutulmayan ve ritüele dönüşen anma töreni... Semprún, neler olup bittiğini anlatırken akılda ilk kalanlar bunlar. Micheal Leidson'ın peşine düştüğü cinayet nedeniyle, çiftliği ve orada yaşayan aileyi tanıma olanağı buluyoruz. “Geçmiş, geçmişte kalsın” mantığına karşı çıkan Leidson'ın araştırmaları derinleştikçe işlenen cinayetin; soylu Avendano ailesinin veliahtının isyancı köylüler tarafından öldürülüşünün gizemli yanıyla daha da içli dışlı hale geliyoruz.

Semprún'un anlatımına hâkim olan bazı kavramlar var: Milis, kızıllar, falanj, gizli polis, özgürlük, tutsaklık... Tüm bunlar iç savaşın gölgesinde yaşayan ya da birebir onunla yüzleşen insanların varlığını; iç savaş'ın ruh halini anlatıyor.

Roman adım adım açılırken, İspanya'nın baskı, kan ve şiddet dolu günlerini bir şekilde anmaktan, bu zaman dilimini kitaba bir şekilde yedirmekten alamıyor kendini. Araştırmalar, hapislikler, sorgulamalar ve iz süren gizli servisin “suçlu “avı, roman sayfalarında kendine yer buluyor. Avendanoların çiftliğinde işlenen cinayet ile İspanya'nın hararetli günleri ilginç biçimde kesişiyor ya da en azından ilişkileniyor.

Romanda, yaşananların kadınların gözünden anlatımı ön safta. Bir yandan olup biten resmedilirken öte yandan savaşın etkileri ve genel ruh hali kadınların gözünden yansıtılıyor. Merkezde Avendanolar ve Madrid bulunurken fonda İspanya ve dönemin Avrupa'sı yer alıyor.

Bu ortamda sürekli kendini hissettiren bir soru var: “18 Temmuz'da ne oldu?” Roman ilerledikçe cinayetin anatomisi belirginleşiyor: “Liberal Avendano ailesinin aklı başında tek ferdi infaz edildi, üstelik korumasızdı.”

Jose Maria Avendano'nun öldürülüşünün ardındaki sır perdesi araştırılırken, iç savaşın bitimiyle Avendanoların, mülklerini, paralarını ve hâkimiyetlerini Frankocu güçlere teslim ettiği gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Bu, elbette çiftlikteki kadınlara ve onların bedenlerine sahipliği de içeriyor. Ne de olsa Franco'nun tüm yandaşları feodal zihniyetin birer temsilcisi.

AİLENİN BİLİNÇALTI
Mercedes Pombo ile 18 Temmuz 1936'da öldürülen Jose Maria Avendano'nun (Josemari) büyük ve tutkulu aşkını da anlatan roman, geri dönüşleri, kimi zaman daha da ileriki zamanları resmetmesiyle bir filmi andırıyor. Cinayete dair şüpheler, gizli kalmış yanlar ve her sayfada beliren yeni bir ayrıntı sayesinde bu sinematografik kurgu güçleniyor.

Semprún'un cinayet etrafında oluşturduğu romanda öldürüm, daha çok konuyu; her zaman irili ufaklı sırları bulunan Avendano ailesi ve aile ilişkilerini ayrıntılamasını sağlayan bir olay. Yani cinayete takılmamalı, önemli olan Avendano ailesi, dönemin İspanyası ve ailenin sırları; zamanın süpürüp yirmi yıl sonrasına taşıdığı ilişkiler yumağı.

18 Temmuz 1936'da ne oldu? İşlenen cinayetin önü ve arkası neydi? Belki cinayet aydınlanmıyor ya da gizli pek çok yönü barındırıyor ama hiç olmazsa, kardeşler ve Jose Maria ile Mercedes arasında yaşananların bütün çıplaklığıyla gün yüzüne çıkmasını sağlıyor.

“Avendanoların ilişkilerinin orta yerinde ne var?” diye sorulsa, verilecek yanıt rahatlıkla entrika olur. Zaman zaman eyleme dönüşen zaman zaman da zihinde kalan tasarı biçimindeki entrika. Buna güzel bir örnek, Manuel'in, kardeşi Josemari'nin sevgilisi ve sonra eşi olan Mercedes'le ilgili olarak, tanıştıkları günlerde aklından geçirdiği ve üstü örtülmüş kimi gerçekler. Tüm bunları Avendanoların yardımcısı Saturnina anlatıyor. Manuel'in eşinden sıkılmaya başladığı günlerde Josemari Mercedes'le çıkıp geliyor. Manuel'in macera arayışı ve Mercedes'in Josemari'yle çiftliğe ayak basması aynı günlere rastlıyor. Hayaller kurmaya, daha doğrusu bir hayal dünyasında yaşamaya; Mercedes ile kendisini birlikteymiş gibi düşünmeye başlıyor. Sonrasını Saturnina'nın ağzından dinleyelim:

“Mercedes'i görmek içini aydınlattı, sonsuza dek onunla kalacakmışsın gibi davranmaya başlamıştın, üstelik düşüncelerinde küçük kardeşinin varlığını bile silip attın. Eğer evli olmasaydın, eğer içinde bir beyefendilik olmasaydı, onu kardeşinin elinden alırdın. Ama bunların hepsi kafanda yarattığın birer hayaldi, çünkü Mercedes'in gözü Josemari'den başkasını görmüyordu (...) Yani ona sahip olmak için kardeşin ölene kadar beklemek zorundaydın. Fakat hikâyen burada son buluyordu. Çünkü Josemari sadece yirmi yaşındaydı ve annesi Mercedes'i ona doğum günü hediyesi gibi sunmuştu, artık ellerini birbirinden ayıramayacaktın, ne istersen iste sonsuza kadar birlikte kalacaklardı, bu sebeple başka bir numara aramak zorunda kaldın...”

Semprún'un çizdiği çerçeve önemli: “Sanki önemli olan sadece yirmi sene önce, 18 Temmuz akşam yaşananlar değil, aynı zamanda hikâyenin içindekilerdi. 'Bir varmış bir yokmuş' özerk bir parçası gibiydi. Bu hikâyenin gerçekte hilelerle dolu olduğunu, içinde doğrudan çok yalan barındırdığını, [Mercedes, A.B.] kendisi de biliyordu.”

Romanın kimi noktalarında Lorca ve Hemingway gibi isimleri anlatıcı rolüne soyunduran ya da daha doğru deyişle, onların görüşlerine yer veren Semprún, cinayet sayesinde Avendano ailesinin bireyleri arasındaki ilişkileri açık ediyor. Geçmişe dönük hesaplaşmalar ve yirmi yıl öncesinin masaya yatırılan anıları cinayet yardımıyla ortaya dökülüyor. Kısacası Yirmi Yıl ve Bir Gün, Semprún'un öbür romanlarındaki gibi hızlı temposu, gerilimi, devrimciliğin felsefi ve etik zemini yanında sorgulamalarla birleşerek Avendanoların her üyesinin psikoterapi notlarıymış gibi bir izlenim uyandırıyor.

Yirmi Yıl ve Bir Gün/ Jorge Semprún/ Çeviren: Ceren Balamir Vartanlı/ Özgür Yayınları/ 278 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 18.11.2010

12 Kasım 2010 Cuma

BAZEN ÖLÜLER DİRİLERİ GÖMER (*)
ALİ BULUNMAZ

Aç parantez: Rakamlar önemli, sayılar da. Ne de olsa hayatın matematiği var. Rakamlar ve sayılardan oluşan hesaplar, insanı bazen vezir eder bazen de rezil. 2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta, Madımak Oteli’nde kaç aydın öldü? Açın bakın, her yazı ve yorumda farklı sayı çıkar karşınıza. 33’le başlar, 35’e çıkar, 37’de son bulur. Şimdi şunu bir kenara not edelim: 33 derseniz doğru söylersiniz; 35, yürek burkar, çünkü öldürülen aydınlarla beraber iki de otel görevlisi hayatını kaybetti. Ama 37 derseniz işte o zaman yaranın kanaması artar; alevler, dumanlar ve çığlıklar güçlenir: 37, öldürülen aydınlara eklenen iki otel görevlisine cinayeti işleyen güruhtan, kendi yangınında boğulan iki kişiyi de katmak demek. Dikkatli konuşmak gerek, sayılar önemli. Kapa parantez.

“MÜNFERİT OLAY” (!)

İnsan yakın veya uzak geçmişi hatırlamalı, dikkatini toplamalı. Tıpkı 2 Temmuz 1993’te yaşananları hatırlaması gerektiği gibi. Neyse ki o günden “yüreklere su serpen” açıklamalar kayda geçmiş, biraz olsun ferahlıyoruz (!) Örneğin, “Oteli saran vatandaşlarımıza bir zarar gelmedi” ya da “Aziz Nesin tahrik etti, olaylar bu yüzden çıktı.” Sayılar gibi kullanılan dil de takınılan tavır da önemli. Dikkatli olmak gerek.

Neden mi bunca laf? Önümüzde bir hatırlama, hatırlatma, uyarma ve uyandırma kitabı var da ondan: Orhan Tüleylioğlu’nun araştırması Yüreklerimiz Hâlâ Yangın Yeri. Kitabın alt başlığı “Sivas 2 Temmuz 1993.”

Televizyonları açın bakın, bugünün hararetli tartışmalarında 1993’ün karanlığı masaya yatırılıyor. Olaylar sıralanıyor. Hatta bazı kanallarda iki dirhem bir çekirdek giyinip, “demokrasinin gömlek olduğuna” kendini inandıran ve 3 Temmuz 1993’te Madımak’ta öldürülenleri suçlayan kimi yüzler de boy gösteriyor. Bu da küçük bir dipnot, dikkatli izlemek gerek.

2 Temmuz üzerine pek çok şey yazılıp çizildi, her biri, bir öncekinin üstüne yeni bir şey koydu. Tüleylioğlu da bir tuğla koyuyor. Gözünü, 2 Temmuz sonrasına; açıklamalara, yorumlara, mahkeme sürecine ve TBMM’de kurulan Araştırma Komisyonu tutanaklarına dikiyor. Dikkatli okumak gerek, çünkü bugün kamuoyunun yakından tanıdığı aktörler de var satırlarda.

O dönem Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı rapora şerh koyanlar (örneğin Abdüllatif Şener), şeriatçı topluluğu “Gazanız mübarek olsun” diye hareketlendiren ve sonradan RP’den milletvekilliği ile onurlandırılan bir belediye başkanı (Temel Karamollaoğlu), aynı partinin İstanbul’da belediye başkanlığını kazanmasının ardından kurumda işe alınan ve arkasından kayıplara karışan sanıklar (örneğin İrfan Çakmak) göze çarpıyor.

4 Temmuz 1993 günü dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in sözleri de dikkatle yorumlanmalı: “Burada halk birbirine düşmemiştir (…) Münferit bir olaydır, münferit olması meselenin çözümünü kolaylaştırır (…) Bunlar yavaş yavaş durulur, kaybolur gider canım. Hangi mesele kaybolup gitmedi ki?”

“ANMA ŞÖLENİ” (!)
Böylesine bir olayda birilerini, hele ölenleri suçlu ilan etmek çok kolay. “Tahrik” ve “saygısızlık” diyerek işin içinden çıkıverirsiniz, olur biter. Ama bitmiyor, bir de sular çekilip geride kalanlar yaşamaya ve anlatmaya başlayınca defter yeniden açılıyor.

İşte o günlerde mecliste Abdüllatif Şener’in yaptığı konuşmadan kısa bir bölüm; hatırlamak için: “Kitle psikolojisi denen bir olay vardır. Kitle, Batı’da aynı şekilde, zaman zaman galeyana gelebilmektedir. Rio Festivali’nde, Münih Faşingi’nde meydana gelen olaylar hepimiz tarafından hatırlanmaktadır. Stat facialarını da hepimiz hatırlıyoruz, dünyanın dört bir bucağından. Sivas olaylarını da halk açısından, toplum açısından böylesi bir kitle psikolojisinin ürünü olarak değerlendirmek gerekir.”

Bugün, yüzünde tebessüm, bazen gözünde az biraz yaşla Madımak Oteli’nin neye dönüştürüleceğini ya da daha çok dönüştürülemeyeceğini söyleyen zevat, tam on yedi yıl sonra hâlâ ve artarak devam eden utancın sözcüsü adeta. Ama olsun varsın, utançla yaşamaya alışkın bir toplumuz, onu her gün görmeye hatırlamaya değil. Hani belki o utancı tüm boyutlarıyla yeniden yaşayıp hatırlamak için okunabilir Tüleylioğlu’nun kitabı.

Neyi hatırlayacağız peki? Örneğin 2 Temmuz 2002’de Ertuğrul Özkök’ün kaleme aldığı yazıyı ve oradaki şu cümleyi: “Sivas’ın sanayicileri, esnafı, insanlarının büyük bölümü şehirlerinin adının her yıl böyle büyük bir nefretle anılmasından huzursuzlar, çok mu haksızlar? (…) Anmayı nefret üreten bir ayin olmaktan çıkarıp sevgiyi ve kardeşliği aşılayan bir şölene dönüştürelim.”

Neleri hatırlamalıyız başka? Örneğin, sanıklardan sekiz kişinin Almanya ve Suudi Arabistan’a iltica edişini. Fazıl Say’ın, bestelediği Metin Altıok Oratoryosu’nda göstermeyi tasarladığı katliam görüntülerinin devletin bir ayıbı örtmeyi istercesine engelleyişini. Tüm aramalara rağmen bulunamayıp on iki yıl sonra Sivas’ta yakalanan sanıklar Zekeriya Tekin ve İbrahim Duran’ı. Sivas katliamına karıştığı belirlenen ve hakkında yakalama kararı çıkarılan İhsan Çakmak’ın, 2004’te İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Ulaşım A.Ş. tarafından gişe memuru olarak işe alınışını. Bir dönem Adalet Bakanlığı yapan eski RP Milletvekili Şevket Kazan’ın, katliam sanıklarının avukatlığını üstlenmesi, bakanlık görevi sırasında sanıkların cezaevi koşullarını iyileştirmesini… Hatırlama listesini uzatmak mümkün. Katliamdan sonra ve bugün kendini aklayan ya da aklamaya çalışanların listesini de. Tüleylioğlu’nun kitabında bu isimler uzun uzadıya anlatılıyor.

“NAKLEN İNSAN YAKIMI”
Hani bir dergi vardı, İslami bir terör örgütünün dergisi; adı Taraf’tı, kapağında “Taraf olmayanlar bertaraf olur” yazıyordu. Tüleylioğlu, derginin Ağustos 1993 sayısında yayımlanan bir yazıyı kitabına almış, aklı durdurur nitelikte şeyler: “(…) Sivas’ta halkın öfkesi tek bir yumruk oldu ve işgalci hainliğin simgesi Soytarı’nın beyninde patladı. Patlamanın böylesini lügatte karşılayacak en uygun kelime ‘şanlı’ ve bu yüzden biz, Sivas halkının bu haklı kıyamına ‘Şanlı Kıyam’ diyeceğiz (…) Halk vurdu mu böyle vurur (…) Artık TC’de hayat yalnız Müslümanlar için zor olmayacak, işgalci laikler için de zor olacak (…) Herkes safını doğru seçmekle mükellef. Bizden söylemesi.” Yaşananların ve sonrasında belli kişilerin oluşturmaya çalıştığı ortamı özetlemesi açısından önemli bir kanıt bu.

Tüleylioğlu’nun kitabının özgün yanlarından biri, katliam sonrası araştırma yapmak üzere TBMM’de kurulan komisyondaki tutanaklardan bölümleri aktarması. Burada da dikkati çeken bir şey var: Komisyonun bazı üyeleri, katliamın yaşandığı gün Sivas Valisi olan Ahmet Karabilgin’i sorgulama ve ardından tek suçlu ilan etme eğiliminde. Aynı şekilde Aziz Nesin de, tıpkı dinci basın gibi “tahrikçi” konumuna getirmeye çalışılıyor. Bir başka acı gerçek, yeterli güvenlik gücünün her şey bittikten sonra kente gelişi. Murtaza Demir’in komisyona verdiği bilgilerden bir bölüm: “Dünyada ilk kez naklen insan yakıldı. Devletin gözü önünde, polisin ve jandarmanın yanında (…) dünyanın gözü önünde kendi yurttaşının yakılmasını seyreden bir devlet, olmaz, devlet bunu anlatamaz.”

O dönem Sivas Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube Müdürü Mehmet Yıldız’ın komisyon tutanaklarına yansıyan sözleri, otel ateşe verildikten sonra neler yaşandığını özetliyor: “(…) Zaten yangın başlamış, düşen yanıyor (…) Artık herkes keyif ediyordu, ondan zevk alıyordu (…) İtfaiyeyi getirdik, su sıkmaya başladı ama ne yazık ki, itfaiyecilerden birisi hortumu tutarken diğeri vanayı kapatıyordu (…) Yani, kimisi sıkıyor, yangını söndürmek istiyor, fakat bazısı da gidip kapatıyordu vanayı.”

1993’te yaşananlar bugün epey tartışılır hale geldi, bu da bir şey ama yetmez. Tüleylioğlu’nun kitabı Yüreklerimiz Hâlâ Yangın Yeri, Sivas katliamı için yine bir tartışma ve hatırlama olanağı sunuyor. Bir şey daha var, bazen ölüler dirileri gömüyor, dirilerden daha canlı halde, çok daha iyi görüyor, görünüyor ve nefes alıp veriyor. Unutulmadan yaşıyor, tıpkı Madımak’ta yakılan aydınlar gibi.

O zaman gelin ufaktan kendimizi sınayalım: Tüm bu yaşananlara, temmuz sıcağındaki yakıp yıkma eylemine; o öldürüme tepki gösteriyorsanız ve bunu içiniz kaldırmıyorsa korkmayın, hâlâ insansınız…

Yüreklerimiz Hâlâ Yangın Yeri/ Orhan Tüleylioğlu/ um:ag Yayınları/ 584 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 11.11.2010
KITSCH İNSAN İÇİNDİR (*)
ALİ BULUNMAZ


“At sırtında uyursanız, at uçuruma geldiğinde duracaktır. Sanat bir otomobildir, Kitsch ise bir attır.”

“Kitsch ressam asla bir hata yapmaz, kendisi bir hatadır.”
Odd Nerdrum


Odd Nerdrum resmin ve sanat üzerine düşünmenin önemli isimlerinden. Önemi “hayata hizmet ettiğini” söylediği Kitsch (genelde “kötü kopya”, “değersiz” ve “banal” olarak çevrilir) savunuculuğundan ileri geliyor. Her ne tasvir ediliyorsa oradaki kişisel ifadeyi açığa çıkaran Kitsch, sadece ve sadece bir yerlere sızmayı ister. Nerdrum'a göre böyle.

Nerdrum'u sanatçı olarak görmeyen, hatta ona anti-sanatçı diyenlerin sayısı bir hayli fazla. Bunun nedenini Nerdrum'un şu sözünde bulabiliriz: “Benim ilgilendiğim Modernizmin 'diğeri' olarak dışladığı şeydir.” Nerdrum için “diğeri”, Modern sanatın anti-tezi diye yaftalanan ve Kitsch; entelektüel olmayan, kahverengi, içli, aşırı duygusal ve acıklı olan her şeydir. Bir bakıma Avrupa'nın arabeski...

“DERİNLİKSİZ” ÜRETİM
Her ne kadar Herman Broch, 1930'larda “Kitsch durgunluk ve ölümdür” dese de “Kitsch'te Wagner ve Tschaikovsky gibi dehalar bulunduğunu” da kabul eder. Nerdrum da manifestosunda Kitsch'in insan ve onun duyarlığıyla, tutkusu ve yaşamıyla ilgilendiğini, hatta onlara hizmet ettiğini savunur.

Baudrillard'ın “müstehcen” dediği kendini kaptırmışlık halidir Kitsch. Nerdrum, bu kendini kaptırmışlık halinin peşinden gider. Bu yüzden entelektüeller ve sanatçılar Nerdrum'da derinlik ve modernite bulamaz. Sindre Mekjan, Nerdrum'un “derinliksiz” durumunu, “onun tarif ettiği Kitsch'i bulmak için yapıta, teori ve ironiyi bir kenara bırakarak, duygusallık ve tutkuyla yaklaşılmalı” cümlesiyle özetler.

Nerdrum, “ucuz dekorasyon” biçiminde algılanan Kitsch'in aslında tenselliğin üstyapısı olduğunu belirtir. Ama Kitsch, yeni yüzyılla uyuşmayan (ve belki uyuşmak da istemeyen) herkese vurulan bir aşağılama damgası olarak da görülür. Nerdrum, söz konusu damgalama ve modern sanatın kimi sınırlamaları karşısında Kitsch'in sanattan ayrılması gereken bir karşı-güç şeklinde algılanması zorunluluğuna değinir. Çünkü Kitsch'le kendini ifade eden biri ona göre “asla sanat maskesi takmaz.”

“SANATIN DEĞERLER SİSTEMİNDEKİ ŞEYTAN”

Buraya gelip dayanmışken Nerdrum'la beraber Hansen ve Tuv, Kitsch'in çerçevesini bir başka pencereden bakarak çizer: “Kitsch geçmiş kültürlerde yaratılan şeyin en iyisini çalar. Yaratıcı insan elinden geldiği kadar eski ustalardan, kompozisyon ve renk gizlerini ve hepsinden çok deri hissinin nasıl daha iyi verileceğini keşfederek, öğrenmeye çalışır.”

Nerdrum'un hem resimleriyle hem de söylemiyle yapmaya çalıştığı kışkırtma, alay ve şoke etmenin ötesine geçmekle ilgili. O, meydan okur, doğru ama Hansen'in deyişiyle özde sanatta insanlık mücadelesini baş hedef olarak belirler. Bu, Ernst Bloch'un insalığın ışıltısını “bitpazarlarında, filmlerin mutlu sonlarında veya gençlik fantezi romanlarında buluşuyla” eşdeğerdir.

Nerdrum'un çabasının ürünü olarak denilebilir ki Kitsch, yalnızca bir kavram değil, aynı zamanda bir eylem. Nerdrum ve Kitsch'e gönül veren pek çok isim, modern sanatta kısıtlamalar ve insanın duygularının dışta bırakılışıyla bir zemin kayması yaşandığına inanır. Bir bakıma kutsallık, sanata bulaşır ve ardından hem konu etme hem de eleştirmeme bağlamında dokunulmazlıklar yaratılır. Nerdrum Kitsch'le bu kısıtlamalara karşı çıkar, kiristalize olanı kırar, en azından kırmaya çabalar.

Nerdrum, manifestosunun bam teli şeklinde adlandırılabilecek bölümde “sanatın değerler sistemindeki şeytan” diye nitelediği Kitsch'in temel özelliklerini açar okura: Etik ve estetik olmayan Kitsch, “dünyevi ve süslü”dür, üretilir; “çalışma ve zanaatın ürünüdür”, hiçbir zaman yol gösterici değildir.

Kitsch Üzerine, Nerdrum'la özdeşleşen bu kavramı enine boyuna ortaya saçmasının yanında, modern sanata saldırmadan ama nüfuz ederek başkaldırışının ve Kitsch'in yalnızca “kopya” olarak algılanma eğilimini kırmaya çalışıp onun özgün yanlarını göstermenin bayraktarlığını üstleniyor.

Kitsch Üzerine/ Odd Nerdrum/ Çeviren: A. Feyzi Korur/ Mitos Boyut Yayınları/ 104 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 11.11.2010

5 Kasım 2010 Cuma

KENDİNE ZAMANIN OLA!.. (*)
ALİ BULUNMAZ

Eğri oturalım doğru konuşalım, hayat dediğimiz şey mütememmim cüzlerle teferruatlar arasında gidip gelen bir mücadele. Yaşamda zorunlu olanlarla gereksizlerin kıyasıya savaşı sürüyor. Lüks de o mücadelenin bir yerinden giriyor hayatımıza. Zorunluluk mu yoksa gereksiz ayrıntılar bütünü mü? İnsanoğlu zaman zaman bu soru yüzünden debeleniyor.

Thierry Paquot da zihni kurcalayan lüks konusuna, belki de yukarıda bahsi geçen sorunun yol açtığı tartışmaya atlıyor balıklama. İster istemez, lüks deyince tüketim de giriyor devreye; iş çatallanıyor.

İNCELİKLE DOLU YAŞAM ŞEKLİ
Başlarken yolu açması için Paquot’nun şu sorusu ve yorumunu dillendirmeli: “Lüks bir sapma mıdır? Bir uyumsuzluk mudur? Hiç kuşku yok ki, akılsızca bir şeydir, aşırılıkla ayırıcılığı birbirine katar. “Lüks bir davranış” her koşulda bilinçli olarak ölçüt-dışına düşkünlüğe bağlanabilir. Ama bu, toplumun, yalnızca kendisini çoğunluğun dışına taşıyan şeye ulaşmanın gururuyla yaşayan küçük bir bölümü için düşünülebilir.”

Paquot, lükse salt tüketim ya da israf olarak yaklaşılmasına şüpheyle baktığını hissettiriyor. Tamam, ortada bir harcama var ama bu beraberce yapılan; başkalarıyla birlikte gerçekleşen bir eylemse ne kadar kötü olabilir? Üstelik şu da sorulabilir hemen: Lüks denen şey, arzu edilenin alınması, alınan o şeye kullanım ve değişim değerinin verilmesi biçiminde algılanamaz mı?

Paquot’nun derdi hep konuşulan lüksün kavramsal ve dolayısıyla anlamsal boyutuna inmek. Tüketim, israf, sapma, kösnüllük, gurur gibi kelimelerle açıklanmaya çalışılan lüks için Paquot’nun ayrıksı bir tanımlama çabası var: İncelikle dolu bir yaşam şekli. Konuya buradan bakmayı daha önce denemeyenler için hem sarsıcı hem de ilgi çekici bir niteleme. Lüksü, nesneler, hiç bitmeyen sahip olma dürtüsü ve ne pahasına olursa olsun hayatı yenileme isteğiyle ilişkilendirmenin karşısına bilinci koymayı öneren bir yaklaşım. Doğrusu incelemeye değer.

Aslına bakılırsa Paquot’nun da değindiği gibi sorunun önemli yanlarından biri, önce lüks ürünün yaratılması, sonra onun ayrıcalıklı sınıf tarafından benimsenmesi ardından da taklit edilip kelek hale getirilmesi. Burada lüksü “lükssüzleştirme” gibi bir sonuç doğuyor. İlk bakışta çok seçkinci ve snob bir tavır gibi görünse de buzdağının altı farklı. Kişisellik ve Paquot’nun “ince yaşam biçimi” dediği şey yitip gidiyor, yerine salt tüketimi benimseyen cemaat doluşuyor her tarafa. Alınan, kazanılan ve herkesin birbirinin gözüne soktuğu şeyler gösterge haline geliyor; göstergelerin tüketimi başlıyor.

Nihayet lükssüzleştirilen “lüks”, insanı köleleştirmeye doğru evriliyor. Sonuç mu? Paquot, André Gorz’dan aktarıyor: “Gittikçe daha fazla para harcayıp gittikçe kötüleşen bir yaşam sürülür ve her zaman daha fazla kazanmak gerektiğine inanılır.”

Burada atlanan, lükse erişebilmenin ya da Paquot’nun ifadesiyle “ince yaşam biçimi”ne ulaşabilmenin temel şartının, serbest zamana sahip olmayla ilintisi. Serbest zaman bizi “kendini tanıma”ya götürür. İnsan, serbest zaman ile kendini tanır veya keşfeder; bu da, ince zevklerinin farkına varması adına ona alan yaratır.

Bu zaman hiçbir şey yapmadan geçirilecek bir vakit dilimi değil. Yani uğraşsızlık ya da tüketim toplumunun istediklerini yerine getirerek kişinin, saatlerini tüccarların eline bırakması değil. Paquot’nun buradaki serbest zaman kavrayışı biraz da tembelliği çağrıştırıyor. Onun değindiği “hak değil, bir görev” olan; “öğrenilmesi gereken” bir tembellik. Böylesine bir lüksün anlamı, küreselleşen pazarın zamanına direniş de demek öte taraftan:

“Zaman tam da ona boş zaman olarak sahip olunduğu oranda paha biçilmez bir değerdir. İnsanın küreselleşen pazarın zamanına, kutsal verim gücünün dayattığı çalışma saatlerine karşı direnmesi, hıza yalnızca akışı yönetenler karar verdiğinde hızı değiştirmeyi reddetmesi; yavaşlık özlemli, neredeyse kalıtsal bir nitelik kazandığında onu da kabul etmemesi, buna karşılık zamanını nasıl kullanacağını, ritimlerini, canının istediği gibi kendisinin belirlemesi, işte budur lüks, hem özerk hem de başkalarına saygılı yaşama sanatı.”

Ama biraz önce söz edilen köleleşme, serbest zamanı ve keşif eylemini aksatır. Satın alma “özgürlüğü” ya da mallar arasında “tercih yapma olanağı”, kişiye kesinlikle bir serbestlik tanımaz; bu sadece bir yönlendirmedir, orada keşif veya kendini tanıma gibi bir durum bulunmaz.

GEREKLİ VE GEREKSİZ
Paquot, “arzu üretimi”nden söz açınca konu, reklamcılığa, oradan da gerekli-gereksiz tartışmasına dümen kırar. “İstedim, aldım” yerine yine böyle ifade edilen ancak bilinçaltında “yönlendirildim, aldım” öbeği yatan bir üretimdir bahsi geçen. İşte bu, gerekli-gereksiz veya ince yaşama uyan ya da uymayan ne varsa sepete atmayı kolaylaştıran davranış biçimi; Paquot’ya göre “gereksiz gerekliliğin” kapısını kırıp giren güdü.

“Gereksiz gereklilik”ten söz edince “harcama” kavramına değinmeden olmaz. Paquot, “harcama kavramı”nın, “İnsanlara yararlı olan nedir?” sorusuna yanıt aradığını söyler. Bu da bizi “gerekliliğin gereksizliği”ne götürür ki, üçgenin tüm kenarları tamamlanır: Harcama, gereksizliğin gerekliliği ve gerekliliğin gereksizliği. Paquot’nun söyleyecekleri var:

“Gerekli, yararlı olan bana hizmet veren, gündelik yaşamımı süsleyen, alışkanlıklarımla ilişkilenen, sıradanlıkla birleşen ve sıradanlığı benim için katlanılabilir kılan şeylerdir (…) Bildik şeylerdir, sevilmeye değerler, demek ki cana yakındırlar. Onlardan vazgeçebilirim ama buna üzülürüm (…) Gerekli yararlı olan şey bana hizmet eden şeyse, bugün bana hizmet etmeyen şey yarın işime yarayabilir. İşte size bir karmaşa (…) Gereksizliğin gerekliliğini ne reklamlar ne tanıtım ilanları ne de bir yakınımızın düşüncesi gösterebilir. Kanıt ancak deneyimle elde edilir ve başkasına aktarılamaz. Bu deneyime ben ‘lüks’ diyorum ve ona ‘ütopik’ değerler yüklüyorum.”

Modern dünya göz önüne alınınca lüksün marka kalıcılığı anlamına geleceğini söylemeden geçmemeli. Alain-Dominique Perin’e göre “modanın modası geçer ama marka kalır”, işte lüksün bugünün dünyasındaki yerinden biri.

Ama Paquot için ne ünlü bir marka saat ne erişilmesi bin türlü güçlüğe bağlı ev ya da mücevher lükstür. Onun lüks algılaması farklı: “İnsanın zamanını istediğince kullanmasıdır benim lüks idealim. O halde ölçüsüz olanı ölçecek bir alet ne işe yarar? ‘Dünya kadar zamanı olmak’ demek benim için zamanı hesaplamak, istediğim şeyi ritmime göre gerçekleştirmek demektir.”

Eh, o zaman dilediğince bir yürüyüş, bir öğle uykusu, sorunlara çözüm üretilen yararlı bir düşünüş, bunların hepsi zamanı avuçlarında tutma anlamına gelir ki, o da lükstür; hovardaca harcama yapılıp edinilen şeyler değil; tırnakla kazınıp sökülene lüks der Paquot.

Yani, yazara göre zamanın nasıl kullanılacağını; boş zamanın hiçbir şey yapmadan geçirilen vakit olmadığını öğrenmek ve kişinin zamanı, canı nasıl isterse öyle değerlendirirken başkasına saygılı olması; zamana paha biçilmez bir değer kazandıran yaşama sanatını bir var oluş tarzı şeklinde benimsemesi demek lüks.

Paquot’nun kitapta yaptığı tam bir sorgulama. Bugüne dek lüks kavramına yüklenen tüm anlamlar Paquot’nun elinde şüpheyle bakılır hale geliyor. Dolayısıyla Paquot, yeni bir açılıma başvuruyor: “Ben lüksü, üç değerin; zamanın, sessizliğin ve enginliğin birbirini tamamladığı, birbiriyle birleştiği, kimi zaman üst üste bindiği bir yaşama sanatı olarak görürüm.”

Yazarımız konuyu bağlarken bir soru daha sorar: Lüksten vazgeçilebilir mi? Paquot, bu sorunun yanıtlanabilmesi için herkesin lüksten ne anladığını ayrı ayrı ortaya koyması gerektiğinden yana. Ama lüksten sadece pazarın şatafatlı ortamı anlaşılıyorsa, o zaman ters bir yola sapma olasılığı artar. Bu ters yol, lüksün maddi ya da maddi olmayan mallarla özdeşleştirilmesine kadar gider. Paquot, sınırı çizer: “Kitle lüksü, bu marka lüksü, bu demokratikleştirilmiş lüks, yaşantısal lüksün yok olmasına ya da ekonomi-dışı alana gerilemesine yol açar.”

Lükse Övgü’de, Paquot’nun basit ama ulaşılması güç lüks kavrayışı ortaya çıkıyor sonunda: “Pazarın yarattığı seraplar karşısında bireyin düşünsel ve duygusal bağımsızlığına bel bağlamak.” Yoksa sepeti parlatmak veya olur olmadık her şeyi onun içine atmak değil…

Lükse Övgü/ Thierry Paquot/ Çeviren: Orçun Türkay/ Can Yayınları/ 144 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 04.11.2010

4 Kasım 2010 Perşembe

ZUCKERBERG'İN SUÇU NE? (*)
ALİ BULUNMAZ

Sosyal ağlar hayatımıza girdiğinden beri belimizi doğrultamaz olduk; bir an ayrı kaldığımızda kakalak misali ne yapacağımızı şaşırmaya başladık. Üstelik zorla bile vermeyeceğimiz bilgileri, sosyal ağ uğruna altın tepside sunmakta da herhangi bir sakınca görmedik. Peki, nedir bizi bu kadar açık seçik olmaya iten şey? Tanımadığımız insanlar evimize girmesin diye türlü taklalar atarken, sosyal ağlarda bir ordu insana “kim olursan ol, ne olursan ol gel” diyen bizlerin bu tavrının altında yatan ne? Karşı konulamaz kendimizi gösterme veya gözetleme arzusu mu? Herkesin farklı ve kendince “mantıklı” bir yanıtı vardır buna.

Konunun bir de kuruluş boyutu var ki, burada sosyal ağın öncülerinden Mark Zuckerberg devreye giriyor; nam-ı diğer Facebook. Ben Mezrich, Facebook'un kuruluş öyküsünü anlattığı Kazara Milyarder isimli kitabında, Zuckerberg'in sonradan milyonlarca kişinin hayatına girecek siteyi neden ve nasıl kurduğuna değiniyor.

Zuckerberg gibi içine kapanık bir adamın dünyayı birbirine açan kişiliğe nasıl büründüğü tüm çıplaklığıyla yer alıyor kitapta. Büyük projelerin basit fikirlerden türetildiği tezini atlamayalım, Facebook için de geçerli bu: “Harward'daki sosyal hayatı çevrimiçi hale getirme” fikrinden doğan, dünya üzerindeki milyonlarca insanın hayatını çevrimiçi eden bir proje...

Bilgisayar programı ve yazılım dahisi Zuckerberg, hayatları çevrimiçi yapmak isterken aynı zamanda kendisine yüz vermemiş birkaç kızdan intikam almayı da düşünüyor. Böylece Facebook'un temel yapısı beliriyor: “Bilgi paylaşmak, fotoğraflar bakmak içindir.” Neredeyse tamamen asosyal bir adamdan, sanal da olsa, sosyalliğin tavan yaptığı bir paylaşım ağına ulaşmak; yeme de yanında yat!

Mezrich, “ezik dahi” şeklinde nitelenen Zuckerberg'e, arkadaşlarının “girişimci filan değil, hiçbir vizyon sahibi olmayan ineğin teki” yakıştırmasında bulunduğunu da ekliyor.

Bir grup erkeğin kızları tavlamak, “kafalarını bozan” bazı kızlardan intikam almak ve üniversitede olup biteni öğrenmek amacıyla kurduğu site ve şirketin, kısa sürede palazlanıp büyüyüşüne tanık oluyoruz Mezrich'in kitabıyla. Aslında Zuckerberg'in bazı arkadaşlarının fikrini çaldığı da bir gerçek. Facebook'un kuruluşu işte bu hırsızlığa ya da Mezrich'in deyişiyle “ihanete” dayanıyor.

Facebook'un yapılanması ve önlenemez yükselişi, beraberinde hem yeni arayışları hem de sorunları getiriyor. Arayış, ağı ayakta tutacak ve yeni ihtiyaçları karşılayacak parayı elde etmek için. Sorun ise başta Zuckerberg olmak üzere, öteki kurucuların neredeyse okuldan atılma noktasına gelmesi. Ama tüm bu güçlükler bile, Facebook'un öğrenci yatakhanesinde kurulan bir site olmaktan hızla çıkıp “Yeni Ahit dönemine girmesini” engelleyemiyor. Yani site artık öğrenci bir projesinin çok ötesine geçip bir şirkete dönüşüyor. Mezrich bu şirketi ve işlevini şöyle tanımlıyor: “Facebook, paylaşım özgürlüğüyle ilgili bir projeydi. Gerçek bir dijital sosyal ağdı. Gerçek dünyayı internete dahil ediyordu.”

Buna kim itiraz edebilir? Facebook üyesi hemen herkes daha önceki sosyal hayatını ve pek çok bilinmezini, en açık biçimde bu ağa taşımadı mı? O halde Zuckerberg'in, son derece başarılı bir işe imza attığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Mezrich bu başarıyı “devrim” diye niteliyor: “Facebook aslında bir devrimdi. Dünyayı değiştiren ve başka hiçbir şeyin yapamadığı bir biçimde dijital ortama aktaran, sosyal ağlar arasında serbest bilgi alışverişini mümkün kılan bir devrimdi.”

Anlaşılan o ki, Mezrich'in sanal devrimin öncülerinden biri olarak gösterdiği, sosyal ağın kuruluş hikâyesini anlatan kitap, kendi çabasıyla (buna çeşitli ihanetleri de katalım) milyarder olmayı başaran en genç kişi Mark Zuckerberg ile hergün kullandığımız, orada ne olup bittiğini öğrenmeden veya dikizlemeden duramadığımız Facebook'un kısa tarihi...

Kazara Milyarder/ Ben Mezrich/ Çeviren: Belgin Haktanır/ Doğan Kitap/ 208 s.

(*) Sabit Fikir, 27.10.2010 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/zuckerbergin-sucu-ne]

22 Ekim 2010 Cuma

YERALTINDAN AŞK NOTLARI (*)
ALİ BULUNMAZ

2010'u “Beat Kuşağı Yılı” ilan etsek yeri. Elli seneyi deviren bu çılgın adamların patavatsız ve bir o kadar da önemli eserleri tekrar yayımlanınca Beatseverler heyecanlandı. Bir bakıma gözümüzün ve ruhumuzun pası gitti.

Dünyanın dört yanında Beat Kuşağı için etkinlikler düzenlendi, hâlâ da düzenleniyor. Evrene iki ters bir düz bakan bu kuşağın dünyaya kattığı çok şey var gerçekten. En başta zehir gibi zihinleriyle olup bitene, yani düzene çomak sokan adamlar bunlar. Kafaları dumanlı da olsa, yazar, tartışır ve elbette eleştirirken her şey billur.

İktidarını sağdan sola, soldan sağa savuranlara karşı edebiyat kılıcını çeken bir grup samuray var karşımızda. Elli yıl önce böyleydi, toprakları bol olsun, eserleriyle var olduklarından bugün de böyle.

Bazen sıfır hareketle yerlerine çakılmayı seçiyor Beat Kuşağı. Ama en azından zihinsel anlamda dur durak bilmiyorlar. Yolculuğun nefeslerini açtığı yadsınamaz. Beat'in kült romanı niteliğindeki Keruoac'ın Yolda'sı, bilmemkaç kez düzeltildikten sonra yayımlansa da, seyahatten vazgeçmiyorlar. Yolda, ne kadar uzun zaman sümen altında bırakılmışsa yine Keruoac'ın yazdığı Yeraltı Sakinleri'nin de ilginç bir tarafı var. Kafası atan yazarımız romanını üç gün üç gecede tamamlayıp fırlatıveriyor. Romanın ortaya çıkış öyküsü, tahmin edilebileceği gibi bir taşma sonrası gelen yazma histerisine benziyor.

Lafı uzatmayalım, Keruoac'ın hızla kaleme aldığı Yeraltı Sakinleri, onun yoldaki aşk durağı şeklinde ifade edilebilir. Yine alkol, uyuşturucu ve müzik ön planda ama roman da ortada. Kimsenin kimseye kızamayacağı Beat işlerinden biri kısacası.

HIMBIL EDEBİYAT ORTAMININ ÇIKINTI ÇOCUKLARI
Süratle akan bir trafikte ters yönden gözünüzün içine baka baka size doğru gelen bir araçla karşılaşsanız ne yapardınız? Başta Keruoac, Burroughs ve Ginsberg olmak üzere, Beat Kuşağı'nın temsilcileri, o aracın sürücü koltuğunda oturuyor. İyi de yapmışlar aslında, çünkü edebiyatın hımbıllaşmaya başladığı bir zamanda gıldırgıcık işler ve nokta eleştirilerle ortalığı sallamışlar.

Beat Kuşağı temsilcilerini birbirinden pek ayırmamak gerek. Ne de olsa aynı yöne giden, farklı şeyler yazan ama özde birleşen bir topluluk bu. Gelgelelim isimler de önemli. Mesela Keruoac; bu yazının konusu ya da izleği Yeraltı Sakinleri, Keruoac'ın kısa yaşamında kült romanları ve eylemleri arasına sıkışmış, tez zamanda yazılıp bitirilmiş, türünün ele avuca sığmaz örneklerinden. İnsan, yitirdiği aşkın ardından oturup, hiç durmadan üç gün boyunca bir kitap yazar mı? Huzursuz adam yazmış. Kafa ütülemek yerine kafa patlatan satırlar içindeyiz yine, kutlu olsun.

Keruoac'ın, çıkıntılık kokan Yeraltı Sakinleri'nde, hızla ve uzun uzun anlattığı aşk hikâyesi, Finn Macposippy'nin “ilişki kurmaktan hoşlanmadığını” beyan eden Mardou'ya dair heyecanı bir bakıma: “Girmek istediğim yer onun küçük yüzüydü ve girdim.”

Yeraltı Sakinleri'nde Macposippy, güzellemeyle yola koyuluyor; Mardou'yu resmederken heyecanla döktürüyor. Güzellemenin yanı sıra, Beat Kuşağı'nın tüm üyelerinin vazgeçemediği en bilindik şey çıkıyor karşımıza; varoluşçuluk. Bu kitapta da Keruoac'ın anlatımına en hâkim öğelerin başında.

Öte yandan Mardou'ya duyduğu hislerle hikâyenin başkahramanı şeklinde konumlanan Macposippy, kimi zaman kendine fazlasıyla güvenen, arada özgüvenini kaybeden; “utanç cesaretin anahtarı” diyerek harekete geçen, ardından köşesine çekilen, gelgitlerle dolu bir kişiliğe bürünüyor. Ağzını bozuyor bazen, sonra “Ben ne yaptım?” dercesine kendine dönüyor. Anlatımın hızıyla eşdeğer şekilde duyguları değişiyor.

Ama Mardou için hissettikleri onu coşturmaya yetiyor, Allen Ginsberg'in “akıl delirdi” deyişini doğrulayan bir hale geliyor: “(...) Mardou, Telegraph Hill'in kenar mahallesinde gri çarşaflı bir yatakta küçük kahverengi bir beden, gecenin tarihinde koca bir figür, evet ama pek çoklarından da biri yalnızca, Eser'in aseksüelliği, ritmik düzende tek bir devasa başmelek kitabına doluşmuş büyük sözcüklerin görüleri beynimden kükreyerek geçerken biranın midemin derinliklerine kattığı beklenmedik neşe...”

Anlatıcı Macposippy'nin kafasını kurcalayan kuşkular giriyor devreye bir zaman sonra. Örneğin Mardou'nun savsaklığı, ne kadar kuşku sayılır ve ne derece doğru bir yaklaşımdır bilinmez ama onun negro oluşu, arada sırada Macposippy'nin zihnini bulandırıyor; hem aşkını hem de Mardou'yu anlamak istiyor.

Mardou'nun delirme korkusu beliriyor zaman geçtikçe, daha doğrusu Macposippy bunu keşfediyor. Bunun başına gelmemesi adına içten içe çok güçlü bir endişe taşıyor. Belki de Mardou ile Macposippy arasındaki ilişkinin dalgalı oluşunun önemli nedenlerinden biri bu, Mardou'yu gizemli, çekici ama kendisinden kuşkulanılan birine dönüştüren de... Dolayısıyla ikisi arasındaki mesafe açılıp kapanıyor sürekli.

Kitaptaki anlatımdan, ikilinin fırtınalı bir dünya kurduğu şüphe götürmüyor: “(...) Sarhoş bir halde Mardou'yla yatmış ve tüm kâbusların en kötüsünü görmüştüm: Herkes, bütün dünya yatağımızın çevresindeydi, biz orada yatıyorduk ve her şey olup bitiyordu.”

DUR DURAKSIZ İLİŞKİ

Macposippy'nin, Mardou söz konusu olduğunda gittikçe kıskançlaştığını; hatta bunu abartıp, gördüğü rüyalarda bile son derece kıskanç bir adam kimliği kazandığını fark edebiliyoruz. Akla şu soru düşüyor: Acaba Macposippy, Mardou'ya tam anlamıyla ulaşamadığı için mi kıskançlaşıyor? Belki bu sorunun çözümü için ipucunu Mardou'nun “ilişki kurmaktan hoşlanmıyorum” şeklinde çizdiği sınırda aramalı ya da Macposippy'yi yavaş yavaş reddetmeye başlamasında.

Çılgınca bir aşk sürerken, ilişkinin neredeyse durağanlığı yok. Zaman zaman bunalsalar da hemen ritim yükseliyor, melodi caza evrilip inanılmaz geçişlere sahne oluyor ve akıcılığa ulaşıyor. Biraz tuhaf, hastalıklı bir durum bu; ilişkinin geldiği nokta böyle açıklanabilir elbette.

Zaten Macposippy durumun farkında: “Koca bir liste dolusu kötü zamanım var, ki iyi zamanları yaratanlar da bunlar; ona iyi davrandığım ve olmam gerektiği gibi olduğum zamanlar, durumu daha da hastalıklı kılıyor.”

Hastalıklı durumun artması, Macposippy'nin Mardou'yla ilgili gördüğü rüyalara inanmaya başladığı zamana denk düşüyor. Özgüven eksikliğine eklenen kıskançlık krizleri, her şeyi altüst edecek noktaya ulaşıyor.

Keruoac, Mardou ve Macposippy'nin hararetli ilişkisinin etrafına yeraltının fiyakalı tiplerini döşemiş. Her biri kendi çapında ve cemiyetinde bir bilge sayılabilir. Olaylara, başlarına gelenlere ve başkalarının yaşadıklarına ilginç teşhisler koyan; hem bar kelebeği hem de gün görmüş kişiler bunlar.

YAN YANA AMA AYRI
Tüm ayrıntılar dikkatle okunursa, ikili arasında gizliden gizliye süren; Macposippy tarafından açılan bir savaş sezilebilir. Mardou devamlı kaçan, daha doğrusu ne aradığından emin olduğundan, aradığı şeyin kendisini seven adamda bulunmadığını bilen ve kendisiyle neredeyse hiç çelişmeyen bir karakter.

Macposippy ise bir erkeğin düşebileceği her türlü yanlışa düşen bir kişilik olarak karşımızda. Buna eklenen aşırı kuşatıcı yapısı, içinden çıkılamaz bir ilişkinin kapısını aralıyor. Yaşanan şeye ilişki demek de güçleşiyor böylece; iki farklı dünya çıkıyor kavşakta önümüze: Bir kadın, bağımsızlık peşinde koşan, özgürlüğün tadını duyumsamış; bir erkek, kuşku, kıskançlık, özgüvensizlik ve patavatsızlık çemberinde sıkışıp kalmış. Fonda Beat dekoru; karanlık, ruhu açığa çıkaran melodiler, barlar, arka sokaklar, uyuşturucu, alkol ve yeraltının birbirinden özgün tipleri...

Yeraltı Sakinleri, Keruoac'ın Beat Kuşağı biçemiyle kaleme aldığı sıra dışı bir roman. İki bölümden oluşan; ilk bölümde Mardou ile Macposippy aşkını adeta güzelleme şeklinde anlatan, ikinci bölümde ise farklı yollara savrulmaya yüz tutmuş iki kişinin hikâyesine dönüşen bir kitap.

Eserde kendisiyle çelişmeyen bir Mardou var: Bir ilişki içine girmekten kaçınan; kendini frenleyen Mardou, sonunda “ben bağımsız olmak istiyorum” diyerek konuyu kesin şekilde kapatıyor. Macposippy'ye de evine dönüp romanı yazmak kalıyor. Yoksa Keruoac'a mı demeliydik?..

Yeraltı Sakinleri/ Jack Keruoac/ Çeviren: Zeynep Demirsü/ Ayrıntı Yayınları/ 152 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 21.10.2010