28 Ağustos 2009 Cuma

İNSANI “ÖZGÜRLÜĞE MAHKÛM EDEN” ADAM (*)
ALİ BULUNMAZ

Ben bugün felsefeyi bir dram gibi düşünüyorum. Bugün artık sorun, neyse o olan özlerin durgun halini seyre dalmak değil bir olaylar zincirinin kurallarını bulmak da. Bugün sorun, insandır; hem etken hem bir aktör olan insan. Çünkü o, dramını hem yazıyor hem oynuyor hem de durumunun çelişkilerini yaşıyor, kişiliğini harcayasıya ya da düğümlerini çözesiye (…) Felsefe de bir başka bakımdan, bu insanla uğraşma kaygısındadır.”

Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur.”
Jean-Paul Sartre

Bazı insanlar vardır edilgin biçimde, kendine ve hayata hiçbir şey katmadan yaşadığı dönemi yalnızca izler. Dolayısıyla geleceği görmek ve kurmak konusunda da son derece siliktir. Ama bazı insanlar vardır, yaşadığı zamanı izlemekle kalmaz; ona tanıklık eder, konuşur ve olan biteni değiştirmek ya da yönlendirmek adına çabalar. Kısacası söyleyecek bir sözü bulunan bu kişiler, çağa imzasını atar.

İşte Jean-Paul Sartre da bu isimlerin başında geliyor. Bertholet doğru söylüyor: “Sartre'ın adını anmadan yirminci yüzyıldan söz edilemez.” O halde kimdir Sartre? Neden yirminci yüzyılın bu denli önemli bir ismidir? Verdiği kavgalar nelerdir?

ÇOCUKLUKTAN KOVULAN SARTRE
1905'te dünyaya gelen Sartre, gelecekte kökten değişecek bir yüzyılın tanığı; o dönemlerin söz sahibi bir aydını ve sonrasına taşınacak düşünce ile edimlerin öznesi olacağını elbette kestiremezdi.

Daha on beş aylıkken babasını yitiren küçük adam, bu yitimi kendi içinde yaşarken; adeta kendi ölümü gibi görür. Ancak babasının ölümünün kendisini kurtardığını düşünür; Sartre, babasının hiç olmadığına inanır neredeyse, onun için eksik bir figürdür yalnızca.

Babanın yarattığı boşluğu neredeyse tamamen dolduran anneye, bu konuda büyük baba da eşlik eder. Sartre için küçüklüğünde anne her şey demektir; onun yanında gerçek hayatı yaşadığını duyumsar. Bu dönem aynı zamanda okuma alışkanlığını edindiği yıllardır.

Zamanından etkilenip, bir şeyler yapmaya çalışma isteğinin ilk nüveleri de yine çocuklukta belirir. Annesinin yanındaki fazla düzenli ve sakin hayatı Sartre'ı çoktan sıkıntıya sokmaya başlamıştır. Okuduğu romanlardaki kahramanlık düşlerinin, benliğinde alevlenmesi de bu yüzdendir. Yazmaya o yıllarda koyulan Sartre için kalem oynatmak, “kimliğini ortaya çıkarıp bütünleyen bir eyleme” dönüşür (s. 43).

1914'te patlak veren savaş, aile ortamında yaşamaya alışkın Sartre'ı yeni bir okula devam etmeye sürükler. Arkadaşlarıyla ilişkisi kısıtlıdır. Dolayısıyla kendini kapatır ve burada hiçbir şey öğrenemez. 1915'in sonlarına kadar devam eden sürecin ardından tekrar özel öğretmenlerin kapısı çalınır.

O dönem neredeyse bir tutkuya dönüşen yazma, var olma ile eş anlamlı hale gelir: “Yazmak onun var olmasını sağlar; var olmak bir yazma aracına bürünür” (s. 53). Zaman da bu bağlamda belirsizlik ve bir yapıtı tamamlamak adına didinilen ileri atılımdır.

Sartre için bir “görev” evliliği olan annesinin ikinci birlikteliği, 1917 yılını dönüm noktası kılar. La Rochelle'e taşınan aile, annesiyle Sartre'ın ilişkisinin bozulmaya başlamasıyla sarsıntı geçirir. Sartre, bu yılları hayatının en kötü dönemi olarak adlandıracaktır. Üvey baba, “anneyi ondan çalan, dünyanın tadını kaçıran bir heriftir” Sartre'ın gözünde; nefret simgesinin ta kendisidir. “Çocukluğundan kovuluşun” anlatımıdır bu yeni zaman dilimi. Kendini “öteki” gibi görmeye başlar ve dünyaya gelişinin herhangi bir anlamı bulunmadığını duyumsar. Ama dünyadaki varoluşunun önemsiz olmadığını anlatmak için tepki göstermeye kararlıdır.

DÜNYAYI YENİDEN YAPMANIN YOLLARI
Lise yıllarında “dünya bilgisi” şeklinde nitelediği felsefe sayesinde Sartre, gerçekçi ve kuramcı olur: “Olanı göstermek ve açıklamak gerekir; bir roman tez savunur” (s. 84). Felsefe onu bir yolculuğa çıkarır, özgürlük üzerine derinlikli düşünmeler içine dalar.

Lisenin felsefe sınavında başarısız olan Sartre'ın vazgeçmeye niyeti yoktur. Kötü sonucu ciddiye alır ama bunun özel ilişkilerinin bir yansıması olduğunu da düşünür. Yeniden çalışmaya koyulan Sartre'ın gözü, Sokrates ve Descartes üzerindedir. Simone de Beauvoir'la tanışması da bu uzatmalı çalışma ortamına denk düşer.

Sartre ve Beauvoir, özgeçmişleri birbirine benzeyen bu iki insan, bir kültür biriktiricisi olarak yaşamlarını keşfetmeye koyulur. Felsefe, sanat ve gezi, her ikisinin de hayatının merkezindedir. Dünyayı tanımaya çabalayan Sartre ve Beauvoir, yeni düşünceleri; Varoluşçuluğa giden yoldaki yapı taşlarını, özellikle de Husserl'in fenomenolojisini yanı başına alır. Bu arada Sartre fenomenoloji araştırmaları için kazanın kaynadığı ve Hitler'in iktidarını sağlamlaştırdığı Almanya'dadır.

Berlin'de gördükleri onu rahatsız eder: Resmi geçitler, üniformalar şiddet ve sokak ortasında yakılan kitaplar... 1934'te “dünyayı yeniden yapmak” gibi bir çıkış yolu bularak felsefesini inşa etmeye koyulur. 1938'de Bulantı'yı yayımlayan Sartre, edebiyat ve felsefe çevrelerinde iyiden iyiye tanınır. Tüm yaşamı boyunca kurcalayacak olan soru da aynı yıl şekillenir: “Özgürlük nerede başlar, kişinin ve topluluğun payları bilinçlerde nasıl kesişir?” (s. 199). İnsanın kendisine “verilen”le yetinmemesi gerektiği; seçimin insanda olduğu ve kendi kendisini kurma zorunluluğu bulunduğuna ilişkin düşünceler bu sorunun peşi sıra gelir.

1939'da yayımlanan Duvar, Sartre'ın yazarlığını pekiştirir ve edebiyat dünyasından övgü alır. Anıtlar yıkılmaya başlamıştır. Nazizmin yarattığı körlük ve şiddet ise Avrupa'ya dalga dalga yayılmaktadır. Patlak veren savaş, yıkım ve Sartre'ın askerlik görevi sırasında karşılaştıkları, baş yapıtı Varlık ve Hiçlik'in iskeletini oluşturur. Almanlara esir düştüğü sırada kitabına hız verir.

Kendi-için-varlık, Sartre'a göre, dünyada var olanın kendi tarzında etkin olması demek. Esirliği sırasında yazımını çabuklaştırdığı Varlık ve Hiçlik'in ana önermelerinden biri bu. İnsanın kendi olması ve kendini kurmasını; öte yandan da bu yolla özgür kalabilmesini betimler yukarıdaki cümle. Tutsaklık, bunun önemini Sartre'a bir kez daha gösterir.

İnsan yalnızlığa yazgılı değildir. Başkalarıyla bir arada olmak, insanı insan kılar. O, dünyanın içindedir, bu kişiyi diğer insanlarla yan yana getirir. 1943'te okuyucuya sunulan Varlık ve Hiçlik, insana kendi olması yolunda önemli bir kapı açar ve özgürlüğü, insanın “mahkûmiyeti” haline getirir.

İNSANCILLIKTAN YANA OLMAK
Herkesin, herkesin celladı olduğu bir dönemde, insancıllığı savunmak güç bir denemedir. Acımasızlık, varlıklar arasındaki makası açar. Bu, Sartre'ı hem olayları izlemeye hem de değiştirmeye yönelik çalışmaya iter; ne de olsa, ona göre “yazarın birinci görevi tanıklık etmektir” (s. 260). O da bir yazar olarak “insanın gizinin, özgürlüğünün sınırını görmesinde, işkence ve ölüme direnme kudretindeki saklılığına” vurgu yapar.

Sartre için “tam insan”, bütünüyle özgür insan anlamına gelir. Örneğin bir işçi, hem insan hem de proleter olabilir; boyun eğme ya da başkaldırmakta serbesttir; bu da “tam insan” demektir; yani seçim yapmakta hiçbir koşula dayanmayan özgür insan. Varoluşçuluğun özü budur.

Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın “önceden-tanımlanmamış” bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, “varoluş özden önce gelir” sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir; daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyle ki, “insan kendi özgürlüğüne de mahkum edilmiştir” denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır.

Sartre'ın belirleyici özelliği, insanlara seçme olanağı sunmasında yatar. Bu anlamda o, savaş sonrası Avrupa'da bir düşünce ustası kimliğine bürünür. Bunun yanı sıra yazar olarak da herkesin özgürlüğünün hesabını tutar; “özgürlüğün hep tehdit altında bulunduğu bir dünyada, onu anlama ve çağırma görevini üstlenir” (s. 302).

1945 sonrası Soğuk Savaş'ın yönlendirdiği dünyada, ABD-SSCB gerilimi yaşanırken, Fransa'da De Gaullecülerle komünistler arasındaki mücadele boy verir. SSCB'de işçilerin çalışma kamplarına tıkılışı ve ABD'de bir siyahın öldürülmesi, Sartre'ı aynı oranda rahatsız eder; bir milyon kişinin çalışma kampına gönderilişi ile bir siyahın öldürülüşü arasında herhangi bir fark bulunmaz onun için. Baskı ve şiddet, İkinci Dünya Savaşı'yla bitmemiş, bir şekilde devam etmiştir.

Papalık, 1940'ların sonlarında Sartre'ın yapıtlarını “şeytanca” diye nitelemeye başlar ve Katolik Kilisesi, kitaplarını kara listeye alır. Buna rağmen 1950'ye gelindiğinde Sartre, bir dönem düşünürü; Varlık ve Hiçlik ise özgürlüğün manifestosu olarak algılanır. Sartre, her ne kadar o yıllarda politikadan uzaklaşmaya başlamışsa da, kitapları iyi satar ve hayran kitlesi de artar.
Sartre, insanı ve özgürlüğü ele alırken, ahlak üzerine de uzun uzun düşünür. Temel kaygısı, ahlakın yok olmasının nasıl önlenebileceğine ilişkindir. Siyasal, sosyal ve ekonomik çalkantıların yeni biçimler aldığı ve yaşamın günden güne değiştiği dünyada, ahlak nasıl korunacak ve sınırları ne şekilde çizilecektir?

1951'de Albert Camus'nün Başkaldıran İnsan adlı eseri yayımlanır ve Sartre, bu yapıtla, dostunun kendisini tarih-dışına ittiğini belirtir. Söz konusu tarih içinde dostluklarını pekiştiren Direniş ve savaş yer alır; Sartre, Camus'nün komünizmle faşizmi bir araya getirdiğini iddia ederken, kendisi de Komünizm ve Barış'ı kaleme alır.

Sartre komünist olmadığını ancak komünizme ilgi duyduğunu söylerken “Stalin imparatorluğu” adını verdiği rejime eleştiriler yöneltmekten de geri kalmaz; orada doğruluk ve gereklilikten eser yoktur. İş döner dolaşır ahlaka gelir yine ve Sartre, Stalin eleştirisinin ardından ahlakla ilgili şu düşüncesini ortaya koyar: “Madem ki şu dünyada ahlak kıyamet günü olacaktır, o halde bunca sakınıma ne gerek var? Yalan, bir yönetim aracı olduğu gibi bir savaşım silahı da olabilir” (s. 394).

“ŞİMDİ UMUT”
Marksist olmaktan öte sömürgeciliğe karşı bir tutum takınır Sartre. Bu nedenle Cezayir Savaşı'nı ve Cezayir'in Fransızlaştırılmasını öfkeyle eleştirir. Cezayir halkının ayaklanışını haklı ve gerekli görür. Bu konudaki tutuk tavrından dolayı Fransız Komünist Partisi de, onun yergilerinden payını fazlasıyla alır.

Sömürgeciliğe olan karşıtlığı, SSCB'nin Macaristan'a girişiyle daha da sert bir hâl alır. Bu müdahaleyi hiçbir şekilde haklı görmez. 1956'da Fransız Komünist Partisi ile bağlarını koparması, eleştirilerini bütünleyen bir davranıştır.

Sartre, eleştirdiği komünizme karşı şunu da söylemeyi ihmal etmez: “İnsanlık tarihinin işe yarar tek yorumu tarihsel materyalizmdir ve Marksizm, kendinin bilincine varan Tarih'in ta kendisidir” (s. 441).

Sartre'a göre insanlar arası ilişkiler bir boks maçını andırır. Buradaki katıksız şiddet masumiyetten uzaktır; yönlendirilmiştir ve antrenör, boksörü istediği biçime sokar. Özgür bilinç de bu ve benzer yönlendirmelerle gönüllü köleliğe geçiş yapar.

Gönüllü kölelik kavramını işlediği günlere denk gelen Küba seyahati ve oradaki insancıllık, Sartre'ı etkiler. Sömürgeciliğe karşı direnişi ve başta Küba'ya olmak üzere, gerçekleştirdiği geziler, onun Üçüncü Dünya'da tanınmasını sağlar.

Gerçekliği anlamak için uzun bir çıraklık geçirdiğinden bahseden Sartre, ahlak ile politikanın hep at başı gitmesinden yanadır. “Ölen bir çocuğun karşısında Bulantı pek ağırlık taşımaz” deyişi, onun bu yönünü açığa vurur (s. 502).

Sartre'ın dünyasında felsefe büyük yer kaplar. Sözcükleri kullanan felsefe, düşünceleri bu yolla iletir ve Sartre için edebiyat, felsefe ile karşılaştırıldığında biraz yoksul kalır. Bu da, onun gözünde edebiyatı ikinci sıraya iter. Felsefenin soruşturmacı kimliğiyle hareket eden Sartre, Marksizme dayanan bir rejimin suç işlememesi gerektiğinden yola çıkarak sosyalist blokla tüm politik bağlarını kopardığını açıklar.

Ona göre yazar, aydın olması gereken yazar, döneminin tümünden sorumlu olmalıdır; bu sorumluluk onu, olayların içinde konumlanmaya sürükler. Aydın ve yazar tavrı Sartre'ın, SSCB'nin Çekoslovakya'yı işgal etmesi karşısında, Sovyet yönetimine tepki göstermesine ve sonunda onlardan tamamen uzaklaşmasına neden olur. Ancak Fransa'daki sol oluşumlara ve yayınlara destek vermeyi sürdürür.

Makaleler yazar, dergi ve gazetelere, yayın hayatını sürdürebilmesi için destek verir. Bu sırada gördükleri ona, sol yayıncılığın nasıl ham ve eksik olduğunu düşündürür. En sonunda Libération ajansını kurar ve bu adım, Fransa'nın önemli gazetelerinden birinin doğum sancıları olur. İlk sayısı 23 Mayıs 1973 günü çıkan gazete, Fransız solu için dünyaya açılan kapı niteliğindedir: Vasat sol gazete ve gazetecilerine, gözlem ve çözümleme adına büyük fırsatlar sunar Libération.

1970'li yılların ortalarından itibaren yorgun ve yaşlı, buna rağmen zihni hâlâ parlak bir Sartre çıkar dünyanın karşısına. Eskisi gibi üretken olmasa da Avrupa ve dünya düşün haritasında yine önemli bir merkezdir.

Gözlerinin görmemeye başladığı bu dönemde Sartre, Varlık ve Hiçlik'in devamı niteliğinde olmasını tasarladığı ve ahlakı tema haline getireceği bir çalışma yapmayı tasarlar. “Yaşamımı onunla bitireceğim” dediği çalışmanın eskizleri de bellidir: “İlk yapıtlarım bir 'Biz' ahlakıdır; yapıtın başlangıcı 'Biz' ahlakını var etmeye ve 'Biz' nedir bunu görmeye ayrılacak” (s. 600). En azından zihnindeki kurgu böyledir. Ama bunun için uzun soluklu bir çalışma gereklidir.

Sartre son günlerinde “Şimdi Umut” derken, korku ve umudu anlatmaya özen gösterir. Korkusu “başarıya ulaşılamaması; amaç için değil özel erekler için dövüşülmesidir.” Umudu ise “devrimlerin tamamen insanca; insanlar arasındaki ilişkilerin ahlaka uygun bir toplum yaratma isteğidir” (s. 609).

“Şimdi Umut” diyen Sartre, 14 Nisan 1980'de öldüğünde, pek çok kişinin kendisiyle bir şekilde özdeşleştirdiği insandır. Claude Lanzmann'a göre Sartre'ın cenazesi “68'in son büyük gösterisidir.” Arkasında yol alan kalabalık ve dünya için önemi, onun evrenselliğini de tartışmasız kılar. Bir bakıma, öteki kişilerin hepsi olmayı başarır. Pek çok şey kaybeder ama fazlasını kazanır: “Kendisini, 'ben' deme yetisini ve yaşadığı zamanı kaybederken; sevgi ve ölümsüzlük kazanır” (s. 613).

Doktorasını edebiyat alanında veren, Cenevre Üniversitesi Avrupa Enstitüsü öğretim üyesi olan ve yirminci yüzyıl Fransız entelektüelleri üzerine (Paul Valéry, Claude Lévi-Strauuss) yazdığı biyografilerle tanınan Bertholet'nin, zaman zaman aşırı şekilde özel yaşama indiği ve yer yer işin içine magazin kattığı Sartre adlı çalışma, bu yönüne karşın derli toplu bir biyografi. Kitapta anlatılan bu büyük yazar ve aydının yaşam öyküsünün belleklerde, “Sartre'ı anlamak yirminci yüzyılı anlamaktır” gibi bir iz bıraktığını söylemek yanlış olmaz.

Çelişkileri, kavgaları, kabullenişleri, mücadelesi, ilişkileri ve tanıklığıyla Sartre, yirminci yüzyılın kendisidir bir anlamda ve çağın tartışmasız en önemli isimlerinin başındadır.

Sartre/ Denis Bertholet/ Çeviren: Zühre İlkgelen/ İthaki Yayınları/ 640 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 27.08.2009

21 Ağustos 2009 Cuma

BİR DÂHİNİN YAŞAMI (*)
ALİ BULUNMAZ

Rönesans gibi bir deneyim yaşanmasaydı ne modernizm ne de teknik anlamda ilerleme hayat bulabilirdi. Ortaçağ'ın karanlık maskesini yüzünden çıkaran insanoğlu, kendisiyle Eski Yunan'dan sonra yeniden tanıştı. Bedenini keşfetti, hümanizmin coşkun sularında yüzmeye başladı.

Elbette bu işin öncüleri vardı ve Leonardo da Vinci de onlardan biriydi. Floransa ve Roma gibi önemli kültür merkezlerinin mimari yapıları üzerine incelemeler kaleme alan Bruno Nardini, Leonardo da Vinci isimli eseriyle Rönesans'ın doruk noktasını eşeliyor.

Hemen hemen bütün bilim dalları ile ilgili çalışma yapan; ışık, görüntü, kuşların uçuşu ve tıp konusunda bugün bile temel alınan görüşler ortaya koyan Leonardo'nun, kimi gizli kalmış yönlerini de okuyucuya sunan Nardini, sanatçı duyarlılığı ile yoğun gözlemciliğin bileşimini gözler önüne seriyor.

DÜNYA VATANDAŞI
Nardini kitabın hemen başında Leonardo'nun günlük, bir başka ifadeyle özel yaşamından neredeyse hiçbir ayrıntıyı dışarı sızdırmadığını söylüyor ve onu, bugünkü anlamıyla “dünya vatandaşı” şeklinde tanımlıyor.

Rönesans'ı sırtlayan pek çok sanatçının yaşamı hakkında bilgiler bulunuyorken, Leonardo büyük oranda ortaya koyduklarıyla insanların karşısına çıkar. Nardini'nin değişiyle yenilikçidir ama yeni olanın öncülüğünü yapmak adına özel anlamda kendi zamanına sırt çevirir.

Leonardo'ya “iyi kanlı” denmesi, belki de onun gelecekte yapacaklarının habercisidir. Doğduğu dönemde aile defterine önemli olayların kayıt edildiği düşünülürse, Leonardo'nun hayata gelişi de , dünya defterinde önemli bir tarihti.

Amcasından aldığı gözlem gücü ve doğa sevgisi Leonardo'yu “doğadaki şeyler üzerine felsefe yapmaya” yöneltir. Zaten yaşadığı dönemin temel özelliği de Eski Yunan düşüncesine eğiliş; bir anlamda doğayı yeniden keşfetmedir.

Leonardo o yıllarda yeni bir keşif daha yapar; “dünya” denen Floransa'ya yollanır. Bu gidiş, onun zihinsel devriminin başlangıcı olur. Çünkü Rönesans'ın taşıyıcısı olan sanatçıların neredeyse tümü Floransa'da yaşamaktadır.

Bu arada katıldığı derslerden aritmetikte harikalar yaratır, kendini tanımaya başlar. Nardini'nin aktardığına göre babası, Leonardo'nun aile mesleği noterliğe yöneleceğinden hiç kuşku duymaz. Ama gözlem ve doğa onu sanata yöneltmeye başlamıştır bile. Verocchio'nun yanında resim eğitimine başlayan Leonardo'nun, hem kendi hem de sanat tarihinin geleceği ağır ağır şekillenir. Anatomi, geometri, matematik, mekanik, hidrolik, botanik, astronomi... Tüm bunlar resmin yanına kattığı alanlardır.

Nardini, ondan şu satırları aktararak, gözlem ve doğaya ne denli önem verdiğini sezdirir: “Ressam bir doğa gözlemcisidir; taşları, bitkileri ve hayvanları ile dünya dediğimiz bir dış doğa vardır; bir de daha gizli bir doğa: İnsan doğası (...) Akıl olmadan, kendi deneyimine dayanarak ve gördüklerine göre çizen ressam, karşısına koyulmuş her şeyi taklit eden ama hiçbiri hakkında bilgisi olmayan ayna gibidir. Biz bilgiyi arıyoruz, çünkü yalnızca bilgi sayesinde nesnelere ilişkin kesinliğe ulaşabiliriz” (s. 44).

Babasını ve tüm tüm aileyi noter olmayacağına, yaptığı çizim ve desenler ile hemen her yerde gerçekleştirdiği gözlemlerle ikna eden Leonardo, artık büyük haline geleceğinin işaretlerini vermektedir. Ressamlık konusundaki kararlılığını babasına söylediği şu sözlerde bulmak mümkündür: “Benim için kaygılanmayın. Ben herkesten farklı bir ressam olmak istiyorum ve bunun için başkalarının ihmal ya da gözardı ettiği şeyleri incelemem gerekiyor. Ben, sonsuz olan nedenleri resme aktarabilmek için, sonuçları değil, nedenleri bilmek zorundayım” (s. 52).

BİLGİ PEŞİNDE “HARCANAN” ZAMAN
Leonardo'yu yenilikçiliği veya ortaya koyduğu özgün çalışmalar nedeniyle “büyücü” diye adlandıranlar da olur. Oysa o, “büyü”den çok gözlem, deney ve aklın öncülüğünde yürüyen bir adamdır. Özgün çizim ve yaratıları kısa sürede dikkat çekmesini sağlar. Tanınır; ünü, döneminin önemli isimlerine kadar yayılır.

Milano günleri aynı zamanda Leonardo'nun “uçuk” şehircilik anlayışını geliştirdiği dönemdir. Kendi zamanının ötesinde iki bin yılının şehrini yaratmaya koyulur ve bu şehri tanımlamak için kullandığı ifade “organik”tir. İnsan suretindeki organik şehir, metabolizma ya da beden ile birebir benzerlik gösterir. Nardini, Leonardo'nun şehir planını yirminci yüzyılda bile gerçekleştirebilecek mimarlar bulunmadığını ekler.

Milano'daki günleri sırasında yeni bir kimlik daha edinir: Tiyatro teknisyeni ve sahne tasarımcısı. “Cennet” adlı şiir, Leonardo'nun yeni kimliğinin ve tasarımcılığının en üst noktasını yansıtır. Nardini'ye göre onun Milano'da gerçekleştirdikleri “gençlikten olgunluğa geçişini” simgeler (s. 84). Öte taraftan bu olgunluk, edebiyatçılarla yaptığı tartışmalarda kendisini “eğitimsiz kişi” olarak tanımlamasını sağlar.

Leonardo'nun bilgi açlığı, not defterlerini her yere götürmesine neden olur ve defterler günden güne çoğalır. Belirgin bir çalışma yöntemi bulunmaz ve hemen her şey ilgi alanına girer. Bu yüzden Nardini, Leonardo'yu “bilginin peşinde 'zaman yitiren' adam” diye tanımlar.

Bilgi peşinde koşma onu, “İnsan Bedeninin Oranları” ya da “Işık ve Gölge İncelemesi” gibi çalışmaları kotarmaya götürür. Sadece bu da değil: Özel savaş giysileri, yine savaş için savunma sistemleri, silah, araç gereç... Hemen hepsi kendi çağının önünde giden yaratımlardır. Örneğin Leonardo'nun tasarladığı “dalgıç giysisi”nin ilk biçimi, ancak dört yüzyıl sonra yeniden keşfedilir (s. 114).

MONA LİSA'NIN GÜLÜMSEYİŞİ
Milano'nun ardından Floransa'ya döndüğünde bu kez yoğun matematik deneyleriyle ilgilenir. Dolayısıyla fırça ile arası açılır. Bu sırada Michelangelo ile Leonardo rekabete tutuşur, hatta Leonardo'nun varlığı bile rakibini huzursuz eder hale gelir. Nardini, Michelangelo'nun ekemezliğini “patolojik” olarak niteler (s. 131).

Hümanizmin altın çağını temsil eden Leonardo'ya karşılık, Nardini'nin yorumuna göre, Michelangelo hümanizmin krizini yansıtır. İki deha, Floransa'da kozlarını paylaşmaktadır. Leonardo'nun en büyük gizi Mona Lisa da bu dönemin ürünüdür. Söz konusu resimde hemen her insani ögenin yanı sıra, teknik bilginin dışavurumu da bulunur. Tablo ortaya çıksa da tartışma hiç bitmez. Mona Lisa'nın kimliğinden tablonun aslında tamamlanmadığına dek pek çok şey söylenir. Nardini bu tablo için noktayı kendince şöyle koyar: “Mona Lisa'nın gülümsemesi, başkalarının henüz bilmediği şeyi 'bilen' kişinin hüzünlü bilincidir” (s. 141).

Floransa ve Milano arasında mekik dokuyan ve neredeyse paylaşılamayan Leonardo'ya davetler gelir, eserler üretmesi için teklifler sunulur. Nardini, perspektif ve insan bedeni üzerine çalışmalarını sürdüren Leonardo'nun bunları kaydettiği defterleri okuyucuya hatırlatır:

“Masallar, efsaneler, kehanetler ve gündelik yaşam üstüne değerlendirmeler. Defterleri, sonsuz ilgi alanlarının özetini içeriyordu. O da bu defterlerin organik bir bütünlükten yoksun olduğunu fark ediyor ve onları ansiklopedik bir bütüne dönüştürmek için yeniden düzenlemeyi amaçlıyordu” (s. 156). Yaşlı Leonardo'nun çalışmalarının ağırlaştığı bir aşamada bu defterleri düzenleme olanağı da pek kalmamıştı.

2 Mayıs 1519'da öldüğünde ondan geriye pek çok çizim, el yazması, desen ve resim kalır. Bir de gözlerini hayata yummadan önce ağzından dökülen bir çift söz: “İşte şimdi ırmakların suyu gibi gidebileceğimi, ölüme doğru kendimi akıntıya bırakabileceğimi hissediyorum, ölümü yaşamak için, ölüm deneyimini” (s. 184).

Nardini'nin, bu büyük dâhiyi anlattığı eseri düzayak bir biyografi değil, aksine hikâye tadında yazılmış bir metin. Yapıt, Leonardo'nun yaşamı, ilişkileri ve iç dünyasına dair bilgileri aktarıyor ve Rönesans'ın bu etkin isminin karanlıkta kalan kimi yönlerini gün ışığına çıkarıyor.

Leonardo da Vinci/ Bruno Nardini/ Çeviren: Kemal Atakay/ Can Yayınları/ 200 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 20.08.2009

7 Ağustos 2009 Cuma

DURUN DİNLEYİN, İŞİTİYOR MUSUNUZ? (*)
ALİ BULUNMAZ

Dikkatli okur Hakan Ergül isminin Televizyonda Haberin Magazinelleşmesi adlı akademik çalışmayla gündeme geldiğini bilir. Ergül bu kitapta haberin (bir bakıma bilginin), magazine (bir anlamda bilgi olmayana) dümen kırışını anlatıyordu.

İlk öykü kitabını 2003'te Krizanteme Adanmış başlığıyla yayımlayan Ergül, altı yıllık bir duraklamanın ardından Sesler Nereden Geliyor?'la, aralık bıraktığı edebiyat kapısından kitapseverlere selam gönderiyor.

“UÇMAMALI İNSAN”
Okuyucuyu öyküleriyle bir yolculuğa çıkaran Ergül'ün ilk durağı Valensiya. Soruyor ve sorduruyor: “Neden yoldasın?”, “Nereye gidiyorsun?”

Yeni gelinen kent; tedirginlik, ortamı tanıma telaşı, yol ve yolculuğun sarsıcılığı. Yine sorular, sorular. Zihinde dolanıp duran cümle: “İnsan, kendi ayaklarıyla erebileceği hızdan öteye bu kadar derin bir farkla, beş on saatin ucuna asılıp kıtalar, okyanuslar geçmemeli” (s. 11).

Uçmalı mı insan uçmamalı mı? Soru, aklı kurcalamaya devam ederken, büroda tanışılan ressamla kakofonik bir sohbet koyulaşıyor. Oysa çok yakında olmayacak biriyle yapılan konuşma bu. Ölü ve suskun şehirdeki yoklardan biriyle.

Evrene ilişkin sorgulamaya dönüşüyor Valensiya; öykü ve olup, ölüp bitene dair: “İnsan uçmamalı, yoksa evrende bir şeyler zorlanıyor işte; zamanın kristal kalbi geri dönüşsüz parçalanıyor, matematik sızlıyor” (s. 25).

Hinote de bir durak. Yolculuğun duraksamalarından biri daha doğrusu. Çalışma ve yaşama telaşı içindeki bir isim. Telaşın nesnesi de elma şekerleri. Satılmayı, yenmeyi ve bir “an”lık mutluluk yaratmayı bekleyen tatlı küpü.

Elbette günlerin tekdüzeliği tınlıyor beri yandan: Her gün aynı saatte metro, iş, eve geliş; sonra ertesi güne hazırlanış Yaşam, koşturmaca ve zamanın geçişi. Hinote de, zamanın bir köşesine ilişiyor öyküyle.

GEÇEN ZAMANIN KOKUSU
Yolculuğun vazgeçilmezi otel. Arayış ve hatırlayışların mekânı biraz. Bekleyiş veya beklentinin de. Sıkıntı ve kurtulmayı isteyişin anlatımı diğer taraftan. Hani bazen öyküdekine benzer biçimde “hücreyle” eşleştirilen odalarıyla benliğe sıkıntı veren dört duvar: “Çeyrek ömrü” harcayan; dönüp arkaya baktıran (s. 42).

Bir metafor mu yoksa gerçek mi? Otel imgesi, bu şeklide zihni gıdıklıyor. Senaryo mu hayat mı? Sorular soruları doğuruyor.

“Japonya'nın en gösterişli kargalarının yaşadığı” Akuşima mahallesine uğruyoruz sonra. Çinli göçmenlerin işgal ettiği ufacık ve tek pencereli odalar. “Tanrılara yakın sayılmanın tren istasyonuyla ırak düşmemekten geçtiği” Akuşima (s. 51).

Geçmişi hatırlamanın verdiği tuhaf duygu. Bir zamanların Akuşima'sı; yalnızca “kaçaklarla delilerin oturduğu...” Kendini odalara hapsedenlerin yani. Neden buradadırlar bilinmez ama bilinen tek bir şey vardır: “[Akuşima'da] kimsenin ölmek için acelesi yok” (s. 61).

Ardından aniden bir mutfakta bulur kendini okuyucu: “Zıplayıp duran iç'lerimizin dadısı, elbezi, çatal, bardak, su, su, su... Su gibi akıp giden ev halleri. Unutuluşu ev içlerinin. Hal'in ve ev'in unutuluşu. Mutfak” (s. 68).

Mutfağı içinde taşıyan, mutfağın içinde anılar demlenen evin el değiştirişi. Kiraya da verilse, eski sahiplerin geçmişine bir başkasının yerleşmesi. Fazlalık olarak görülenlerin ve hiç akla gelmeyenlerin kıymete binmesini sağlayan da bu el değiştirme oluveriyor ister istemez.

Ama bir kokusu var kalan ve geride bırakılanların. Yazılan, söylenen, yaşanan; kısacası geçen günlerin kolay geçmeyen kokusu. Fotoğraflar gibi koku da. Atılası fakat bir türlü baştan savılamayan eşyalar gibi. Zamanı gelince, unutulmuş köşelerinden çıkıyor hepsi.

KAYBETMEK DEĞİL, YİTİRMEK!
Okur, Sesler Nereden Geliyor?'daki öykülerle başbaşayken hep bir yollanma halinde. Kimi zaman denizaşırı bir kasabada kimi zaman bir motorsiklet tepesinde.

Bir restoranın önünde duruyor motorsiklet. Ortalıkta müşteri görünmüyor. Tek tük gelenlerle açılıyor gün. Usta beklemede. Yer beğenme tasası ve yemek için sabırsızlanış kaplıyor havayı. Usta, konuşuyor: “Müşteri yirmi dakika beklesin, beğenmezse yüzüme bile bakmadan çekip gitsin istiyorum” (s. 93).

Gitmek kolaydır da, görmeyi yitirmek nasıl tarif edilir? Dünyayı yalnızca seslerle algılamak başlı başına bir zorluk. Hele bir de bunu sonradan kabullenmek gerekmişse. Bakmayan gözlerle görmek nasıl bir duygu? Yaşayan bilir ancak. “Umudun renksiz, kokusuz ölümü müdür bu?” (s. 99). Yitirmek böyle bir şey olsa gerek. Kaybetmek değil, yitirmek!

Gözlerden tüm vücuda yayılan körlük. Yitiriş. Çalan telefonun büyüyen sesi. “Ses nereden geliyor?” diye irkilmek. Kapıların, bu kez gerçek anlamda surata çarpılışı.

“Nehir” diyor anlatıcı, eşinin adını anıyor; onun için evdeki düzeni değiştiriyor. Eşyalar yeniden konumlanıyor. Aynı şekilde ilişki de. Alışmanın anlatımı bu belki de. Daha dikkatli davranıp her şeyi baştan kurgulayarak. Yeni bir dünya oluşturup, onunla var olmak. Otuz yaşında yeni bir yaşama alanı yaratmak. Alışamamanın beyinde çaldırdığı telefon da susuyor ağır ağır. Alışıyor insan. Öykü böyle diyor.

Hakan Ergül, Sesler Nereden Geliyor?'da okuyucuya sunduğu öykülerle, ziyaret edilen farklı yaşam ve mekânlardan yükselen seslere yönelmeye çağırıyor insanı.

Son bir cümle kurulacaksa bir adım daha ileri gidilerek şöyle denebilir: Sese yönelmek yeterli değil, onu işitmek gerekli...

Sesler Nereden Geliyor?/ Hakan Ergül/ Turkuvaz Kitap/ 110 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 06.08.2009