28 Ağustos 2009 Cuma

İNSANI “ÖZGÜRLÜĞE MAHKÛM EDEN” ADAM (*)
ALİ BULUNMAZ

Ben bugün felsefeyi bir dram gibi düşünüyorum. Bugün artık sorun, neyse o olan özlerin durgun halini seyre dalmak değil bir olaylar zincirinin kurallarını bulmak da. Bugün sorun, insandır; hem etken hem bir aktör olan insan. Çünkü o, dramını hem yazıyor hem oynuyor hem de durumunun çelişkilerini yaşıyor, kişiliğini harcayasıya ya da düğümlerini çözesiye (…) Felsefe de bir başka bakımdan, bu insanla uğraşma kaygısındadır.”

Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur.”
Jean-Paul Sartre

Bazı insanlar vardır edilgin biçimde, kendine ve hayata hiçbir şey katmadan yaşadığı dönemi yalnızca izler. Dolayısıyla geleceği görmek ve kurmak konusunda da son derece siliktir. Ama bazı insanlar vardır, yaşadığı zamanı izlemekle kalmaz; ona tanıklık eder, konuşur ve olan biteni değiştirmek ya da yönlendirmek adına çabalar. Kısacası söyleyecek bir sözü bulunan bu kişiler, çağa imzasını atar.

İşte Jean-Paul Sartre da bu isimlerin başında geliyor. Bertholet doğru söylüyor: “Sartre'ın adını anmadan yirminci yüzyıldan söz edilemez.” O halde kimdir Sartre? Neden yirminci yüzyılın bu denli önemli bir ismidir? Verdiği kavgalar nelerdir?

ÇOCUKLUKTAN KOVULAN SARTRE
1905'te dünyaya gelen Sartre, gelecekte kökten değişecek bir yüzyılın tanığı; o dönemlerin söz sahibi bir aydını ve sonrasına taşınacak düşünce ile edimlerin öznesi olacağını elbette kestiremezdi.

Daha on beş aylıkken babasını yitiren küçük adam, bu yitimi kendi içinde yaşarken; adeta kendi ölümü gibi görür. Ancak babasının ölümünün kendisini kurtardığını düşünür; Sartre, babasının hiç olmadığına inanır neredeyse, onun için eksik bir figürdür yalnızca.

Babanın yarattığı boşluğu neredeyse tamamen dolduran anneye, bu konuda büyük baba da eşlik eder. Sartre için küçüklüğünde anne her şey demektir; onun yanında gerçek hayatı yaşadığını duyumsar. Bu dönem aynı zamanda okuma alışkanlığını edindiği yıllardır.

Zamanından etkilenip, bir şeyler yapmaya çalışma isteğinin ilk nüveleri de yine çocuklukta belirir. Annesinin yanındaki fazla düzenli ve sakin hayatı Sartre'ı çoktan sıkıntıya sokmaya başlamıştır. Okuduğu romanlardaki kahramanlık düşlerinin, benliğinde alevlenmesi de bu yüzdendir. Yazmaya o yıllarda koyulan Sartre için kalem oynatmak, “kimliğini ortaya çıkarıp bütünleyen bir eyleme” dönüşür (s. 43).

1914'te patlak veren savaş, aile ortamında yaşamaya alışkın Sartre'ı yeni bir okula devam etmeye sürükler. Arkadaşlarıyla ilişkisi kısıtlıdır. Dolayısıyla kendini kapatır ve burada hiçbir şey öğrenemez. 1915'in sonlarına kadar devam eden sürecin ardından tekrar özel öğretmenlerin kapısı çalınır.

O dönem neredeyse bir tutkuya dönüşen yazma, var olma ile eş anlamlı hale gelir: “Yazmak onun var olmasını sağlar; var olmak bir yazma aracına bürünür” (s. 53). Zaman da bu bağlamda belirsizlik ve bir yapıtı tamamlamak adına didinilen ileri atılımdır.

Sartre için bir “görev” evliliği olan annesinin ikinci birlikteliği, 1917 yılını dönüm noktası kılar. La Rochelle'e taşınan aile, annesiyle Sartre'ın ilişkisinin bozulmaya başlamasıyla sarsıntı geçirir. Sartre, bu yılları hayatının en kötü dönemi olarak adlandıracaktır. Üvey baba, “anneyi ondan çalan, dünyanın tadını kaçıran bir heriftir” Sartre'ın gözünde; nefret simgesinin ta kendisidir. “Çocukluğundan kovuluşun” anlatımıdır bu yeni zaman dilimi. Kendini “öteki” gibi görmeye başlar ve dünyaya gelişinin herhangi bir anlamı bulunmadığını duyumsar. Ama dünyadaki varoluşunun önemsiz olmadığını anlatmak için tepki göstermeye kararlıdır.

DÜNYAYI YENİDEN YAPMANIN YOLLARI
Lise yıllarında “dünya bilgisi” şeklinde nitelediği felsefe sayesinde Sartre, gerçekçi ve kuramcı olur: “Olanı göstermek ve açıklamak gerekir; bir roman tez savunur” (s. 84). Felsefe onu bir yolculuğa çıkarır, özgürlük üzerine derinlikli düşünmeler içine dalar.

Lisenin felsefe sınavında başarısız olan Sartre'ın vazgeçmeye niyeti yoktur. Kötü sonucu ciddiye alır ama bunun özel ilişkilerinin bir yansıması olduğunu da düşünür. Yeniden çalışmaya koyulan Sartre'ın gözü, Sokrates ve Descartes üzerindedir. Simone de Beauvoir'la tanışması da bu uzatmalı çalışma ortamına denk düşer.

Sartre ve Beauvoir, özgeçmişleri birbirine benzeyen bu iki insan, bir kültür biriktiricisi olarak yaşamlarını keşfetmeye koyulur. Felsefe, sanat ve gezi, her ikisinin de hayatının merkezindedir. Dünyayı tanımaya çabalayan Sartre ve Beauvoir, yeni düşünceleri; Varoluşçuluğa giden yoldaki yapı taşlarını, özellikle de Husserl'in fenomenolojisini yanı başına alır. Bu arada Sartre fenomenoloji araştırmaları için kazanın kaynadığı ve Hitler'in iktidarını sağlamlaştırdığı Almanya'dadır.

Berlin'de gördükleri onu rahatsız eder: Resmi geçitler, üniformalar şiddet ve sokak ortasında yakılan kitaplar... 1934'te “dünyayı yeniden yapmak” gibi bir çıkış yolu bularak felsefesini inşa etmeye koyulur. 1938'de Bulantı'yı yayımlayan Sartre, edebiyat ve felsefe çevrelerinde iyiden iyiye tanınır. Tüm yaşamı boyunca kurcalayacak olan soru da aynı yıl şekillenir: “Özgürlük nerede başlar, kişinin ve topluluğun payları bilinçlerde nasıl kesişir?” (s. 199). İnsanın kendisine “verilen”le yetinmemesi gerektiği; seçimin insanda olduğu ve kendi kendisini kurma zorunluluğu bulunduğuna ilişkin düşünceler bu sorunun peşi sıra gelir.

1939'da yayımlanan Duvar, Sartre'ın yazarlığını pekiştirir ve edebiyat dünyasından övgü alır. Anıtlar yıkılmaya başlamıştır. Nazizmin yarattığı körlük ve şiddet ise Avrupa'ya dalga dalga yayılmaktadır. Patlak veren savaş, yıkım ve Sartre'ın askerlik görevi sırasında karşılaştıkları, baş yapıtı Varlık ve Hiçlik'in iskeletini oluşturur. Almanlara esir düştüğü sırada kitabına hız verir.

Kendi-için-varlık, Sartre'a göre, dünyada var olanın kendi tarzında etkin olması demek. Esirliği sırasında yazımını çabuklaştırdığı Varlık ve Hiçlik'in ana önermelerinden biri bu. İnsanın kendi olması ve kendini kurmasını; öte yandan da bu yolla özgür kalabilmesini betimler yukarıdaki cümle. Tutsaklık, bunun önemini Sartre'a bir kez daha gösterir.

İnsan yalnızlığa yazgılı değildir. Başkalarıyla bir arada olmak, insanı insan kılar. O, dünyanın içindedir, bu kişiyi diğer insanlarla yan yana getirir. 1943'te okuyucuya sunulan Varlık ve Hiçlik, insana kendi olması yolunda önemli bir kapı açar ve özgürlüğü, insanın “mahkûmiyeti” haline getirir.

İNSANCILLIKTAN YANA OLMAK
Herkesin, herkesin celladı olduğu bir dönemde, insancıllığı savunmak güç bir denemedir. Acımasızlık, varlıklar arasındaki makası açar. Bu, Sartre'ı hem olayları izlemeye hem de değiştirmeye yönelik çalışmaya iter; ne de olsa, ona göre “yazarın birinci görevi tanıklık etmektir” (s. 260). O da bir yazar olarak “insanın gizinin, özgürlüğünün sınırını görmesinde, işkence ve ölüme direnme kudretindeki saklılığına” vurgu yapar.

Sartre için “tam insan”, bütünüyle özgür insan anlamına gelir. Örneğin bir işçi, hem insan hem de proleter olabilir; boyun eğme ya da başkaldırmakta serbesttir; bu da “tam insan” demektir; yani seçim yapmakta hiçbir koşula dayanmayan özgür insan. Varoluşçuluğun özü budur.

Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın “önceden-tanımlanmamış” bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, “varoluş özden önce gelir” sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir; daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyle ki, “insan kendi özgürlüğüne de mahkum edilmiştir” denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır.

Sartre'ın belirleyici özelliği, insanlara seçme olanağı sunmasında yatar. Bu anlamda o, savaş sonrası Avrupa'da bir düşünce ustası kimliğine bürünür. Bunun yanı sıra yazar olarak da herkesin özgürlüğünün hesabını tutar; “özgürlüğün hep tehdit altında bulunduğu bir dünyada, onu anlama ve çağırma görevini üstlenir” (s. 302).

1945 sonrası Soğuk Savaş'ın yönlendirdiği dünyada, ABD-SSCB gerilimi yaşanırken, Fransa'da De Gaullecülerle komünistler arasındaki mücadele boy verir. SSCB'de işçilerin çalışma kamplarına tıkılışı ve ABD'de bir siyahın öldürülmesi, Sartre'ı aynı oranda rahatsız eder; bir milyon kişinin çalışma kampına gönderilişi ile bir siyahın öldürülüşü arasında herhangi bir fark bulunmaz onun için. Baskı ve şiddet, İkinci Dünya Savaşı'yla bitmemiş, bir şekilde devam etmiştir.

Papalık, 1940'ların sonlarında Sartre'ın yapıtlarını “şeytanca” diye nitelemeye başlar ve Katolik Kilisesi, kitaplarını kara listeye alır. Buna rağmen 1950'ye gelindiğinde Sartre, bir dönem düşünürü; Varlık ve Hiçlik ise özgürlüğün manifestosu olarak algılanır. Sartre, her ne kadar o yıllarda politikadan uzaklaşmaya başlamışsa da, kitapları iyi satar ve hayran kitlesi de artar.
Sartre, insanı ve özgürlüğü ele alırken, ahlak üzerine de uzun uzun düşünür. Temel kaygısı, ahlakın yok olmasının nasıl önlenebileceğine ilişkindir. Siyasal, sosyal ve ekonomik çalkantıların yeni biçimler aldığı ve yaşamın günden güne değiştiği dünyada, ahlak nasıl korunacak ve sınırları ne şekilde çizilecektir?

1951'de Albert Camus'nün Başkaldıran İnsan adlı eseri yayımlanır ve Sartre, bu yapıtla, dostunun kendisini tarih-dışına ittiğini belirtir. Söz konusu tarih içinde dostluklarını pekiştiren Direniş ve savaş yer alır; Sartre, Camus'nün komünizmle faşizmi bir araya getirdiğini iddia ederken, kendisi de Komünizm ve Barış'ı kaleme alır.

Sartre komünist olmadığını ancak komünizme ilgi duyduğunu söylerken “Stalin imparatorluğu” adını verdiği rejime eleştiriler yöneltmekten de geri kalmaz; orada doğruluk ve gereklilikten eser yoktur. İş döner dolaşır ahlaka gelir yine ve Sartre, Stalin eleştirisinin ardından ahlakla ilgili şu düşüncesini ortaya koyar: “Madem ki şu dünyada ahlak kıyamet günü olacaktır, o halde bunca sakınıma ne gerek var? Yalan, bir yönetim aracı olduğu gibi bir savaşım silahı da olabilir” (s. 394).

“ŞİMDİ UMUT”
Marksist olmaktan öte sömürgeciliğe karşı bir tutum takınır Sartre. Bu nedenle Cezayir Savaşı'nı ve Cezayir'in Fransızlaştırılmasını öfkeyle eleştirir. Cezayir halkının ayaklanışını haklı ve gerekli görür. Bu konudaki tutuk tavrından dolayı Fransız Komünist Partisi de, onun yergilerinden payını fazlasıyla alır.

Sömürgeciliğe olan karşıtlığı, SSCB'nin Macaristan'a girişiyle daha da sert bir hâl alır. Bu müdahaleyi hiçbir şekilde haklı görmez. 1956'da Fransız Komünist Partisi ile bağlarını koparması, eleştirilerini bütünleyen bir davranıştır.

Sartre, eleştirdiği komünizme karşı şunu da söylemeyi ihmal etmez: “İnsanlık tarihinin işe yarar tek yorumu tarihsel materyalizmdir ve Marksizm, kendinin bilincine varan Tarih'in ta kendisidir” (s. 441).

Sartre'a göre insanlar arası ilişkiler bir boks maçını andırır. Buradaki katıksız şiddet masumiyetten uzaktır; yönlendirilmiştir ve antrenör, boksörü istediği biçime sokar. Özgür bilinç de bu ve benzer yönlendirmelerle gönüllü köleliğe geçiş yapar.

Gönüllü kölelik kavramını işlediği günlere denk gelen Küba seyahati ve oradaki insancıllık, Sartre'ı etkiler. Sömürgeciliğe karşı direnişi ve başta Küba'ya olmak üzere, gerçekleştirdiği geziler, onun Üçüncü Dünya'da tanınmasını sağlar.

Gerçekliği anlamak için uzun bir çıraklık geçirdiğinden bahseden Sartre, ahlak ile politikanın hep at başı gitmesinden yanadır. “Ölen bir çocuğun karşısında Bulantı pek ağırlık taşımaz” deyişi, onun bu yönünü açığa vurur (s. 502).

Sartre'ın dünyasında felsefe büyük yer kaplar. Sözcükleri kullanan felsefe, düşünceleri bu yolla iletir ve Sartre için edebiyat, felsefe ile karşılaştırıldığında biraz yoksul kalır. Bu da, onun gözünde edebiyatı ikinci sıraya iter. Felsefenin soruşturmacı kimliğiyle hareket eden Sartre, Marksizme dayanan bir rejimin suç işlememesi gerektiğinden yola çıkarak sosyalist blokla tüm politik bağlarını kopardığını açıklar.

Ona göre yazar, aydın olması gereken yazar, döneminin tümünden sorumlu olmalıdır; bu sorumluluk onu, olayların içinde konumlanmaya sürükler. Aydın ve yazar tavrı Sartre'ın, SSCB'nin Çekoslovakya'yı işgal etmesi karşısında, Sovyet yönetimine tepki göstermesine ve sonunda onlardan tamamen uzaklaşmasına neden olur. Ancak Fransa'daki sol oluşumlara ve yayınlara destek vermeyi sürdürür.

Makaleler yazar, dergi ve gazetelere, yayın hayatını sürdürebilmesi için destek verir. Bu sırada gördükleri ona, sol yayıncılığın nasıl ham ve eksik olduğunu düşündürür. En sonunda Libération ajansını kurar ve bu adım, Fransa'nın önemli gazetelerinden birinin doğum sancıları olur. İlk sayısı 23 Mayıs 1973 günü çıkan gazete, Fransız solu için dünyaya açılan kapı niteliğindedir: Vasat sol gazete ve gazetecilerine, gözlem ve çözümleme adına büyük fırsatlar sunar Libération.

1970'li yılların ortalarından itibaren yorgun ve yaşlı, buna rağmen zihni hâlâ parlak bir Sartre çıkar dünyanın karşısına. Eskisi gibi üretken olmasa da Avrupa ve dünya düşün haritasında yine önemli bir merkezdir.

Gözlerinin görmemeye başladığı bu dönemde Sartre, Varlık ve Hiçlik'in devamı niteliğinde olmasını tasarladığı ve ahlakı tema haline getireceği bir çalışma yapmayı tasarlar. “Yaşamımı onunla bitireceğim” dediği çalışmanın eskizleri de bellidir: “İlk yapıtlarım bir 'Biz' ahlakıdır; yapıtın başlangıcı 'Biz' ahlakını var etmeye ve 'Biz' nedir bunu görmeye ayrılacak” (s. 600). En azından zihnindeki kurgu böyledir. Ama bunun için uzun soluklu bir çalışma gereklidir.

Sartre son günlerinde “Şimdi Umut” derken, korku ve umudu anlatmaya özen gösterir. Korkusu “başarıya ulaşılamaması; amaç için değil özel erekler için dövüşülmesidir.” Umudu ise “devrimlerin tamamen insanca; insanlar arasındaki ilişkilerin ahlaka uygun bir toplum yaratma isteğidir” (s. 609).

“Şimdi Umut” diyen Sartre, 14 Nisan 1980'de öldüğünde, pek çok kişinin kendisiyle bir şekilde özdeşleştirdiği insandır. Claude Lanzmann'a göre Sartre'ın cenazesi “68'in son büyük gösterisidir.” Arkasında yol alan kalabalık ve dünya için önemi, onun evrenselliğini de tartışmasız kılar. Bir bakıma, öteki kişilerin hepsi olmayı başarır. Pek çok şey kaybeder ama fazlasını kazanır: “Kendisini, 'ben' deme yetisini ve yaşadığı zamanı kaybederken; sevgi ve ölümsüzlük kazanır” (s. 613).

Doktorasını edebiyat alanında veren, Cenevre Üniversitesi Avrupa Enstitüsü öğretim üyesi olan ve yirminci yüzyıl Fransız entelektüelleri üzerine (Paul Valéry, Claude Lévi-Strauuss) yazdığı biyografilerle tanınan Bertholet'nin, zaman zaman aşırı şekilde özel yaşama indiği ve yer yer işin içine magazin kattığı Sartre adlı çalışma, bu yönüne karşın derli toplu bir biyografi. Kitapta anlatılan bu büyük yazar ve aydının yaşam öyküsünün belleklerde, “Sartre'ı anlamak yirminci yüzyılı anlamaktır” gibi bir iz bıraktığını söylemek yanlış olmaz.

Çelişkileri, kavgaları, kabullenişleri, mücadelesi, ilişkileri ve tanıklığıyla Sartre, yirminci yüzyılın kendisidir bir anlamda ve çağın tartışmasız en önemli isimlerinin başındadır.

Sartre/ Denis Bertholet/ Çeviren: Zühre İlkgelen/ İthaki Yayınları/ 640 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 27.08.2009

Hiç yorum yok: