26 Haziran 2010 Cumartesi

ANLAMAK İSTİYORSAN, DEBELEN EY OKUR! (*)
ALİ BULUNMAZ

İsmini duyunca kimilerinin“eyvah!” dediği biri Georges Perec. Edebiyat tarihinin garip adamlarından. Yazdıklarıyla, görünüşüyle ve yaşayışıyla ilginç bulunan, uzak durulabileceği gibi benzeri bir acayiplikle merak edilen bir adam.

1936-1982 yılları arasında yaşayan Perec, “e” harfi kullanmadan veya noktalama işaretine gerek duymadan yazdığı kitaplarla da biliniyor. Hep yeni biçemlerle okuyucusunu şaşırtmaktan mutluluk duyma gibi bir özelliği de var. 1965’te Şeyler’le Renaudot Ödülü’nü kazandığında çoktan Raymond Queneau ile tanışmış; onun, François le Lionnais’yle kurduğu “Oulipo” akımına kendini kaptırmıştı. Bu akımın ana amacı, yazarların nasıl isterse öyle kullanabileceği yeni biçim ve yapılar geliştirmekti.

Perec, bu akım ve amacı doğrultusunda kitaplar kaleme alırken, “başka yapıtlardan oluşan bir bütünün parçası” diye nitelediği eserlerinin hemen hepsine otobiyografik öğeleri yediriyordu. Elbette etkilendiği önemli isimler de vardı: Flaubert, Kafka, Joyce, Verne, Queneau ve Leiris.

Perec, yazarlık ya da yazma tutkusunu “çağın tüm edebiyatını adımlamak” şeklinde özetler. Bir anlamda “yürümek, sürekli yol almak” demektir bu. Perec’in bu yolda yarattığı romanlardan biri de, Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?

SAVAŞSEVERLERLE İNSANSEVERLER
Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?’nde belirgin bir karşı duruş; işgali evetlememe anlayışı var. Perec bunu yaparken insanın saflığından ve naif duygularından yola çıkıyor. Elbette burada savaş ve işgale karşıtlığın ana eksenini, romanın yazıldığı dönemde Fransa’nın aydın çevrelerinde epey tartışılan Cezayir meselesi oluşturuyor.

Cezayir’in Fransızlaştırılması sürecinden dem vurduğu anlatım, “Afrika’nın necip tepelerini kanlarıyla sulamaya gidecek askerlerin” belirlenme aşamasına geçtiğinde, hem ironik hem de gayet ciddi bir hale bürünüyor. Bu ikisi başta çelişir görünse de, Perec’in sürükleyici biçemi burada ete kemiğe bürünüyor.

Yüksek Komutanlık tarafından Cezayir’e yollanmaya çalışılan asker ile buna engel olmaya çabalayan; Perec’in deyimiyle “bir grup yiğit”in çekişmesi. Bir başka ifadeyle, savaşsevicilerle insanseverler arasındaki mücadele.

Perec’in adını bir türlü denk getiremediği (Karamanlis, Karanmo, Karafol…) askerin savaş sevmezliği, ona yardım etmek için çırpınanlara türlü yollar aratır. Bu arada Karabilmemne ağzındaki baklayı çıkarır: “Savaşı sevmiyorum, savaşmak istemiyorum, Cezayir’e gitmek istemiyorum, vurulup sevdalandığım kızın yaşadığı Paris’te kalmak istiyorum, onu güçlü kollarımla sarıp sarmalamak istiyorum.”

Karabilmemne’nin bu tavrı, onu ve pek çok askeri Cezayir’e yollamaya kararlı “yüksek” komutanlar tarafından “dangalakça” bulunur. Yapılacak şey bellidir o noktada: Karabilmemne’yi sakatlayıp bir yere kıpırdamamasını sağlamak ya da hasta etmek, dövdürmek, delirtmek…

Kafadarların, Karabilmemne’yi Cezayir’e yollamama çalışmaları sonucunda ortaya çıkacak durum için kılıf da hazırlanıyor elbet: Karabilmemne’ye dengesiz, var oluşundan bıkkınlık duyan, intihara eğilimli, umutsuz, yaşamaktan sıkılmış bir adam görüntüsü vermek ve işleri böylece kolaylaştırmak.

Ona verilecek ilacın adı bile belli olur bu arada: Azrailum Telefat! Hiç kimsenin gücünden şikâyetçi olmadığı, etkili ve bu etkisi garanti altına alınan bir karışım! Nam-ı diğer teneşir tabletleri…

FÜTURSUZ KİTAP
Ne haplar ne alkol; ne intihara eğilimli olduğunu sanan saftirik asker kılıfı ne de Arapsavarlara direnen yiğitlerin telaşı… Karabilmemne’yi resmen salak bir halde kışla bahçesinde gören, yiğit ekibin akıl hocası çavuş Henri Pollak… Her şeyin sallandığı, Polak’ın sinirinin dağları taşları aştığı sahne. (Perec’in sinematografik anlatımının başarısı da diyebiliriz buna.)

Hangi trenle, ne zaman gittiği tam da belli olmayan; sevdalanmış ama ordunun kendisine aşıladığı disiplinle, gitmek istemediği Cezayir’e yollanan (ya da kendini akıntıya kaptıran) Karabilmemne’nin ağır mizahla yüklü hikâyesi. Perec’in destansı metni, alaycı hatta dozu yüksek iğneleyici anlatımla birleşince ortaya, hem absürd hem de yolundan sapmış; benzerine ancak yine Perec’te rastlanabilen bir roman çıkarmış.

Perec’in romanı, 1960’larda Fransa’yı kasıp kavuran Cezayir Savaşı ve Fransa’nın, Cezayir’de yaptıklarına ilişkin tartışmalara yergi dolu bir bakış. Perec bunu, savaşa karşı duran; ülkesi tarafından Cezayir’e yollanmayı reddeden bir askerin gözünden anlatıyor. Anlatırken, kendine özgü dilini korumayı ve olay örgüsünü yerli yersiz besleyen kimi sapaklara da girmeyi unutmuyor.

Öbür kitaplarında yaptığı gibi okuru silkeleyen fütursuz tavrı ve kitaba dalanların zihnini gıdıklayan bir yola girmesi, Perec’in, sevenlerini hüsrana uğratmayan bir roman kotarmasını sağlamış.

Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?/ Georges Perec/ Çeviren: Cemal Yardımcı/ Metis Yayınları/ 88 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 24.06.2010

18 Haziran 2010 Cuma

GÖZETLİYORUM, O HALDE VARIM! (*)
ALİ BULUNMAZ

İnsana bugün her şey “normal” görünüyor. Şaşırmayı bırakmak, pek çok tehlikeyi de beraberinde getirdi. Şaşırmaya şaşırmaya, hayatımızı kuşatan, hatta kısıtlayıp bizi korkutan her türlü eyleme de alıştık.

Yaşamın çemberini daraltan, üzerimizde baskı kurup tepemizde Demokles’in kılıcı gibi sallanan izlenme de bu eylemlerden; alıştığımız ya da alışmak zorunda bırakıldığımız “normallerden” biri. Hal Niedzviecki, tarihsel sürecini ele aldığı bu eylemin bütününe “dikizleme kültürü” adını vermiş. Bunun, nasıl bir “kültür” haline geldiğini sorgulamak onu, hem düşündürücü hem de trajikomik sonuçlara götürmüş.

“İNSANLIĞINI YİTİRMİŞ İNSANLIK”
Rahmetli George Orwell, 1984’ü kaleme aldığı yıllarda, gözetlemenin ileride daha büyük bir baskı unsuruna dönüşeceğini not ettiğinde, herhalde bugün yaşananların yoğunluğunu kestiremezdi. Evet, gözetleme, günümüzde de baskı aracı internette paylaşım sitelerindeki gönüllü teşhircilik, Orwell’in gözlerini yaşartırdı.

Herkesin birbirinin bahçesine, evine, yatak odasına ve neredeyse tüm hayatına kamp kurduğu 21. yüzyılda, bilinmeyen pek az şey kalmasına şaşmamak gerek. Siz buna “dikizleme kültürü”, “abartılı paylaşım” ya da “sivil denetim” diyebilirsiniz pekâlâ. Ama kazın ayağı o kadar masum mu, o tartışmalı işte.

Gizli servislerin, dolandırıcıların ve kişisel düşmanların ele geçirmek için mesai harcadığı bilgileri, kendiliğinden ve eksiksiz şekilde paylaşıma sunmayı, birbiri hakkında dedikodu yapmanın kapısını aralama diye niteleyip geçiştirebilirsiniz. Ne de olsa dedikodu ruhun gıdası; Niedzviecki’nin deyişiyle bu, “bilmek ve bilinmek” biraz veya kamuya açılan hayat. Her an burnumuzu sokacağımız yeni yaşamlar arama dürtüsü.

Ünlü ya da sıradan; olabildiğince çok hayata girmeye, onları dibine kadar açığa çıkarmaya gayret ediyoruz. Bunu yaparken elbette çelişki içindeyiz, Niedzviecki bunu çok güzel özetlemiş: “Bir taraftan yüksek güvenlikli evlerimizde, kilitli kapıların ardında saklanıyor, kendimizi dünyadan cep telefonumuzun ya da MP3 çalarımızın kulaklığını takarak soyutluyoruz. Bir taraftan da bütün sırlarımızı blogumuzda ve sosyal paylaşım ağlarında anlatıyor, fotoğraf ve video yüklüyor; televizyon programlarında ve aklımıza gelebilecek buna benzer yerlerde içimizi döküyoruz.”

Dikkat çekmek istiyoruz; teşhir etmek ve edilmek de. Çoğunlukla ipin ucu kaçıyor, garip ve aslında bir o kadar da “doğal” bir sonuca ulaşıyoruz: Sanal ile gerçek birbirine karışıyor. “Gerçeğe” dönüşen sanallık içinde kendini tatmin etmeye uğraşan milyonlarca insan var ve kim ne derse desin, hepimiz onlardan biriyiz.

Bu “insanlığını yitirmiş insanlık” sorununun en revaçtaki “çözümü” de “dikizleme kültürü” Niedzviecki’ye göre: “Dikizleme kültürü”, kişinin kendini birey gibi hissetmesi, küçük sanal tatminlerle dünyayı kucaklaması ve ona egemen olduğunu sanmasını sağlıyor.

Gelip dayandığımız noktada Niedzviecki’nin yardımıyla şöyle demek de olası: “Hepimizin hayatı izlenmeye değer, hepimizin hayatı para eder (!)” İnsanın kendini metalaştırmasının bir türü değil mi bu?

Kişinin, hem oyuncuya hem de bir nesneye dönüştüğü bu yapı, belalarına rağmen inanılmaz bir çekiciliğe sahip ve kafa karıştırıp korku yaratsa da, vazgeçilemeyen esir alıcı özelliğiyle ortalığı kırıp geçiriyor.

Ne kadar kendiniz olacağınız veya kendinizle ilgili ne kadar şey paylaşacağınız size kalmış ama sıradan olun, yeter. Dikizlenmeye açık olun, gizli bahçenize girilmesine izin verin, oradaki çimenleri bir güzel ezdirin; işte o zaman sanal dünyanın aranan ismi haline gelirsiniz. Bu da, hem sizin hem de karşı tarafın tatmini için en önemli adımdır.

Dikizlemenin adeta histeri benzeri bir krize dönüştüğünü kabul etmek zorundayız. İtinayla yaratılan dikizcilerin dünyasında hayatlara dâhil olmak, tatmin yanında kârlı bir iş artık. Filmler, gösteriler ve televizyon programlarının büyük bir kısmı bu tema etrafında dolanıyor. Niedzviecki’nin örnekleri de hep bunlar üzerine. Atsineğine dönüşen kamera eşliğinde, insanın en gizli noktalarının keşfi: “Dikizleme kültürü” için bulunmaz bir fırsat.

Yalanın, kendi gerçeğini oluşturduğu dünyada, sırrın ortaya çıktığını hissedenlerden beklenen bir tek şey var: Hayatların yeniden yorumlanması. Sanallıkla kurgunun bir zaferiydi bu. Üstelik Niedzviecki’ye göre “hayatın kendisinden de heyecan verici” bir şeydi. Ama en önemlisi, “uydurma hikâyeler, hayatın kendisine benzedikçe daha da dikkat çekiyordu.”

ANTİSOSYAL “SOSYALLİK”
Andy Warhol, “15 dakika” demişti ama bugün insanlar, ortalıkta görünmek için sadece bir dakikaya bile razı. Fark edilme tutkusu hatta takıntısı, milyonluk şehirlerde ve milyarlık ekranlarda tavan yapmış durumda. Hiçbir eylem önemli değil, yeter ki dikizleyip dikizlenebilelim.

Eğlenceye dönüşen intihar, seks, cinayet ve sınır tanımayan her eylem, “dikizleme kültürü” ile “abartılı paylaşımın” birkaç durağından biri sadece. Niedzviecki’nin de dediği gibi “sırlar, değerli metalar”dır ve bir dakikalık ün için bile yeterlidir.

Dikizlemenin bağımlılık yarattığı da bir gerçek. Yazara göre “bir kez başladığında duramazsınız, çünkü size (ya da başkalarına) özel anları ‘kamuya duyurulur’ formuna soktuğunuzu bir noktadan sonra unutuyorsunuz.” Bu kültürün yapıtaşlarından biri de güvenlik adı altında maskelenen bir dürtü. Niedzviecki’nin satırlarına göre, günümüzdeki dikizleme dürtüsü sayesinde “insanları gözaltında tutma arzusu, ‘Dikizleme Çağı’nda altın devrini yaşıyor; gözaltında tutmak dikizlemeyi mümkün kılıyor ve dikizlemek, gözaltında tutmayı hoş görmemizi sağlıyor.” Ama güvenliği sağlayalım derken paranoyaklaşmak da olası. Aradaki o ince çizgi hemen aşılabiliyor. Aşmaya da hazırız zaten.

Ayrıntıları öğrenmeye ve her seferinde bir yenisine ulaşmaya çabalamanın doğal sonucu paranoyadan başka bir şey değil. Bunun ötesinde “dikizleme kültürü”nün bir parçası olan gözaltında tutma saplantısı, “bilmemiz gerekenden fazlasını gösteriyor” ve hep daha ileri gitmemize neden oluyor.

Toplumda tedirginlik yaratan ne varsa, hemen hepsinin (cinayet, kargaşa vb.) eğlence veya “topluma hizmet” amacıyla öyküleştirilmesi, gerçeği en dibine kadar göstermenin hiçbir sakıncası olmadığını kanıtladı. “Dikizleme Çağı” bir bakıma önümüzü açtı. Sözü yine Niedzviecki’ye verelim:

“Dikizleme Çağı’na girdiğimizden bu yana Büyük Birader’den de korkmuyoruz artık. Hatta tersine, Büyük Birader gözlerini üzerimize çevirsin diye çıldırıyoruz. Dahası, bizzat Büyük Birader olmak istiyoruz. Onun sonsuz, her şeyi gören ve en önemlisi medyayı elinde tutan gözlerine sahip olabilmek için yapamayacağımız şey yok. İnsanların sızlanmasını, devirdiği çamları, talihsiz açıklamalarını en önce biz duymalıyız. Ayrıca izlemekle kalmamalı, izlenmeliyiz de.”

“Dikizleme kültürü”nün mottosu da ortaya çıkıyor böylece: “Kimse bizi görmez, hiçbir makine bizi kaydetmez, kimse bizi sergilemezse yok oluruz.” Görünerek ve görerek; ortaya saçılarak ve saçarak, varlık alanımızı genişletiyor, daha da önemlisi yok olma korkumuzu dindiriyoruz.

Böyle olunca, güvenlik ve mahremiyet adına hemen her şey geriye itiliveriyor. Niedzviecki’nin anlattıklarından yola çıkarak şu söylenebilir: Mahremiyet hiçbir şeydir, paylaşmak ve fark edilmek her şey!..

“Dikizleme kültürü” ile “abartılı paylaşım”, bize antisosyal bir “sosyallik” sunuyor. Bu durumdan memnunuz. Hayatın artık orada aktığını varsayarak, tüm gücümüzü o ortama harcamaya gönüllü oluyoruz. Sanallık ile gerçeklik arasındaki bu eksen kaymasının arzulu bir neferiyiz artık.

Bu bağlamda sosyal medya, ulaşamayacağınız pek çok insanla sizi ilişkiye sokuyor, kimi tartışmaların içine çekiyor ama Niedzviecki’nin birkaç uyarısı var: Sosyal medya, “dikizleme kültürü” ve “abartılı paylaşım”, anlamlı ilişkiler kurmaya ayrılacak zamanı çalıyor, yüz yüze gelmenin önünü kolaylıkla tıkayabiliyor. İnsanlarla, monitör aracılığıyla ne kadar duygusal bağ kurulabilir?

Kısacası, sosyal medya, “dikizleme kültürü” ve “abartılı paylaşım” insanların arasına mesafe koyarak hayatımızdaki boşlukları “dolduruyor.” Ama bu, ne ölçüde sosyallik orası belirsiz. Dijital dünyada bir hayalet olarak var olmayı kabullenmek, sosyalliğin önüne koca bir duvar örüyor.

İnanılmaz bir “bilgi” denizi kıyısında duruyoruz ama gerçekten biliyor muyuz? Yoksa sadece bildiğimizi mi sanıyoruz? Boşluklarımızı “dikizleme kültürü”, “abartılı paylaşım” ve sosyal medya ile dolduruyoruz doldurmasına da, dolu muyuz aslında? Niedzviecki’nin Dikizleme Günlüğü, anlattığı onca olay ve verdiği birçok örnek sayesinde, bu türden yalın ama ağırlığı tartışmasız sorular uyandırıyor zihinde.

Dikizleme Günlüğü/ Hal Niedzviecki/ Çeviren: Gökçe Gündüç/ Ayrıntı Yayınları/ 304 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 17.06.2010

15 Haziran 2010 Salı

“SIRADAN” İNSANLAR, SIRA DIŞI YAŞAMLAR (*)

ALİ BULUNMAZ

Tarih yazımına Marksist pencereden bakan Eric Hobsbawm’ın tarihçiliğini anlatmaya gerek yok. Çünkü o, yazdıklarıyla, konuşma ve eleştirileriyle ne yapmaya çabaladığını, nerede durduğunu zaten belli ediyor.

Ürettiklerinin hâlâ okunuyor (ve aynı zamanda okutuluyor) olması, onun ağırlığını gösteriyor. Dolayısıyla 1950-1980 arası yazdığı makalelerden derlenen Sıra Dışı İnsanlar da aynı ağırlığa sahip. Kitabın alt başlığı “Direniş, İsyan ve Caz”; bu başlık bizi “sıradan” insanların sıra dışı yaşamlarıyla buluşturuyor.

“KÜÇÜK İNSANLAR”

Kitaptaki yazılar, Hobsbawm’ın yakın geçmişte kaleme aldığı 26 makaleden bir seçki. Ana tema, emek ve toplumsal hareketler. Makalelere başlık olan kimi “küçük insanlar”, son derece büyük. Önsözde Hobsbawm onlar için şu cümleyi kuruyor: “Bu kitapta adlarını, aileleri ve komşuları dışında kimsenin bilmediği, modern devletlerde doğumları, evlilikleri ve ölümleri kayda geçirilmiş insanlar anlatılıyor (…) Bazıları küçük ya da yerel sahnelerde rol aldı: Sokakta, köyde, kilisede, bir sendika şubesinde (…) Onlar, insan soyunun çoğunluğudur.”

O çoğunluktan biri, “özgürlüğün yolunu kesen şeyin ayrıcalıklar olduğuna” inanan ve bunun değişmesi için mücadele eden Thomas Paine. Yoksulluğu, çözülmesi gereken bir sorun biçiminde görenlerin gizli önderi Paine’den bahsediyor Hobsbawm; onun cesaretini kutluyor öte taraftan.

Aynı cesaretin bir başka örneği ise makine kırıcılarda (ludistlerde) görülüyor. Hobsbawm, “bir sendikalaşma yöntemi” dediği bu eylemi de kitabına almış. Söz konusu eylemin makine düşmanlığı değil, “örgütlenme ve dayanışma” anlamı taşıdığını da not ediyor. “Bırakınız yapsınlar”ı kırıp geçmek demek aynı zamanda bu.

On dokuzuncu yüzyılda siyasetçi ve felsefeci olarak anılan ayakkabıcıların politikaya ağırlığını koymaya başlaması, Hobsbawm’ın dikkatinden kaçmaz. Verdiği ayrıntılı bilgiler bizi, ayakkabıcıların diğer zanaatkârlara oranla daha aydın olduğu gerçeğine ulaştırır. Üstüne üstlük, bir “ayakkabıcı kültürünün” varlığı da aynı satırlarla iyice belirginleşir.

Hobsbawm’ın ele aldığı konular ve kişiler Britanya merkezli. İşçi sınıfı, emekçi kesimi ve onları oluşturan “sıradan” insanları meydana getiren bireylerin neredeyse tamamı Britanyalı. Buradan hareketle Hobsbawm’ın kendi topraklarından çıkıp, dünyayı dönüştüren hareketleri yaratan isimsiz kahramanlar aracılığıyla insanlığa seslendiği söylenebilir.

İşçi sınıfı bilincinin doğuşunun anlatıldığı satırlar, gelecek için adımların atılmaya başlandığı ve “başka bir dünya mümkün” deyişiyle süren mücadelenin filizlerini de gösteriyor. Burada anılan isim de kasketiyle ünlenen maden işçisi Herbert Smith. Barnsley Belediye Başkanlığı döneminde bile kasketini çıkartmaması, onun mücadeleyi ne denli içselleştirdiğini gözler önüne serer.

Hobsbawm, onu şöyle anlatır: “Milyonlarca kasketli insan arasında o, kesinlikle bir istisnaydı; ancak yalnızca, büyük bir ormandaki heybetli bir ağaç gibi. Onun imgesinde kendisini tanıyan daha az önemli, daha az siyasi, daha az etkin sayısız başkaları vardı ve bizim de onları ayrıca tanımamız gerekir.”

TARİHİN ÇOK BİLİNMEYEN İSİMLERİ

Hobsbawm’ın işçi sınıfı ve onun oluşumuna geniş yer ayırmasının önemli bir nedeni, belki de gerçekte tarihi onların yazdığına, gelecekte de yazacağına dair inancı veya öngörüsüydü. Hak aramanın, isyanın ve mücadelenin, baskın olduğu bir tarihin yanında durması, Britanya’daki işçi sınıfını uzun uzadıya irdeleyişini tetikliyor.

Burada kadınlara da ayrı bir parantez açıyor. Erkekler tarafından önder seçilen özgürleşmiş kadına ve bunun nasıl resimleştiğine değiniyor. Bahsedilen resimleştirmenin, sosyalist etkiyle eşzamanlı olduğunu belirtiyor. Soldaki imgeleştirmenin ayrıntılarını ifade ederken, kadının buradaki konumunun son derece önemli olduğunu da vurguluyor. Bedenin kullanımından çok, kadının özgür birey kimliğiyle ikonografilerde yer buluşunun üzerinde duruyor.

Ancak burada, Hobsbawm’ın da altını çizdiği bir şeye değinmek zorundayız: O, devrim ve sosyalist hareketlerdeki kimi erkek egemen eğilimlere yönelik eleştirilerini de esirgemiyor. Erkek işçi, erkek emekçi imgelerinin sıklıkla kullanılmasına karşı tavrını koyuyor.

Hobsbawm’ın kitaba kattığı bir başka isim, mitomanisiyle (yalancılık hastalığıyla) tanınan Harold Laski. Onun neden önemli olduğuna gelince: Hobsbawm’a göre Laski, Hitler’e karşı birleşmenin reddedilmesine ve 1940-45 arasında değişim olanağının görülmemesine ses çıkaran bir kişi. Yani solda bir şeyler yapmak için çırpınan ama sesini yeterince duyuramayan bir çığlık; “solun megafonu.”

Hobsbawm’ın, solun megafonlarının çoğaltılması adına ele aldığı bir başka kesim ve bu kesimin isimsiz kahramanları köylüler ile onların gerçekleştirdiği toprak işgalleri. Peru’da And Dağları çevresinde örgütlenen köylüler, ne yapabileceklerini sınadıkları eylemleriyle tarihe geçti; bu eylem başarısız olsa da önemli bir hareketlenme yarattı. İşte Hobsbawm onları da ele alarak geleceğe ve sonraki kuşaklara, bu eylemin dünya tarihinde nerede durduğunu gösteriyor.

Mario Puzo’nun Baba’sındaki Don Corleone karakteri tüm dünyada tanınsa da, Slvatore Giuliano’nun o kadar büyük bir hayran kitlesinin bulunduğu söylenemez. Hobsbawm’ın aktardığına göre, Giuliano’yu Giuliano yapan şey, onun “halkın haydutu” olması. Puzo’nun Corleone’sinden önce (1922-1950) yaşayan Giuliano, Sicilyalılar arasında, yoksulların yanında yer alması ve onlara yardım etmesi nedeniyle “Tanrı” olarak görülmüş. Ama diğer kimliği, eli kanlı bir katil; 430 kişiyi öldüren bir Robin Hood!

KÜLTÜR KAZISI

Hobsbawm’ın kitabının sonunda yer alan makalelerin neredeyse tamamı caza ayrılmış. Burada cazı rayına oturtan önemli isimlerle karşılaşıyoruz. Sidney Bechet, Duke Ellington, Count Basie… Hobsbawm, cazın kimliğine ilişkin bazı bilgiler aktararak yola koyuluyor:

“Caz, tüm diğer şeylerin yanı sıra, diaspora müziğidir. Tarihi, Eski Güney’in verdiği büyük göçün parçasıdır ve caz, psikolojik nedenlerin yanı sıra, ekonomik nedenlerden ötürü de, vakitlerinin çoğunu yollarda geçiren başıboş insanlarca yapılır. İnsanlar, ellerinde üflemeli çalgılarıyla cazı önceden bilinmediği yerlere somut olarak taşımasalardı, bu denli erken bir sürede ulusal Amerikan müziğine kesinlikle dönüşmezdi.”

Sonra yeniden isimler: Ticariliğe ve ırkçılığa karşı gelen müziğin etkin kahramanı Sidney Bechet; cazın bir sanat dalı olarak keşfinde en büyük rolü oynayan Count Basie; gizemli, konser bestecisi, kendini “Tanrı tarafından üstün yeteneklerle donatılmış” gören “işlenmemiş doğal yetenek” Duke Ellington…

Amerika’da doğup kök salan caz, Avrupa’ya (daha doğru deyişle Britanya’ya) nasıl adım attı? Hobsbawm burada şöyle bir belirleme yapıyor: “Caz, entelektüeller için müzik olarak değil, dans etmek ve özellikle Britanya orta ve üst sınıfların dönüştürülmüş, devrimcileştirilmiş toplumsal dansı ile hemen hemen eşzamanlı olarak Britanya işçi sınıfı dansı için bir müzik biçimi olarak gelişti ve zafer kazandı.”

Hobsbawm’ın incelemesi orada noktalanmıyor; cazın Britanya özelinde Avrupa’ya adım atışını anlatmasının ardından, 1960’lardan sonraki gelişim çizgisine yoğunlaşıyor. Burada hem Hobsbawm’ın hem de okurun karşısına çıkan şey, 60’ların müzik ortamının cazın gelişimini bir ölçüde geriye çektiği. Çünkü 50’lerin ortalarından başlayarak rock müziğinin atılım yapması, cazcıların büyük çoğunluğunun bu türe göz kırpmasına neden oluyor.

Hobsbawm’ın Sıra Dışı İnsanlar’da yapmaya çalıştığı bir bakıma kültür kazısı. Kitaptaki son makale bunu kanıtlar nitelikte. Yenidünyanın, Eskidünya’ya nüfuz etme sürecini kültürel açıdan ele aldığı bu yazıda Hobsbawm, Amerika’nın Avrupa’ya popüler kültürü ağır ağır nasıl yerleştirdiğini; popüler kültürün “evrensel kültür” haline nasıl geldiğini tartışıyor:

“Aslında, Yenidünya ile Eskidünya arasında gerçek bir ‘kültür çatışması’ varsa buradadır; ana gücü ve dinamizmi popüler nitelikte bir Yenidünya ile Yenidünya üzerindeki etkisi ezici bir yoğunlukla seçkinler ve yönetenler aracılığıyla yaratılmış Eskidünya arasında.”

Sıra Dışı İnsanlar’da, her ne kadar Hobsbawm’ın çeşitli yer ve zamanlarda yayımlanmış makaleleri bir araya getirilmişse de ortak olan, tarihin kimilerince pek önemsenmeyen ya da yeterince ele alınmayan kişi ve olaylarına değinilmesi. Hobsbawm, bunu yaparken başka olaylarla bağlantı kuruyor ve yer yer ayrıntılı bilgilerle kazıyı derinleştiriyor.

Sıra Dışı İnsanlar/ Eric Hobsbawm/ Çeviren: Işıtan Gündüz/ Yordam Kitap/ 352 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 10.06.2010

5 Haziran 2010 Cumartesi

“SAĞLIKLI” İNSANLARA “ANORMAL” KİTAP (*)
ALİ BULUNMAZ

Bazı kitaplar okuyanın bazıları da onu yazanın başına dert açabilir. Kimileri böyle kitaplar yüzünden bazen mahkemelerde bazen de toplum önünde hesap verdi. Bu da yetmedi, yıllar boyu boyunlarındaki yaftayla dolaştı.

Gore Vidal’in de buna benzer bir öyküsü var. Kent ve Tuz, Vidal’i yargılamak, onun getirdiği yeniliği alaşağı etmek isteyenler için “fırsat” yarattı. Peki, Vidal bu kitapla ne gibi bir özgünlüğün kapısını araladı? Kent ve Tuz’un temel özelliği, Amerikan edebiyatındaki ilk eşcinsel aşk romanı olması. Eşcinselliği “hastalık” diye nitelendiren son derece “sağlıklı” ve “normal” insanların bulunduğu dünyamızda, bu bile Vidal’e karşı ateşler yakmaya yetmişti.

Kent ve Tuz ile eşcinselliği, eşcinsel aşkı romana sokan Vidal, “sağlıklı” Amerikalılar tarafından cezalandırıldı. Öyle ki, bu kitabı izleyen romanlarının satışı son derece komik rakamlarda kalınca, roman yayımlamayı bıraktı. Canını sıkarak insanları kışkırtmayı bir biçem olarak seçen Vidal’in bu küskünlüğü 1964’teki Empire’ı yazana kadar sürdü.

Vidal’i Vidal yapan en önemli şey, hiçbir pisliğin üzerini örtmemesi. Bu huyunu, onun vatanseverliğiyle de eşleştirebilirsiniz doğru bildiğini söyleme kaygısıyla da. Hani el yakan bir adam desek, Vidal’i yanlış tanımlamış olmayız. Komünizmin “en azılı düşman” sayıldığı 1960’larda Liberal Parti’den senatör adayı olup, meydanlarda Çin’i destekleyen ve Pentagon’un gelirlerinin düşürülmesini savunan açıklamalar yapması buna güzel bir örnek.

Politikada da edebiyatta da dilinin ayarı kaçık bir adam olarak nam salan Vidal, pek çok şeyin yeniden yorumlanmasını da sağlar. Buna tarihi romanlarında rastlayabiliyoruz. Kısacası Vidal, zihinleri ters yüz etmekle ünlü. Kent ve Tuz da, böyle bakıldığında Vidal’in o eşsiz çabasının ağır bir ürünü.

KOVALAMACA
Vidal, romanın tekdüze ve tamamen ahlaki aldatmacalarla dolu Amerikan yaşantısına bomba gibi düşeceğini hesaplamıştı herhalde. Kahramanlar Jim Willard ve Bob Ford da bu anlamda ustaca kurguladığı iki karakter.

Willard, zengin değilse bile, klasik orta sınıf Amerikan ailesinin üyesi bir genç biçiminde çıkıyor karşımıza. Bob Ford ise babasının Willard’la görüşmesine sıcak bakmadığı, okulda kızların ilgi gösterdiği “Büyük Âşık” lakaplı bir genç.

İkilinin lisedeki arkadaşlıkları, aniden başka türlü bir şeye dönüşünce, tuhaf mutluluğun yerini sorgulamalar ve küçük tedirginlikler alır: “Doğru değil”, “olmaması gereken şey…” Çünkü olanlar; Bob ve Jim’in “başına gelenler”, “normallerin” dünyasında yaşananlardan farklıdır. İkisi de çemberin dışına çıkıp, o güne kadar yabancı oldukları bir yola girer.

Yol demişken, Bob’un açık denizlere doğru başlayan yolculuğunu not edelim. Önce Bob, arkasından da, onu bulma umuduyla yollara düşen Jim. Her ikisinin de açık denizin kollarına düştüğü satırlarda Vidal, romanı aşktan arayışa doğru kaydırır.

Jim’in Bob’u arama yolculuğu, ona yeni bir dünya ve insanların da kapısını açar. Bu, başka şehirlerde yaşanacak bir dolu macera demektir. Ancak sözü geçen macera, Jim’in uzun zamandır “peşini bırakmayan” bir “sorununu” yine su yüzüne çıkarır: Kızlarla arasında soğuk bir duvar vardır; bu duvar, gezip dolaştığı pek çok limanda sürekli karşısına dikilir. Vidal, okuru merakta bırakmaz o anda: “Olması gereken şey olmak üzereyken, Bob’un görüntüsü kızla arasına girmiş, yapacakları şeyi müstehcen ve imkânsız kılmıştı. Ne yapmalıydı? İstese de silip atamayacaktı Bob’un hayaletini. Ama bu insanlık tarihi kadar eski ve gerekli ikili oyuna katılmadan, erkeklerle kadınların dünyasında ayakta durmanın zor olacağının da farkındaydı. Katılabilecek miydi bu oyuna? ‘Evet’ dedi, ama başka koşullarda.”

Vidal’in, Jim’in ruh haline ilişkin de birkaç sözü var: “Nehir kıyısındaki o güneşli günde, Bob’un güneş ışığında boğulmuş görüntüsü dışında tarihsizdi. Belleğinde, babası uzak bir lekeydi; annesi de; ikisi de kül rengi, gölgeler içindeydi. En karanlık ve belirsiz olan da denizdi.”

Jim’in kafasında yeniden bir yolculuk şekillenir. Gemiden sonra çalışmaya başladığı tenis kulübünü dolduran aktör ve aktrislerin mekânı olan Hollywood, Jim’in rüyalarındadır artık. Roland Shaw da bu rüyanın kilidini açacağını düşündüğü bir anahtardır onun için; Bob aklındayken kendini Shaw’a isteksizce bırakır.

Hollywood’un kapısı, Jim için yeniden başka bir evrene açılmak demektir. Vidal, bunu şöyle sezdirir: “Kapının ardında başka bir dünya vardı, ahalisi kostümlü figüranlar, idareciler, teknisyenler ve işçiler olan bir dünya. Aynı anda yirmi film birden çekiliyordu. Başka hiçbir şeyin önemi yoktu.”

Jim, hayatındaki tüm harekete, sürüklenişe ve edindiği pek çok deneyime rağmen sık aralıklarla Bob’u düşünür. Acaba o da, kendisi gibi bir hayat mı sürüyordur? Hedefsiz, içinden geldiği gibi yaşamaktan memnun, ertesi günün yeni bir gün olacağını düşünen ve bu halinden hoşnut olan Jim’in kafasını kurcalayan bir sorudur bu.

AKILDIŞININ ZAFERİNE KARŞI
Aşkın nasıl bir duygu olabileceğine ilişkin sorgulama da aynı günlerde Jim’in aklına düşer. Bir bakıma Bob’un kendisidir aşk; Vidal bunu, şu şekilde aktarır: “Jim aşk denen şeyin ne olduğunu bildiğinden pek emin değildi. Bob için hissettikleri gibi bir şey olmalıydı, sanki Bob’un yanında olmayışı o duygunun bir biçimde tertemiz kalmasını sağlıyormuş gibi yaşı arttıkça daha da güçlenen bir duygunun. Bir de dile getirilemeyen bir şey olmak gibi bir erdemi vardı aşkın, tamamen kendisine ait bir sırdı.”

Aşk sorgulaması, yolculuklar, Bob’u arayış ve bu sırada herkesi içine çeken savaş… Jim’in orduya katılma kararı tam anlamıyla yeni bir hayat demektir. Ordudaki ilk günleri zor geçer. Çünkü eşcinselliği, sivil yaşamdaki gibi bazen ona güç anlar yaşatır. “Normal” askerler arasında “anormal” biri olmak, nereden bakılırsa bakılsın, katlanması hayli emek isteyen bir şeydir.

Jim’in isteği Bob’u bulmak. Zaten Vidal, romanın çeşitli bölümlerinde bunu sık sık vurguluyor. “Bob’u bulup, o gün nehir kıyısında başlayan şeyi tamamlayacak” gibi cümleler gözümüze takılıyor. Hayatının çeşitli zamanlarında Shaw ya da Sullivan ona eşlik etse de Jim’in aklında hep Bob var, bir de nehir kıyısında başladıkları işi sonlandırmak.

Jim, annesinden Bob ve hamile eşinin şehre geldiğini haber veren mektubu alınca biraz sarsılır, çünkü yıllardır görmeyi arzuladığı Bob nehir kıyısındakinden farklıdır. Jim kendini değişime inandırmamak için aklından türlü şeyler geçirir. Eve dönüp annesiyle yüzleştikten sonra ona gerçeği söylemek ister. Lafın dönüp dolaşıp “doğal sürece” dayanması Jim’e bunu düşündürür. Özgürlüğün cesaret gerektirdiği fikri Jim’in zihninde çalkalanır öbür taraftan. Peki, ya Bob; nasıl olmuştu da evlenmişti? Jim, her şeye karşın umutludur, Bob’la ilişkisinin süreceğine kendini inandırır.

Uzun zaman sonra Bob’la karşılaşınca gerilimi de artar. Belleğinde onun görünüşünü unuttuğunu da fark eder. Denizcilik üzerine konuşmalar, Jim’in zihninde parıldayan geçmişe geri dönüşler ve evliliğe dair lakırdılar, Jim ile Bob’un karşılaşmalarının ilk dakikalarını doldurur. Nehir kıyısı ve kulübe Jim’in he aklındadır; bunlar onu tetikte tutar.

Ancak yumruk gibi; hatta ondan daha sert biçimde verilen tepki Jim’de derin bir iz bırakır. Fakat Jim, zorla da olsa, arkadaşlıklarının bozulacağını bile bile istediğini elde eder. Ne nehir kalır ne de kulübe; Jim’in içki içtiği bar dahi kapatmak üzeredir, denize karışacak bir nehir gibi yola koyulur.

Vidal romanda, bir bakıma “doğru” ve “yanlışı”; “doğru” ve “yanlış” kabul edileni açığa vururken, bunlara dönük derin şüphelerle okuyucuyu baş başa bırakıyor. Her ne kadar bazıları için rahatsız edici bir konuya yoğunlaşsa da anlatımının edebi rengi hiç yorucu ve bunaltıcı değil. Pek çok insanın hayatındaki olağanlığı, son derece zor bir şekilde, yani yalınlıkla ifade ediyor.

Vidal, Kent ve Tuz’la ilginç ve o güne kadar denenmemiş bir yola saparken, yaptığı çok daha önemli bir şey var: Zamanında bu kitap yüzünden eleştirildiğinde, kendi üslubuyla verdiği yanıt dikkate değer. Romanına yönelik eleştirilere eklenen ve Vidal’in eşcinsel olduğunu imleyen ifadeler için o, “Amerika’nın insanları sınıflayan tuhaf yapısının harekete geçtiğini” söyler. Kişileri “eşcinsel” ve “heteroseksüel” biçiminde ikiye bölen bu yapı Vidal’e göre “akıldışının zaferi”dir.

Kent ve Tuz, bu galibiyete çomak sokan ve her şeyi; ya da hiç olmazsa olan bitenin önemli bir bölümünü ortaya serdiğinden, zamanında bu kadar sıkıntı yaratmış olamaz mı? “Sağlıklı” insanların, “normal” hayatlarına bir parça “anormallik” serpiştiren Vidal, romanıyla kişileri rahatsız etme amacına ulaşmış görünüyor.

Kent ve Tuz/ Gore Vidal/ Çeviren: Fatih Özgüven/ Helikopter Yayınları/ 212 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 03.06.2010