1 Temmuz 2008 Salı

HURAFE DEĞİL GERÇEK…
ALİ BULUNMAZ

Tarih aynen tekrar etmez ama benzer olaylar, farklı aktörlerle ve değişik zamanlarda, başka yüzlerle kendini gösterebilir. Bugün tarihimizi ve onu oluşturan olay ile aktörleri ne kadar biliyoruz? Bir tarih bilinci yaratmak veya o bilinci diriltmek için, bilginin öneminin farkında mıyız? Hurafeler ve bilgi yanlışlarıyla; kanı ve kanaatlerle gerçekleri çarpıtmak, tarihi ve yaşananları yozlaştırmaktan öte ne işe yarıyor?

Günümüzde kimilerinin ağzına bile almaktan özenle çekindiği ulus-ulus olma bilinci, tarih bilincine sahip olmakla at başı gitmiyor mu? O halde şunu sormalıyız: Çanakkale Savaşı, tarih kavrayışımızın neresinde yer alıyor? Bir de akıllara şu takılıyor: Çanakkale Savaşı dendiğinde, tarihin alabildiğine çarpıtıldığı 21. yüzyıl Türkiyesinde zihinlerde ne beliriyor, Çanakkale ile ilgili neler söyleniyor? Bu noktada Turgut Özakman’ın belirlemeleri bize yol gösteriyor:

“Çanakkale hakkındaki ciddi, dürüst, saygıdeğer araştırmaların dışında üç tür yaklaşım var: Bunlardan birincisi M.Kemal’i yok sayan, ikincisi M.Kemal’in rolünü küçülten, üçüncüsü Çanakkale’yi mucizeler, kerametler sergisi halinde anlatan yaklaşım” (s. 8).

Tüm bu yaklaşımlar, saptırma ve anlam kaydırmalarını içinde barındırıyor. Peki, Çanakkale’nin anlamını nerede aramalı? Özakman, bunu şöyle ifade ediyor:

“Çanakkale’nin tarihin uğursuz akışını durdurarak, geciktirerek Milli Mücadele’ye zaman ve millete özgüven kazandırdığı; Kuva-yı Milliye ruhunu hazırladığı doğrudur. Ama bu uğursuz akışı geri çeviren Milli Mücadele’dir (s. 14) […] Milli Mücadele, yalnız bir Kurtuluş Savaşı değil, Çanakkale’nin de görkemli bir rövanşıdır” (s. 15). Milli Mücadele’nin ilk sayfaları sayılan Çanakkale Savaşı öncesi manzara nasıldı?

Kuşatılmış “Hasta Adam”
Çanakkale Savaşı öncesi müttefiksiz kalan Osmanlı İmparatorluğu’na, bünyesindeki eski devletçikler kafa tutar hale gelmişti. Bunun yanı sıra Balkan Savaşları, Osmanlı’yı yıpratmış; ordunun eğitimsizliğini, bilimsel gelişmelerin izlenememesinden doğan geri kalmışlığı ve ekonominin Avrupa’ya bağımlılığı ile yönetimin yozlaşmışlığını gözler önüne sermişti.
Toplumda, aydınlar ve özellikle kadınlar arasında örgütlenme; eşitlik ile özgürlük arayışı hızlanmış, bu doğrultuda dernekler kurulmaya başlamıştı. Devlet yönetiminin yozlaşması ve art arda kaybedilen topraklar, bu sürece ivme kazandırmıştı. Aynı dönemde İttihat ve Terakki, yönetimde ağırlığını hissettirmekte, orduda güçlenmekteydi. Asker bilinçlendiriliyor ve yeniden eğitiliyordu. Her alanda kimlik arayışı ve öze dönüş hareketi gözleniyordu.

M.Kemal, bu sıralarda adını duyurmaya başlamış, Enver Paşa Genelkurmay Başkanı olmuş ve orduların başına Liman von Sanders’i geçirmişti. Enver Paşa bir bakıma orduyu Almanlara açmış ve “devletin gizliliğini ihlal etmişti” (s. 35). Genelkurmay şube müdürü subaylar, Almanların emrine girmiş; o dönem Kurmay Binbaşı olan İsmet İnönü ve Kazım Karabekir de, bu durumu içine sindirememişti.

1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı’yla Osmanlı, Rusya’ya karşı koruma talep eder. Almanlar bu çağrıya olumlu yanıt verir ve Türk ordusunu kendi amaçları adına kullanmaya yönelir. Osmanlı, bu bağlamda gizli bir anlaşma imzaladığı Almanya’ya kendini teslim eder. Harekât şube müdürü Ali İhsan Sabis’in günlüğüne düştüğü ve bugün de ders alınması gereken şu satırlar, durumu özetler niteliktedir: “Türkiye’nin en gizli planlarını bir Alman general hazırlıyor. Hiçbirimizin ilgisi ve bilgisi yok. Bu, orduyu ve geleceğimizi bütünüyle Almanlara teslim etmektir” (s. 43). Enver Paşa ise o sıralarda, Alman İmparatoru II.Wilhelm’in kendisini duygulandıran savaş bildirisini okumaktadır:

“Alman milleti Tanrı’nın seçkin milletidir. Alman milletinin imparatoru olmam haysiyeti ile Tanrı’nın ruhu benim üzerime inmiştir. Ben Tanrı’nın kılıcı ve savunucusuyum. Bana itaat etmeyenin vay haline. Bana inanmayanların vay haline” (s. 43).

Osmanlı’nın İngiltere’ye ısmarladığı gemilerin verilmemesi üzerine, Göben ve Breslau (Yavuz ve Midilli) adlı gemilerin alınmasıyla Almanlar, Osmanlı siyasetinde etkinleşmiştir. Doğal olarak Almanlar, kara ordusu yanında donanmada da hâkimiyet kurmuş ve büyükelçi eliyle, her karar Alman hükümetine onaylatılmaya başlamıştır. Bu, “Osmanlı’nın kukla devletçiğe dönüşmesi” demektir (s. 46).

Yunan Başbakanı Venizelos da, İngiliz Donanma Bakanı Churchill’e “Çanakkale Boğazı’nı zorla açma” önerisini getirir (s. 47). Almanların da, yakın geçmişte “bir koyup üç alma” teklifine benzer bir önerisi vardır: “Savaşa girin ve meyvelerini toplayın” (s. 48).

Osmanlı bu dönemde kapitülasyonları kaldırır ve sömürgeciler ile Almanlar bu karara tepki gösterir. Almanlar, Osmanlı’yı savaşa sokma hazırlığı içindedir ve sıcak para akışına “iki milyon altın” gibi bir meblağla hız verir (s. 53). Bunun bedeli, tatbikat maskelemesiyle donanmanın Karadeniz’e çıkarılması ve gizli emir doğrultusunda Rus donanmasına saldırılmasıdır.

Ölüm Oyunu
Rus donanması ve limanlarına saldırıyla, Birinci Dünya Savaşı Osmanlı için de başlamış olur. Ruslar da amaçlarını açıklayarak, Osmanlı’nın nasıl bir ölüm oyunu oynadığını kanıtlar. Söz konusu amaçlar Boğazlar ile İstanbul’un ele geçirilmesidir. Rusya beri yandan, silahlandırdığı Osmanlı Ermenilerini isyana çağırırken; İngiltere, Fransa, Belçika, Sırbistan ve Karadağ Osmanlı’ya savaş ilan eder. İngiltere bununla kalmaz, Osmanlı’yı parçalamak için Arabistan’daki ayrılıkçı hareketleri kışkırtır.

Savaş tüm şiddetiyle sürer, M.Kemal “bu savaştan sağ çıkılmaz” derken (s. 76); Enver Paşa’nın “biz kendi kendimize adam olmayız, Anadolu’ya Alman göçmenler getirelim (…) onlar halkımıza örnek olur, böylece az zamanda kalkınırız” sözleri Kazım Karabekir’de büyük bir sarsıntıya yol açıyordu (s. 77).

Çanakkale Savaşı adım adım yaklaşırken, İsmet İnönü ile arasında geçen konuşmada M.Kemal’in şu sözü, hem Çanakkale hem de sonrası için büyük önem taşıyordu: “Batı önünde aşağılık duygusu ve teslimiyetçilik iliklerimize işlemiş. Bir büyük devletin kulu olmadan yaşayamayacağımızı sanacak hale gelmişiz. Bu anlayışı sürdürmek, buna katlanmak, razı olmak için onursuz, gurursuz, zavallı, gafil, satılık, düpedüz hain olmak gerek” (s. 106). Bu sözlerin söylendiği günlerde Sarıkamış faciası yaşanmış; Anadolu, Doğu ve Batı’dan büyük bir kuşatma ile karşı karşıya kalmış, İngilizler ve Fransızlar savaş sonrasında kendilerine düşecek toprakların paylaşımına kafa yormaktaydı.

Çanakkale Savaşı arifesinde, M.Kemal’in yukarıda geçen sözlerini tamamlayan açıklama, Yüzbaşı Hilmi Şanlıtop’tan geliyordu: “Bu savaş çok önemli. Buradaki yenilgi, başka yenilgilere benzemez, devletimiz yıkılır. Savaş çok sert geçecek. Düşman güçlü. Ama biz de çok kararlıyız. Çünkü vatanımızı savunacağız” (s. 113).

Diriliş: Direniş…
Sarıkamış ve Süveyş Kanalı yenilgileri, Çanakkale’deki tarihi savaşlar öncesinde ve savaşın başladığı günlerde kuşkular doğurmuştur. Ancak M.Kemal’in subaylarına yaptığı konuşma, bu kuşku ve umutsuzluğu kırıcı özellikler barındırmaktadır: “Uzun zamandır bizi ‘hasta adam’ diye niteliyorlar (…) Balkan Savaşı ağır hasta olduğumuzu kanıtlamıştır. Savaştan koma halinde çıktık (…) Ama bakınız, kısa zamanda toparlandık, kendimize geldik. Yeni bir savaşa bile hazırız. Bunun anlamı ne? Milletimizin tarihine bakınca şunu görüyoruz: Birçok engele, soruna, felakete rağmen, hiç bitmeyen tükenmeyen, kendiliğinden çoğalan bir yaşama kabiliyetimiz var. Devlet yenilse bile millet yenilmiyor” (s. 129). Öyle ki bu yenilmezlik hali, kadınların örgütlenişinde de kendini gösterir. Kimisi yazılarıyla kimisi açılan hemşirelik kurslarına katılışıyla vatan savunmasına destek verir.

18 Mart 1915’te Çanakkale Deniz Savaş başladığında Ziya Gökalp’in sadrazama söyledikleri, bu topyekûn vatan savunmasının boyutu ve anlamını özetlemektedir: “İngiliz askeri iyidir ama vatan savunması nedir bilmez. Bunların subayları da erleri de emperyalist siyasetin emrinde ve vatandan uzakta sömürü ve çıkar için dövüşmüş insanlardır (…) Biz şimdi Çanakkale’de vatanımızı savunuyoruz. Vatanını savunan askerin gücü silahın gücünü aşar. İngiliz, vatanını savunan Türk’ü ne anlayabilir ne de yenebilir” (s. 166).

Çanakkale Deniz Zaferi bir anlamda “yenilmez armada”nın yenilişi ve “Çanakkale geçilmez” sözünün de esin kaynağıdır. Turgut Özakman’ı dinleyelim: “Bu zafer yüzlerce yıllık ezikliğe, emperyalizmi yenilmez sanmaya son veriyordu. Balkan yenilgisinin, Sarıkamış felaketinin, Süveyş fiyaskosunun cesaret kırıcı etkilerini silecekti (…) Avrupa önünde emireri gibi durma alışkanlığını yenmişlerdi” (s. 180). Bu zaferin ardından, kara savaşları için Çanakkale’ye gönderilmek üzere çeşitli ülkelerden birlikler, Mısır’da konuşlandırılmaya başlamıştır. İngilizler de bu arada, propaganda yöntemini sonuna dek kullanmaktadır: “Türkler uygarlıktan uzak, öldürülmeyi hak eden, Hıristiyanlığın düşmanı, Avrupa’dan kovulması gereken ilkel bir millet” (s. 191).

Yaklaşan Çanakkale kara savaşlarının bir vatan savunması olacağı ve bir dirilişi simgeleyeceği, Gelibolu Jandarma Komutanı Kadri Bey’in teğmenlere yaptığı şu konuşmada da karşımıza çıkar: “Biz kendimizi Osmanlı milletinden bilirdik, böyle bir millet var sanırdık. Türk olduğumuzu bilmezdik. Dilimizin adı Osmanlıca idi, aslının Türkçe olduğunu bilmez, anlamazdık. Ölü bir millettik. Gençliğimizde vatan ne, vatanseverlik nedir, bunları da bilmezdik” (s. 220).

10 bin askerin kaybedildiği sırada bile, Almanlara sonsuz güven duyan Enver Paşa’ya hitaben kaleme aldığı mektubunda M.Kemal, Liman von Sanders’in yanlış tutumu ve stratejisine dikkat çekmektedir: “Vatanımızın savunmasında kalp ve vicdanları bizim kadar çarpmayacağına şüphe olmayan, başta Liman von Sanders olmak üzere Almanların düşüncelerinin üstünlüğüne güvenmemenizi kesin olarak rica ederim” (s. 352).

Sıcak savaşın sürdüğü cephe dışında, Anadolu ve İstanbul’da da kadınların bağnazlıkla, özgürlükleri adına ve örtülerinden kurtulma için verdikleri bir soğuk savaş hüküm sürüyordu.
Çanakkale Savaşı’nın siper siper anlatımı olan Diriliş’in merkezinde yer alan temel izleklerden biri de, alabildiğine sertliğe ve savaşın acımasızlığına karşın varolan insancıllık düşüncesidir. Bunun göstergelerinden olan, esir alınan İngiliz askerlerine yardım eden Türk askerlerinin bu davranışı sonrası, bir subayın dilinden dökülen şu sözcüklerdir:

“(…) Savaşçıyı hayduttan ayıran, onu kahraman yapan işte şu yorgun askerin gösterdiği insanca tavır. İnsan olmadan kahraman olunmaz” (s. 463).

Anafartalar, Conkbayırı, Arıburnu, Seddülbahir’deki çarpışmalar tarihin akışını değiştirmiştir. Buralarda tarih yeniden yazılırken, halkın zihninde “yenilmez” denen düşmanlara ilişkin yeni sorular uyanıyordu: “Yenebildiğimize göre niye yöneticiler bugüne dek dik durmamış, yürekli ve akıllı davranmamış, milletin ve devletin onurunu ve hakkını korumamış, her dediklerine boyun eğmişti? Yöneticiler neden millete değil de bunlara hizmet ediyor, onların adamı gibi davranıyordu?” (s. 537). İşte bu dirilişi aynı zamanda direniş kılan en önemli sorular bunlardı.

Önsöz ve “Sonsöz”
Bugünlerde “hangi Atatürk?” tartışmalarının başlatıldığı düşünülürse, Çanakkale zaferinin M.Kemal’i, dünya ve Türkiye’de tarih sahnesine çıkardığı unutulmamalı. Millete ve orduya özgüven kazandıran, Milli Mücadele’nin fitilini ateşleyen bu zafer, Kuva-yı Milliye ruhunun ortaya çıkışını da sağladı.

Çanakkale zaferi, askeri öngörü ve özverinin ürünü olarak, direnme ve vatan savunması bilincini doğurdu. Dolayısıyla bu da savaş alanında, siperlerde ve savaşın etkilediği Anadolu ile İstanbul’da, ulus olma bilincinin uyanışını tetikledi. Bir başka deyişle halkın ulus olma yolunda o güne kadar attığı ilk ve en önemli işaret fişeği Çanakkale Savaşı’ydı.

Turgut Özakman, Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan alıntıladığı “Çanakkale yeni Türkiye’nin önsözüdür” ifadesiyle, bir halkın diriliş ve direncini öne çıkarıyor. Bugün Türkiye için “sonsözü” söylemeye hevesli olanlar ve onların peşinden gidenler, Türkiye’nin Çanakkale önsözünü, Diriliş’ten okuyup gerekli dersleri çıkarır mı?

Bilgi olan-olmayan, tarih olan-hurafe arasındaki ayrımın enikonu belirsizleştiği günümüzde, Turgut Özakman’ın çabası ve çalışmaları, gerçeğe yönelişimiz açısından bir soluk alışa işaret ediyor. Daha da önemlisi gerçeği kavramamızı sağlayacak bir emek ürünü biçiminde, geçmişten dersler vererek geleceğimizi aydınlatıyor. Bir anlamda Çılgın Türklerin, diriliş ve direnişini destansı bir dille gün ışığıyla buluşturuyor…


Diriliş-Çanakkale 1915 / Turgut Özakman / Bilgi Yayınevi / 686 s.