27 Mayıs 2008 Salı

KÜLTÜRÜN ENDÜSTRİLEŞMESİ (*)
ALİ BULUNMAZ

“Hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi (…)Her düşünce, daha önce kültür endüstrisinin merkezlerinde biçimlendirilmiş olarak geliyor bize. Böyle bir ön biçimlendirmenin izini taşımayan şeylerse, inandırıcılıktan yoksun bulunuyor.” (1)


“Kültür Endüstrisi” adlı makale, 1944’te Theodor Ludwing Wiesengrund Adorno (Theodor W. Adorno) tarafından kaleme alınmış; 1947’de Max Horkheimer ile birlikte oluşturdukları Aydınlanmanın Diyalektiği başlıklı kitapla geniş kitlelere ulaşmıştır.

Bugün Kültür Endüstrisi-Kültür Yönetimi başlığıyla yeniden okuyucuyla buluşan ve sunuşunu J.M. Bernstein’ın yaptığı eser, güncelliğini korumakta mıdır? Daha da önemlisi, kültür endüstrisi açılımı günümüzde geçerli midir?

Kültür Endüstrisi
Adorno’nun “kültür endüstrisi” kavramlaştırmasını anlamak için, öncelikle zeminde yer alan “araçsal akıl” belirlemesi çözümlenmelidir. Modern batı dünyasında aklın araçsallaşması, kişinin aklıyla doğa üzerinde hâkimiyet kurması, onu dönüştürmesi biçiminde açıklanabilir. Kapitalist üretim şeklinin (: kar ve tüketim amaçlı üretimin) yaygınlaşması, bireye de bu gözlükle bakılmasını sağlamış ve yararlılık ilkesi, bireyin değerlendirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu da bir kölelik şeklidir, ancak söz konusu kölelik dolaylı bir niteliğe sahiptir. İşte tam bu nokta, kültür endüstrisi ve ürünlerinin gündeme gelişini imler.

Kültür endüstrisi tüketici olan, tüketmek için üreten, tüketmek adına yaşayan ve kısıtlı serbest zamana sahip “bireyleri”, ürünleriyle bütünleştiren ve mekanik-karmaşık hayatı çekilir kılan bir “alan” sunar. Bir diğer deyişle adı geçen endüstri ve ürünleri, tüketicileri birörnekleştiren ve tek boyutluluğu hızlandıran bir yapıdadır. Buradaki temel amaç ise, estetikten yoksun (seri olarak üretilen kötü kopya-kitch) ürünler aracılığıyla tatmin sağlamaktır.

Bir sektöre dönüşen “kültür” ve ürünleri, belirli çizelge ve müşteri kimliğine uygun şekilde piyasaya sürülür. Bunun dışındakiler, “yabancı” veya “işlevsiz” (getirisi olmayan) biçiminde nitelenir. Böylelikle kültür endüstrisi, birörnekleştirme harekâtı başlatır ve kitle toplumunun yaratılmasına kapı aralanır. Kitle toplumu denen şey, nesne (salt tüketici) durumundaki ve davranışları önceden belirlenmiş “bireylerden” oluşur, Adorno bunu şöyle resmeder:

“Herkes kendiliğinden önceden birtakım göstergelere göre belirlenmiş düzeyine uygun davranmalı ve belli başlı tüketici tipleri için üretilmiş kitlesel üretim kategorilerinden kendine denk düşene yönelmelidir. Tüketiciler, araştırma kuruluşları tarafından çizilen ve propaganda amacıyla kullanılanlardan ayırt edilemeyen haritalarda kırmızı, yeşil ve mavi alanlarla değişik gelir gruplarına göre ayrılarak birer istatistik malzemesine dönüşür” (s. 51).

Bir başka deyişle tüketici, her an endüstrinin ürettiklerine bağımlı olan / olması beklenen sahte (pseudo) özneler biçiminde konumlanır. Tüketici de tüketecekleri de (ve bunun zamanı da) zaten bellidir:

“Kültür endüstrisinin ürünleri, insanlar perişan halde olsalar bile canlı bir biçimde tüketilecektir. Bu ürünlerin her biri, ister iş saatlerinde ister onun benzeri dinlence saatlerinde herkesi ayakta tutan dev ekonomi çarkının bir modelidir” (s. 56).

“Taklit olanı, mutlak olanın yerine koyan” (s. 61) kültür endüstrisi, daha da ileri giderek, taklidin çoğaltılması ve pazarlanmasını üstlenir. Endüstriyi oluşturan tekeller, sunup pazarladıklarıyla ilintili olarak bedeni özgür bırakıp ruha saldırmaktadır. Adorno, Tocqueville’in yardımıyla şu belirlemeyi yapar: Hükümdar [Adorno’ya göre günün kültür tekelleri-A.B], “benim gibi düşünmeli ya da ölmelisin’ demez, benim gibi düşünmemekte özgürsün; yaşamın, malın, mülkün sende kalacak, ama bugünden itibaren aramızda yabancısın” biçiminde seslenmektedir (s. 63-64).

Bir başka deyişle uyumsuz olan dışlanır; yoksun kılınır. Buradaki temel kural, çarkın dönmesidir. Kültür tekelleri, hem üretimi hem de tüketimi belirler; denenmemiş / piyasanın çerçevesinin dışındaki herhangi bir şeye şüpheyle yaklaşır. Her şey, piyasanın kuralları içinde / izin verildiği ölçüde, sürekli değişmeli ve üretim-tüketim dengesi devam etmelidir. Ancak bu şekilde kültür tekellerince çizilen sınırın dışına çıkılmayacağının güvencesi elde edilmiş olur.

Kültür endüstrisinin temel amaçlarından biri de, hafif sanat (eğlence) ile yüksek sanatı uzlaştırmak; iç içe geçirmek ve nihayet birbirine dönüştürmektir. Böylece tüketicinin “gereksinimi” karşılanırken, bir yanda da eğlenmesi sağlanmaktadır. Eğlence Adorno’ya göre “geç kapitalizmde çalışmanın uzantısıdır” (s. 68). Bu bağlamda, çalışma zamanının dışındaki vakit, kültür endüstrisi tarafından doldurulur. Başkaca söylenecek olursa saf (kişinin rahatladığı, ama tüm çağrışımlara açık olduğu) eğlence, kültür endüstrisinin eğlence anlayışınca ötelenir.

Burada esas olan, hazzın kamçılanmasıdır. Arzu nesneleri yaratılarak, tüketici onlara yönlendirilir. Bu anlamda kültür endüstrisi, “yüceltmeden çok, baskı kuran” bir niteliğe bürünür (s. 72). İnsan, denetim altına alınırken yaşamdan kaçırılır da:

“(…)Bugün sistem içinde belirleyici olan şey, tüketicinin iplerini elden bırakmama, bir an olsun direnişin mümkün olduğunu sezdirmeme gerekliliğidir. Endüstriyel kültürün ilkesi, bir yandan tüm tüketici gereksinimlerinin kültür endüstrisi tarafından giderilebileceğini göstermek, öte yandan da bu gereksinimleri insanın hep bir tüketici, sadece kültür endüstrisinin bir nesnesi olarak yaşamasını sağlayacak biçimde düzenlemektir (…) Kültür endüstrisi ve onun tüm dalları, gündelik yaşamdan kaçış vaat eder” (s. 75).

Adorno’ya göre kültür endüstrisi “düşünmemekle eşdeğer bir eğlenceyi” dayatır, bu da bir kaçıştır; “direnme güdüsünden uzaklaşma”dır. Fakat bunun arkasından gelen “halk ne ister?” sorusuyla, “öznellikleri yok edilmeye çalışılan insanlara, ‘düşünen özneler’ olarak” seslenilir. Sorunun yanıtı bir “karşı çıkış” içerse bile, kültür endüstrisinin “insanlara aşıladığı ve tutarlı hale gelen dirençsizlik” kolayca söküp atılamaz (s. 78-79).

Genel anlamda endüstri insana, müşteri ve çalışan olarak eğilir. Aynı endüstriyel zihniyet, çalışanlara “akılsal örgütlenme” modeli önerir; onların sisteme uyumu için çaba harcar. Buradan bakıldığında insanlara, hem çalışma hayatında hem de kültür endüstrisi bağlamında “seçme özgürlüğüne sahip ‘bireyler’ oldukları” söylense de, kişiler “her durumda birer nesne konumundadır” (s. 81-82).

İnsan, kültür endüstrisince yaratılan bu tekdüzeliğe katılıp katılmama konusunda kimi çelişkilerle de yüz yüze kalır. Ama tekdüzeliğin çekici yapısı, insanları kendi tarafına yaklaştırmayı genelde başarır. Tekrar eden, birbirine benzer arzuları okşayan ve insanları tatmin eden ürünler, müşterisini çemberin dışında konumlanmaktan alıkoyar; dirençlerini kırar. Bir diğer deyişle tüketici haline gelen insan, “kurumlarından yakasını kurtaramadığı eğlence endüstrisinin ideolojisine dönüşür” (s. 96). Bu bağlamda kültür endüstrisinin kotardığı “sanat ürünü”yle de, sanat “metalaşır ve pazarlanabilir bir şekle gelir” (s. 96).

Böylesine bir ortamda, tüm ürünlerin pazarlanıp tüketiciye sunulmasının en önemli yolu (bir süre sonra kendisi de sanata dönüşen) reklamdır. Adorno’nun deyişiyle reklam, “kültür endüstrisinin yaşam iksiridir ve reklamın arkasında, sistemin egemenliği gizlenmektedir; reklam damgası taşımayan her şeye ekonomik açıdan su götürür diye bakılmaktadır” (s. 101). Adorno, reklamın kültür endüstrisindeki zaferini “tüketicinin, sahte olduğu halde, bastırılması zor bir istekle ‘kültür’ metalarını alma ve kullanmaya devam etmesi” biçiminde açımlar (s. 107). Sonuçta kültür endüstrisi, çemberini tamamlamış ve nesnelerinin (müşterilerinin) kalbini fethetmeyi başarmıştır.

Eleştirinin Eleştirisi
Adorno, 1963’te yayımladığı “Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış” adlı makalesinde, “Kültür Endüstrisi” çalışmasına ve buradaki belirlemelere bir kez daha eğilir. Adorno’ya göre adı geçen endüstrinin yeni diye sunduğu şey, hep aynı olanın kılığının değiştirilmesinden ibarettir; “değişikliğin her yerde gizlediği, kültür üzerinde egemen olduğu günden beri değişmeden kalan kar güdüsü gibi bir iskelettir” (s. 112).

Kültür endüstrisinin başat etkinliği, kişiye sahte bireysellik sunmasıdır. Ürünler, bir kaçışın yarattığı sığınaktır; ancak bu, bir kaçıştan öte adeta kümelenmeyi ortaya çıkarır. Adorno için kültür endüstrisinin fizyolojisini “verimliliği arttırma, fotoğrafik sertlik ve netlik karışımı; diğer yanda bireyci tortular, hazırlanmış ve rasyonel eğilimli romantizmin ruh hali” oluşturur (s. 113). Adorno için tüm bunların insanları götürdüğü en önemli sonuç, koşulsuz ve bilinçten yoksun “uyumdur” (s. 117).

Kültür endüstrisinde bilincin yerini uyumlu olma hali alır. Zaten dirençten / direnç gösterme ediminden uzaklaştıran yapısıyla kültür endüstrisinin, insanı ulaştıracağı farklı bir durak da söz konusu değildir: Bu durağın en arı ifadesi, “ben-zayıflığının teşvik edilmesi ve sömürülmesidir” (s.118). Az önce belirtilen bilinç gerilemesi veya yoksunluğu da, bu şekilde ortaya çıkmaktadır.

Kültür ve Yönetim
Kültür ile yönetim arasında bir bağ var mıdır? Adorno, bu soruyu olumlu şekilde yanıtlar. Çünkü ona göre “kültürden söz ediyorsak yönetimden de bilerek veya bilmeyerek söz ederiz” (s. 121). Ortaya attığı kültür endüstrisi kavramı ve onun biçimlendirici / birörnekleştirici, yöneten-yönlendiren ve ürünlerini pazarlayan yapısı dikkate alındığında, Adorno kültür konusunda hassas davranır. Ona göre “kültüre özgü olan, yaşamın çıplak zorunluluklarından bağımsız olandır” (s. 123). Adorno için kültürün “dokunulmaz irrasyonelliğini en açık biçimde dışa vurduğu yer, yönetimin kültürel olana yabancılaşmasıdır; kültür en fazla, onun hakkında en az deneyimi olanlara irrasyonel görünür” (s. 127).

19. yüzyıldan başlayarak (yararlı-yararsız ayrımından hareketle) kültürün gerçek yaratıcılarının, yönetenler tarafından çoğunlukla hoş karşılanmaması veya en azından yöneticilerle tam bir uyum içinde bulunmayışı da gözden kaçmamalıdır. Adorno bu noktada, yönetimin kültürü biçimlendirişiyle bağlantılı olarak Nazileri örnek gösterir. Onların “özerkliği, bilinçliliği, kendiliğindenliği, ve eleştirelliği yok edip”, bunlar yerine “biçimlendiriciliği, güçsüz topluluğu ve uyumu” koyduğunu vurgular (s. 139-140).

Adorno, yönetimlerin “doğru kavrama” başlığı altında, “öznenin boyun eğmesi ve körü körüne itaat etmesinin yolunun açıldığını” belirtir (s. 141). Yönetimin eskiden beri varolan hastalığı, kültür yönetiminde bir kez daha nükseder. Adorno’nun deyişiyle bu, kültürün “kitleleri işleme, propaganda ve turizm aracına dönüştürülmesidir” (s. 142).
Kültürü kültür kılan, insana özgü varoluş koşullarının kişilere aktarılmasıdır, bunun eksik kalması kültürün kök salamamasına; bir anlamda kültürlenmenin gerçekleşmemesine neden olur. Adorno, bu belirlemelerin ardından, bir kültür politikasının nasıl olması gerektiği üzerine ipuçlarını da verir: “Eleştirel düşünceyi dışlamayan ve yönetim organının bir işlevi olmakla kalmayan bir kültür politikasıdır bu” (s. 145). Böylesine bir politika, kültürün tüketim nesnesi haline getirilmesine ve insanların baskı altına alınmasına engel olacak niteliktedir.

Bugün Adorno’nun kültür endüstrisi kavramını ve aynı adlı makalesi ile bunları bütünleyen yan belirlemelerini güncel kılan nedir? Bunun yanıtı çok açık: Kültür endüstrisinin birörnekleştirici yapısının –belli farklarla- sürüyor olması. Adorno’nun adı geçen makaleyi kaleme aldığı yıllarda, ağırlıklı şekilde propaganda ve özendirme yöntemi kültür endüstrisinin belirleyici ilkesiydi.

Günümüzde bu ilke yine geçerli, ancak daha dolaylı ve “derli toplu” biçimde. Adeta bir fotoğraf ya da filmin montaj olup olmadığını anlamakta güçlük çektiğimiz gibi, 21. yüzyılın kültür endüstrisinin yönlendirmelerinin ayırdına varmakta zorlanıyoruz. Ancak ortada keskinleşen bir gerçek var: O da, bugünün kültür endüstrisi ve ürünlerinin kişileri, Adorno’nun makaleleri kaleme aldığı dönemden daha fazla nesneleştirip edilginleştirdiği.

Şimdinin kültür endüstrisi, insanları daha çok tüketmeye, yalnızlaştırmaya; onun ancak toplum içinde birey ve bireysel özne olabileceği gerçeğini unutturup, bağlarından koparmaya çalıştığı da bir varolan. Aynı zamanda ürünleriyle, daha sarsılmaz bir fetişizm yaratıp kişinin, bundan doğan yeni cemaatler içinde yer almasını da sağlamakta. Bu da bize, Adorno’nun yazdıklarının güncelliğini ve haklılığını gösteriyor…

Kültür Endüstrisi-Kültür Yönetimi / Theodor W. Adorno/ İletişim Yayınları / 152 s.

***

Notlar:

(1) Theodor W. Adorno, Minima Moralina (1. Basım), çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, İstanbul, 1998, s. 111.

(*) Cumhuriyet Kitap, 07.02.2008.

20 Mayıs 2008 Salı

“BİR SAVAŞ GÜNCESİ” (*)
ALİ BULUNMAZ

“Savaş, yok ettiğinden daha fazla kötü insan
ortaya çıkarttığı için berbattır.”
Yunan Atasözü

Bugün yaşanan savaşlar veya işgaller üzerine etraflıca düşünüyor muyuz? Düşünüyorsak bile yaşananlar karşısında utançtan yüzümüz kızarıyor mu? Bugün Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de veya Lübnan’da hâlâ kirli çıkar ilişkilerinden doğan hesaplaşmalar sürüyor. Ama her zaman olduğu gibi, hiçe sayılan oralardaki masum insanlar ve onların hakları. Artık kimse “bunlar bizi pek ilgilendirmiyor” deme lüksüne sahip değil. Çünkü şiddet her yanı sarıyor. Bu anda karşımıza korkunç bir soru dikiliyor: Acaba biz şiddete ve savaşa alışıyor muyuz?

Guantanamolaştırma
Terörün miladı nedir?: Gavrilo Princip’in Avusturya-Macaristan Arşidükünü öldürdüğü gün mü? Belki... Ya da Hitler’in Polonya’yı işgali? Olabilir. Yoksa 6 Ağustos mu? Ya 11 Eylül’e ne dersiniz? Soğuk Savaş’ın en hararetli günlerinde eğitilen Usame bin Laden’in askerlerinin, 90’lı yıllardan sonra “işlevsiz” ve “sahipsiz” kalarak, daha sonra “efendisini” vurduğu güne terörün miladı demek yanlış mı? Ancak bu deyiş, ABD’lilerin söyleminin aksine çift yönlü: Hem Laden’in El Kaidesinin hem de ABD’nin işgaller ve cinayetlerle yarattığı terör burada söz konusu olan. Sonuçta ikisi de yarattığı dehşetle birbirinden beslenen; tıpkı Soğuk Savaş’ta olduğu gibi, dünyayı “biz ve onlar” diye keskin ve kanlı çizgilerle ikiye bölen acı bir gerçek. Aynı zamanda çatışanın medeniyetler değil, çıkarlar olduğunu hatırlatan bir bölünme bu.

Tam bu noktada Güray Öz, anlatmaya bir soruyla başlıyor: “Medeniyetler çatışması olarak yazılmış ve sunulmuş olan, gerçeğe çok benzeyen bu filmin fonunda ekonomik çıkarların yattığını, Afganistan tepelendiği, orada ‘muti’ bir rejim kurulduğu zaman doğalgaz ve petrol yollarının ‘güven’ içinde aşılabileceğini görmek bu kadar zor mu? YDD Jandarması’nın kesin egemenliğini ilan ettiğini anlamadık mı daha?” (s. 27). Afganistan’la başlayan hesaplaşma; bir başka deyişle “demokrasi” ve özgürlük” kisvesi altındaki “intikam”, “öç alma” ya da “misilleme” harekatı (s. 29), Huntington’ın hazırladığı altyapı üstüne inşa edilmiştir:

“11 Eylül’de, ikiz kuleler kendi elleriyle büyüttükleri terör tarafından yıkılınca, ABD ‘kültürler savaşını’ artık başlatmaya karar verdi. Teorik altyapıyı Samuel Huntington yıllar önce hazırlamıştı. Eksik olan psikolojik altyapıydı. 11 Eylül’de olan da odur zaten. Bundan sonrası için gereken, küreselleşmenin olağanüstü olanaklarıyla dünyayı sarıp sarmalayacak bir rüzgarla kamuoyu oluşturmak ve oraya, petrol ve doğalgaz yollarının ortasına yerleşmektir. Bunun için de tüm dünyaya ‘bu dünyanın ağası benim, benden yana olmayan bana karşıdır’ demek gerekmektedir” (s. 47).

Bunun anlamı dünya jandarması tarafından, hukukun veya uluslararası sözleşmelerin dikkate alınmayacağıdır. Bir başka deyişle ABD, Afganistan ve Irak işgallerini “kendine hak görmüştür / görmektedir.” Burada Afgan ve Iraklı çocuk ve kadınların; bu savaşta katledilen ve yersiz yurtsuz bırakılanların hakkından (en başta yaşama hakkından), savaşın aktörleri neredeyse hiç söz etmemiştir. Böylece savaşın niteliği de aydınlanmış olmaktadır, Güray Öz’e kulak verelim: “Ortada bir savaş var, ama bu savaş uygarlıkla barbarlığın savaşı değil, bu savaş barbarlığın iç savaşı” (s. 30).

ABD, dün yarattığını bugün düşman edinmiştir. Fakat bu düşmanlık, beraberinde getirdiği “barbarlığın iç savaşıyla” sadece ve sadece çıkarların savaşı olduğunu gözler önüne sermiştir; bu savaşta ölen de yalnızca insanlıktır, insanlığımızdır. “Teröre karşı” denilen kirli savaşın kokusu oturma odalarımıza, yataklarımıza ve elimizdeki uzaktan kumanda yoluyla tüm vücudumuza sinmiştir. “Evrenin efendisi” ABD, yalnızca Afganistan ya da Irak’a değil; tüm dünyaya turuncu tulumları giydirmiştir. “Terörle savaş” ve “medeniyetler çatışması” senaryosundan bozma bu boğazlama hepimizi kuşatmış durumda: Kokuşmuş savaşa karşı çıkan herkes, bugün ABD’nin gözünde “öteki”ne dönüşmüştür.

“Şer Eksenindeki” İnsanlık
Daha Önsözde “hikayede her zaman iki kahraman vardır: Hayat ve ölüm. Sonunda hep ölüm kazanır, ama asıl kahraman hayattır” (s. 9) demedi mi Güray Öz? O halde utanmak için zamanımız var henüz. Ölümü ve öldürmeyi kahramanlaştırmaktan vazgeçmek için çabalamalı insan. “Aklın ve mantığın işlemediği bu zamanlarda” (s. 80), “bilinç ve kararlılık” kitabının (s. 81) satırları okunmalı.

Yaşanan acıların fotoğrafına bakmak, belki bu kitabın kaldırıldığı ücra köşelerden tekrar gün ışığına çıkarılmasını sağlayabilir. “Kitle imha silahı” yalanlarıyla bezenen, bunun sonucunda bugüne kadar 650 bin insanın öldürüldüğü ve mezhep çatışmalarının kol gezdiği Irak ve Ortadoğu’nun tamamındaki manzara, gözlerden uzak tutulabilir mi? Tutuluyorsa bu, Güray Öz’ün deyimiyle “bilinç kaymasından” başka bir şey değildir de nedir? Bu varolanı görüp, onun karşısına dikilmek “insana inanmak” (s. 89) biçiminde adlandırılamaz mı?

Bugünlerde Irak’ta yaşananları “sıradan bir iç savaş” gibi sunanlara ve durumun buraya nasıl getirildiğini unutturmak isteyenlere ne demeli? Her gün bombalarla, onlarca insandan etrafa dağılan parçalar mıdır demokrasi? İçlerinde, Türkiye’nin Irak’a asker göndermesini savunan Sororsçu kalantorları barındıran kimi “büyük” gazeteler, yaşanan şiddeti her gün sayfa sayfa verirken; neden orada olmamız gerektiğinin muhasebesini yeterince yapıyor mu?

“Ölümün ucuzladığı” (s. 118), ABD’ye direnenlerin “terörist” diye adlandırıldığı (s. 119) Irak’ta, yaşananları örten yalanlar yüzünden bugün her köşe başında, pazar yerlerinde ve güvenlik noktalarında şiddet gizleniyor. Yüz binlerce ölünün ardından ağızlardan “yanılmışız” sözcüğü ya da “strateji değiştiriyoruz” ifadesi bu kadar kolay çıkabilir mi? Yapılan işkencelerin, girişilen insan hakları ihlallerinin hesabını kim, hangi mahkemede verecek; daha da ötesi böyle bir mahkeme kurulabilecek mi?

Her şeyden de önemlisi hangi tarih, hangi tarihçi tarafından yazılacak?: “Tarih, ancak yaşanan hayat içinde kavranabilir (...) Üstelik geleceğin nasıl şekilleneceğinden önemli bir şey daha var; haklı olmak, yoksullardan, yoksul ülkelerden, sömürülenlerden, toprakları işgal edilenlerden yana olmak. Ne olabileceğini değil; neyin olması gerektiğini düşünmek, onun için çaba harcamak...” (s. 138). Zaten Güray Öz, bu yüzden “anlattığım aslında sensin” diyerek (s. 8); bir yerde sözüm sanadır uyarısında bulunmuyor mu? O halde beklemek niye?

Peki Ya Sonra?
Çağımızın unutturulmaya çalışılan en önemli kavramlarından biri de sorumluluk. Bu unutturma edimi, ortaya çıkan sonuçlar dikkate alındığında başarılı olmuş gözüküyor; çünkü “parçalanmış bir dünya resmi, halkın gerçeği görmesini engelliyor, çağımızın neoliberal aydınıysa bu parçalanmışlığın teorisyeni ve kendisini ucuz-pahalı satmaya hazır kölesi” (s. 180) olarak karşımıza çıkıyor. Medeniyetlerin çatışma senaryosunu yazan, sonra da buna yeni parçalama ve öldürüm satırları ekleyen aynı “aydın” değil mi? Yeni savaş havzaları yaratan / yaratılmasını destekleyen ve sonra da “barış şarkıları” ile “açık toplum söylemleri” dillendiren, yine kimi “Sivil Toplum Kuruluşları”nın “yönetici-aydın” tipi değil mi?

Ya tarihçiler nasıl yazacak yaşananları? İnsanoğlu, ileride hesap defterleri ortaya döküldüğünde hangi tarihle karşılaşacak? Hobsbawm bize yol gösterip, tarihçi ile tarihin önemini anlatabilir:

“(Yirminci)Yüzyılın sonunda çoğu genç erkek ve kadın, içinde yaşadıkları zamanın geçmişiyle her türlü organize ilişkiden yoksun, bir tür ‘sürekli şimdiki zaman’ içinde yetişti. Bu durum, yaptıkları iş ötekilerin unuttuğunu hatırlatmak olan tarihçileri, ikinci bin yılın sonunda, önceki dönemden daha önemli hale getirir. Ancak tam da bu nedenle tarihçiler, sadece olayları kayda geçiren, hatırlatan ve veri toplayan kişiler olmanın (her ne kadar bu, tarihçinin zorunlu işleviyse de) ötesine geçmelidir” (1).

O halde iki tip tarihçi ve aydın var karşımızda: Sorumluluklarının gereğini yerine getirip; gerçekleri kaydeden, yorumlayan ile susan. Susanlar, “yılanlı ve dokunmalı atasözlerini sohbetlerinde baş tacı edenlerdir” (s. 217). Sorumluluğunun gereğini yerine getirenler ise, “umudu kışkırtan, itiraz eden ve durmadan yürüyenler”dir ( s. 218). Çünkü yüzü umuda dönmek, Güray Öz’ün deyişiyle “tarihe dokunmaktır” (s. 219).

Umut Etmek
Bugün ABD’nin işgali sonunda beliren çatışmalarda Irak’ta ölü sayısı 700 bine hızla yaklaşır, Afganistan’da Taliban eski gücünü kazanmak için çırpınıp katliamlar yapar ve Ortadoğu’da savaş yaraları kabuk bağlamaya bile fırsat bulamazken; umuttan söz etmek kimilerine aptal avuntusu gibi gelebilir. Hele sinik “aydınlar” için umut, hiçbir anlam ifade etmez. Onlar Irak’ta, Afganistan’da ve tüm Ortadoğu’da yaşananları, “olur böyle şeyler” diyerek geçiştirmektedir. Çünkü onlar neoliberal çiftliklerin bir köşesinde savaştan, yoksulluktan ve şiddetten ırak yaşar. Çünkü onlar, “imparatorluğun” bir köşesine ilişmiştir; bu da onları efendilerinin gözünde değerli kılmaktadır.

Ama efendi, tüm dünyayı yakmayı öyle veya böyle aklına koymuş, fitili ateşlemiştir. Soğuk Savaş’ın ardından “rakipsiz kalan” ABD, “ekonomisini korumak için sağa sola saldırmaktan başka çare bulamayan bir deliden başka bir şey değildir”, bu saldırılar içinde “kendi hukukunu kendisi yaratan bir imparatorluk”tur (s. 237). Bu yönüyle ABD, “zaman zaman sınıflar arasındaki dengeyi gözetme gereği duyan, uluslararası anlaşmaları istemeden de olsa dikkate alan kapitalist devlet değildir”, o artık “çaresiz ve çaresizliğini anladıkça çılgınlaşan büyük emperyalist güç”tür (s. 238).

Savaş artık her yerde: Sokakta, oturma odasında, televizyonda; hatta bilgisayarlarımızda. Bunu yöneten ve üreten çılgın zorba da hemen yanı başımızda. Onun ürettiği sistem de yaşamımızı sarıp sarmalamış durumda. Diğer taraftan, onu yengiye uğratma gücü de umutta. Çünkü bir virüs gibi yayılan, temelinde kirli çıkar ilişkilerini barındıran savaşlardan “uzak durmanın yolu seyretmek değil, karşı çıkmaktır” (s. 156). Bu karşı çıkış da umuda ses veren bir çığlıktır. Güray Öz’ün Salı Sabaha Karşı adlı kitabı da, bu anlamda zarif ama etkili bir çığlık olarak yükseliyor. Elbette işitenler, işitmek isteyenler için...

Salı Sabaha Karşı / Güray Öz / Günizi Yayıncılık / 243 s.
***

Notlar:
(1) Eric Hobsbawm, Kısa Yirminci Yüzyıl-Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, Sarmal
Yayımcılık, İstanbul, 1996, s. 15.

(*) Cumhuriyet Kitap, 22.02.2007.

13 Mayıs 2008 Salı

HASTALIKLAR VE METAFORLARI (*)
ALİ BULUNMAZ

İnsanlık tarihindeki iki önemli olgu, savaş ve hastalık; bu, tarihi biçimlendiren iki fenomendir aynı zamanda. Bir diğer deyişle, ortaya çıkan hastalıklar ve onların yarattığı salgınlara düşman gözüyle bakılmış ve bu varolanlarla savaşmak adına çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Susan Sontag’ın Metafor Olarak Hastalık-AIDS ve Metaforları adlı kitabında, beliren hastalıkların kimliklerine ilişkin açımlamaların yanında; özellikle düşman ve savaş metaforlarıyla nasıl bir arada düşünüldüğünü / algılandığını imleyen örnekler de karşımıza çıkmaktadır.

Hastalıkların Metaforik Anlatımı
Metafor (metophoria), Aristoteles’e göre bir sözcüğe kendi anlamının dışında, başka bir anlam verilmesidir” (1). Bir diğer ifadeyle metafor, bir kelimeyi veya kavramı kabul edilenin dışında ve ondan ayrık şekilde / başkaca anlamlara gelecek biçimde kullanmak olarak betimlenebilir. Sontag da hasta olma durumuyla ilintili olarak kafamızda kurduğumuz cezalandırıcı ya da duygusal fanteziler üzerinde” durmak istediğini vurgulamaktadır (s. 3). Bu bağlamda kitabının “Metafor Olarak Hastalık” adlı bölümünde, modern dönemden iki ana örnek (verem ve kanser) ve metafor olarak kullanılan (frengi, veba, cüzam gibi) modern öncesi diğer hastalık ve salgınlar üzerinde yoğunlaşır.

Hastalıklar kadar, onların algılanış ve yorumlanış tarzları da insanlık tarihinde önemli yer kaplamaktadır. Bir “kale” olarak kabul edilen beden; hastalık ya da mikrop (:virüs, tümör) tarafından “kuşatılır” ve “yabancı organizmaların istilasına uğrar” (s. 103). Hastalık, bu tür bir düşman (askeri bir metafor) olarak görülüp, hasta “yabancı bir öteki”ne dönüştürülerek (:şeytanîleştirilerek), kurbana benzetilmiştir. Ancak Sontag’a göre, verem “esrarengiz” biçimde tanımlanmaktadır. Bu tanımlama, veremin romantikleştirilmesine vardırılmakta ve hasta için (kendi röntgen filmlerini görme, hastalığını bilme, veremin cinsel gücü arttırdığına ilişkin kanı oluşturma, bu hastalığının tedavisi için dağlara ve daha başka ülkelere gitme türünden) saydam bir ortam hazırlanmaktadır. Oysa kanser için bunların hiçbiri geçerli değildir; kanser tanısı konan kişiden hastalığı titizlikle gizlenmektedir (s. 15). Metaforik anlatımla verem “zarif, görkemli, cazibeli ve görünüşe asalet katan” bir hastalık şeklinde ifade edilir (s. 32-33). Fakat kanser, “utanç duyulan / duyulması gereken ve beklenen” bir hastalığa karşılık gelir (s. 20). Fakat yine de her ikisinin metaforlar aracılığı ile anlatımını yaygınlaştıran şey, “ölümün kendisiyle özdeşleşmiş olmalarından” kaynaklanmaktadır (s. 21).

Kanser ve veremin metaforik anlatımlarında dikkati çeken önemli bir nokta da, 19. ve 20. yüzyıl homo economicus’larının karşılaştırılmasıdır. Verem, 19. yüzyıl homo economicus’unun “tüketme, israf ve yaşama gücünün bastırılması gibi” olumsuz davranışlarını özetleyen imgelerle “tanımlanırken”; “normal dışı büyüme, enerjinin bastırılması ve tüketilmesine imkân tanınmaması” da kanser ile 20. yüzyıl homo economicus’unun özellikleri arasında kurulan bağıntıya işaret etmektedir (s. 70). Kanserde, vücudu istila eden tümör (:düşman) ve onun tedavisinde kullanılan yöntemlerden radyoterapi (: ışın bombardımanı – hava saldırısı) ile kemoterapi (: kimyasal saldırı) de askeri metaforlarla hastalığın resmedilmesine örnektir (s. 72). Ancak bu yöntemler (Sontag’ın, ABD tarafından Vietmam Savaşı’nda Vietkong’un merkezi olmasından / olduğundan kuşku duyulmasından dolayı, haritadan silinen Ben Suc örneğinde belirttiği gibi) sağlam hücrelerin de zarar görmesini gündeme getirir (s. 73).

Tıp terimlerinin siyasetteki metaforik anlatımı bunlarla sınırlı değildir. Sontag, Machiavelli’nin “veremin teşhisinin konularak, tedavisine başlanması ile devlet işlerindeki güçlüklerin yetkin kişilerce çözümlenmemesi halinde önlenemeyecek derecede büyüyeceğini” ifade ettiğini aktarır (s. 85). Bir diğer örnekte Hobbes, “iç hastalıklarla toplumsal çatışma” arasında benzerlik kurmaktadır (s. 86). Troçki için Stalinizm bir “frengi” veya “kanser” iken; Naziler de Yahudiler hakkında aynı şeyi dillendirmektedir: Nasyonal Sosyalistler için Yahudiler, elde ettikleri faizle kanser hücreleri gibi çoğaldıklarından, sağlıklı dokuların tedavisine yönelik olarak “cerrahi müdahale (: krematoryum) ile kesilip atılmalıdır” (s. 91). İsrail’in Arap dünyasında “kanser” olarak adlandırılması ile Filistinlilerin İsraillilerce “bölgenin kalbindeki kanser” biçiminde nitelendirilmesi de yine metaforik anlatımın bir örneğidir (s. 92).

Özetle hastalıklar savaşılacak düşman, hasta ise kurban olarak algılanınca; frengi, veba, verem ve kanser örneklerinde görüldüğü gibi hastalıkların, yalnızca doğal bir olay biçiminde görülmesinin önü kapanmış ve bir metafor olarak algılanışı (ve anlatımı) yaygınlaşmıştır.

Çağımızın Vebası – AIDS ve Metaforları
Kanser hastası “neden ben?” diye yakınırken, AIDS’li için bu sorunun pek bir anlamı yoktur; çünkü AIDS’li biri, bu hastalığa nasıl yakalandığını bilmekte ya da en azından tahmin etmektedir. Aynı zamanda AIDS, “ölümü çağrıştırma gücünün çok daha fazla olmasından dolayı kanser gibi herhangi bir duygusallaştırma girişimine imkân tanımaz” (s. 119). Bu bağlamda AIDS, zihinlerde sert bir ölümü çağrıştırır.

AIDS metafor olarak “veba”yı gündeme getirir; “bu, toplu bela, kötülük ve pek çok ürkütücü hastalığı kapsayan genel bir adı” karşılamaktadır (s. 143). Böylece AIDS’in kaynağını dışarıda arama ve onun ahlaki yorumlarını yapabilme olanağı da ele geçmiştir. AIDS’in ilk defa “Kara Kıta”da ortaya çıktığı ve oradan dünyaya bulaştığının ifade edilmesi de buradan kaynaklanmaktadır (s. 151). Bir başka deyişle bu hastalığın Üçüncü Dünya’dan yayıldığı fikri genel geçer görüş haline gelmiştir.

Sontag’a göre “kanser bize kirlenen çevreden, AIDS ise kirlenen insanlardan korkmayı öğretmiştir” (s. 175). Bunun doğal sonucu da sakınma ve dışlama tepkilerinin belirmesidir. “Hasta olanları veya olduğundan ya da yaydığından kuşku duyulanları tecrit etme normal sayılmıştır” (s. 183). Oysa AIDS’i ahlaki anlam taşıyan bir olay değil; “doğal bir fenomen” biçiminde değerlendirmek, “canavarca davranmanın engellenmesi”ni sağlayacaktır (s. 190).

Kısacası veremi, kanseri ya da AIDS’i bir lanet, bir ceza veya sıkıntı değil; salt bir hastalık olarak ele almak gerekmektedir. Sontag’a göre hastalık “anlamı” olmayan bir şeydir, bir “ölüm hükmü” değil (s. 109).

Çözüm Denemesi
Sontag, Metafor Olarak Hastalık-AIDS ve Metaforları başlıklı kitabı “hayal gücünü kışkırtmanın aksine, zihni sakinleştirmek için” yazdığını vurgular (s. 108). Buna göre, (özellikle de askeri) metaforlar silinmelidir. Çünkü metaforik tuzaklar insanları, “yeterince erken tedavi aramaktan” ya da “tedavi için daha fazla çaba harcamaktan” alıkoymaktadır (s. 108). Sontag için askeri metaforlar tanımları gereği, “abartılıdır” ve “hastaların aforoz edilip, damgalanmalarına katkıda bulunmaktadır” (s. 199).

AIDS ile birlikte zirveye çıkan askeri metaforlar, bedenin bir savaş alanı gibi görülmesine yol açar. Bu nedenle hastalar “kaçınılmaz kayıplar” veya virüs taşımasından dolayı “savaşılacak düşman” olarak algılanmaktadır.

Bu bağlamda Susan Sontag’ı, tekrar okumak (kendisi de kanserden öldüğü düşünüldüğünde, içeriden biri olarak), yaşamın her anında normal kabul edilen askeri metaforların yarattığı ayrımcılığa, eleştirel gözle bakmamızı sağlamak adına bir kapı aralayacaktır. Aynı zamanda çağına tanıklık eden bir yazar, entelektüel ve muhalif olarak; eseri / eserleriyle neyi / neleri ortaya koyduğunu / koymaya çabaladığını anlamamız ve onun, pek çok çağdaşından ayrıksı duruşunu da kavramamız kolaylaşacaktır.

Metafor Olarak Hastalık-AIDS ve Metaforları / Susan Sontag/ Agora Kitaplığı/ 199 s.

***

Notlar:
(1) Aristoteles, Poetika, <1457>, çev. İsmail Tunalı, (7.Basım), Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 59.
(*) Cumhuriyet Kitap, 02.11.2006

6 Mayıs 2008 Salı

YİTEN YAŞAM, BİTMEYEN “DÜELLO” (*)
ALİ BULUNMAZ

“Heybesinde yılan işaretleri / baldıran zehiri yüzüğünün içinde / Ve yanında kav taşıyan ben / tekinsizim size göre / İbret için yakılması gereken.”
(Metin Altıok)

Yıl 1998 veya 1999 olacak, bir Cuma namazı sonrası Beyazıt Meydanı’nda toplanan cemaat, gösteriye hazırlanıyor. Ellerinde çeşitli pankartlar, ancak bir tanesi ilginç: Yok başka bir cehennem, yaşıyorsun işte. Yanlarına gidip sormaya imkân yok, kimin bu sözler, biliyor musunuz diye. Biliyorlar mıdır acaba? Bilseler yazarlar mıydı? Ve kimi, neyi protesto edeceklerdi, hatırlamak güç.

Sivas katliamında yitirilenlerin 13. kez anıldığı bu yıl, dinci bir televizyon kanalı, sokaklarda röportajlar yapıyor ve bir genç kız Sivas’ta öğrenci olduğunu belirttikten sonra ekliyor: “Sivas artık Madımak’la anılmamalı, burası güzel bir şehir”. Kimse Sivas halkının bütününü ve bir şehri sorumlu tutmadı bu olaydan. Ancak bu şekildeki bir istek, beraberinde bir tehlikeyi de getiriyor: Sivas’ı unutmak, unutturmak.

Sivas’a ilişkin her şey söylendi mi? Elbette hayır. Çünkü her şeyi söylemek (ya da söylediğini / söylendiğini sanmak) bir anlamda nokta koymak demek. Deniz Feneri ise bir nokta değil, bir noktalı virgül; hatta belki de bir emekleme.

Deniz Feneri
1987’de Behçet Aysan’ın, Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü’nü kazandığı yapıtının adı Deniz Feneri. Hani “sabaha karşı böyle bir ağaç hışırtısı” dizeleriyle başlayan ve “uçmaya hazırlanan külrengi bir kuş” ile Girit’i, Selanik’i, taştan yolları, Barba Hristos’u, İşçi Mihali’yi anlattığı kitap. Kırık Bir Kurşunkalemin Şiiri’nde “yollar uzak ay bedir / sırtımda gümüş hançer / yürürüm de ölmem / kan damlatır karanfil / usulca mavi bir kar / kara geceye düşer / tutuşur fundalıklar / gelir kalbimi yakar” diye seslendiği kitap.

Eren Aysan ve Salih Bolat’ın hazırladığı Deniz Feneri (Behçet Aysan Kitabı) adlı çalışmayı kapağından okumaya başlıyorsunuz. Elinize aldığınızda ilk olarak gelincikler karşılıyor sizi: Hem bir yaban çiçeği hem de çok narin. Behçet Aysan’ı dostlarından önce, gelincikler anlatıyor.

Salih Bolat önsözde, neden bu kitabı hazırlamaya giriştiklerini “toplumsal belleğimize güvenmemek gerektiğini, yakın tarihimizdeki birçok olaydan anlamak mümkün” diyerek anlatıyor (s. 9). Behçet Aysan’ın 1979’da yazdığı “yağmur dindi sevgilim, bak dinle / her şey dindi, acıysa dinmemiş halde” dizeleri, Salih Bolat’ın belirlemesine katkıda bulunuyor.

Deniz Feneri’nin ilk bölümü “Anılarda” adını taşıyor. Dostlarının ve yakınlarının kaleminden Behçet Aysan’la yaşanmışlıklar ve onunla ilgili düşünceler dökülüyor. Ortak görüş bir şair, bir hekim, bir baba veya bir kültür insanından önce; bir insan ama çok iyi bir insan olduğu. Haydar Ergülen, “Behçet öldürüldüğü gün dünyadaki çok iyi şeylerin yetim kaldığını” ifade ediyor ve “Behçet’i yitirince kimsenin çok iyi olmasını istemedim (…) korktum çok iyilerin yazgısından, çok iyinin çok kötü düşmanı olur diye korktum (…) çok iyi şair bulunur bulunmasına da, çok iyi adam nereden bulunur?” diye ekliyor (s. 42).

Yukarıda sayılan tüm kimliklerinin ötesinde, bir insanla karşılaşıyoruz kitapta. Örneğin bir yolculuk sırasında, muavinin “ne iş yaparsınız?” sorusuna, “ben doktorum” diye yanıt veren Behçet Aysan’ın; muavinin “bi baksana, dizlerim çok ağrıyor” yakınışına, ben psikiyatrım anlamam gibisinden bir cevap vermek yerine, onun bu isteğini geri çevirmeyişiyle de yüz yüze geliyoruz (s. 77). Ataol Behramoğlu’nun da dediği gibi, adının önüne “sevgi sözcüğünün konulması gereken” bir insan ve şairdir Behçet Aysan:

sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler / yalan her şey gibi / aşklarınız da / yaşamı ölüm / diye anlatıyorlar size / yalanı gerçek diye.
(Düello, s.96)

İnsanın ruhunu anlamaya yönelenler – sadece bir uzman veya hekim olarak değil; bunu öncelikle insan olarak yapmaya kalkışanlar - için, herkes en başta insandır. Hiçbir ayrım yoktur. İnsanlara küsmek için değil, onları anlamak için çabalamaktır bu yolun ilk adımı. Erendiz Atasü de, Behçet Aysan’ın bu yönünü vurguluyor: “O – belki hekimliğinin, belki psikiyatri uzmanlığının katkısıyla – ama asıl kendi kişilik yapısının doğrultusunda, o meşhum günde bile katillerinden nefret edemedi” (s. 63 – 64). Bir diğer deyişle, Ece Ayhan’ın, kitabın ikinci bölümündeki (Mektuplarda) öğüdünü tutuyor, her ne kadar yaşamda hüzün ağır basıyor olsa da. Ece Ayhan mektubunda şöyle sesleniyor: “Sana karamsarlık filan önerdiğimi sanma Behçet, hayır. (İkisi arasında bence bir ayrım yok). ‘Şiire’ ve ‘insana’ iyice bak diyeceğim sana" (s. 129). Kitabın “Şiirinde” adlı üçüncü bölümünde, Vecihi Timuroğlu’nun deyişiyle “insani olan her şeyin şairi”dir Behçet Aysan (s. 144). Bütün yaşamları bilmek isterdim / ilginç geliyor bana bir gemicinin anlattıkları diyerek, o gemiciyi önemsemesi ya da Yalova termal yolunda / çiçek satan çiçekçi kız’ı anlatması da bundandır. Her ozan gibi o da çağıyla ilgili sorumluluklarının bilincindedir ve bu nedenle bir “deniz feneri”dir. Mustafa Şerif Onaran’ın belirttiği gibi “yüzümüzü ağartan bir çağ değildir” yaşadığımız (s. 52).

puslu bir gündü, yıldönümü nagazaki’nin / ve taşıyordum yanımda tıp kitaplarıyla Radyoaktivite’yi / genişletiyordum gülüşünü / güzelim bir kız çocuğunun / sarışın, gözleri çimen yeşili / bu çocuk da ölebilirdi / kalırdı sadece / yeşil bir çuhada kırmızı kan izleri.
(Düello, s.67)

Aynı sorumluluk duygusu, Sesler ve Küller adlı yapıtını, “yüz yıldır ülkemizde güzel bir gelecek için / seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere / bütün acılara” ithaf etmesini sağlamıştır. “İnsani olan her şeyin şairi” olması, yaşamda ne varsa hepsinin şiirine yansıması gerçeğini beraberinde getirmiştir. Kimi zaman “aşk da acı da her şey ama her şey geçer (…) tortusu kalır” ; kimi zaman “güvercinler başka bir ülkeye göç etmişlerse” diye bir korku sarar her yanı; kimi zaman da “biliyorum bunu, gideceksin / yine yakında / seni artık hep uzak şehirler / anacak (…) giderken kazağını unutma sakın / ölüler de üşür” diye bir yolculuk olur yaşam.

“Benim o hep fırtınalarla boğuşan ruhum / yorulmuyor yaşamaktan” dizeleri ise umudu imler. Hiçbir hüznün ve hiçbir acının aşındıramadığı umut, bir başka Behçet Aysan şiirinde karşılar bizi:

biliyorum yarın diye bir şey var / çeliğin su katılmamış yanı / ırmakların geçilecek, fırtınaların dinecek / bir yanı var / ömrümüzün belki bir gün gülecek.
(Düello, s. 155)

Ölümü “beyaz bir gemi”ye benzetebilecek kadar dingin; yaşamı “düello”yla özdeşleştirecek kadar da gözü pek bir insanın – ve diğerlerinin – neden öldürüldüğünü anlamak zor değil Deniz Feneri’ni okuduktan sonra.

Bir Fotoğraf
“ (…) Önemli olan kalıcı şiir söylemektir. Kendi toplumundan yola çıkarak, evrensel ölçekte, aynı sorunları olan insanlığın nabzını çağcıl değerler içinde elinde tutar şiir (…) Bugünden geçmişi kavramak ve geleceği sezme vardır onun dokusunda” diyor, Nisan 1984’te, Cumhuriyet’te Işık Kansu’yla yaptığı röportajda Behçet Aysan (s. 183). Şiirinin, toplumsal gerçeklikle kopuk olmaması bir yana, bu bağ hiçbir zaman haykırışla ete kemiğe bürünmemiş, hep sakin ama aynı zamanda isyanı içinde barındıran bir biçemle bizi buluşturmuştur. Aynı söyleşide “istiyorum ki, bağırmadan usul sesle söylensin şiir. Usul sesli bir çığlık olsun (…) Savaş tamtamlarının çaldığı, açlığın ve toplumsal dengesizliğin akıl almaz boyutlara vardığı bir dünyada, şair yüreği ve beyniyle tedirginliği, kederi de anlatmak zorundadır. Tıpkı umudu anlattığı gibi. Umutsuzluğa yenilmeden” diyerek, ilerlediği yolu özetliyordu (s. 184).

Sevgi Özel, Behçet Aysan ile ilgili bir belirlemesinde, “şairler toplumun geleceğini görürler” diyerek onun sezgilerine gönderme yapıyor (s. 89). Tıpkı Sivas’ın “simgesi” haline gelen o fotoğrafta olduğu gibi. İnsanın bakarken yüreğini, anlatırken dilini ve yazarken elini acıtan o fotoğraf: Metin Altıok’un elinde yarım bir süpürge, bakışlarında bir dövüş hazırlığı; Uğur Kaynar hemen yanında eli çenesinde; önlerinde Behçet Aysan, yangın söndürme tüpünün hortumu avuçlarında, bir “düello” arifesinde. Kim çekmiş bu fotoğrafı ve kime göstermek istemiş? Burada korkudan öte, yaşanabileceklere bir hazırlık söz konusu. “Umutsuzluğa yenilmeden”; aksine gelecek, saracak ve yakacak düşmana karşı bir meydan okuma. Korkanlar, karedekiler değil; karenin uzağında, aşağıda kibriti çakanlar. Behçet Aysan ve arkadaşları, aslında korkakların kendisiyle değil, silahlarıyla savaşmayı bekliyor:

“dışarıdakiler de insandı / zafer çığlıklarıyla / yanan insanları seyredenler / içeridekiler de insandı / boğulan birini bırakıp gidemeyecek / onunla ölümü paylaşacak denli”
(Turgay Fişekçi, Dumanın D’si Boğulmanın B’si Çarkıfelekte Size Ölüm Çıktı)

İnsanlıktan bahsediyorlar çoğu kez, insanca davranmaktan. Sivas’ta, 1993’te, aydınları ölüme gönderenler “insanlar” değil miydi? O halde eksik bir yanımız var, Behçet Aysan da şiirleriyle bu yönümüzü tamamlamak için bir kapı açmamış mıydı? Bu eksik yön değil miydi, yangından sonra “Aziz Nesin de halkı kışkırtmış ama…” veya “otel dışındaki halkımıza zarar gelmemiştir” diye insanları konuşturan. Behçet Aysan’a kulak verelim: “Ölü denizler gibi ölü toplumlar da vardır. Duyarlılıkları nesneleşmiş, kendi öz gerçeklikleri yitmiş. Burada bireyler yalnızca dış dünyalarına değil de kendilerine de yabancılaşmışlardır. Edilgendirler, insansal tepki göstermezler” (s. 185). Böyle diyor, Yarın dergisinin Ocak’84 tarihli sayısında. Karanlık günlerin aydınlık yüzlü dostu ve şairi Behçet Aysan, Beyaz Bir Gemidir Ölüm adlı şiiriyle seslenmişti, 2 Temmuz günü:

yitik adreslere benzer / ölüm / yanık otlar gibi / sen bu şiiri okurken / ben belki başka bir şehirde ölürüm
(Düello, s. 192)

Ve Düello…
“(…) Sivas’ın anlamını soruyor kimileri. İşte diyorum Sivas bir aile hikâyesinde gizli. Sanki çok uzak bir geçmişte saklı kalmış, hiç yaşanmamış bir aile hikâyesinde. Ya da sadece benim bildiğim ve her kapı çalınışında babamdır, yanına annemi almış gelmiştir diye beklediğim”
şeklinde özetliyor yaşanan ve ona eklemlenen acıyı Eren Aysan (s. 119).

Sivas’taki manzaranın sonrasında “geride kalanlar”, Fethi Naci’nin şu sözlerini dillendirebilirler: “Hala ölümden korkuyorsanız, bilin ki gerçek acıyı yaşamamışsınız”. O gün Sivas’ta, Behçet Aysan’la birlikte 35 insanı öldürenlerin bu eylemi, cesaretin değil korkaklığın ürünüdür. Tevfik Şenyuva’nın “Behçet ettendi içtendi yanabilirdi” dizeleri, o gün yakıp yıkılanın ne olabileceğine dair ipuçlarını veriyor sanki. Ferruh Tunç ise bir adım öteye gidiyor ve “kayan yıldızlarla aniden sönen uygarlığımız / karanlığın sadakatine saklanıyor şimdi” dizeleriyle anıyor Behçet Aysan ve öldürülenleri.

bir yaz günü oldu bunlar / gri yağmurlar yağıyordu / çekildi bütün kılıçlar /
ben bir yanda rakip hayat / denizse köpürüyordu / ve şarkılar söylüyordu /
alabildiğine bir siren / ölmemi istemiyordu / ne parçalanmış bir ayna /
ne mum ışığı kalacak / birazdan gün ağaracak / her gece yeni bir düello /
her sabah yeni bir ölüm / hepsi bu şiire sığacak
(Düello, s.243)

O gün yaşanan neyin kavgasıydı? Ve hangi kavgadaki hangi dürtü o güruhu, insanları katletmeye götürmüştü? Bugün, Madımak’ta öldürülenlerin isimlerini tek tek sayabiliriz; belki birkaç şiirini veya yazısını da hatırlayabiliriz: Ama tam olarak yapıp – ettiklerini, ortaya koyduklarını ve ne yapmaya çalıştıklarını tüm berraklığıyla biliyor muyuz acaba?

“Türkiye bugün Sivas için ağlıyor mu? Yoksa kendini büyük bir unutuşa mı teslim etti?” diye sorunca Eren Aysan (s. 274), “düello” biraz daha farklı bir anlama bürünüyor. Yitmiş yaşam(lar)ın ardından bitmeyen, daha da dirençle sürdürülmesi gereken bir “düello”ya dönüşüyor.

Hemen bir başka soru daha var yanı başımızda: Acaba onlar yaşıyor da biz mi öldük? O gün orada boğulan, zehirlenen ve yanan, tek tek insanların, aydınların, sanatçıların ötesinde neydi? Bu kitapta, bu sorulara net yanıtlar bulunuyor. Adı da bu yüzden Deniz Feneri.

(*) Cumhuriyet Kitap, 24.08.2006.