29 Nisan 2011 Cuma

PARMAĞINI SÜRSEN YAPIYA, RENGİNİ ANLARSIN (*)
ALİ BULUNMAZ

Fin mimar Juhani Pallasmaa, yalnızca çizimlerle ve inşaatla oturup kalkan biri değil. Onun ayrıksı özelliği, mimarlığın özüne ve daha da önemlisi bu disiplinin gittiği yön üzerine düşünmesi. Haliyle bu da onu, mimarlığın hatırı sayılır kuramcılardan birine dönüştürüyor. Yapmaya çalıştığı şey mimarlıkla, felsefe ve sanatı yan yana koşturmak. Zaten bu yüzden grafik tasarım, şehir planlama ve her türlü sergi etkinliğinde duyumsama, kimlik ve duyusal deneyimin yer kaplaması gerektiğini ısrarla vurguluyor.

UYDURUK DÜŞ DÜNYASI
Kitabın başlığına dikkatle bakınca, bir “gariplik” olduğunu kavramanız işten bile değil. “Tenin Gözleri” deyimi, Pallasmaa’nın çabasının en açık göstergesi: Bu amaç, “başat duyu görme ile bastırılmış duyu kipi dokunma arasında kavramsal kısa devre yaratmak” biçiminde açıklanabilir.

Pallasmaa’nın iddiası, daha doğru deyişle tezi, tüm duyuların dokunmanın uzantısı olduğuna dayanıyor. İşte tam da burada zihinsel görevi, barındırma ve bütünleştirme olan mimarlığın her duyuya seslenmesi gerektiği savı ortaya çıkıyor. Pallasmaa için mimarlığın rolü, dünyada olma, deneyimleri aktarma ile gerçeklik ve kendilik duygusunu güçlendirme anlamında belirginleşir.

Pallasmaa’nın (haklılık payı yüksek) eleştirilerinden biri, mimarlığın kalbi konumundaki çizimlerin bilgisayar programlarına teslim bayrağı çekişine ilişkin. Görsel manipülasyonun en ileri seviyesi olan böylesine bir yaratı süreci, çokduyulu yeteneğin körelmesine yol açar. Bunun sonunda ise çevresel görmeden doğan mekânla bütünleşme kaybolur ve kişi (ya da mimar), yalnızca izleyici haline gelir.

Görmeyi tu kaka etmekten yana olmayan Pallasmaa’nın derdi, gözmerkezci dünyanın (veya salt göz yanlılığının) eleştirisini yapmak; gözün egemenliğinin ve öbür duyuların bastırılışının insanı çevresine nasıl yabancılaştırdığını ortaya koyabilmek.

“Görme bizi dünyadan ayırır, diğer duyular dünyayla birleştirir” diyen Pallasmaa, sözü Grek mimarlığına getirir: “(…) Görmeye ayrıcalık tanınması diğer duyuların reddedilmesini gerektirmez; Grek mimarlığının dokunsal duyarlılığı, maddeselliği ve tumturaklı ağırlığı bunu kanıtlar; göz kassal ve dokunsal duyumları çağırır, uyarır. Görme duyusu başka duyu kiplerini içerebilir, hatta pekiştirebilir; tarihsel mimarlıkta, görmedeki bilinçdışı dokunsal öğe özellikle önemli ve yoğun biçimde mevcuttur ama çağımız mimarlığında, ne yazık ki ihmal edilmiştir.”

Pallasmaa’nın, görselin egemenliğine dönük eleştirilerinin temelinde “fotoğraf makinesinin aceleci gözü tarafından sabitlenen basılı görüntü sanatına” evrilen mimarlık anlayışı yer alıyor. Ona göre dokunsallığın kaybıyla mimarlık yapıtları “incitici biçimde düz, keskin kenarlı, maddesiz ve gerçekdışı bir şekle bürünür.” Bu anda “hastalığı” teşhis ediyor: İnsanın uyduruk düş dünyasında yaşatılması!

Pallasmaa’nın tercihi ise var olan yamukluğu ya da uçurumdan yuvarlanışı körükleyen mimarlığın yerine özgürleştirici mimarlık. Ancak mimarlığın, soyu tükenme tehlikesi altında bir sanat haline geldiği gerçeği de unutulmamalı.

KUŞAKLARLA EL SIKIŞMAK
Pallasmaa’nın mimarlık söylemini iki üç kelime ile özetlemek gerekirse, en işe yarar tanım duyusal mimarlık olur herhalde. Bu anlayış bedenin şehri, şehrin de bedeni tamamlaması; ikisinin birbirinde barınması gibi bir sonuç doğuruyor. Bunu yaratacak formül de belli: Birbiriyle etkileşen ve kaynaşan birçok duyusal deneyim alanı içerecek bir mimarlık; düşüncenin ve duyumsamanın geometrisinin açığa çıkışı sanki. Pallasmaa’nın bu formülüne ideal mimarlık diyebilir miyiz?

Yalnızca görme ve duyma değil, işitme hatta kokunun da mimaride ve yapılarda uyarıcı ve hatırlatıcı etki yaptığını, yapması gerektiğini inatla savunuyor yazarımız; bir tüneli, mahzeni, evi ve balıkçı barınağını işitip koklamanın deneyimine de dört elle sarılıyor.

Pallasmaa’nın dokunmaya yüklediği anlam “dokunma duyusu bizi zaman ve gelenekle bağlantıya geçirir, dokunma izlenimleri aracılığıyla sayısız kuşağın elini sıkarız” sözüyle ete kemiğe bürünür. Dolayısıyla, onun mimarlık kavrayışının bam teli eylemle açıklanabilir pekâlâ; “davranışı ile hareketi başlatan, yöneten ve örgütleyen bir eylem.”

Mimarlığı bir logos; düzenleyici bir eylem biçiminde gören Pallasmaa’nın bu edimle, insanın kendini tanımaya ve şekilsiz akışı yoluna koymaya çabaladığını söyler. Dolayısıyla onun için mimarlık, insanoğlunun duyuları aracılığıyla dünyayla uzlaşma sanatı her şeyden önce.

Tenin Gözleri: Mimarlık ve Duyular/ Juhani Pallasmaa/ Çeviren: Aziz Ufuk Kılıç/ YEM Yayın/ 90 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 28.04.2011

21 Nisan 2011 Perşembe

AÇ GÖZÜNÜ AÇGÖZLÜ İNSAN! (*)
ALİ BULUNMAZ

“İlkin gezginliğe çıkman gerek, ancak sonra yurduna dönebilir, o zaman da ötekileri anlayabilirsin.”
Ludwig Wittgenstein

Mario Vargas Llosa, 2010 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandığında gelen tepkiler çeşitliydi. Pek az ve sesi cılız çıkan kesim, Nobel’i Llosa’nın almasından dolayı memnuniyetsizliğini dillendirdi. Çoğunluk, yazarın hakkının teslim edildiği konusunda hemfikirdi.

Flaubert ve Hugo’dan etkilenen Llosa’nın eserlerinde, özgürlük ve adalet temaları öne çıkıyor. Bugünün, düşsel geleceğe kurban edilmesini yoğun biçimde eleştiren yazar, Latin Amerika’nın az gelişmişliğini ya da geç kalmışlığını güçlü kişilik, kurum veya mitolojik yapılardan medet umulmasına bağlar.

Nobel komitesi işte bu son nokta üzerinde biraz daha fazla durmuş; Llosa’yı, Latin Amerika’daki iktidar yapılanmalarıyla toplumsal ilişkileri ve bunlara karşı direnişi gözler önüne sermesi nedeniyle ödüle layık gördüğünü açıkladı. Kelt Rüyası, en azından büyük bir bölümüyle, o coğrafyadan uzağa; Afrika ve Avrupa’ya uzanıyor, sömürgeciliğin piyonu olmuş bir kahramanın yanına yolluyor bizi.

UZAK TOPRAKLARDA KELT GEÇMİŞİ
Romanın üç ana mekânı var: Kongo, Amazonlar ve İrlanda. Kahramanımız Roger Casement buralarda hep karşımızda. Llosa’nın ilk işi, Roger’ın kim olduğunu, nasıl bir aileden geldiğini ve nereye ait olduğunu anlatmak. Roger’ın ailesi, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun klasik bireylerinden; İmparatorluğa bağlı ve devletin o dönemki sömürgeci politikalarını onaylamakla kalmayıp bunları ailenin genç üyelerine de benimsetme derdinde. Bu yüzden Roger, sürekli kahramanlık hikâyeleriyle büyütülüyor ve Afrika’ya “medeniyet ve demokrasi” götüren “iyi niyetli” büyüklerini adeta bir dev gibi görüyor:

“Afrika’ya Avrupa ürünlerini götürüp Afrika topraklarının ürettiği hammaddeleri ithal etmek, ticari bir operasyon olmanın ötesinde, tarihöncesine takılıp kalmış, yamyamlığa ve köle ticaretine dalmış halkların ilerlemesi amacıyla yürütülen bir girişimdi. Bu ticaret onlara modern, kültürlü, özgür ve demokratik bir Avrupa’nın dinini, ahlakını, yasalarını götürüyordu, sonunda o kabilelerin bahtsız insanlarını zamanımızın erkekleriyle kadınlarına dönüştürecek bir kalkınma hareketiydi bu. Britanya İmparatorluğu bu girişimle Avrupa’ya öncülük ediyordu.”

Roger’ın, yirmili yaşlarının başında Kongo macerasına atılmasını sağlayan şey, çocukluk ve ergenlik yıllarında dinlediği hikâyelerden daha “iyi niyetli” görünüyor: Orada yerel halka yapılanlara yönelik şikâyetlerin doğruluğunu araştırmak. Ne de olsa “putperestlikten ve yamyamlıktan kurtarılması amaçlanan” halkın dertleri dinlenmeli ve onlara şirin görünmeli!

Ama Kongo’da gezinen Roger, o zamanki Avrupa’nın epey derinlere gizlediği gerçekleri önümüze koyar. Suçluluk hali ve rahatsızlık, hatta utanma bunların başında gelir. İmparatorluklar uğruna yapılan ya da yapıldığına inanılan istilaların muhasebecisi gibidir Roger. Defterlerindeki notlar bunun kanıtı. Llosa’nın satırları da onların ana fikri: “Çok sonraları, o yolculuk sona erip de raporunu yazarak Kongo’dan ayrıldığında ve Afrika’da geçirdiği o yirmi yıl yalnızca bir anıya dönüştüğünde, Roger Casement, kaç kez, burada gerçekleşen bütün o korkunç şeylerin kaynağında yalnızca bir tek sözcüğün bulunduğunu söyleyecekti kendi kendine: Açgözlülük.”

Kongo günlerinin, Roger’da vatanseverlik duygusunu açığa çıkardığı ve sömürgeciliğe lanet ettirdiği de ortada. Yalanlar ve gerçekler arasında sıkışmış kendisiyle yüzleşen bir adamla tanışıyoruz: “Orada, Kongo’dayken, haksızlık ve şiddetle iç içe yaşarken, kolonyalizmin ne kadar büyük bir yalan olduğunu keşfetmiş, kendisini bir ‘İrlandalı’ olarak, yani bir İmparatorluk tarafından işgal edilip sömürülerek kanı iliği kurutulmuş bir ülke olan İrlanda’nın yurttaşı olarak hissetmişti.” Bir bakıma Kongo, Roger’ın köklerine yolculuğunu simgeliyor; Kelt geçmişini yeniden soluk alıp verir hale getiriyor.

“İNGİLTERE’NİN FELAKETİ, İRLANDA’NIN SEVİNCİ”
Roger’ın ortalığı sallayacak “Kongo Raporu”nu hazırladığı günlerde Llosa, yine onun başrole soyunduğu Amazonlar’a çevirir kamerayı. Kahramanımızın görevi Kongo’dakiyle aynıdır. “Spor olsun diye” yerli öldürülüp öldürülmediğini araştırmakla görevlendirilen Roger’ın kafasında “O korkunç şeyler Kongo’da gerçekleşebildiyse, Amazonlar’da neden olmasın?” sorusu canlanır. İki uzak yer; Kongo ve Amazonların, birbirine göbek bağıyla bağlı olduğunu düşünür. Mekânlar değişse de tezgâh üç aşağı beş yukarı aynı kalır: “Meşrulaştırılan” kölelik, kılıfına uydurulan sömürü ve bunları besleyen devlet politikaları.

Roger, asıl barbarın kim ya da kimler olduğunu sorgular ve yanıtları tek tek bulurken Llosa da bizde belgesel kanalında bir program izliyormuşuz kanısı yaratır. Llosa iki boyutlu bir iş kotarır: Hem Roger’ın hayatını sunar hem de gittiği bölgelerde olup biteni.

Bu olup bitenlerden biri de Amazon yerlilerinin başlarına gelenlere dair Roger’ın tanıklık ettiği yaygın görüş: “Pek çok yerli başına geleni, elle tutulur, kim olduğu belli bazı insanların kötülüğünün sonucu olarak değil, kaçışı olmayan mitsel bir afet, Tanrıların bir laneti, ilahi bir ceza gibi görüyordu.”

Roger’ın ahlak sorgulamalarına girişmesini, hatta kurulan tezgâhlardan midesinin bulanmasını sağlayan, hizmet etmeye zorlandığı işverenlerinin yalanlarından başka bir şey değil. “Uygar dünyanın”, yeryüzünün geri kalanını kendine benzetmek uğruna giriştikleri, Roger’ın benliğine ağır gelir: Sömürülenleri görüp onların topraklarında yaşadıkça İrlanda’yı hatırlar. Yani, “gerektiği kadar öldürülen” her insan, Roger’a kendi halkını anımsatır: Bunun altında yatan anlam, sömürgeleşmenin ruhları yok eden eziciliğine karşı harekete geçme gerekliliğidir.

“Kongo Raporu”nun bir benzeri olan ve Amazonlar’daki, işkence ve kölelik yoluyla iktidarını sağlamlaştıran sömürgeci güçleri eleştirdiği “Mavi Kitap”ı yayımlayan Roger, bir kez daha başta İngiltere olmak üzere Avrupa’da büyük sarsıntı yaratır. “Kongo Raporu”nun yayımlanmasının ardından olduğu gibi “Mavi Kitap” da insanların diline düşünce Roger İrlanda’nın durumunu hatırlar ve eski bir söze sarılır: “İngiltere’nin felaketi İrlanda’nın sevincidir.”

TUTSAK VİCDAN
Yeryüzünün çeşitli bölgelerinde gezip gördüklerini kaydeden Roger’ın kendi köklerine dönmesini sağlayan bu olaylar, onu dünya vatandaşı yapar; artık “evrensel bir İrlandalı”dır. Bağlı bulunduğu Kelt ruhunun ne demek olduğunun da farkındadır: “İrlanda insanının ruhu, hayata geçirilmesi mümkün olmayan ruhtu belki de ama adalet, eşitlik ve mutluluk gibi en cüretkâr emelleri beslemede sınırsız bir cömertlik dengeliyordu o ruhu. Yenilgi kaçınılmaz olduğunda bile.”

Gerek ülkesinden uzak kaldığı yıllar gerekse bu ruh, Roger’ı İrlanda’da Britanya İmparatorluğu’na karşı başlatılan direnişle buluşturur. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve İngiltere’nin Almanya’ya savaş açmasıyla, İrlanda’daki direnişçiler Birtanya’ya karşı örgütlenir; Almanlar, bu örgüte destek çıkar ve Roger da o grubun başını çeker.

Oysa gerçekte Almanya’nın İrlanda’nın kurtuluşuyla ilgili herhangi samimi bir düşüncesi yoktur; sadece cepheleri için atılan stratejik bir adımdır bu. Anlaşılacağı üzere Roger bir kez daha, bu kez Almanlar tarafından kandırılır.

Hepsi bir yana, Roger Casement’ın mücadelesi, görevlendirildiği yerlerdeki çalışmaları ve geri dönüşünde, İrlanda’nın bağımsızlığı için örgütlenme faaliyetlerine girişmesi, onun “vatan hainliği”yle suçlanmasına zemin hazırlar. İdamı beklediği günlerde “cinsel sapıklık” da dahil olmak üzere pek çok karalama kampanyasıyla yüzleşmesi durumu özetler. Onun günlüklerinden yola çıkanlar, bu karalamalar konusunda ikna olmuş gibi. Ama Llosa şüpheci; evet, günlükler var fakat oradaki her şey gerçek ve yaşanmış mı? Llosa, günlükteki bazı şeyleri Roger’ın yaşamayı istediği ancak yaşayamadığı için yazdığı görüşünde.

Neyle suçlanırsa suçlansın ya da hangi karalama tezgâhına kurban giderse gitsin hiçbiri, Roger Casement’ın sömürgecilik karşıtı duruşunun, insan haklarını ve yerli kültürleri savunuşunun üstünü örtemiyor.

İdama yürüdüğü son günlerinde dine yaklaşma eğilimi gösterse de Roger, hücresinde Peder Carey’le yaptığı konuşmalarda Tanrı sorgulamalarına da aynı görüşlerinden dolayı girişir. Kongo ve Amazonlar’daki deneyimlerinden hareketle “Hangi Tanrı, insanların katline ve acı çekişine göz yumar, böyle bir Tanrı olabilir mi?” diye çıkışır. Llosa, romanda her ne kadar güdük ve sönük kalan anti emperyalist bir anlatımla sesleniyorsa da, Roger aracılığıyla, tutsak edilse bile sağlıklı bir vicdanın var olduğu sanılan Tanrı’dan daha adil olabileceğini gösterir bize.

Kelt Rüyası/ Mario Vargas Llosa/ Çeviren: İnci Kut/ Can Yayınları/ 520 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 21.04.2011

14 Nisan 2011 Perşembe

YAŞLI BİR ADAMIN 'SIRADAN' HİKÂYESİ (*)
ALİ BULUNMAZ

“Hayatta en üzücü şey sıradanlıktır; her şeyi alt eden ölüm gerçeğini bize bir kez daha hatırlatır.”
Philip Roth

Küresel köyümüzün hayattaki en önemli yazarlarından biri Philip Roth. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden bu yana Amerikan edebiyatının da hatırı sayılır ve nitelikli iş üreten kalemlerinden. Kazandığı ödüller ise ödüllü eften püften yazarlarınkine hiç benzemiyor: Pastoral Amerika adlı romanıyla 1997’de Pulitzer Ödülü’ne, 2002’de Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi’nin kurmaca dalında verdiği altın madalyaya layık görüldü.

Ulusal Kitap Ödülü ve Ulusal Eleştirmenler Ödülü’yle ikişer kez onurlandırıldığını da hatırlatalım. PEN Faulkner Ödülü’nü üç kez kucaklayan, 2006’da PEN Nabokov ve hemen ertesi yıl PEN Saul Bellow Ödülü’nü kazanan Roth, Nobel Edebiyat Ödülü için bekleyenlerden. Hatta pek çok edebiyat eleştirmenine göre Nobel komitesi, ödülü Roth’a verme konusunda biraz da gecikmiş durumda.

VİTESİ GERİYE TAKMIŞ BİRİ
Biraz önce Roth’un PEN Faulkner Ödülü’nü üç kez kazandığından söz edilmişti. İşte bunlardan en sonuncusunu, Türkçeye Kaya Genç tarafından çevrilen Sokaktaki Adam’la aldı. Hayatının son günlerinde ölümün ayak seslerini işitmeye ve böylece geçmişin izini yeniden sürmeye başlayan birini anlatıyor Roth. Bir bakıma, romanın kahramanı “sokaktaki adam”, yaşamını başarı ve başarısızlık bağlamında tartıyor; hangisinin ağır bastığını anlamaya çalışıyor.

Roth, romanın kahramanını okura şöyle tanıtıyor: “Çoğu insanın onun dürüst biri olduğunu düşündüğüne inanıyordu. Kendisi de genç bir adamken dürüst biri olduğunu düşünürdü, o kadar basmakalıp ve maceracılıktan uzak biriydi ki güzel sanatlar okulundan sonra kendi başına resim yapıp tuhaf işlerden artık ne kadar para kazanırsa, o parayla geçinmek yerine, ki asıl gizli hevesi buydu, iyi bir çocuk olarak kendi arzularının yerine ebeveyninkilere uyarak evlenmiş, çocuk sahibi olmuş ve güvenli bir yaşam sürmek uğruna reklamcılık işine girmişti.”

“Sokaktaki adam”, başarılı iş hayatı, güzel yaşamı ve kendisine hayran olan kızıyla karşımıza çıkıyor. Ama gerçekte öyle mi? Ölümün sesini duyuşu onu panik ataktan mustarip bir adama dönüştürüyor sanki. Habire vitesi geriye takıyor bu yüzden; daha evvel tanıklık ettiği ve düşünmeyi ertelediği ne varsa, bu ruh halindeyken hepsi kapısını çalıyor ya da belki o kapıyı bizzat kendisi zorluyor. Elbette bunda tekleyen ve bu nedenle ameliyat edilen kalbinin etkisi büyük.

Bu dönemde kahramanımızın hemen yanı başında kızıyla beraber, her zaman güveniyle onu ayakta tutmak isteyen ağabeyi Howie’yi görüyoruz. Roth’un, Howie’ye söylettiği “annemle babamı kaybetmeyi kabullenmek zorundayım, seni kaybetmeyi ise asla kabullenemem” sözü, kardeşinin arkasında duruşunun kanıtı.

Ancak kahramanımızın ağabeyine karşı sinir bozucu bir öfke duyduğunu atlamamalı. Ne de olsa Howie, kendisine göre çok daha sağlam, başarılı ve “sanat eseri” bir adam; onu arsızca sevmesi ve bir o kadar da nefret etmesi bu yüzden: “Kendisinde olması gereken biyolojik yetenekleri yüzünden Howie’den nefret ediyordu.”

“SOKAKTAKİ ADAM” KİM?
Roth’un anlattığı hikâye ve oradaki kahraman “sokaktaki adam”ın ölümle düellosu, aslında hem geriye dönük hem de o günlerde içinde filizlenen hesaplaşmanın okura yansıması. Geri döndürülemeyen pişmanlıkların peşi sıra “başarılı” yaşamından cımbızladığı ve hayatını epey yoran başarısızlıklarla, ardına bakışlar eşliğinde yüzleşen bir adam var karşımızda.

İşin tuhaf yanı, küçüklüğünden beri ölüm korkusu taşıyan bu adamın, kalp hastalığı ve ameliyatına dek ertelediği o huzursuzluğunun, şiddetle ve dar zamana sıkıştırılmış biçimde belirmesi.

Aynı zamana rastlayan bir şey daha var: Romanda hayli önemli bir figür olan babasıyla kahramanımızın bazen kendini karşılaştırması bazen de kendisini onun yerine koyuşu. Babasının, aileye çalkantılı bir yaşam sürdürdüğünü de vurguluyor aralarda.

Romandaki irili ufaklı olayların içinde dikkati çeken bir başka konu da, kahramanımız için hem bir terapi hem özlem hem de belli süre sonra hayatında ağırlıklı yer kaplayan resim. Şunu da sormadan edemiyorsunuz: Acaba kahramanımız, hayatının son döneminde resme başlayan babasından ne kadar etkileniyor? Yanıtı okurun dikkati belirliyor burada.

Yazının sonunda bir ufak bilmece: 1933 doğumlu Philip Roth, Sokaktaki Adam’da kendini mi anlatıyor? Anlatıyorsa ne kadar? Bunu da okura bırakmalı, keza kitapta bilmecenin çözümüne dair tutamaklar var.

Sokaktaki Adam/ Philip Roth/ Çeviren: Kaya Genç/ Yapı Kredi Yayınları/ 108 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 14.04.2011

7 Nisan 2011 Perşembe

ÇIRILÇIPLAK BİR ADAM (*)
ALİ BULUNMAZ

İskoçya, bir Avrupa ülkesi olmasına rağmen edebiyatta baskın sayılmaz. Alman, Fransız, İngiliz, İspanyol ve hatta Orta Avrupa’nın güçlü damarıyla karşılaştırıldığında İskoç edebiyatının biraz güdük kaldığı bile söylenebilir.

Ancak hakkı teslim edilesi yazarlara da sahipler: Örneğin Walter Scott, Arthur Conan Doyle, Robert Louis Stevenson, A.J. Cronin, Val McDermid, Mark Miller, Irvine Welsh ve James Barrie ilk akla gelenlerden. Bu isimlerin bazı yapıtlarının Türkçeye çevrildiğini de hatırlatalım. O çeviri kervanına bir isim daha eklendi: John Burnside.

Burnside yeni bir yazar aslında. 1955 doğumlu olmasına ve ilk kitabı The Hoop 1988’de yayımlanmasına karşın, 1994’ten bu yana tüm vaktini yazmaya ayırmaya başladı. Bu anlamda çaylak sayılabilir. Birkaç ödül de kazanan Burnside’ın Şeytanın Ayak İzleri adını taşıyan romanı Türkçede yayımlanan ilk eseri.

KASABADA BİR YABANCI
Romanın ana mekânı, İskoçya’nın doğusundaki Coldhaven kasabası. Burada büyümüş ve neredeyse Coldhaven’dan hiç çıkmamış Michael Gardiner’ın etrafında gelişen olaylar silsilesi de ana izlek konumunda.

Romanın başlangıcı hızlı; belli ki Burnside, olayları kurgular ve açımlarken ritmik bir kitap oluşturmayı hedeflemiş, başarmış da. Moira Birnie adında bir kadın, iki oğlu ve kendisini öldürürken kimsenin anlam veremediği bu eylemde on dört yaşındaki kızı Hazel’ı hayatta bırakır.

Bu arada gazetelerden olayı öğrenen Michael, Moira’yı tanıdığını fark eder; ilkgençlik yıllarının aşkı olduğunu anlar ve kısa ilişkisini, o sürede hızlı ama hep sak üstünde geçen günlerini hatırlar.

Moira’nın iki çocuğunu öldürerek intihar ettiği günlerle eşzamanlı yürüyen ve Coldhaven sakinleri ile kendi hayatına dönük sorgulamaları Michael’ın çevresine ve hayatına ne kadar yabancı olduğunu gösterir. Aslında bu yabancılık duygusu ve Moira’nın ölümüne eklemlenen, eskiden kalma bir iz ya da bilinçaltına ittiği bir gerçek yeniden su yüzüne çıkar: Michael, Moira’nın ağabeyini ölüme terk etmiştir. İlişkinin Michael tarafındaki gerginliğin nedenlerinin başında gelir bu.

Moira ve çocuklarının ölümünü izleyen günlerde Michael, Hazel’ın peşine düşüyor, bununla da kalmıyor adeta soruşturmaya, hatta takıntılı biçimde iz sürmeye başlıyor: “Moira’nın kızı da bir uyurgezerdi, ben de bir uyurgezerdim, bu da o anlama gelmiyor muydu? Yani ortak bir noktamız olduğu anlamına. Kalıtımsal manada düşünmüyordum ya da öyle düşünmediğimi sanıyordum ama çoğu şeyi yapmaya fark etmeden başlarız ve bilinçli olarak kurgulamasam da parçaları birleştiriyor, hesap kitap yapıyordum.”

Sonra işi bir adım daha öteye götürüyor: “Hesaplarımı nihayetlendirmek için Hazel Birnie’nin doğum gününü öğrenmeye ihtiyacım vardı, ancak onu öğrensem bile ihtimallerden bahsetmenin ötesine geçemeyecektim. Hazel Birnie’nin babasının Tom Birnie, ben ya da başkası oluşu neyi değiştirirdi ki?”

AĞIR İÇ SIKINTISI
Burnside, ana hikâyenin içine Coldhaven’da anlatılan; dilden dile, kulaktan kulağa dolaşan efsane ve öyküleri de serpiştirmiş. Bunları bir şekilde Michael’a, Moira’ya ve Michael’ın ailesine bağlamaya çalışmış.

Hepsinin yanında parantezler açan yazar, adeta iki koldan yürüyen bir roman koyuyor önümüze: Bir tarafta Michael-Moira ve Hazel üçgeni, öte yanda Michael’ın ailesi ve okul günlerine ait kimi anılar; bunların en çarpıcısı işlediği cinayet, Malcom Kennedy’i öldürmesi: “Onun ölmesini istiyordum ama o sırada gerçek niyetim bu değildi. Sadece bana yaptıkları için onu cezalandırmak istiyordum (…) Okulda öldüğünü duyunca gerçekten şaşırmıştım. Ama suçlu hissetmedim. Kötü de. Ne de olsa benim için önemli değildi.”

Romandaki geriye dönüşler bazen epey derine iniyor. Örneğin Michael ve ailesinin Coldhaven’a ilk geldiği günlere. Kendisi olmaya çabalayan, kasabaya alışmaya çalışan ve bocalayan bir aile görüntüsü. Kasabanın doğasına ait olmak isteyen ancak öbür taraftan ahaliyle uyuşamayan aile: “Gerçekten de annemle babam Coldhaven’a ait değildi. Onlar toprağa, göğe, ışığa ve belki de müdafaası daha ben doğmadan önce çoktan imkânsızlaşmış bir fikre aitti. Sanırım Coldhaven’a ilk geldiklerinde o fikirden toptan vazgeçmemişler; onun yeni bir şekil alıp kendini tekrar hissettireceği bir anın gelmesini beklemişlerdi.” Michael’ın çocukluk günlerinden gelgitli birkaç kesit bu.

Michael Coldhaven kasabasını ve orada yaşayanları tasvir eden bir dipnot da aktarır: “Coldhaven’da en önemli şey insanların ne kadar malı olduğuydu ama nasıl olup da o kadar mala sahip olduğu da, malın kendisi kadar önemliydi. Kimin ne kadar mülke sahip olduğu tam bilinemezdi, bilmek için bu işlerle ilgilenmeniz gerekirdi ama gerçekten merak ediyorsanız o mülklerin nasıl ele geçirildiğini ve etraflarında birikmiş skandalları da öğrenmek zahmetine katlanmalıydınız.”

Bir yandan çocukluk yılları, annesinin kaza sonucu ölümü ve kasabaya alışma dönemini (buna hiçbir zaman alışamama da diyebiliriz) hatırlama, beri yandan Moira’nın (Michael’ın kendisinden olduğundan kuşkulandığı) kızı Hazel’a ulaşma gayretiyle karşımıza çıkıyor Michael. Kafasında binbir soru, şüphe ve çelişkiyle yabancılığın doruklarında geziniyor.

Evliliği, “üzerine sürekli sayfa ve yeni maceralar konması gereken bir hikâyeye” benzeten Michael, kendi ağzıyla evliliği “epey idealistçe ele aldığını” da itiraf ediyor. Bu, onun hissettiği yabancılaşmaya da örnek: “Hikâyenin çapraşık ama aynı zamanda da açık olmasını isteyen, evliliği paylaşılmış bilgilerden ve imkânlardan örülmüş bir kafes, hatta masallardaki aşklar gibi hayal eden gözü yaşlı takımından oluşumdu sorun. Evlilikle ilgili gerçek olaysa, tarafların birdenbire, eşlerinin bambaşka bir öyküye, anlatılmaz özel bir öyküye sahip olduğundan şüphelenmeye başladığı anın varlığıdır.”

“Malcom Kennedy’i öldürdüğünden beri hiçbir şeyle ilgili tek başına karar vermediğini” söyleyen Michael, hemen her olay sonrası, sanki içinde kimseye anlatmayı başaramadığı ağır bir sıkıntıyla yol alıyor. Bu, özellikle eşi Amanda ile ilişkisinde su yüzüne çıkıyor; alabildiğine gerginlik, hem Michael’ı hem de Amanda’yı hızla tüketiyor.

KENARDA KÖŞEDEKİ HAYAT
Pek çok açmazla sürüklenen Michael, sonunda Hazel’la buluşur. Amanda’yla evliliğinin çatırdadığı günlere denk gelir buluşma. Havadan sudan sohbetler ve hemen ardından beraber çıkılan yolculukta Michael, kafasındaki soruların yanıtını bulmayı umar.

İçi dolu hiçbir şey konuşmadan yolda ve otelde geçen günler birbirini izler. Bir sabah Michael, içinde Hazel’ın “babam değilsin” ifadesi de geçen notunu bulur yanı başında: Arabasını ve cüzdanını Hazel’a kaptırdığını anlar. Kısacası Coldhaven’dan kaçmak için Michael’a babası olduğunu duyumsatır, bir bakıma onu kullanır.

Ama bu kaçış ve hırsızlık Michael’da büyük bir sarsıntı yaratmaz. Olan şey, günler boyu süren, Michael’ın kendini çırılçıplak hissettiği koşudur: Nereye gittiğini bilmeden ve neredeyse hiçbir şey yemeden koşmak. Sonrasında eve dönüş: “Gerçekten de kendi hayatıma en baştan başlıyordum; Amanda çıkageldiğinde kenara koyduğum, annemle babamın bana hediye ettiği ve en ufak bir zarar görmesine dahi kıyamayacağım kendi hayatım.”

Bu dönüş, Michael’ın pek çok şeyin ayırdına varmasını sağlar: Amanda’yla oturduğu ama aslında anne ve babasına ait evin tek yuvası olduğu, eşiyle uyumsuzluğu ve Amanda’nın kendisini terk etmesi karşısındaki nötr ruh hali.

Burnside’ın kahramanı Michael tuhaf bir adam. Cinayeti, evliliğini ve etrafındaki insanları umursamaz ve olup biten bir ordu şeye tepki vermezken tek ve neredeyse takıntılı biçimde merak ettiği şey, Hazel’ın kendi kızı olup olmadığı. Yoksa ortalık yıkılmış kime ne. Sorunun yanıtı belirdiğinde bile, içinde hatırı sayılır şüphe kırıntıları kalan bir adam.

Aynı zamanda Michael’ın sağlıklı biri olduğunu da söylemek zor. Çünkü nereden bakılırsa bakılsın, kendi iç dünyasının büyük bir bölümüne karaltılar hâkim. Öyle kolay ilişki kurabildiği, kursa bile bunu uzun uzun sürdüremediği açık. Hatta konuştuğu, konuşmayı ya da dertleşmeyi sevdiği tek insan, evin hizmetçisi Bayan K. Buradan rahatlıkla anlayabiliyoruz ki Bayan K., Michael’ın yegâne arkadaşı, dert ortağı ve belli noktalarda akıl hocası.

Bütün olan bitenin sonunda evine dönüp de ortalığı bomboş görünce fark ettiği ise sağında solunda birileri bulunsa da bulunmasa da, karanlık ve soğukla beraber daha keskin hale gelen yalnızlık…

Şeytanın Ayak İzleri/ John Burnside/ Çeviren: Tankut Aykut/ Yapı Kredi Yayınları/ 188 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 07.04.2011
BARTHES’I NASIL SEVERSİNİZ? (*)
ALİ BULUNMAZ

Şimdi bu yazıya “Barthes’ı Sevmek İçin Bilmem Kaç Neden” minvalinde bir başlık atsaydım, hem Grillet hem de Barthes öte taraftan sunturlu küfürler savururdu eminim. Hem böyle bir hareket, eleştiri ve kuramın baba isimlerinden Barthes’ın; yazar, yönetmen, “Yeni Roman” akımın kurucusu ve en önde gelen temsilcisi Grillet’nin ağırlılığıyla ters düşerdi.

Grillet ile Barthes’ın sıkı dostluğundan söz açmaya gerek yok; her iki isim de bunu Grillet’nin imzasını taşıyan Barthes’ı Niçin Seviyorum? adlı kitapta fazlasıyla açık ediyor zaten. İş öyle boyutlara varıyor ki, Barthes’la Grillet arasında bazen üst perdeden edebi geyikler bile dönüyor.

Grillet’nin Barthes’dan anladığı; ismi geçtiğinde aklına ilk gelen onun yazarlığı, hatta kendi deyişiyle “birçoğunu neredeyse ezberlediği yapıtları.” Fakat kendince bir sorunu da hatırlatıyor: Yazar Barthes ile dost olanını ayırmadaki güçlük! Metnin ya da yazdıklarının karşısındaki Barthes mı yoksa dost Barthes mı? “Barthes’ı niçin seviyorum?” sorusunun yanıtını bulmaya girişen Grillet’nin karnına ağrılar saplanıyor ufaktan. Bu ağrının dermanını “Barthes’ı nasıl seviyorum?” sorusuyla aşmaya çabalıyor.

Grillet sorunun yanıtını ararken oltasına takılanlar erdem, kesinlik, tutarlılık ve bütünlük. Barthes ise “pusla kaplı bellekten” söz ediyor: “Benim bellek yitimimin tam da olumsuz olmayan bir yönü var; benimki, belleğin bir güçsüzlüğü, bir pus. Ben pusla kaplı havayı andıran bir ortamda yaşıyorum, bu ortamda bana sürekli belleğimle mücadele etmem gerektiği duygusu eşlik ediyor.” Bu durum, Barthes’ın roman yazmayı isteyip de yapamayışına yol açan “geniş yüzeye” ve “devamlılığa” ket vurmuş olmasın?

Grillet’nin Barthes’ı neden ve nasıl sevdiğinin ipuçlarını veren bir başka belirlemesi, onun “insanları şaşırtmasını sağlayan sinsiliği”: Risk almamışları en başa döndüren hatta alt üst eden ve baştan çıkaran sözcük işçiliği biçiminde anlaşılmalı bu sinsilik.

Barthes’ın kaymalara sahip bir düşünür ve yirminci yüzyıl edebiyat eleştirisinde sağlam bir yeri olduğu tartışmasız. Söylediği her söz ve yazdığı her şey tortulaşmaya izin vermeyecek ölçüde hareketli. Ama buna tutarsızlık demek mümkün mü? Kesinlikle değil.

Grillet’nin hayranlık duyduğu bir yön de Barthes’ın yapıtlarının yadsımayı içermemesi. Eh, bunu yaparken söz oyunlarına yeltendiğini, dediklerini tam sonuca vardıracağı anda yeni kapılar açmayı düşündüğünü de unutmamalı.

Grillet’nin içine kurt düşüren ise kadim dostunu parçalara ayırıp incelemenin doğru olup olmadığı. Hayattayken bunu yapsaydı, Barthes’ın kendisini hangi sözcüklerle döveceğini düşünmek bile istemiyor.

Kitapta Barthes’ı enine boyuna kurcalayan Grillet’nin rahat hareket etmesini ve ikide bir “Roland” diye seslenmesini, herhalde aralarındaki bitmez tükenmez dostluğa borçluyuz. Grillet, bunun Barthes’ı doğru değerlendirmesinde sakatlıklar doğurabileceğini bilse de, az biraz tedirginlikle ama mutlu bir şekilde dostunun üstüne gidiyor.

Bu arada Barthes’la ilgili bazı ilginç noktaları da yakalıyor: “Roland Barthes kendini sevmezdi. Belki de kendini seviyordu ama memnun edilmesi çok zor olan ve sürekli hayal kırıklığına uğrayan bir aşkla seviyordu (…) Çevresindekilere sunduğu o sarsılmaz beden, sonsuz bir aldatmaca mıydı? Kuşkusuz değildi! Çünkü şiddetle nefret ettiği şey, bu bedenin kendisiydi: Bu yüce Romalı senatör görüntüsü kendi cübbesinin kıvrımına saklanıyor gibi geliyordu ona; Sokrates’in sıcakkanlı inceliğiyle Buda’nın bilgeliğini birleştiren, düşünceli bir ifadesi olan bu güzel yüz, onun gözünde tedavi edilemez bir kişilik zafiyetinin ve zamanından önce semirmiş bir zevk düşkününün rahatlıkla fark edilen karışımından başka bir şey değildi.”

Aslında Grillet’nin ortaya koyduklarından şu sonucu çıkarmak veya soruya ulaşmak olası: Kuramcı, yazar, dost ve öğretmen Barthes… Hangisini severdiniz? Daha da önemlisi, Barthes’ı nasıl seversiniz?..

Barthes’ı Niçin Seviyorum?/ Alain Robbe-Grillet/ Çeviren: Ayşe Ece/ Sel Yayıncılık/ 80 s.

(*) Sabit Fikir, 04.04.2011 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/barthesi-nasil-seversiniz]

1 Nisan 2011 Cuma

BERGER’IN GÖZÜNDEKİ DÜNYA (*)
ALİ BULUNMAZ

Şimdi diyeceksiniz ki, “ihtiyarın biri göz ameliyatı geçirmiş”, üstelik bu “eften püften bir katarakt operasyonu” ve o süreci de defterine not etmiş. Yetmemiş, bir de çizer dadanmış kitaba, olayı karikatürize etmiş. Biri de yazılana göz dikmiş, Türkçeleştirmiş. Olay hayli “basit” görünüyor. Aslında burada doğru kelime “yalın” olmalı. İmzalara bakıyorsunuz; yazan John Berger, çizen Selçuk Demirel, çeviren Cevat Çapan. İş ciddiye biniyor.

Berger, her ne anlatıyorsa sessiz sakin ama duymayı bilenlere güçlü bir sesle anlatır. Ona ve eserlerine yaklaşanların fark edeceği nitelik, Berger’ın çelebi kişiliğinin hemen her satırına ve eylemine yansıması. Pek çok şeyin üstüne giden ama bunu zarafetle ve sağlam adımlarla yapan bir adam. Bu kez de geçirdiği göz ameliyatları için kalem oynatıyor.

Kataraktı engel olarak gören fakat buna takılıp düşmeden iyileşme sürecindeki notlarla karşılıyor bizi Berger. Gözü göz yapan görmenin, görmeyi görme yapan ışığın özü ve belki de metafiziğine ilişkin karalamalar olarak da düşünülebilir kitap. Işığı karanlığa göre tanımlama; dokunulan karanlık ve fark edilen ışık, aydınlanan nesne: Alın size Berger’dan bir gölge oyunu.

Ayırdına varılmayan, en azından önceden özenle izlenmeyen renklerin neliğini kurcalayan Berger, sol gözünün ona yaptığı azizlikle maviye daha başka bakıp onu “derinliğin ve uzaklığın rengi” diye adlandırıyor. Kataraktla da şakalaşıyor bu arada: “Kataraktınız varsa, nerede olursanız olun kapalı bir yerdesinizdir.”

Berger’ın davetkâr metni, görmekle bozuk ya da farklı görme arasında gezinen ifadeler içeriyor; görünürlüğün gizini çözmeye, inen perdeyle başlamak veya hız vermek de epey insani bir eylem. Yaşanana, üstüne gitmek de denebilir enikonu.

Sağlı sollu ameliyat edilen gözlerle, denemelerin seyri tamamen “sonra”ya gidiyor haliyle. İki yol var: Birincisi, Berger’ın nasıl gördüğü. İkincisi Berger’ın nasıl göründüğü ya da görünebileceği. Ameliyatların peşi sıra “ışık içinde bir balık gibi yüzdüğünü” söyleyen Berger, manzaranın, kendisine “her şeyin ışıkla çevrelendiğinin farkında olması gerektiğini” fısıldadığını aktarıyor. İkinci yoldan bizi Selçuk Demirel götürüyor. Çizgi anlatılmaz, anlatılsa da okunmaz; sağlıklı bir göz ve zihin, metinle uyumu tartışmasız çizimleri görür görmez o yola çıkacaktır zaten.

Berger’ın kısa metinleri, görmenin analizi olmanın ötesinde, işin felsefesini de kokluyor. “Sessiz” ışığa karşın, “gürültülü gölge” ve “karanlığın” tasviri, ele avuca sığmaz derinlikle birlikte yalınlığın da dışavurumu gibi: “Işık sırtınıza dokunan bir eldi. Dönüp arkanıza bakmıyordunuz, çünkü çok uzun süredir onun bu dokunuşunu tanıyordunuz. İlk gördüğünüz ve herhangi bir ad vermediğiniz bir şeydi bu.”

Belki de bu nedenle Berger, kataraktın gözden alınışını “belli bir unutkanlıktan kurtulma” diye niteliyor. Işıkla aydınlanan nesnelere (örneğin beyaz bir kâğıtla) yaklaşma ya da bir bakıma tekrar canlanma: Berger’ın yeniden görsel doğuşu; uzun süredir kayıplardaki “bir arkadaşla kucaklaşma” gibi.

“Yeniden görme olanağını” ya da “başarısını” yakalamasını sağlayan ameliyatlar Berger için sözlükte aradığı bir şeyi bulmakla eşdeğer. Kendisinden dinleyelim: “İki kataraktım da alındıktan sonra, gözlerimle gördüklerim bir sözlüğü açıp nesnelerin yerlerini tamı tamına bulmak gibi bir şey. Hem nesnenin kendisini hem de öbür nesneler arasındaki yerini.”

Berger, olup biteni perdesi kaldırılan iki gözün, sanki her şeyi ilk kez görüyormuşçasına şaşırtıcı görüntülerle yüzleşmesi diye özetliyor. Açık (görünen) bir göze rağmen kapalı bir ortamdan nasıl çıktığını, hatta ışığı, renkleri ve nesneleri nasıl sıkı sıkı kucakladığını kendine özgü sakinliğiyle sunuyor. Eldeki, hepi topu yüz doksan dokuz satırlık iyileşme güncesi fakat kat be kat derin çağrışım ve anlamla bezeli. Elbette bakıp görebilenler için…

Katarakt/ John Berger, Selçuk Demirel/ Çeviren: Cevat Çapan/ Yapı Kredi Yayınları/ 64 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 31.03.2011