26 Ağustos 2011 Cuma

DİKKAT BURROUGHS VAR! -III (*)
ALİ BULUNMAZ

Yine Burroughs, yine “baştan savma bir metin” ve “konu bütünlüğü olmayan” bir kitap (!) Yazarın anlam bütünlüğünü yıkmak için uğraştığını süzemeyenlerin ve uygarlığın yarattığı kalıp edebiyata bindirmelerini kavrayamayanların “haklı” suçlamaları karşısında gülünmez de ne yapılır? Kalıbı tekmelerken onu yaratanlarla kafa bulan Burroughs’un Nova Ekspresi’ne bindik gidiyoruz.

Ağzı bozuk, ruh dünyası çatallı ve “pis” yazarımız masada son kartlarını açıyor. Bir yandan da tuhaf bir kovalamaca sürüp gidiyor. Koltuklarına yapışmış lacivert ve siyah takım elbiseli ebleh sürüsüne durmadan giydirmesi gezegenimizde rahatsızlık uyandırıyor.

Ekspres ilerlerken dışarı bakınca kallavi ilaçlar, güzel kafalar, kayıt boyu devam eden kopyalama ve imaj çalışmalarıyla mıntıkada ufak yollu korkuya yol açan virüs muhabbeti görülüyor. Burroughs, kesip biçerken zihni yoklayan belirlemeler de sıralıyor: “Hastalığı koruyun, toplumu hastalıktan korumak için suçlular yaratılmalı.” Öte taraftan “bir gezegeni patlatıp novaya yol açacak çatışmaları kışkırtmak” üzere iş tutan çeteden de söz ediyor.

Aklın sınırlarını zorlayan az absürd bol deli konuşmalar sürerken laf Nova’ya ve kahramanımızın gezegende kendini görüşüne geliyor: “Anlıyorsunuz ki nova benim başka hiç kimsenin tek parça halinde kurtulamayacağı kadar büyük acılar içinde doğduğum yerdir. Yaralı galaksilerde tekrar tekrar doğdum. Tek başımayım ama sizin ‘yalnız’ dediğiniz şey değilim ben. Yalnızlık, ikili memeli yapısının ürünüdür. ‘Yalnızlık’, ‘aşk’, ‘arkadaşlık’, daha ne varsa hepsi. Ben iki değilim. Birim ben. Ama birlik halimi korumak için başka yaşam biçimlerindeki bir ikilik gerekli bana.”

Adına uygun olarak oradan oraya; konudan konuya geçip garip bir zihinsel yolculuğa çıktığımız Nova Ekspresi’nde, Burroughs’un bizi dolaştırdığı gezegende tanıştığımız insanların da o yolculuktan farkı yok: Üçlemenin önceki kitaplarındaki gibi hepsi kafasına ne eserse onu yapıp aklına geldiği gibi konuşuyor. Anlayacağınız tam bir bilinç akışı ve çağrışım denizi. Kendine özgü bir evren yapısı yaratan Burroughs’un, oraya sürükleniş içindeki kahramanlar tıkıştırma nedenini de anlıyoruz böylece.

Kayıt nereye götürüyorsa o tarafa doğru savrulan ve içinden geldiği gibi yürüyen bir işleyişi harekete geçirme çabası ya da en sondaki çağrı: “Tüm yaşayanlar ve ölüler, siz kendinizsiniz, olun.”

Burroughs, uyuşturucu trafiğini yönlendiren ama kendini sütten çıkmış ak kaşık gibi gösteren devletlere de atıf yapıyor. Beri yandan sunulan gerçekle uyuşturucu deneyiminin yarattığı başka gerçek arasındaki farka da selam çakıyor. Her iki değini de iktidara dokunuyor: Uyuşturucu tekeli iktidar, denetleyen iktidar ve sanal gerçeklik yaratan iktidar. Bir de bunlara kuşbakışı bakan bir çift göz.

Geriye yaslanıp baktığımızda “cut-up” üçlemesiyle ilgili iri laflar etmeye de onları belli bir kategoriye sıkıştırmak için tırmalamaya da gerek yok aslında. Bırakalım öyle kalsın.

Nova Ekspresi döngüyü tamamladığında kayıtlar da bitmiş oluyor, belki de bu tam bir başlangıç.

Herkese iyi uykular, tatlı masallar.

Dağılın…

Nova Ekspresi/ William S. Burroughs/ Çeviren: Süha Sertabiboğlu/ Sel Yayıncılık/ 132 s.

(*) Sabit Fikir, 26.08.2011 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/dikkat-burroughs-var-iii]

25 Ağustos 2011 Perşembe


NE YAZIK Kİ TEK DEĞİLİZ! (*)
ALİ BULUNMAZ

Hal Niedzviecki (HN), önceki kitabı Dikizleme Günlüğü’nde rontçularla rontlananların evrenine girmiş ve bu çekici alanda insanların, gözetlemek ve gözetlenmek için birbiriyle nasıl yarıştığını anlatmıştı.

Günlük yaşam kültürü üzerine yoğunlaşan HN, burada kişilerin hangi şekle sokulduğuna kafa yoruyor; kendi çevresinden ve aslında bizim çevremizden de hayli çarpıcı numuneler buluyor. Ben Özelim, aynı Dikizleme Günlüğü’nde olduğu gibi yüzyılımızın başı dönen bireylerinin hayatına ayna tutma çabasında. HN’nin yeni kitabıyla bir adım daha ileri gittiğini söyleyebiliriz, çünkü bu kez konformizmin insanı eblehleştiren gücünü anlatmaya koyuluyor.

Davranış kalıplarına; toplumda ya da toplumun yarattığı eylem biçimlerine uyumlu olma, “değer yargılarına” hiç sorgulamadan bağlanma ve tüm bunların meydana getirdiği düzenle barışık yaşama anlamına gelen konformizm HN’nin büyüteci altına giriyor. Yazarın burada ele aldığı şey, bireyselliğin konformizme dönüşmesi.

HN, bireysellik olgusunun sunulanın nasıl dışına çıkmamaya, sınırları aşmadan yaşamaya, kişinin tüm çıkıntılıklarından arınıp uyumlu ve uslu (tepkisiz) olmaya dönüştüğünü anlayıp anlatmaya çalışıyor.

ŞÖHRET SİMÜLASYONU
HN’nin “yeni konformizm” olarak adlandırdığı yapı, herkesin kendini ifşa etme; kendi “özgüllüğünü”, sonsuz kabul edilen boşluğa yığma dürtüsüyle doğuyor. Dolayısıyla herkesin “ünlü” olabilmek adına veya sadece ismini bir şekilde sayfalara yazdırmak ya da ekranda göstermek için yırtındığı bir dünya bu. Yani, popüler kültürün girdabına kapılıp gitmek gibi bir şey: Kendini satıp kendine benzeyenleri alan ve tornadan çıkmış bireysellik; HN’nin anlatmaya çalıştığı işte bu: Kendini özel sanırken aynı kanıya sahip pek çok insandan oluşan benzerler cemaatinde kavrulup gidenlerin hikâyesi.

“Özgün ve yaratıcı ol” sloganıyla iş gören bireysellik, gerçekte bunun arkasından dolanıp bir konformizm yaratmaktan geri durmuyor. Kişiye “önemli olan sensin” diye fısıldanırken aslında bu herkese söylendiğinden anlamını yitirip çemberi genişletmekten başka herhangi bir yola sapmıyor:

“Bir zamanlar aile, kilise ve iş rabıtasında belirlenen ortalama statümüzde görece daha mutluyduk. Şimdi daha fazlasını, daha iyisini ve hızlısını elde etmek için deli oluyoruz. Ne arıyoruz? Kendi öykümüzü kendi koşullarımıza göre inşa edebilecek ve kendimizi medya dünyasının içine atıp özel kılacak bir fırsat arayışımız giderek artıyor.”

Bu eylemlerimizin temel nedeni HN’ye göre yeni konformizmin kişiye verdiği gazla; “başarı, özgüven fantezisi ve bu değerlerin hikâyeleştirilmiş projeksiyonu”yla ilgili. Bir bakıma, “gelenekleri kırma” heyecanıyla ortaya atılanlar, aynı çukura düşüp yeni gelenekler ve kalıplar yaratıp içinde konumlanmayı kabul ediyor. Özgün (ve aynı zamanda özgür) olduğunu zannedenlerin hemen hemen aynı şarkıları söyleyip “yıldız olma” gibi bir hayali paylaşmasıyla beliren yeni konformizme katılma arzusu değil mi bu?

HN burada popun, kişiye gönderdiği iletilerin önemli olduğuna değiniyor: “Popun mesajı bizi, aslında güzel, ilgiye ve fark edilmeye değer olduğumuz için daha fazla kendimiz olmaya davet ediyor. Ama popüler kültür, ne bizim gerçekten neden bu kadar özel olduğumuzu ne de yenilgimizin fark edilen başarısını nasıl depolayacağımızı söylüyor (…) Fark edilme dürtüsü sık sık karmaşıklığa ve hatta bazı açılardan üzüntüye neden oluyor. İşimizi bırakmayı, sorumluluklarımızı terk etmeyi, güne göre davranmayı ve rekor kırmayı sahiden istiyor muyuz? (…) Çoğunlukla, göz alıcı pop yıldızlarının ‘sadece yap’ kışkırtıcılığı, hayatımızın gittikçe sıradanlaşmasına, moralimizin bozulmasına ve kendimizi değersiz hissetmemize neden oluyor. Ne aniden zenginlik statüsünü elde ediyor ne de pop yıldızı olarak tanınıyoruz ama gizemli düşlerle tatmin olmaya yöneliyoruz. Eğer işte veya sahnede başarılı bir şöhrete kavuşamazsan, hayat hikâyene hâlâ yeniden şekil verebilir, şöhret ve özel olmakla bir ilişki kurabilirsin.”

Göz açıp kapayıncaya kadar yıldız olmayı vaat eden mekanizma HN’ye göre insanlara “ben özelim” dünyasının kapısını sonuna kadar açıyor. Ama işin aslı çok başka; orada yaratılan sadece bir şöhret simülasyonu. Müşterisi ve müptelası ise hayli fazla.

Adı geçen simülasyonu yaratan en belirgin şey, popüler kültürde konumlanan özsaygı endüstrisi. Telkinlerle yürüyen ve “kişinin özsaygıyla her şeyi yapabileceğini” muştulayan bir sistem: “Özsaygı endüstrisi vurguyu sana, senin arzularına, ihtiyaçlarına, beklentilerine, özverilerine ve çok çalışma isteğine kaydırır. Bizi sadece hayatımızın kontrolünü elimize alıp ve onu değiştirmek adına yeterli olduğumuzu düşünmemiz için cesaretlendirmez, aynı zamanda hayatımıza yön veren tüm bu sistemi sorgulamaktan da vazgeçirir. Popüler başarı şansının gerçekle uzaktan alakalı bir tanıtımını göstermekte başarısız olan özsaygı mitolojisi, hataları ve engelleri içselleştirip hayal kırıklığıyla, pişmanlıklarla dolu bir hayatı kabul etmeye şartlanmayı öğretir.”

HN’nin “küresel monokültür” kavramlaştırması, tüm bu anlatılanların özeti; yediklerimizi, görünüşümüzü ve düşünme şeklimizi altüst ederek hızla yayılıyor. Yerelliği kurutan ve yeni konformizmin vaatlerini en uzak noktalara taşıyan bir istila bu.

AVANAK SÜRÜSÜ
Eğlencenin üretilip tüketildiği popüler kültürün süzgecinden geçen konformist bireysellik, aynı o reklam sloganındaki gibi “Yalnızca yap!” (Just do it!) ilkesiyle yola çıkar. Devamında ise “Yapamıyorsan yoksun!” gelir. HN’ye göre bu da bizi “sahte bireyselliğe” götürür. Oluşan paradoks, “keskin bireysellik-sahte bireysellik” biçiminde sivri konformizmi besleyen, sert düzenlemelerle sarmalanmış ortamı yaratır. HN, durumun sanıldığından daha ciddi olduğunu ilan eder; “avanak kalabalığın” mutlu tablosunu yansıtır:

“Kendi evimize sahibiz ve evimize, arabamıza neler olacağını kontrol edebiliyor, ayaklarımızı pahalı bir ayak kremiyle yumuşatabiliyoruz. Sahip olmadığımız, kredi kartlarıyla satın alınamayıp özel güvenlikle korunamayan tek şey, değerlerimiz, düşüncelerimiz ve ahlakımız. Bunlar, ödün verilmiş ve bugün, ahlaki vecizelerle süslü losyonların başarısıyla örneklendirilebilen, sürüye benzer bireyselliğin paradoksal yaratımıyla ele geçirilmiş değerlerdir.”

HN’nin sözünü ettiği “avanak kalabalığın” üyeleri, bireyselliğini ifade etmeye çabalayan yeni gelenekçilerden kurulu. Birbiriyle tamamen aynı bu güruh, “bireysel kimlik tuzağını toplumsal kimlik tuzağıyla değiştiriyor.” Toplumun gönderdiği “acilen birisi ol” uyarısı gereğince tamamlanan işlem sonunda katılımcı “özgün”, “sorgulamayan” ve “sürekli” bir kimliğe bürünüyor. Buradaki mantık basit: “Birisi olmak, pop yıldızları gibi tanınmak ve yaltaklanılmak istiyoruz.”

İnsan, kendini özel hissetmek için pop dünyasını göreve çağırır. Pop dünyası da buna kayıtsız kalmaz. HN’ye göre bu dünya, “bizim özel olduğumuzu söylerken onu ifade etmek için çok az yol bırakır.” İnsanlar bu nedenle “öngörülebilir bir karşılıkla uç eylemlere başvurur.”

Popüler kültür kişiyi, “sen” diyerek vaazlarıyla etkiliyor; ihtiyaçları tatmin için herkese aynı muameleyi çekiyor. HN’nin belirttiği gibi söz konusu yolu “yaptığın mutlaka doğru, çünkü hissettiğin şekilde hareket ediyorsun” ilkesi açıklıyor. Bunun sonucunda, bir kediye işkence yapıp o anları kayda geçiren ya da öldürüp ortalık yere bıraktığı insanların üzerine kendi adını açık açık yazan “özel”, daha da ötesi “şöhretli” kişiler de türeyebiliyor.

HN’nin birbiriyle bağlantılı iki sorusu var: “Yeni konformizm çağının sahte bireyselleri, seri katil ünlüleri gerçekten muhalif olabilir mi? Bireysellik, konformizm olduysa özel olma klişesini çağrıştırmayıp popüler kültür hassasiyetinin sahte aşırılığına kaçmadan, özgün gerçek benliğimizin fikirlerini nasıl ileri sürebiliriz?” Bir tane daha: Herkesin kendini “özel” hissettiği bir ortamda ve bütün eylemlerin pop kültürü tarafından üretilip tüketildiği sistemde gerçek bireysel kimlik yitip gitmez mi?

Herkesin herkes gibi olduğu dünyada, küresel aynılığın güçlü vakumu insanları hızla içine çekiyor. Oysa, o devasa toplulukta “özel olma” kaygısıyla yola çıkmadık mı? Hepimize geçmiş olsun…

Ben Özelim/ Hal Niedzviecki/ Çeviren: Sibel Erduman/ Ayrıntı Yayınları/ 272 s.

18 Ağustos 2011 Perşembe


KAOSTAN DÜZEN YARATAN KADIN (*)
ALİ BULUNMAZ

“Söylence bu ya…” diye lafa girilip akla hayale gelmeyecek olaylarla bezenen anlatıları dinlemişizdir. Dinlemekle de kalmayıp sağda solda bunları eşe dosta savuranlar da olmuştur mutlaka. Üniversite kürsüsünden panellere, kitaplardan arkadaş meclislerine dek uzatılabilir bu liste.

Platon uzmanı olan, Eski Yunan ve Eskiçağ medeniyetleri üzerine çokça kitap yayımlayan ve sonradan “Ecole de Paris” diye anılacak Eski Toplumlar Üzerine Karşılaştırmalı Araştırma Merkezi’ni kuran Jean-Pierre Vernant da topa böyle giriyor. Oturup saatler boyu eski bir kahramanı, üstelik hakkında epey bilgi sahibi olunduğu sanılan Pandora’nın öyküsünü yine eski bir dost Hesiodos’un yoldaşlığında anlatıyor.

“GARİP BİR ŞAKA”
Vernant, Pandora’nın “ilk kadın” kabul edilişini, en azından Hesiodos’un şiirlerinde bunun böyle olduğunu vurgulayışını hatırlatarak yola koyulur. Hesiodos’un ve Eski Yunan’ın öbür tanıklarının anlattıklarının hep bir bilgelik barındırdığını hiç unutmadan yürüyüşüne devam eder. Bu arada aklına düşen “Neden iki cinsiyet var?” sorusu, ona yeni bir kapı açar.

Eski Yunan’ın eril söylemi, tanrıların dişiyi yaratmasını “bir garip şaka” şeklinde sunar. Vernant’nın da verdiği örneğe göre Hippolytos, kadının yaratılışını “bir tür tehlike” diye niteler.

Kronos (kainat kralı) ile tutuştuğu kavga Zeus’u hatırı sayılır bir aktör yapar ve tanrılarla ölümlüler arasına bir sınır koymak için harekete geçer. Zeus’un kurmaya çabaladığı bu hiyerarşik düzende “ufak” bir sorun belirir: Zeus’un kurgusuna karşı, ona kafa tutan ve insanların yanında duran; Vernant’nın “Olympos’un altmış sekiz kuşağı” dediği muzip Prometheus.

İlk kapışmayı Prometheus’un kazanması üzerine Zeus, yaşamın devam etme koşulu ateşi insanlardan saklamaya karar verir. Böylece ikinci tur başlar; Prometheus kurnazlığını kullanıp Zeus’tan bir parça kor tokatlar ve onu insanlara sunar. Zeus’un hamlesiyse tanrıça heykelidir. Hermes’in can ve yetenek verdiği bu yapıt, etkileyiciliği ve hakikati gizlemesiyle dikkat çeker; cazibeli ve âşık olunacak derecede güzeldir. Tüm tanrıların insana armağanı Pandora böyle doğar. Taze gelin Pandora, Prometheus’un kardeşi Epimetheus’un yanına yollanır; Prometheus’un tüm uyarılarına karşın ona kapılmaması mümkün olmaz.

ŞU ÜNLÜ KÜP
Pandora’nın beraberinde getirdiği ve Zeus’un emriyle kapağını açacağı küpte, o güne kadar hiç bilinmeyen belalar gizlidir. Vernant’nın yorumuyla, bunların en önemli özelliği görünmez ve duyulmaz olması: Hesiodos’un metninde belalar denizde fırtına, karada her şeyi birbirine katan rüzgâr ve yas şeklinde resmedilir. Ama bu sıkıntılar, onun görünür bilinir formu Pandora tarafından temsil edilir. Onun güzelliği ve etkileyiciliği, gerçeğin üstünü örter ve insanları uçurumdan aşağı yuvarlar.

Yeryüzünde artık kadın vardır ve onsuz yaşandığında, ölüm her şeyi sonlandırır. Vernant, Hesiodos’tan aktarıyor: “Ölene kadar bolluk içinde yaşadınız. Bol buğdayınız, ağzına kadar dolu depolarınız var; zengin ve mutlu bir adam oldunuz. Ama ölüm geldi mi her şey sona erer, hepsi biter, sizden geriye hiçbir şey kalmaz ve biriktirdiğiniz mallar, ambarınızdaki buğday, yağ, şarap, hatta biriktirdiğiniz paralar, hepsi yabancıların eline geçer.”

Burada garip bir denge söz konusu: Kötü olmayan eş, aydınlık ve karanlığı kararında tutar. Belalı soyun temsilcisine rastlamak ise yeryüzü cehennemine girmektir. Artık doğum ve ölüm gibi iki karşıtlık beraber yürüyecektir. İronik bir biçimde, kaostan düzene geçişin ateşleyicisi de olur Pandora.

Vernant’nın olan bitene getirdiği yorum şöyle: “İlk kadının yaratılması aslında olduğumuz şeyin, insan hayatının, insanlık koşulunun yaratılmasıdır tam da. İnsanların kendilerine has bir statüye sahip olmasına yol açan olağanüstü bir karışım söz konusudur (…) İnsanların hayvanlar ile tanrılar arasındaki konumu muğlaktır. Mitsel söylem düzeyinde bu muğlaklık, mükemmel ifadesini kadın örneğinde bulur. Neden mi? Çünkü gördüğümüz gibi kadın bir açıdan tanrısaldır.”

Zeus’un insanlara gönderdiği Pandora’nın küpünde pek çok soru bulunur aslında: Gerçek ve sahte nedir? Yanılsama, taklit ve görünüş nedir? Daha da ilerisini Vernant dillendirir: “Erkek kimdir?” ve “Erkek olmamızı neden bizimle birlikte kadınların var olmasına borçluyuz?” Çık işin içinden çıkabilirsen…

Pandora/ Jean-Pierre Vernant/ Çeviren: Devrim Çetinkasap/ Pinhan Yayıncılık/ 56 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 18.08.2011


15 Ağustos 2011 Pazartesi


İNSAN OLMAK KAPANA KISILMAK MI? (*)
ALİ BULUNMAZ

Rahmetli Kafka’nın, hamamböceğini metafor olarak kullanmasının üzerinden epey zaman geçti ama öyle bir etki bırakmış ki romanlarda hâlâ kenarından köşesinden tiksinti duyulan ve merak uyandıran bu yaratığa rastlıyoruz. Hani neredeyse klişeye dönüşmüş bu simge, hem yeraltına hem de itilmişliğe işaret ediyor.

Gregor Samsa’nın şöhreti, sayısız romanda yeniden gündeme geldi, Kafka yitip gitti fakat farklı isimler ve bedenlerle karşımıza çıkan Samsa doğal olarak yaratıcısından uzun ömürlü oldu.

Rawi Hage, Hamamböceği’nde bir taraftan Samsa’yı andıran isimsiz kahramanıyla var oluş sorunlarına eğilirken öte yandan bunu, kendisini de oradan oraya sürüklemiş göç olgusuyla besliyor. Yani, adsız ve yarı hamamböceği kahramanımız ayakları üzerinde dikilmeye uğraşırken kendisiyle aynı kaderi paylaşan göçmen dostlarıyla hayata tutunmaya çabalıyor.

“ÖLÜMÜ İYİLEŞTİRMEK İÇİN…”
Böyle anlatınca her şey kolay görünüyor ve akla yatkın bir şablon beliriyor. Ama bir de intihar konusu var. Kahramanımız denemiş ancak başarılı olamamış: “İntihara kalkışmamın nedeni bir tür meraktı ya da belki doğaya, kozmosun kendisine, sürekli tekrarlanan ışığa bir meydan okuyuştu. Bütün bunlar beni bunaltıyordu.”

Kafa doktoruna gidip gelen, ablasının kendisini hamamböceğine dönüştürdüğüne inanan bir adam için intihar denemesi de her şeyin üstüne tüy dikmiş. Şimdi bir soru: Adsız kahramanımızın kendisini hamamböceğiyle özdeşleştirmesinin altında korkaklığı ve göçmenliği mi yatıyor? Hage, kimi ipuçları vermiş ama bunları fazla açık etmeden hamamböceği metaforuyla dışlanmışlık, uzak duruş, yoksunluk ve tedirginlik arasında alttan alta bir bağ bulunduğunu söyleyebiliriz. Zaten kendisi de bunu bir şekilde duyumsatıyor: “Benim sorunum hayata karşı kayıtsız olmam değil, her nedense onun tarafından yok sayıldığımı hissetmemdi.”

“Acı çekenleri seven” kahramanımızın Şohreh’e âşık olmasını sağlayan da bu; kendisiyle aynı yolun yolcusu olarak gördüğü Şohreh’e derin bir bağlılık duymasının nedeni de. Tuhaf, sıkıntılı ve onu ayakta tutan bir ruh hali bahsedilen:

“Mutlu kadınlara alışık değilim. Yavaş danslara da. Dans ederken sıçrarım, güm diye yere düşerim. Daireler çizerim; başım kadim bir savaşçınınki gibi havaya dikilir (…) Ağır, hüzünlü bir şarkının karşısında kara kara düşünmeye başlar, uzun kirpiklerimle yerleri süpürürüm.”
“Üşütük” kahramanımızın boyunu aşan sorunları olduğu belli. Bunların en başında uyum geliyor; elbette dünyaya, daha doğru deyişle yaşama dair bir uyumsuzluk. Yan yana geldiği, hatta âşık olduğu kadını bile çileden çıkaran bir savrukluk. Bu durum, kafa doktorunu da çaresiz bırakıyor ara sıra.

Kahramanımızın kendisini anlattığı satırlarla eş zamanlı olarak dostlarının, ülkelerinden kaçış öyküleri de şekilleniyor. Aynı ortamda bulunmadan önce birbirleriyle ilgisi olmayan bu insanlar, kendilerine uzaklarda bir evren yaratıp orada tutunmaya çalışıyor. Başıbozuk bir durum var ortada, yani kaos; hepsi o karmaşadan düzlüğe çıkmak adına kendi meşrebine denk düşecek biçimde tırmalıyor. Kaçırdığı keçileri yakalamaya çalışan kahramanımız bir çıkıntılık yapıyor:

“Evet, fakirim, bir asalağım, bir haşereyim, dibe vurmuşum. Ama hâlâ varım. Toplumun suratına bakıyor, şöyle diyorum: ‘Buradayım, varım.’ Bir var oluş var, bir de hiçlik; ya birsin ya da sıfır. Bir zamanlar hiçliği merak ederdim. Parktaki o ağaç dalında can verseydim, öteki seçeneği de tatmış olacaktım (…) hiçlik denen şeyi tatmak, deneyimlemek mümkün değil. Hiçlik, onun hiçbir şekilde bilincine varmaksızın, tam anlamıyla yok olmak demek. Kısacası dostum, o ya daimi bir var oluş ya da tümüyle yokluk!”

Kahramanımızın dalgalanan bir zihni olduğu tartışmasız; üzerinde konuştuğu konular ve hem kendine hem de çevresindekilere söyleyip sordukları bunu gösteriyor. Örneğin: “Havanın kaç derece olduğunu bilmiyordum. Isı derecesini bir türlü kestiremem, hava raporlarına hiç bakmam. Buradaki insanların her sohbete neden havaya ilişkin yorumlarla başladığını da bir türlü anlayamadım. Havadan sudan konuşmalar korkutur beni. Söyleyecek bir şey bulamam. Sırf bir şeyler söylemiş olmak için iletişim kurmanın ne anlamı var?” Aklını kurcalayan olur olmadık; belki saçma şeylerin ötesinde bazen ağır mevzular da devreye giriyor:

“Buraya nasıl geldiğimi merak ettim. Ne kadar saçma. Çok saçma. Asıl soru şuydu: Sonunu nerede getirmeli? Yerinden ayrılanların tamamı, yaşamını iyileştirmek için göç eder, benim amacımsa ölümümü iyileştirmekti. ‘Belki de önemli olan bitiş şeklidir, yaşama şekli değil’ diye düşündüm. Belki de biz, tıpkı filler gibi seçtiğimiz mezarlara doğru ilerliyoruz.”

GÖÇMEN BİR HAMAMBÖCEĞİ
Kahramanımızın çıkış yolu bulabilmek, tünelin ucundaki ışığı görebilmek için kafa doktoru Genevieve’le hiç dinmeyen konuşmalarına tanıklık ederken dikkatimizi çeken önemli bir şey, sadece doktorun sorular sormaması. Her iki taraf da birbiri hakkında olabildiğince fazla bilgiye varmaya uğraşıyor. Hamleler adeta bir satranç karşılaşmasını çağrıştırıyor. Tabii kahramanımız kendinden bahsetmeyi sürdürüyor:

“İnsanları olduğu gibi görebiliyorum. Onları her şeyden soyutlayabiliyor, sığlıklarını, kofluklarını görebiliyorum. Onları soyuyorum, onlar da renklerin, kisvelerin yükünden kurtulduğu için rahatlıyor.”

“İnsan olmanın kapana kısılmak olduğunu” savunan kahramanımızın, kendisini hamamböceği hissetmesi, özgürlüğünü elinde tutması anlamına geliyor. Böylece en azından ışık karşısında “görünmez” oluyor. Ancak hiçbir zaman yakasını bırakmayan yabancılık sorunu, hemen her yerde olduğu gibi kendini ait hissettiği tarafta da; gerçek bir hamamböceğiyle karşılaştığı anda yine hortluyor. Böceğin sözleri, kahramanımızın yüzüne çarpıyor:

“Sen bizden birisin. Kısmen hamamböceğisin. Ama işin en kötü yanı, aynı zamanda insan olman. Baksana, kadınlar tarafından tapınılmak için nasıl da kıvranıyorsun; tıpkı şu kıskanç, kendini beğenmiş insanlar gibi. Hadi git insan ol ama unutma, kapımız sana her zaman açık. Bizi nasıl bulacağını biliyorsun. Gözlerini aşağıda, yeraltında olup bitenden ayırma, yeter.”

Genevieve, bu hallerin (halisünasyonların) uyuşturucu kaynaklı olup olmadığını araştırıyor. Hage, okurun zihninde bir soru işareti de oluşturuyor: Acaba kahramanımızın kendini hamamböceği olarak görmesi bir kaçış gereği mi?

Romana bir bütün olarak bakıldığında, anlatılanların terapi defterlerinden taşan psikanaliz notlarına benzediğini söyleyebiliriz. “Hasta” ya da “sorunlu” kahramanımız, hem anlatmak isteyen hem de kafa doktorunun, kendisinin karanlıkta bıraktıklarına ulaşmasını isteyen bir kişi. Ne de olsa herkesin sırları var, değil mi?..

Hage’in yaşadıkları dikkate alındığında, hayatı tanıyan biri olduğu rahatlıkla seçilebiliyor. Hamamböceği’ndeki kimi fantastik özellikleri, arada ortaya çıkan şizofrenik yapı ve gerçeküstü unsurları barındıran karakterlerin yazarla ortaklığı da var.

Hage’in her iki romanını önümüze koyduğumuzda görülen şey, varoluşçu filozofları; özellikle de edebiyatla iç içe olanları ve edebiyata varoluşçu temaları yediren yazarları okuduğu. Hage Beauvoir, Sartre, Camus, Kafka ve Dostoyevski’yle ortak tema ve konularda buluşuyor. Belli oranda etkileşim de var. Ama yazar ısrarla kendi biçemini oluşturmaya çabalayıp o etkileşimi mümkün olduğunca aşmaya uğraşıyor.

Hage’in var oluş sorunlarına eğilmesindeki en önemli etken göçmenliği. Bu özelliği, De Niro’nun Oyunu’nda olduğu gibi Hamamböceği’nde de anlatımına sızıyor. Göçün, kendisine yaşam bağlamında pek çok şey kaybettirdiği düşünülebilir ama edebi anlamda kazandırdıkları, söz konusu açığı kapatıyor.

Hamamböceği/ Rawi Hage/ Çeviren: Püren Özgüren/ Everest Yayınları/ 270 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 11.08.2011




5 Ağustos 2011 Cuma

“BİREYLERLE ORTAK DÜNYA” İÇİN (*)
ALİ BULUNMAZ

Ortaçağ’ın büyük kara deliğinin içinden insan onuru gibi bir ışık da çıkar. Bunun gelişiminde sanat önemli bir görev üstlenir. Tanrı ve Tanrısal olanın (ya da kabul edilenin) yerini insan merkezli bir bakış açısı alır. Bir anlamda yeryüzüyle beraber birey önem kazanır. Gerçeklik, “hakikatin” önüne geçer ve birey (özne) resimlenmeye başlar. Tzvetan Todorov, Bernard Foccroulle ve Robert Legros resim, müzik ve düşüncede bu gelişimin boyutlarını incelerken masaya bilgi ve deneyimleriyle oturuyor.

ANLATIM DİLİ YARATMAK
Todorov, eski dönemlerde resimle ilgili en çok malzeme sunanın Romalılar olduğunu söyler, çünkü püsküren Vezüv hemen her şeyi koruma altına alır. İsa’yla beraber, bireyin var oluşu da resmedilişi de Tanrı üzerinden yürümeye başlar.

Ortaçağ’da insanı silikleştiren düzene karşı Todorov, Ockhamlı William’ın adını ortaya atar; dünyanın işleyişinin Tanrı’nın düzenine boyun eğmediğini savunan William, duyulara atıf yapar. Bir bakıma, görünür olana saygınlığını iade eder. “Tanrının iyiliğinden yansıma taşımayan yaratık yoktur” kabulü de sallanmaya başlar. Görülenin çizilme süreci bu sancılarla gelişir.

Todorov, bireyi tablolara yerleştirme işinde kuyuya taş atan isimlerin Robert Campin ve Jan van Eyck olduğunu söylüyor. Onlar sayesinde, ressam da çizdiği kişiler de birey (özne) biçiminde algılanmaya başlar. Rönesans’ın kapısını ardına kadar açan etkenlerin başında da işte bu gelir.

Resim tarafında durum böyleyken müzik cenahında Bernard Foccroulle’ün sesi duyulur. Aslında gelip dayandığımız nokta, hep bir anlatım dili kotarmakla bağlantılı. “Müzikte, bireyi ve onun duygularını aktaracak bir dil nasıl yaratılabilir?” Soru bu. Bunun için yol belliydi zaten, kutsal olanın geri çekilişinden hareket edilecekti. Benzersiz birey, böylelikle müzik diline de bulaşır. Opera ve konserlerdeki çeşitlilik bu dilin serpilmesini sağlar, bireyin duyarlılığı seslendirilir: Modern müzikte konu ve alıcı artık bireydir.

Tekseslilikten çoksesliliğe uzanan süreçte, modern döneme dek bestecinin adı belirsiz. Çünkü o, yaratıcı olarak kabul edilmez. O dönemde topluluğun ruhunu dile getiren besteci, “biz”e hizmet etmekle yükümlü. Foccroulle, bunu kırmayı başaran ilk ve en önemli ismin Monteverdi olduğunu muştular; madrigalleri ve operalarıyla bireyi müzikal dünyanın merkezine koyan besteci, solo sesler ve müziği tiyatroya dönüştürmesiyle bireyin heyecanını dile getirir. Öte yandan Monteverdi, besteci olarak kişisel görüşünü sunar; soliste heyecanını ve insanın durumunu ortaya koyma olanağı tanır. Aklı ve duyarlılığıyla müzikte kendini bulmaya yönelen dinleyiciye, kendi aklı ve duyumsayışıyla katkı verir.

SEÇEN VE YARGIYA VARAN İNSAN

Robert Legros, konuyu genelleştirmesi ve biraz da soyut hale getirmesiyle Todorov ve Foccroulle’den ayrılıyor. Ancak bu, taban tabana zıt fikirleri savunma değil, yöntem ya da izlenen yol bağlamında bir ayrılık.

Legros, hümanizmanın “insanın insanlığı” veya “insanın özü” izleğinden hareketle, aidiyetlerinden ve kuşatılmışlığından sıyrılan bireyin var oluşu sorunsalına eğiliyor. Buna hak, eşitlik ve özgürlük gibi kavramları da katarak ilerliyor, yani eskiden insana yakıştırılmayan ama onun baştan sahip olması gereken öz nitelikleri.

Özne haline gelmeden önce kişinin “ne olduğu aidiyetlerine göre, ne olması gerektiği doğumla belirleniyordu.” İnsanın, özel ve benzersiz olarak algılanması; bireyleşmesi ya da özneye dönüşmesinin koşulu, ona önceden anlam yüklenememesinde aranmalı. Legros’un “herhangi bir aidiyet veya sınıf bağlamında önceden tanımlanamaz” dediği öznenin tam karşılığı da bu: Seçen ve yargıya varan birey.

Tanrıdan ve derebeylerinden koparak özgürleşen ve özgünleşen öznenin düzeninde her birey, kendiliğinden düşünüp yargılar, kendisi harekete geçer ve sonunda benlik duygusunun ayırdına varır. Legros’a göre “özneliğin deneyimlenmesi” buna denk düşer. Bu, “demokratik insan deneyimi” anlamına gelir. Burada “öteki”ni, benzersizliği ya da insanlığı içinde algılama söz konusu.

Her üç isim de kendi uzmanlık alanlarıyla bağlantılı biçimde bireyin ortaya çıkışını aktarırken belli birkaç örnek sıralar: Örneğin Todorov, edebiyatta Daniel Defoe’yu ve romanı Robinson Crusoe’yu bireyselliğin miladı sayar. Legros Dante, Luther, Descartes ve Voltaire’i önümüze sürer. Foccroulle ise Monteverdi, Aziz Bernardus ve Albert Dürer’in ismini sayar ilk anda.
Tüm bu isimlerin, öznenin doğuşuna bir şekilde katkı sunduğu tartışmasız. Bu katkı, “ben” ile “biz”i sağlam bağlarla birbirine tutturan bir kültürün temelini atmada; Tavoillot’nun da dediği gibi “bireylerle ortak dünya”nın oluşumunu sağlayan bir yaşam alanı için verilen emekte aranmalı.

Sanatta Bireyin Doğuşu/ Tzvetan Todorov, Bernard Foccroulle, Robert Legros/ Çeviren: Esra Özdoğan/ Yapı Kredi Yayınları/ 112 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 04.08.2011
‘TALİHSİZLİK’ YOK, ENGELLER VAR… (*)
ALİ BULUNMAZ

2010’un sonunda başlayıp 2011’de şiddetlenen, kimilerince “Arap Baharı” ya da “Devrim Rüzgârı” diye adlandırılan; Tunus’tan Libya’ya, Mısır’dan Yemen ve Suriye’ye uzanan hareketliliğin heyecan yarattığı doğru. Sanal dünyada örgütlenip meydanlara taşan kalabalıkların ilgi çektiği de açık. Tamam ama bunları hemen “devrim” diye nitelemek de ne ola? İsteyen istediği kadar kızsın fakat Arap coğrafyasında hiçbir şey kendiliğinden olmaz, yani nerede bir “isyan” başlamışsa bunun nedeni, neyi örttüğü (ya da gerçekte hangi örtüyü kaldırdığı) ve amacı çok sonra anlaşılır.

Dün, “demokrasi” diye işgale uğrayan devletler ve işkenceden geçirilen halklar, bugün yakın geçmişte başa getirilen diktatörlerini yıkmaya uğraşıyor (gibi görünüyor ya da gösteriliyor). Dışarıdan bakınca çok masum ve haklı bir hareket (bir bakıma olması gereken bu) ama onların yerine daha eli yüzü düzgünü ve yine başkalarının yönettiği yenileri gelmeyecek mi? Zamanı denk düşünce onlar da bir hokus pokusla yıkılır nasıl olsa!

Buradaki sorun, birkaç yüzyıldır kendisini yönetmesine izin verilmeyen, daha doğrusu bu zihniyete izin veren Araplarla ilgili. Bunu Samir Kassir’in yaptığı gibi “talihsizlik” biçiminde aktarmak da Oryantalist (Şarkiyatçı) ve Oksidentalist (Garbiyatçı) bakış açılarının tuzağına düşmekten başka bir şey değil.

TETİKÇİLER VE ŞİRKETLER
Kassir, “talihsizlik” diye adlandırdığı durumu, “Arapların bir zamanlar sahip olduğu küresel konum ve gücü yeniden kazanamaması” şeklinde özetliyor. Elde imkân varken birlik olmayı başaramayan ve işgalcilere “bir bilen”, “bir bölen” ve “bir izleyen”lerle kucak açanları ve 11 Eylül sonrası gelişmeleri de çorbaya katıp tevekküle yatmanın anlamsızlığı ortada. 1950’lerde ABD’de, kapalı kapılar ardında dillendirilen dış politika düsturu “paspas olmayı seçenin üzerine hiç acımadan basarız”ın yirmi birinci yüzyıldaki halini yaşıyor Arap dünyası.

Heyecana kapılıp “devrim” ya da “bahar” diyenler de yanılıyor dolayısıyla; Suudi Arabistan, Katar veya Kuveyt’te neden esmiyor bu rüzgâr?

Kassir’in yakındığı Arap diktatörler, haraç kesen mafya tipi devletle onun bürokrasisi ve coğrafyanın işgali, “talihsizlikten” öte doğal bir sonuç ne yazık ki. Yönlendirilen, “haydi harekete geçin, haçlı seferini ve baskıyı yok edin” denerek meydanlara sürülen “isyancıların” başını okşayanlar, yıkılmaya çalışılan düzeni vakti zamanında oya gibi işlememiş miydi? Yüz, hatta iki yüz yıllık öngörülerle çokuluslu şirketler ve ekonomik tetikçilerin çalışma ve atış sahasına dönüşen Arap coğrafyasındaki oyunun piyonlarına indirgenen ve oyuncu olmayı kabullenen büyük bir kitleden söz ediyoruz.

Çoğu zaman atlanan bir gerçeğe, Kassir’in bazı doğru yaklaşımlarının sonunda da rastlayamıyoruz. Modernitenin zihinsel arka planının kavranamaması ve Batı kopyası ya da Batı’da bulunup ülkesine dönerek bulanık bir Arap milliyetçiliği geliştiren kimi “entelektüellerin” katkı sunduğu sürüklenişte açıkça sorulmamış veya dolaylı şekilde dillendirilmiş, etraflıca tartışılmamış bir şey var: Araplar, suçlu aramak yerine “Nerede yanlış yaptık?” sorusuna kafa yorsa ve çözümler üretmeyi deneseydi daha kolay yol alınabilir miydi? Arap dünyası dışından beslenen siyasal İslam’ın, Vahabiliğin, kör milliyetçiliğin, kaderci anlayışın ve işgallerin palazlanışı, bu sorunun doğru biçimde yanıtlanışıyla durdurulabilir miydi? Sadece kral ve diktatörlerin saray çevresinde ve şekilde kalan “modernizm”, gerçek anlamda (hukuk ve demokrasi bağlamında) gelişemez miydi?

“ÖLÜM KÜLTÜRÜ” YENİLEBİLİR
Kassir’in “talihsizlik” olarak nitelediği bir başka durum, Arapların konumlandığı coğrafya. Eğri oturalım doğru konuşalım, bu bölge çoğu zaman Batı’nın ağzını sulandırdı, seferler düzenlendi, çeşitli hilelerle önce halklar, sonra devletler birbirine düşürüldü. Fakat bam teli yine tınladı ve klasik soru beliriverdi: Bu coğrafya, birlik olması sayesinde Arapların en büyük gücüne dönüşemez miydi? Böyle bir olanak her zaman var.

Belki o zaman bir bahar veya devrimden söz edilebilir. Unutmamak gerekir ki, Wittgenstein’ın dediği gibi “ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir.” Her Arap ülkesi önceliği, kirlenmiş düzenini kendi başına değiştirme gücüne vermeli. Kassir de bunu vurguluyor: “Talihsizliklerinin üstesinden geleceklerse, Arapların bunu kendi başına yapmak dışında bir seçeneği yok.” Bu cümlenin başında eksik kalan ifade şu: “Kendi yarattıkları…” “Mağdur”luktan kurtulmanın; Arap dünyasında kader olarak görülen ezilmişliğin ve işgalin yok edilmesi de buna bağlı. Filistin sorunu ya da 11 Eylül’ün yıkıcı geri dönüşünü, alınyazısı gibi görmeyi sonlandıracak en önemli zihinsel devrim de bu.

Kassir, buradan hareketle doğru bir sorgulama ve sonuca da ulaşıyor: “İslamî milliyetçiliğin, cihatçılığın zeminini hazırladığına hiç şüphe yok. Cihatçılığın yaptığı gibi Arap talihsizliğini inkâr etmeyebilse de, yine talihsizlikten şikâyet edenleri o talihsizlik içinde debelenmeye yatkınlaştırır; öyle ki talihsizliğin yerine sadece bir benzerini koyar: Fosilleşmiş Arap milliyetçiliğiyle siyasal İslâm birliğinin ‘direniş’ olarak adlandırdığı ölüm kültürünü.”

Arapların genellikle kendilerine biçilen “öteki” sıfatını bir şekilde kabullendiği de ortada. Dahası kendi coğrafyasında, hiçbir şeyin değişmeyeceğine inananlar, değiştirebileceklerin önünü kesip bir başka “ötekilik” yaratıyor. Bunu da aşmanın yolu en zorundan, zihinsel devrimden geçiyor. “Talihsizlik” diye bir şey yok, engeller var. Keşke Kassir hayatta olsaydı da bunları tartışma imkânımız bulunsaydı. Tek ve gerçek talihsizlik bu işte…

Arap Talihsizliği/ Samir Kassir/ Çeviren: Özgür Gökmen/ İletişim Yayınları/ 94 s.

(*) Sabit Fikir, 03.08.2011

[http://www.sabitfikir.com/elestiri/%E2%80%98talihsizlik-yok-engeller-var%E2%80%A6]