31 Temmuz 2009 Cuma

BAŞKALDIRI HAYATTIR (*)
ALİ BULUNMAZ

Benim ve benim gibilerin istediği, istediğimiz dünya, kimsenin kimseyi öldürmediği (o kadar deli değiliz) bir dünya değil, adam öldürmenin haklı olamayacağı bir dünyadır.”
(Albert Camus)

Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin varolduğu bir dünya olur.”
(Hannah Arendt)

Savaş ve zorbalık tarafından kuşatılmışsanız ne yaparsınız? Ya teslim olur, dolayısıyla yaşamınızı da teslim eder ya da direnir, başkaldırır ve mücadeleye tutuşur, onurunuzu ayaklar altına alanları püskürtmeye çalışırsınız. Bunların ikisi de tercih meselesidir. Seçim, hayatın kendisidir.

Nobranlığa direnip var olmayı bir şekilde sürdürmek mi, yoksa teslim bayrağını çekip tarihten sonsuza dek silinmek mi? Hangisi?

YAŞAMAK ADINA
İkinci Dünya Savaşı yılları. Fransa'da Mareşal Pétain, Nazilerle işbirliğini çoktan kurmuş. Avrupa'ya kan ve işgal dalga dalga yayılıyor. Anlatıcı Jeannot, “içinde yaşadığımız koşulları iyi anlamalısın, bağlam önemlidir” diyor (s. 17). Anlamak ve ardından anlamlandırmak, eyleme geçmenin ilk koşulu. Eylemin sağlamlığının da habercisi.

Charles, Claude, Alonso, Catherine, Sophie, Rosine, Marc, Emile, Robert, François, Enzo, Jaques, Ernest, Marius... Başkaldırının isim listesi uzayıp gidiyor ve hepsi olup bitenin farkında. Düşmanla ortaklık kurmanın, işgalin, zorbalığın, geleceğin ve geleceksizliğin; bir şeyler yapılmazsa nasıl karanlığa gömüleceğinin... Her şeyin farkındalar.

Kısıtlanan özgürlüğün, bağımsızlığın nasıl elden gittiğinin, belleğin yitirilişinin ve kaybedilen insanların; her şeyin...

İnsanların yaftalanıp nasıl mahkûm edildiğini, haksız yere suçlandığını görüyor direnişçi gençler. Onlara, gizlendikleri yerin adından dolayı “Maki” deniyor o dönem. Korkuya teslim olmuş, diktatörlerle ve düşmanla anlaşmaya varmış liderlerinin uçuruma sürüklemeye hazırladığı ülkelerini, makilerin arasından çıkarak kurtarmayı tasarlıyorlar. Gerçeği söylemeyi, cesareti ve dürüstlüğü savunuyorlar.

Direniş ya da mücadele, kağıtta yazılı bir sloganın çok ötesinde onlar için. Anlamı olan, anlatılması; sürekli ve dikkatle yayılması gereken bir görev. Çünkü direnişin, mücadelenin ve başkaldırının da düşmanları var. Hem de gözle görülenden de fazla. Savaşımlarının amacı ise hayli yalın: “Ölmek değil, yaşamak için savaşmak” (s. 27). Bu sözler umudun da adı diğer taraftan.

Ama düzemece mahkemelerde yargılanıp, ölüm ve hapis cezasına çarptırılan direnişçileri düşünen arkadaşları, mahkemelerin bu kararları karşısında şaşkına da döner. Ne de olsa yalnızca özgürlük ve bağımsızlık için mücadele etmektedirler.

Dolayısıyla, mücadeleye tutuşacakları alanlar, savaşın ve zorbalığın kuralsızlığıyla günden güne çoğalır.

“BAHAR BİR GÜN YİNE GELECEK”
Oyunun kural tanımazlığına karşın, direnişçiler kendi kurallarını belirler: “İnsanları karşımıza almak yerine yanımıza çekmek” (s. 45). Hal böyle olunca silahlar, bombalar ve eylemin kendisi, ses getirmek amacıyla değil, düşman ile işbirlikçilerine yönelir.

Örneğin bir savcının öldürülmesi söz konusu edildiğinde şöyle bir mantık işler: “Bu kanun adamının korunduğuna hiç kuşku yoktu, yalnızca şoförünün sürdüğü araçla yolculuk ediyordu, bizim de halktan birinin hayatını tehlikeye atacak bir eylem yapmamız mümkün değildi (...) Ellerimizi kirletmeye hazırdık ama vicdanlarımız temiz kalacaktı” (s. 74).

Naziler, işbirlikçiler ve ırkçılığı yurttaşlık görevi sayanlar, masum insanları hedef alabilirdi ama başkaldıranlar asla.

“Eylemler” diyor Jeannot, “yaptığımız eylemlerin intikam almakla uzaktan yakından ilgisi yoktu; vicdani bir görevdi yalnızca, insanları bu kaderi yaşamak zorunda kalmaktan kurtarmak ve kurtuluş savaşına katılmak için yapılmıştı” (s. 104).

Yenilgi, açlık ve korku kader olamazdı onlara göre. Eylemlerinin en büyük amacı, insanların özgürce yaşayabileceği bir dünya yaratmaktı. Direnişçilere terörist damgası yapıştıranlara inat onlar, zorba ve teröristin Naziler ve ülke içindeki yardımcıları olduğunu sabırla anlatır.

Yaşananlara, işgale, kıyım ve yıkıma gözünü kapayan, kulağını tıkayanlar da bulunur başkaldıranların yanında. Jeannot'nun tasviri, her şeyi açık eder: “İnsanların çoğu bir iş, başlarının üzerinde bir çatı ve pazar günleri dinlenerek geçirecekleri birkaç saatle yetiniyordu, kendini böyle mutlu hissediyordu; huzurlu oldukları için mutluydular, yaşadıkları için değil. Komşuları ne kadar acı çekerse çeksin önemli değildi, yeter ki onlar evlerinde huzur içinde yaşasınlardı; gözlerini kapamayı, kötü şeyler olmuyormuş gibi davranmayı yeğliyorlardı. Alçak olduklarından değildi. Bazıları için hayatın kendisi bile fazla ürkütücüydü” (s. 133).

Sürüp giden savaş ve işgal içinde, direnişin güçlenen sesi barışa dair umutları yeşertmekle beraber, belli belirsiz korkuları da kıyıya vurdurur. Direnişçilere yönelik kimi önyargılar, gün geçtikçe çekinceye dönüşür.

Bazıları Nazilerle kol kola girenlere kapıyı açmayı, direnişe katılmaya tercih eder. Bazıları ise hayatta kalma dürtüsüyle, gönülsüz de olsa düşmana ve işbirlikçilere; yani o zamanın iktidarına boyun eğer. Temel anlayış, o şartlarda sorun istememekle ilgilidir.

Bu yaşananlar, ilk bakışta cesaret kırıcı gibi görünse de, başkaldırıyı yönetenlerin ve direnişi sürdürenlerin, görev ve sorumluluklarını fazlalaştırır. Çünkü her ne olursa olsun mücadele sürmeli ve sonuca ya da bahara giden yolda yenilgi akıllara bile getirilmemelidir.

Direniş ve başkaldırının, hiçbir kuralın olmadığı günlerde karşılığı nedir peki? Elbette hapis ve hukuk tanımaz bir yargılama süreci. Bu süreç, dünyanın dibinde olmaktan farksızdır ama umut yitmez, kimi zaman küçük de olsa mutlaka yer bulur kendine. Hapishane, direnişçiler için “sessizliğin ortasında insanlığın paylaşıldığı” bir mekâna dönüşür (s. 163).

Hapishane, ranza ve duvarlar, bir başkasının özgürlüğü için, göstermelik mahkemeler tarafından ölüme sürüklenenlerin hikâyelerini dinler. Bir de dışarıdaki arkadaşlarının eylemlerinin hızla sürdüğünü duydukça elde edilen gücü. Bunu ise “bahar bir gün yine gelecek” cümlesi anlatır (s. 168).

ÇILGIN ZAMANIN İÇİNDE
Kurşuna dizilen, işkenceden geçirilen dienişçiler; bunları özgürlük için yaşıyordu. Ama umut canlıydı. Hatta Nazilerin, Stalingrad yakınlarında yenilgiye uğraması umudun parolasını yeniden anımsatır: “Bahar gelecek.”

Öyle bir dönemdir ki geçirilen, direnişçiler, idamı geciksin diye arkadaşlarının hastalığının iyileşmemesini umar. Çılgınlıktır bu; akıl dışı bir zamanın izleridir.

Normandiya Çıkarması, direnişçilere daha fazla umut aşılar. Hapishanedekiler serbest bırakılmayı, dışarıdakiler de yanlarına gelecek arkadaşlarıyla zafer kutlaması yapmayı beklemektedir. Ancak polis şefinin siyasi tutukluları Nazilere teslim etme kararı, rüzgârı ters yönden estirir. Ölüm kamplarına doğru yola çıkarılan direnişçiler, bu kuşatmadan da kurtulacaklarına inanır.

Zorlu tren yolculuğu, Nazilerin baskıları, bu sırada ölen arkadaşları, susuzluk, açlık ve işkence... Hiçbiri direnişi kırmaya, başkaldırıyı sonlandırmaya yetmez. Başarılı olan kaçma planı sonunda gelen zafer, 26 Ağustos 1944 gününü aynı zamanda Nazilerin ölüm treninden kurtuluş günü haline getirir.

Jeannot ve bir avuç direnişçi, hayatta kalmayı başarır. Hayalet trenden kaçışın bir gün öncesi, yani 25 Ağustos, Paris'in Nazilerin kuşatmasından sıyrıldığı gündür. Beklenen bahar 1945'te toplama kamplarının kapılarının açılışıyla gelir.

Marc Levy'nin direniş ve başkaldırıyı anlattığı Özgürlük İçin isimli romanı okura üç aşamalı bir mücadele sunuyor: İlki, direniş için toplanmaya başlama, eylem ve eylemlerin amaçlarına karar verme ile ardından harekete geçme.

İkinci aşama tutukluluk, kural tanımaz mahkemelerde yargılanma ve idamlarla mücadele. Sonuncusu, siyasi mahkumların Nazilere teslim edilişi, hayalet trenle ölüm kampına yollanma ve kaçış.

Tüm bunlardan, romanın özünü oluşturan şu yargıya ulaşmak olası: Başkaldırı, o dönem için, hatta belki de her zaman, hayatta kalmanın ya da tarihten silinmeden hep var olmanın tek koşulu. Tıpkı Jeannot ve arkadaşlarının yaptığı gibi.

Özgürlük İçin/ Marc Levy/ Çeviren: Ayça Sezen/ Can Yayınları/ 318 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 29.07.2009

24 Temmuz 2009 Cuma

BİR KEZ ÖLEN CESURLAR (*)
Ali BULUNMAZ

Aydın, gerçekliğin araştırılmasıyla, kendisi ve iktidar arasındaki karşıtlığın bilincine varan insandır.”
Jean-Paul Sartre

Aydın kıyımları Türkiye'nin yazgısı mı? Yazgı demişken hemen şunu da düşünmeli: Bir ülke kendi geleceğini belirlemede yetersiz kalıyorsa, yazgısını başka ellere teslim etmiş demektir. Buna başkaldırmak adına yazan, söyleyen; bilgi sahibi olup fikir geliştiren ve bunları her zaman korkusuzca dillendiren aydınlar, Türkiye'de hep tehdit aldı, yargılandı ve öldürüldü.

Özellikle 1970'lerin ortalarından başlayarak, 1980'lerde ve 1990'larda yoğunlaşan cinayetlerin, hem bu ülkenin duyarlı yurttaşlarında hem de öldürülenlerin yakınlarında büyük acılar yarattığı kesin. Acı ve öfkenin, bir süre sonra sorgulamaları beraberinde getirdiği de gerçek.

Cinayetler neden işlendi? Nereye varılmak isteniyor? Belki de kilit soru şu: Öldürümlerin arkasında kim ya da kimler var? Tüm bu sorular yine en başa dönmeyi gerektiriyor: Kendi geleceğini belirlemekte zorlanan bir ülke, yazgısını başka ellere teslim etmiyor mu? Cinayetlerin arkasındakilerin bulunması da giderek güçleşiyor. Acılar ne kadar tortu kaplasa da, geçen yıllarla katmerleniyor. Öfke içten içe büyüyor.

KORKAKLARIN SİLAHLARI, BOMBALARI...
Öfke büyüdü, duyarlı yurttaşlar cenaze kortejlerinde insan seli oluşturdu ama hemen her cinayetin arkasından, devlet “büyüklerinin” ağızlarından da beylik sözler döküldü: “Failler en kısa zamanda bulunacak, kan yerde kalmayacak.” Kimi aydın cinayetlerin fail ya da failleri bulundu bulunmasına fakat ateşi maşayla tutanlara erişilemedi çoğu kez. Ateş düştüğü yeri yaktı hep.

Ümran Avcı'nın Kum Saati adlı kitabı, bu ateşin düştüğü yere ışık tutuyor; aydınların öldürülmeden önceki son günlerini anlatıyor. Hatırlamak için bir belge; yarına kalacak anılar demeti koyuyor okuyucunun önüne.

“İnsan umut ettiği sürece yaşar” diye yazan Abdi İpekçi'nin öyküsü bir anlamda bu; gelecekte kendisiyle aynı sonu paylaşacak meslektaşları ve aydınlar gibi. 1978'i 1979'a bağlayan yeni yıl gecesinde eşi ve çocuklarıyla birbirine mutlu ve umutlu seneler dileyen ailenin, cinayetin öncesinde ve ardından yaşadıklarının hikâyesi. Zamana tanıklık; unutulup unutturulmasın diye.

Biliyoruz ama zaman zaman kulak arkası ediyoruz: Silahların konuştuğu yerde karanlık kapıyı zorlar. İşte bu ortamda ısrarlara karşı Türkiye'yi terk etmeyen bir İpekçi çıkıyor okurun önüne; öldürülüşü, dizi cinayetleri başlatacak, kararlı ve özgürlüğü savunan bir kalemi. Kızına yazdığı 18 Ekim 1976 tarihli mektupta şöyle diyor:

“Benim inançlarımın temelinde özgürlükçülük var. Özgürlüğe yalnız insanın en kutsal, en doğal hakkı olduğu için inanmıyorum; özgürlüğün aynı zamanda gerçeklerin araştırılıp bulunmasında vazgeçilmez bir araç olduğunu düşünüyorum” (s. 47). İpekçi'nin ve onunla başlayan süreçte katledilenlerin öldürülüşünün temel nedeni bu olabilir mi acaba?

Turan Dursun cinayetinin altında da bu mu yatıyor? Küçük yaşta “din” alimlerinin, şeyhlerin ve hocaların eline verilen Dursun'un, özgürlüğü ve aydınlığı savunması suç sayılabilir mi kimilerince? “Dinle kavga ediyor” diye yaftalanan; “Atatürkçü” ve “komünist” müftü biçiminde aşağılanan Dursun, sürgünlerden kurtulamaz bu yüzden hayatı boyunca.

4 Eylül 1990 günü, 90'lı yılların cinayet perdesinde Dursun'un adı da anılır. Kulleteyn adlı kitabının yayımlanışıyla sesini yükselten tehditler, tek çabası dini doğru ve tüm gerçekleriyle anlatmak olan Dursun'u katleden bir saldırıyla noktalanır.

Aynı tehditleri alan Bahriye Üçok'un, ölümünden önce Almanya'da yaptığı konuşma “İslam'da Türk Kadını ve Laiklik” adını taşır. Laikliğin İslam'ın güvencesi olduğunu anlatan Üçok, İslam'da tesettür bulunmadığını da vurgular.

Tehditlerin ana nedeni de budur. MİT'ten, bombalı olabileceğinden şüphelendiği paketleri nasıl açması gerektiği konusunda bilgi alan Üçok, evine gönderilen bombalı paketle 6 Ekim 1990 günü öldürülür. 90'ların sahnesindeki kanlı oyun devam eder.

Uğur Mumcu'nun, 31 Ocak 1990'da yaşamı sonlandırılan Muammer Aksoy'a ilişkin belirlemeleri önem taşıyor: “Gerektiğinde ipek kadar yumuşak ve yine gerektiğinde kılıç kadar keskin. Bir duygu denizi gibiydi Muammer Aksoy. Bir öfke seli ve bir sevgi şelalesi” (s. 99).

Öldürüldüğü gün Emin Çölaşan'la gerçekleştirdiği röportajda şunları sıralar Aksoy: “Bugün Türkiye'de laiklik herkesin tekelindedir. Bugün Türkiye'de ilericiler bu tehlikeyi görmüyor, aşırı iyimserlik içinde hepsi. Üzülerek söylüyorum, bu bir gaflettir” (s. 105).

3 Şubat 1990'da Aksoy için düzenlenen cenaze töreninde, aracın ardında hocanın fotoğrafını taşıyan isim Uğur Mumcu'dur. Mumcu'nun, Aksoy'a “babam gibiydi” deyişi ve törende taşıdığı fotoğraf, o günden kalan acı bir anıdır.

CİNAYET KAMBURU
Cinayet işlemek korkaklık değilse nedir? Ürkmeden, eğilip bükülmeden yazan, söyleyen ve eyleyen aydının tek gücü bilgi ve oradan kotardığı fikir. Terörün gücü, her nereden gelirse gelsin çift boyutlu bir korku. Hem kendi korkaklığı hem de kendisindekini etrafa aşılama güdüsü.

90'ların aydın cinayetlerinin altında yatan da bu. Çetin Emeç de söz konusu korkaklığı ve oradan türeyen “her şeyi yapabilme gücünü” sezmiş bir isim. Kendisini defalarca uyaran dostlarına “bu beni her yerde bulabilir” yanıtını verişi de aynı farkındalığın bir sonucu. Son dönem yazılarında hep terörü işleyen Emeç de, 7 Mart 1990'da terörün alıp götürdüklerine eklendi.

“Cesur bir kez, korkak bin kez ölür” demişti Uğur Mumcu. Başka? “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” Bilgi önemli; ona erişmek, bilgiyi elde etmeye çalışıp oradan fikir üretmek emek;. Çaba, zaman ve yürek isteyen iş.

Ankara'da, 24 Ocak 1993'te, Mumcu'nun otomobilinde bu yüzden bomba patladı işte: Cesur, bilgi edinen, fikir üreten, günü aşıp geleceği düşünen bir gazeteciydi yok edilmek istenen. Bir kez öldü Mumcu her gün ölenlerin yanında, onlara uzak şekilde.

Belki de 27 Ocak'ta “Ankara'nın taşına bak” türküsüyle cenazesinin peşi sıra giden binlerce insan, bu nedenle her gün ölenlerden daha yakındı Mumcu'ya. “Failler bulunacak, kan yerde kalmayacak” ve “bir tuğla çekersem altında ben de kalırım” diyen “büyüklere” inat, cesaretin ardına düşmüştü binlerce ses.

Çözülmemiş, sırtında kambur olarak kalmış ölümleri var bu ülkenin. Eşref Bitlis'in uçağı nasıl düştü? Yanıtı bulundu mu bu sorunun? 30 Aralık 1994 günü Onat Kutlar'ı öldüren bomba, o kafeye kimler tarafından ve neden yerleştirildi?

Ahmet Taner Kışlalı'yı yaşamdan koparan mekanizmada aslında kimin parmak izleri var? “Gazetelerinde” Kışlalı fotoğrafına kırmızı çarpı işareti koyup hedef gösterenler de gerçekte her gün ölmüyor mu onursuzca? Bomba ve silahların konuştuğu yerde insanlık susar. Bir kişiyi hedef tahtasına yerleştirirseniz insanlığınız ölür, hedefteki değil. Kışlalı'nın öldürülüşü böylesine bir cinayetti. Yağmur altında uğurlanan Kışlalı'nın arkasındaki insan seli, ölen aydınlarla beraber örselenen insanlık için de öfkeli ve üzgündü öte taraftan.

Aynı şekilde, Gülen cemaati ve Alman vakıfları üzerine çalışan Necip Hablemitoğlu'nun katledilişi de benzer bir etki bırakmadı mı insanlar üzerinde? Öldürülüşünden birkaç gün önce çocuklarına “babanıza bir şey olursa...” diyen Şengül Hablemitoğlu'nun yaptığı konuşmanın gerçeğe döndüğü tarih 18 Aralık 2002'ydi.

O gün Türkiye'nin sırtındaki aydın cinayeti kamburu biraz daha keskinleşti. Yer Ankara'ydı ve kent yine kar altındaydı.

Öldürülen aydınların listesine baktığımızda fotoğraf karesine neler giriyor? Cesaret, bilgi, yılmaz bir azim, insan ve yurtseverlik. Ortak paydalar bunlar. Ümran Avcı Kum Saati'nde, terörle yaşamlarına son verilen yurtsever aydınları anlatırken en yakınlarının ağzından bu satırların altını kalın kalın çiziyor.

Okura da, bir an yer değiştirip, yaşananların hep hatırlanması adına, yitip gidenleri ve yakınlarını anlamaya çalışmak kalıyor.

Kum Saati/ Ümran Avcı/ Bilgi Yayınevi/ 284 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 23.07.2009


17 Temmuz 2009 Cuma

YAŞAMIN İÇİNDEN SÖZCÜKLER (*)
ALİ BULUNMAZ

Bugün üstün yazın, üstün yazılar denizine gömülmüş durumda ya da bana öyle görünüyor.”
(Jack London)

1876'da başlayıp 1916'da son bulan bir hayat. Tam kırk yıl ve bu süre içinde elli eser. Azımsanacak bir rakam değil, en azından yaşamın kısalığına bakıldığında. Amerikanın en çok kazanan yazarları arasında başı çekmiş olan ama geliri giderini hiçbir zaman karşılamayan bir yazar Jack London.

Ölümü ile ilgili söylentiler de cabası: Normal bir ölüm mü yoksa intihar mı? London'ın yayımlanan yazılarından bir derleme özelliği taşıyan Bana Göre Hayatın Anlamı, yaşamından parçalar ve düşüncelerinden örnekler taşımakla kalmıyor, hayatın neliğine dair belirlemeler de içeriyor.

“İNSANLIĞIN OTURMA ODASI”
Çok küçük yaşta okumayı öğrenen ve ailesinden eğitim almaya başlayan London, aynı zamanda çalışmaya da koyulur. Henüz on yedi yaşındayken bir balıkçı teknesiyle Japonya'ya gider. Ama bu, oldukça uzun bir yolculuktur ve sonradan o seyahatle ilgili şu manidar cümleyi kurar: “Bir daha o uzunlukta bir yolculuğa katlanamadım; çok sıkıcı ya da uzun olduğu için değil, yaşam çok kısa olduğu için” (s. 14).

Hayatının büyük bölümünü çalışmak ve para kazanmak için çabalamakla geçiren London, bu arada neredeyse tüm tutkularından sıyrılmıştır. O yüzden ileride, “aslında benim ömrüm sadece on üç aylıktır” diyecektir.

İşçi sınıfının içine doğmuştur o. Toplumsal konum olarak en alttadır ve tek çare olarak yukarı çıkmayı görür. On altı yaşında “prens” unvanı alır ama bu unvan, ona istiridye korsanlığıyla uğraşan hırsız çetesi tarafından verilir.

Gücün nerede ve kimde olduğunu da hemen öğrenir. Genel geçer kural burada da işlemiştir; güç zenginliktir. Oyun ancak böyle oynanır. Fakat London çalışmaya devam eder.

Hemen her şeyin satılığa çıktığı dünyada, yine her şeyin bir fiyatı vardır. London tam da bu zamanda artık “kaslarını değil beynini satmaya karar verir” (s. 25). Çünkü beyin de para eder, dolayısıyla London, toplumun oturma odasına yerleşemediğine göre çatı katı için şansını denemeye karar verir.

Entelektüel yaşama giriş yapan ve bilgi depolamaya başlayan London, sosyalistlerle de aynı dönemde haşır neşir olur. Bu dönemde ahlâki bozulmuşluklarla yüzleşir ve önemli bir tasvir yapar: “Ahlak bozukluğu bakımından canlı, kirli bir hayat yaşamakta başarılı olamayanlar, yürüyen ölüler gibiydi; iyi korunmuş mumyalar gibi, temiz ve asil, ama canlı değil” (s. 28).

Suç ve ihanet, canlı ama temiz ya da asil olmayan, temiz ve asil ama canlı olmayan... Diğer tarafta ne asil ne de canlı ama sadece temiz olan umutsuz kitle. London'ın gözlemleri ona böyle bir sınıflama yaptırır.

Dolayısıyla insanlığın oturma odası onu mutlu etmez ve işçi sınıfına geri döner. Ait olduğu yerdedir: “İnsanların, midelerinden daha değerli ve yüce bir şeye ulaşacakları, onları eyleme geçirmek için midelerinden daha iyi bir güdüleyicinin bulunacağı zamanı iple çekiyorum (...) Ruhsal güzellik ve özverinin, günümüzdeki berbat oburluğu yeneceğine inanıyorum ve son olarak işçi sınıfına güveniyorum” (s. 30).

DEVRİMCİ LONDON
London, avarelik deneyiminin kendisini sosyalist yaptığını söyler. Çalışmanın ve emeğe atfedilen değerin, her şeyin üstünde olması gerektiğini bu dönemde enikonu anlar. Hayatının temel çizgisini “hakiki olmak ve gerçeklikten hiç ayrılmamak” biçiminde resmeder (s. 34).

Kendini sosyalist olarak tanımlayan ve bu yüzden ilk gençlik çağlarında hep kuşkuyla karşılandığını söyleyen London, siyasi ve toplumsal fikirlerin gençlik kaprisi gibi algılandığını anımsatır. Aynı zamanda bu görüşlerin peşinden gidenler için tehlike çanları da çalmaktadır. Çünkü sosyalistler, toplumdaki kapitalist dolguyu kesip atmak ve köklü bir devrim yapmak ister. Sosyalistin yapmaya çabaladığı şey, sermaye egemenliğine karşı çıkmak ve onu devirmektir. Bu nedenle toplum için hep bir “tehdit” olarak sunulur.

London'a göre devrim, uygar dünyanın içine işleyen daha doğrusu işlemesi gereken önemli bir olaydır: “Devrimci, toplum çukurunun dibindeki mezbahalardan gelme aç ve hasta bir köle değildir; temel olarak, o mezbahaların kendisini ve çocuklarını beklediğini gören ve bu gidişe karşı çıkan, iyi durumdaki bir işçidir” (s. 60).

HER NE OLURSA OLSUN UMUDUNU TÜKETME
London, yazar ve yazar adayları için tavsiyelerde bulunmaya başlamadan önce, hayatının geri kalanında “tencereyi kaynatan” romanlar yazmaya koyulanların hemen bu tavsiyelere kulak tıkaması gerektiğini söyler.

Ona göre özgün olmalıdır yazar, “esen her meltemle aptal rüzgârgülüne dönüşmemelidir.” Bir yazarın ifadeleri fakirse, düşünceleri de fakirdir. Fikirleri karmaşık olanın ifadeleri berrak olamaz. London, yazarın işine hayli zaman ayırması gerektiğini de belirtir: “Zaman bulamıyorsanız, dünyanın da sizi dinleyecek zaman bulamayacağından emin olabilirsiniz” (s. 103).

Yazara, gözeneklerini açık tutmasını öğütleyen London'a göre, not defteri onun en ayrılmaz parçası olmalıdır: Defter, her yere götürülmesi gereken, her anında yazara eşlik etmesi zorunlu bir üründür. Öylesine içi doldurulacak, boş kağıt parçalarının toplamından daha fazlasıdır o.
London, not defterinin üstlendiği görevi anlatırken “beyinde uçuşan her düşüncenin kaydedildiği” bir yüzey tanımlamasını kullanır. Çünkü kağıt, gri hücrelerden daha zor bozulur ve kurşun kalem izleri, hafızadan daha kalıcıdır.

O, yazarın bir yaşam felsefesi için çalışmasından yanadır. London'a göre, bir yaşam felsefesi bulunması yeterlidir, yanlış olup olmaması ise ikinci plandadır. O halde yazar, için üç önemli şey vardır: “Sağlık, çalışma ve yaşam felsefesi. Buna bir şey daha ekleyebilirim, samimiyet” (s. 111).

Sadece yazdıklarının basıldığını görme hırsına sahip olanlara yazar denilebilir mi? London'a göre kesinlikle hayır. Yazarın isim olabilmesi, yani tanınabilmesi için geçerli tek koşul çalışma; yazma ve yazmaktan vazgeçmemesidir. Tüm yenilgilerle başa çıkma yolu budur.

London için yazar “imkânsıza ulaşmadan büyük olamaz (...) Ama imkânsızı yapması yetmez, bunu sürekli kılması gerekir” (s. 132). Bu durumda yazarın yapması gereken tek şey, sürekli denemektir. Şöhret istemekle gelen bir şey değil London'a göre, “dünya mirası ancak çaba gösterenlere kalır” (s. 133).

Gününün yazarlarına yönelik eleştirilerini de esirgemeyen London, kimlik ve kişiliğin geriye itildiğini söyler: “Ne yazık ki yazarlar şan için değil, ekmek parası için yazmaktadır; para kazanma kapasiteleri arttıkça yaşam düzeyleri yükselmekte, şan kazandırmaktan uzak sabun köpüğü ürünler çoğalmakta ve muhteşem hikâyeler yazılmadan kalmaktadır” (s. 152).

London iyi bir yazar olmasının yanında önemli bir gözlemcidir de. Okur onu, 1906'da meydana gelen San Francisco depreminde ya da bir boks maçının anlatımında bulabilir. Bir şehri, örneğin New York'u ve orada kurulu olan metro sistemini resmederken veya Amerikan üniversite yaşamını incelerken karşılaşılabilir London'la.

İnsanın gelişimi durağına da uğrar ve onun yaratıcı enerjisini çoğunlukla daha öldürücü silahlar yapmaya harcayışından yakınır. London'ın nitelemesiyle “aç “ ve “katil” olan insan, hep yer sıkıntısı çeker. Çünkü hızla çoğalır.

Savaş ve öldürüm makineleri de aynı hızla hayatları tehdit eder. London, burada yine sosyalizme değinir ve beslediği umudu yineler: “Sosyalizm daha fazla insana yiyecek sağlayan yeni bir ekonomik ve politik sistem olarak son sözü söyleyecek” (s. 217).

London için insanın en büyük başarısı, henüz gerçekleşmemiş olsa da, ölümsüzlüğü hayal etmesidir. Bir başka deyişle bu, var oluş içinde umudu canlı tutmaktır. Bana Göre Hayatın Anlamı'nın nirengi noktası da ortaya çıkmış olur: Umudu tüketmemek. London'ın kısa ömrüne sığdırdığı da budur zaten. Üretimi, söyledikleri ve ortaya koydukları hep buna işaret eder.

Bana Göre Hayatın Anlamı/ Jack London/ Derleyen ve Çeviren: Yiğit Yavuz/ İmge Kitabevi/ 224 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 16.07.2009



10 Temmuz 2009 Cuma

GÜNLE GELEN SATIRLAR ARASINDA (*)
ALİ BULUNMAZ

Edebiyat dünyası ve genel olarak edebiyat için mektuplar ve mektuplaşmalar hep önemliydi. İlişkileri, dostlukları, öfkeleri, kavgaları, küskünlükleri, eser ve kişilerle ilgili düşünülenleri ortalığa saçtı mektuplar.

Stefan Zweig'ın mektupları da aynı özelliği taşıyor. Dostlarla Mektuplaşmalar, Rainer Maria Rilke, Arthur Schnitzler, Herman Bahr, Maksim Gorki, Sigmund Freud ve Herman Hesse ile Zweig'ın yazışmaları ve ilişkilerini gözler önüne seriyor.

GEL GİTLERLE DOLU BİR YAŞAM
28 Kasım 1881'de, varlıklı bir sanayici bir babanın oğlu olarak Viyana'da doğan Zweig, küçük yaşlardan itibaren Fransa ve Almanya'da, kültür ve edebiyat alanında eğitim görmeye başladı. İlk şiirlerini lisede, Hugo von Hofmansthal ve Rilke'nin eserlerinden etkilenerek yazdı. 1901'den sonra Paul Verlaine ve Baudelaire'in şiirlerini Almancaya çevirdi.

Gazetelerde muhabirlik de yapan Zweig, 1907-1909 yılları arasında Seylan, Kalküta, Benores ve Kuzey Hindistan'ı gezdi. Bunu 1911'deki New York, Kanada, Panama, Küba ve Porto Riko'yu kapsayan Amerika seyahati izledi.

1913'te yerleştiği Salzburg'u, Nazilerin baskısını arttırmasıyla terk etti. Birinci Dünya Savaşı'nda Viyana'da gönüllü olarak savaş karargâhının arşivinde çalıştı. 1920'li yılların sonuna kadar en verimli dönemlerini yaşayan Zweig'ın, evinde ağırladığı konuklar arasında Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hugo von Hoffmannstahl, James Joyce, Paul Valery, Ravel ve Richard Strauss bulunuyordu.

Zweig'ın Salzburg yılları, önemli edebiyatçıları ağırlayışının yanında, Avrupa'nın düşünsel birliği için çalıştığı yıllardır öte yandan. Makale ve konuşmalarıyla, aşırılığı savunanları uyarmaya yönelmiştir. 1933'te Nazilerin yaktığı kitaplar arasında Zweigınkiler de bulunmaktadır ve ertesi yıl, Gestapo evini basıp silah arayınca Zweig ülkesinden ayrılır. 1937'de Avusturya'nın Alman Reeich'ına katılması üzerine İngiliz vatandaşlığına geçmek için başvuruda bulunur ve bu talebi 1940'ta kabul edilir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında çıktığı gezinin, New York, Arjantin ve Paraguay'dan sonraki durağı Brezilya'ya 1940'ta yerleşir. Bir sonraki yıl Montaigne üzerine çalışmaya koyulan Zweig, aynı dönemde Bir Satranç Öyküsü'nü ve Dünün Dünyası'nı kaleme alır. Dünün Dünyası, gençliğini 1900'lerin başında yaşamış bir yazarın, dünyanın asla eskisi gibi olmayacağını anladığında, eski günler için övgülerini sıralayışıdır.

Psikolojiye ve Freud'un öğretisine duyduğu hayranlıkla derin karakter incelemelerine yönelen Zweig, Avrupa'nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki açmazlar nedeniyle Rio de Janerio'nun yakınlarında, Petropolis'te, 22 Şubat 1942 günü eşi Lotte'yle beraber intihar eder.

YENİDEN ANIMSANAN MEKTUPLAR
Dostlarla Mektuplaşmalar'ın penceresi, Rilke ile Zweig'ın yazışmalarıyla açılıyor. Rilke'nin, şiirlerinden bir seçki yapmak isteyişine ilişkin Zweig'ın görüşlerini alma amacı, ilk mektupların ana izleğini oluşturuyor. Zweig, Rilke'ye tarihe geçecek şu satırları çiziktiriyor: “Bizler eserlerimizin seçkilerini kendimiz için değil, onların tadına varmak isteyenler için yayınlamalıyız (...) [Şiirlerimizin] zamanla hangilerinin gereksizleştiğini ise ileride hazırlanacak şiir antolojileri gösterecek” (s. 18).

O günlerden düşen satırlar, Avrupa'nın edebiyat ve şiir soluyan havasını yansıtıyor. Yazarlar ve şairler birbilerini takip ediyor; görüşebilmenin umudunu taşıyor. Rilke ve Zweig'ın mektuplarında özellikle bunlara rastlanıyor. Kitap alışverişleri ve eserlere dair yorumlar mektuplara ilişiyor.

Zweig, Arthur Schnitzler'e hayran gençlerin başında ve ona yazdığı 15 Ocak 1907 tarihli mektubunda bunu açıkça dillendiriyor. Öte yandan Zweig, Schnitzler'e duyduğu saygıyı da ifade etmekten geri kalmıyor: “Başkalarının kendini tekrarlamaya başladığı bir yaşta yarattıklarımızla daha önce yazmış olduklarınızı aşmanız ne kadar mutlu edici. Ne güzel, biz gençleri mutlu ediyor, yüreklendiriyorsunuz” (s. 64).

Mektuplar, yine o dönemlerin, 20. yüzyıl başının, romantik havasını da yansıtıyor. Yazmış olmak için değil, gerçekten söylenecek bir söz; anlatılacak bir şey ve geleceğe taşınacak ilişkiler bulunduğu için kaleme alınıyor. İnsani olan ne varsa zarfların kapağından okuyucuya doğru yayılıyor. Dürüstlük, saygı, sevgi, merak, heyecan, hüzün ve mutluluk...

Genç ve kıdemli yazarların dayanışması; kuru övgülerin yerine derinlikli edebiyat eleştirilerinin hâkim olduğu yazışmalar, söz konusu duygulara eklemleniyor.

Zweig'ın Schnitzler ile yazışması sırasında zamanına dair kimi yorumlara tanık oluyor okuyucu: “Günümüzde en önemli şey gerçekçi kalmak, pazaryeri çığırtkanlarının karşısında ürküp sinmemek” (s. 82).

Birinci Dünya Savaşı'nın en ateşli günlerinde kaleme alınmış satırlarında Zweig, Schnitzler'in, savaşın tam ortasında barışı düşünmesini de büyük bir cesaret olarak niteler. Çünkü o dönemde bunu düşünenlerin sayısı hayli azdır. Savaşın “heyecanı” her yanı kaplamıştır.

Zweig ve Schnitzler'in mektuplaşmalarındaki ana konuların başında kitaplar ve yayımlanışları gelir. Yayıncılık dünyasındaki sıkıntılar ve hak edilenin alınamaması ve emeğe verilen değerin azlığından duyulan sıkıntı tartışılanlardan bazıları.

Herman Bahr ile yazışmalarından birinde, mektubun ne anlama geldiğine ilişkin yorum da yer alır. Zweig şöyle der: “Yaşamda mektupların tuhaf bir rolü vardır. Onları severiz; sonra unutulur, yitirilir, fakat günün birinde yeniden anımsanır” (s. 149).

Bahr'a gönderdiği postalar arasında Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki Avrupa'ya dönük eleştiriler yer alır. “Tek bir Avrupa'ya inandığını” belirten Zweig, “yabancılaşmış dünyada eski dostlar arasında acı dolu yıllar geçirdiğini” söylemeden edemez (s. 162). Yıkım ve kan, her şeyi etkilediği gibi dönemin yazışmalarında da kendine yer bulur.

Zweig, Bahr'a Nasyonalist düşünce içinde yer almanın “bir anlık coşku” sonucu gerçekleştiğini yazar ve Bahr'dan, eski günlerine dönmesini; söyleyip yazdıklarını geri almasını ister. Eski bir dost adına endişelenmenin ifadesidir bu satırlar. Zweig, Bahr'ın kendisiyle hesaplaşmasını önerir: “İnsannın başkalarından hesap sormasının her zaman yararı olmaz, fakat kendi kendinden hesap sorması hep yararlıdır” (s. 167).

İnsanlığın o günlerdeki durumuna bir yazar gözüyle bakan Zweig, Bahr'a gönderdiği 23 Mayıs 1921 günkü satırlarında, edebiyatçıların “söz, din ve felsefeden gizemli karışımlar oluşturduğunu ve insanlara günün birinde anlayacakları şeyler sunduklarını” belirtir. Ona göre yazar, “perde arkasında duran rahip gibi biraz karamsar olmalıdır, fakat bu karamsarlık yazarın gizemi ve gücü biçiminde algılanmalıdır” (s. 189).

1920'li yılların ortası Avrupa ve özellikle Almanya için kriz yıllarıdır. Ekonomik bunalımla beraber, düşünce dünyasında da çöküş kaçınılmaz hale gemiştir. Zweig, ekonomik buhranla düşünce dünyasının hızlı gerileyişi arasında bağ kurar: “Almanya üzerine çökmüş olan ekonomik facia Alman toplumunun en değerli birliği olan düşünce dünyasına bomba gibi düşmüştür. İnsanlarına yıllar boyunca olağanüstü eserler armağan eden bilim adamları, bugün büyük bir sıkıntı içinde. Görünmeyen bir yoksulluk, ulusun en değerli insanlarından bir çoğunu felakete sürüklemek üzere. Onların düşünün ve öğretinin doruğuna ulaştırdığı okurlar şimdi olduğu kadar hiçbir zaman bu insanlara olan minnettarlıklarını yardımlarıyla kanıtlamak olanağını elde etmemiştir” (s. 202).

GERÇEK DOSTLUKLAR
Maksim Gorki de Zweig'ın hayatında önemli yer kaplayan bir isim. Mektuplarına “Saygıdeğer” ifadesiyle başlıyor bu yüzden. 1920'li yıllara denk düşen yazışmaların başlangıcı, yine o günlerdeki Avrupa ve Almanya üzerine yoğunlaşıyor. Zweig, Gorki'ye dert yanıyor:

“Genç toplum, nasyonalist çılgınlığın peşinden gidiyor, kimsenin kimseye ayıracak zamanı yok; belki şimdi bir zamanlar Rusya'da başınızdan geçenleri burada da yaşarsınız: Terör, toplumdaki soğukluk ve büyük kriz” (s. 239).

Dünya ve değerlerin yavaş yavaş değiştiği yıllardır 1920'lerin başları ve Avrupa bu değişimin merkezidir. Almanya'da ise yaşam günden güne zorlaşır. Zweig olup biteni “para değerinin sürekli değişmesi, insanları her gün yeni hesaplar yapmaya zorluyor, bence bu durum düşünürler için bir 'zehir'dir” diyerek özetler (s. 241). Umudu ise, bu günler geçip gittiğinde “düşünsel gücünün geri geleceği”dir. Gorki ile Zweig'ın mektuplaşmalarından anlaşılan, hem Avrupa hem de Almanya için ortalığı toparlayacak “güçlü bir el”in belirmesine yönelik beklentidir. Beri taraftan tekdüzeleşmeye başlayan yaşamda, kafasını kaldırıp olanı görmek için bakanlar, ki Zweig ve Gorki de bunlardan biridir, farklılıkları arar ve serinkanlı durmaya çabalar.

Zweig ile Gorki'nin konuştuğu ana konu belli bir süre sonra tamamen edebiyata döner ve Rusya'dan Almanya'ya dek uzanan edebi bir sohbet boy verir. Tolstoy, Dostoyevski, Stendhal ikisinin de yanı başındadır.

Gorki'yle Zweig'ın sanatçı dayanışmasını tartıştığı satırları 4 Mart 1930 tarihli mektuptadır. İkisi de herhangi bir saldırı anında, düşünür ve sanatçıların bütünleşmesini bir güç olarak görür. Üstelik bu destek ve bütünleşme, çoğu zaman sınır ötesine taşar.

Sigmund Freud ile Zweig'ın mektuplaşmaları ise Dostoyevski'nin geçmişinin irdelenişiyle açılır. Eserleri ve kişiliğinin karşılaştırıldığı satırlar, Freud ve Zweig'ın ilk tartışmasıdır. Freud, Dostoyevski konusunda uzmanlığını konuşturur; patolojik ruhsal çözümlemeler, Zweig'ın merakını gidermeye yöneliktir.

İkinci aşama, Zweig'ın öykülerinin psikolojik ayrıştırılışını kapsar. Duygusallık, kişilerin konumu ve insan ilişkilerini irdeleyen Freud, Zweig'ın yaratıcılığına vurgu yapar. Bunun yanı sıra Zweig'ın sanatçılarda pek rastlanmayan ölçüde alçakgönüllü oluşuna işaret eder.

Freud da, Zweig'ın mektuplaştığı diğer isimler gibi zamanından şikâyetçidir. Ancak yakın dostlarının varlığıyla avunduğunu ve “ortak değerlerin yitirilmemesi nedeniyle kendini güvende hissettiğini” ekler (s. 323).

Zweig'ın Hermann Hesse'e 1922 sonbaharında yazdığı mektup, ikili arasında gidip gelen mektupların ilki ve Hesse'in gezginliği üzerine kurulu: Zweig, onun göçebeliğini ve Avrupa'yı gezişini hatırlatır. Hesse'in gençliğinde olduğu gibi aynı yollardan Zweig da geçer.

1920'li yıllar, Hesse'in sanatoryumda hastalıkla boğuştuğu dönemlerdir aynı zamanda. Zweig, Alman öykücülerin psikolojiye fazla yer vermemesini eleştirirken, Hesse'in yaratılarında varoluşun köklerine doğru yaptığı atılımdan övgüyle bahseder.

Zweig, Hesse'le de gününün ilişkileri üzerine sohbet eder: “İçinde yaşadığımız zaman çok tuhaf oldu, insanlar arası ilişkiler de değişti. Başkasından gelen bir selam kişiyi sanki büyük bir armağan almış gibi sevindiriyor” (s. 352). 1933'te Naziler tarafından kitaplarının yakılması karşısında kendisine destek veren Hesse'i “bireyin makineleşmeye karşı kendini nasıl geliştirmesi gerektiğine ilişkin mücadelesi” nedeniyle takdir eder (s. 354).

Zweig'ın dostlarıyla yazışmasında açıkça seçilen şey, saygı ve sevgidir. Bunun yanında yazan taraflar, birbirine samimiyetle hemen her konuda yardımcı olmak için çabalar. Satırlarda ortaya çıkan bir diğer özellik ise gerçeklik. Gerçek dostluk ve dostluğun kendisine duyulan saygı. Bir başka ifadeyle dostlukların derinliği. Tüm bunları pekiştiren ise nitelikli, dolayısıyla kalıcı üretim.

Sonuçta Dostlarla Mektuplaşmalar, Zweig ve yazıştığı önemli isimlerle yaşadığı içtenlikli zaman dilimlerini yansıtır nitelikte.

Dostlarla Mektuplaşmalar/ Stefan Zweig/ Çeviren: Ahmet Arpad/ Yordam Kitap/ 368 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 09. 07. 2009

4 Temmuz 2009 Cumartesi

TÜKETMEK VAR OLMAKTIR (!) [*]
ALİ BULUNMAZ

Üretim düzeni yalnızca mal değil, aynı zamanda bunları tüketecek uygun gereksinimlerle donatılmış insan üretir.”
(Karl Marx)

İnsanın, tüketim çağında yaşadığı tartışmasız bir gerçek. Üstelik adı geçen tüketim, ihtiyaç nedeniyle de gerçekleşmiyor çoğunlukla. İnsana görece “rahat” bir hayat için ücret veren sistem, onun hem emeğini sömürüyor hem de çalışma dışı zamanını harcamaya ayırmasını istiyor.

İhtiyaç dışı tüketim tam da burada doğuyor: Toplumsal ve kültürel kodların, ekonomik ve politik gücün önüne geçtiği düşünülürse harcama (tüketim) gösteriş için ya da itibarı sağlama alma adına gerçekleşiyor.

DAYANILMAZ TÜKETİM İDEOLOJİSİ
Baudrillard'ın “tüketim ideolojisi” dediği, gereksinim yerine gösterişe yönelme ya da harcama eylemini gösterişe dönüştürmekten başka bir şey değil aslında. Örneğin kadının ihtişamlı giysiler satın alması ve giymesi, güzel görünme amacı taşımıyor çoğu zaman. Giysi aracılığıyla “ait olduğu efendinin (erkeğin) sahip olduğu toplumsal iktidar ve ayrıcalığı kanıtlamak da ister” (s. 4).

Satın alınan ve kullanılan, tüketim ideolojisi için artık işlevsel hale gelir. Değersiz nesneler, “akılcı” işlevlerle donatılır. Sahip olunan nesneler, onları elde tutan insanların statüsüne ilişkin “bilgi verir.” Baudrillard'a göre bu bir kısırdöngü; çünkü “nesnelere bakılarak belirlenen toplumsal kategori, gerçekte nesnelerden yola çıkılarak yapılan tanımlamaya denk düşer” (s. 11).

Nesneler, davranışları düzenlemek için kullanılıp bireylerin istediklerini dışa vuracakları şeyler haline gelebilir: “İnsan, duyduğu toplumsal özlem ve arzularını, çocukları, giysileri ya da sahip olduğu nesneler aracılığıyla mı dışa vurur yoksa toplumsal kurallara boyun eğdiğini, kendini güvende hissetmek istediğini göstererek mi?” (s. 13).

Baudrillard, nesnelere anlamlar yükleyerek, toplumsal ve kültürel bir hiyerarşinin oluşturulabileceğini söyler. Dolayısıyla kişiler de, kendi sınıfsal durumlarına göre nesnelerle kurdukları “ilişkiyi” yeniden düzenleyebilir: “Nesneler aracılığıyla her birey ve grup hem kurulu düzende kendine bir yer edinmek hem de bu düzeni bozmak ister” (s. 15). Kısacası sahip olunan nesneler herkesin yerini bilmesini sağlama gibi bir işlevi gündeme getirir.

Tüketim ideolojisi “eldekiyle yetinmeyi” savunmakla beraber, kişiyi yine harcama yapmaya yönlendirir. Buradaki mantık “ulaşamayacağından vazgeç, edinebileceğine el uzat” (s. 35); ama “yine de tüket!” biçiminde özetlenebilir: Sahip ol ve yenileyebileceğin kadarını yenile ki, uğradığın toplumsal ve kültürel düş kırıklığı azalsın!..

FETİŞİZM, GEREKSİNİM...
Baudrillard için tüketim nesnesi “statü, prestij ve moda farklılıklarını ima eden yan anlamlarla yüklü; belli bir markanın belirlediği şeydir” (s. 58). Gösterge-nesne de sahiplenilen, elde tutulan ve yararlanılan ya da kodlanmış farklılıktan başka bir şey değil. Dolayısıyla tüketim, gösterge-nesne tüketmek demek.

Baudrillard'a göre “öznenin asıl amacı tüketmek değildir, insanı tüketime iten şey, bir alma verme sistemine benzeyen ve farklılık yaratabilmek, anlamlar yükleyebilmek amacıyla kod ve değişik statülere özgü değerler üreten toplumsal yaşamdır” (s. 75).

Üretim süreci dışında kalan ve herhangi üretken bir iş yapmadan geçirilen boş zamanda insan, harcamaya yönelir ve maddi imkânlara sahip olduğunu gösterir. Boş zaman da tüketime ayrılır. Baudrillard'a göre tüketim ideolojisi bu şekilde boş zamanı da doldurur.

Boş zamanı kaplayan tüketim ve onun, içinde yer aldığı moda, insanı yeni göstergeler keşfetmeye zorlar. Sistem, insana “birey, gelirinin keyfi şekilde harcanacak kısmını dilediği gibi harcamakta özgürdür” der. Baudrillard da şunu sorar: “Bir giysi ya da otomobil satın alma, insanı besin maddesi satın almasından daha özgür kılar mı? İnsan, seçim yapmama gibi bir özgürlüğe sahip olabilir mi?” (s. 85).

Tüketim “kültürü” ya da ideolojisinin temel mantığı, tüketme eyleminin “bir gereksinim için olduğunu” vurgulamasıdır. Yani tüketim, “gereksinim”le ambalajlanmaktadır. Böylece sistem, “tüketici bireyler üretirken”, yeni bir “köle tipi” oluşturur; kıscası “bireyi tüketici güce” dönüştürür (s. 90). Baudrillard sistemi şöyle özetler:

“Ekonomik üretim alanında uzun zamandan bu yana gerçek ve doğru olarak kabul görmüş bir şey varsa, o da, kullanım değerinin ortadan kaybolarak değişim değerine özgü bir mantığın 'tüketim' evreni ve kültürel sistemin genelini hemen tamamıyla egemenliği altına almış olduğu gerçeğidir” (s. 93).

Baudrillard tüketimin fetişizm boyutuna değinirken, nesnelerin belirli güçlere sahip olduğunun düşünüldüğünü söyler. Sistem güçlendikçe “fetişist büyülenme gücü de artar” (s. 101). Fetişizm, beden ve güzellikte doruğa çıkar. Ruhun aynası olan beden, bu özelliğini yitirir ve “belli bir disiplin ve salt göstergelerden oluşan bir evrene boyun eğmek durumunda kalır” (s. 104).

Göstergeleri pazarlamanın açıklamasını da yapan ekonomi politik, “gereksinimlere” gönderimde bulunurken, antropolojik çerçeve içine oturttuğu kullanım değerini güncel tutar. Bunun yanında Baudrillard, gösterge ile dünyayı birbirine bağlayacak köprünün bulunduğunu söyler. Ona göre ekonomi politik “birbirinden ayrılmış nesne ve özneyi gereksinim yoluyla bir araya getirmeye çalışır” (s. 189).

“ŞEY”LEŞMEK
Baudrillard gösterge ekonomi politiği içinde kitle iletişim araçlarına ayrı bir yer ayırır. Kitle iletişim araçları “egemen ideolojinin pazarlamacısı ve aracısıdır; sahip olduğu biçim ve yol açtığı sonuçlar doğrultusunda toplumsal bir ilişki kurulmasına hizmet eder” (s. 211).

Tüketim düzeni, alma ve kullanmaya yoğunlaşmış durumda. Tüketim amaçlı mallar da bu düzende, iletişim aracı biçiminde konumlanır. Ürünler ve mesajlar tüketilir, böylece soyut toplumsal ilişkiler ortaya çıkar. Baudrillard, burada televizyon örneğini verir. Televizyonun insanın özel yaşamını gözetleyen bir araç olarak görülmemesi gerektiğini söyler, ama çok daha ileri bir nokta vardır: “Televizyon, insanların kendi aralarında konuşmalarını engeller. İzleyici, sözlerine karşılık veremediği bu muhatabın karşısında tek başına kalır” (s. 215).

Her şeyin ötesinde, en önemli iletişim aracı olarak “model”i gören Baudrillard, “modelin kodun egemenliğine girdiğini ve gösterge (biçim) görünümüyle ilişkili bir mantık üzerine oturduğuna” dikkat çeker (s. 221).

Baudrillard, analitik bir yöntemle gösteren-gösterilen olarak ikiye bölündüğünü ifade eder. Nesnenin çok değere veya karşıt anlama sahip olması, tasarımın onu yararlı ya da estetik biçiminde iki modele indirgemesini engellemez. Tasarım, işlevsel estetik ve yararlılık gibi bir bölümlemeye giderek ideolojik bir işlev üstlenir.

Ekonomi politik ve gösterge ekonomi politiği arasındaki ayrıma değinen Baudrillard, “ekonomi politiğin yararlılık ilkesinden hareket eden meta mantığı ve değişim değeri sistemi olduğunu” vurgular. Gösterge ekonomi politiğinin ise “tüm göstergeleri işlevsellik adı altında basit bir unsur olarak sıraladığını ve değiş-tokuş değeri sisteminde birbirlerine gönderme yaptıkları anlam üretim biçimi” olduğunu söyler (s. 243).

Baudrillard, satın almanın ya da daha doğru deyişle “yalnızca almanın” insanı mutlu edip etmeyeceğini sorgular. Değişim değeri (para), arzuları tatmin etmede yeterli midir: “Değer yüceltilirken haz alma konusunda hiçbir açıklama yapılmaz” (s. 268). Ekonomik düzen yüceltmeyi meta araccılığıyla gerçekleştirir.

Daha keskin bir belirleme yapmak gerekirse, değer süreci “kimsenin kimseye ihtiyacı olmadığını” ortaya koyar; burada “her şeyin bir karşılığı vardır” ve “herkes kaç paralık insan olduğunun bilincindedir” (s. 269).

Baudrillard'a göre nesne, simgesel değiş-tokuşta anlamlı bir değere sahipken, sonradan anlamını yitirir ve “hiçbir şey” haline gelir. Gösterge ekonomi politiği, hem nesneyi hem de özneyi istediği gibi biçimlendirip yönlendirebileceği “şey”e dönüştürür. Sonuçta her şey, tüketilebilir bir meta oluverir.

Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri/ Jean Baudrillard/ Çeviren: Oğuz Adanır, Ali Bilgin/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi/ 278 s.

[*] Cumhuriyet Kitap, 02.07.2009