17 Temmuz 2009 Cuma

YAŞAMIN İÇİNDEN SÖZCÜKLER (*)
ALİ BULUNMAZ

Bugün üstün yazın, üstün yazılar denizine gömülmüş durumda ya da bana öyle görünüyor.”
(Jack London)

1876'da başlayıp 1916'da son bulan bir hayat. Tam kırk yıl ve bu süre içinde elli eser. Azımsanacak bir rakam değil, en azından yaşamın kısalığına bakıldığında. Amerikanın en çok kazanan yazarları arasında başı çekmiş olan ama geliri giderini hiçbir zaman karşılamayan bir yazar Jack London.

Ölümü ile ilgili söylentiler de cabası: Normal bir ölüm mü yoksa intihar mı? London'ın yayımlanan yazılarından bir derleme özelliği taşıyan Bana Göre Hayatın Anlamı, yaşamından parçalar ve düşüncelerinden örnekler taşımakla kalmıyor, hayatın neliğine dair belirlemeler de içeriyor.

“İNSANLIĞIN OTURMA ODASI”
Çok küçük yaşta okumayı öğrenen ve ailesinden eğitim almaya başlayan London, aynı zamanda çalışmaya da koyulur. Henüz on yedi yaşındayken bir balıkçı teknesiyle Japonya'ya gider. Ama bu, oldukça uzun bir yolculuktur ve sonradan o seyahatle ilgili şu manidar cümleyi kurar: “Bir daha o uzunlukta bir yolculuğa katlanamadım; çok sıkıcı ya da uzun olduğu için değil, yaşam çok kısa olduğu için” (s. 14).

Hayatının büyük bölümünü çalışmak ve para kazanmak için çabalamakla geçiren London, bu arada neredeyse tüm tutkularından sıyrılmıştır. O yüzden ileride, “aslında benim ömrüm sadece on üç aylıktır” diyecektir.

İşçi sınıfının içine doğmuştur o. Toplumsal konum olarak en alttadır ve tek çare olarak yukarı çıkmayı görür. On altı yaşında “prens” unvanı alır ama bu unvan, ona istiridye korsanlığıyla uğraşan hırsız çetesi tarafından verilir.

Gücün nerede ve kimde olduğunu da hemen öğrenir. Genel geçer kural burada da işlemiştir; güç zenginliktir. Oyun ancak böyle oynanır. Fakat London çalışmaya devam eder.

Hemen her şeyin satılığa çıktığı dünyada, yine her şeyin bir fiyatı vardır. London tam da bu zamanda artık “kaslarını değil beynini satmaya karar verir” (s. 25). Çünkü beyin de para eder, dolayısıyla London, toplumun oturma odasına yerleşemediğine göre çatı katı için şansını denemeye karar verir.

Entelektüel yaşama giriş yapan ve bilgi depolamaya başlayan London, sosyalistlerle de aynı dönemde haşır neşir olur. Bu dönemde ahlâki bozulmuşluklarla yüzleşir ve önemli bir tasvir yapar: “Ahlak bozukluğu bakımından canlı, kirli bir hayat yaşamakta başarılı olamayanlar, yürüyen ölüler gibiydi; iyi korunmuş mumyalar gibi, temiz ve asil, ama canlı değil” (s. 28).

Suç ve ihanet, canlı ama temiz ya da asil olmayan, temiz ve asil ama canlı olmayan... Diğer tarafta ne asil ne de canlı ama sadece temiz olan umutsuz kitle. London'ın gözlemleri ona böyle bir sınıflama yaptırır.

Dolayısıyla insanlığın oturma odası onu mutlu etmez ve işçi sınıfına geri döner. Ait olduğu yerdedir: “İnsanların, midelerinden daha değerli ve yüce bir şeye ulaşacakları, onları eyleme geçirmek için midelerinden daha iyi bir güdüleyicinin bulunacağı zamanı iple çekiyorum (...) Ruhsal güzellik ve özverinin, günümüzdeki berbat oburluğu yeneceğine inanıyorum ve son olarak işçi sınıfına güveniyorum” (s. 30).

DEVRİMCİ LONDON
London, avarelik deneyiminin kendisini sosyalist yaptığını söyler. Çalışmanın ve emeğe atfedilen değerin, her şeyin üstünde olması gerektiğini bu dönemde enikonu anlar. Hayatının temel çizgisini “hakiki olmak ve gerçeklikten hiç ayrılmamak” biçiminde resmeder (s. 34).

Kendini sosyalist olarak tanımlayan ve bu yüzden ilk gençlik çağlarında hep kuşkuyla karşılandığını söyleyen London, siyasi ve toplumsal fikirlerin gençlik kaprisi gibi algılandığını anımsatır. Aynı zamanda bu görüşlerin peşinden gidenler için tehlike çanları da çalmaktadır. Çünkü sosyalistler, toplumdaki kapitalist dolguyu kesip atmak ve köklü bir devrim yapmak ister. Sosyalistin yapmaya çabaladığı şey, sermaye egemenliğine karşı çıkmak ve onu devirmektir. Bu nedenle toplum için hep bir “tehdit” olarak sunulur.

London'a göre devrim, uygar dünyanın içine işleyen daha doğrusu işlemesi gereken önemli bir olaydır: “Devrimci, toplum çukurunun dibindeki mezbahalardan gelme aç ve hasta bir köle değildir; temel olarak, o mezbahaların kendisini ve çocuklarını beklediğini gören ve bu gidişe karşı çıkan, iyi durumdaki bir işçidir” (s. 60).

HER NE OLURSA OLSUN UMUDUNU TÜKETME
London, yazar ve yazar adayları için tavsiyelerde bulunmaya başlamadan önce, hayatının geri kalanında “tencereyi kaynatan” romanlar yazmaya koyulanların hemen bu tavsiyelere kulak tıkaması gerektiğini söyler.

Ona göre özgün olmalıdır yazar, “esen her meltemle aptal rüzgârgülüne dönüşmemelidir.” Bir yazarın ifadeleri fakirse, düşünceleri de fakirdir. Fikirleri karmaşık olanın ifadeleri berrak olamaz. London, yazarın işine hayli zaman ayırması gerektiğini de belirtir: “Zaman bulamıyorsanız, dünyanın da sizi dinleyecek zaman bulamayacağından emin olabilirsiniz” (s. 103).

Yazara, gözeneklerini açık tutmasını öğütleyen London'a göre, not defteri onun en ayrılmaz parçası olmalıdır: Defter, her yere götürülmesi gereken, her anında yazara eşlik etmesi zorunlu bir üründür. Öylesine içi doldurulacak, boş kağıt parçalarının toplamından daha fazlasıdır o.
London, not defterinin üstlendiği görevi anlatırken “beyinde uçuşan her düşüncenin kaydedildiği” bir yüzey tanımlamasını kullanır. Çünkü kağıt, gri hücrelerden daha zor bozulur ve kurşun kalem izleri, hafızadan daha kalıcıdır.

O, yazarın bir yaşam felsefesi için çalışmasından yanadır. London'a göre, bir yaşam felsefesi bulunması yeterlidir, yanlış olup olmaması ise ikinci plandadır. O halde yazar, için üç önemli şey vardır: “Sağlık, çalışma ve yaşam felsefesi. Buna bir şey daha ekleyebilirim, samimiyet” (s. 111).

Sadece yazdıklarının basıldığını görme hırsına sahip olanlara yazar denilebilir mi? London'a göre kesinlikle hayır. Yazarın isim olabilmesi, yani tanınabilmesi için geçerli tek koşul çalışma; yazma ve yazmaktan vazgeçmemesidir. Tüm yenilgilerle başa çıkma yolu budur.

London için yazar “imkânsıza ulaşmadan büyük olamaz (...) Ama imkânsızı yapması yetmez, bunu sürekli kılması gerekir” (s. 132). Bu durumda yazarın yapması gereken tek şey, sürekli denemektir. Şöhret istemekle gelen bir şey değil London'a göre, “dünya mirası ancak çaba gösterenlere kalır” (s. 133).

Gününün yazarlarına yönelik eleştirilerini de esirgemeyen London, kimlik ve kişiliğin geriye itildiğini söyler: “Ne yazık ki yazarlar şan için değil, ekmek parası için yazmaktadır; para kazanma kapasiteleri arttıkça yaşam düzeyleri yükselmekte, şan kazandırmaktan uzak sabun köpüğü ürünler çoğalmakta ve muhteşem hikâyeler yazılmadan kalmaktadır” (s. 152).

London iyi bir yazar olmasının yanında önemli bir gözlemcidir de. Okur onu, 1906'da meydana gelen San Francisco depreminde ya da bir boks maçının anlatımında bulabilir. Bir şehri, örneğin New York'u ve orada kurulu olan metro sistemini resmederken veya Amerikan üniversite yaşamını incelerken karşılaşılabilir London'la.

İnsanın gelişimi durağına da uğrar ve onun yaratıcı enerjisini çoğunlukla daha öldürücü silahlar yapmaya harcayışından yakınır. London'ın nitelemesiyle “aç “ ve “katil” olan insan, hep yer sıkıntısı çeker. Çünkü hızla çoğalır.

Savaş ve öldürüm makineleri de aynı hızla hayatları tehdit eder. London, burada yine sosyalizme değinir ve beslediği umudu yineler: “Sosyalizm daha fazla insana yiyecek sağlayan yeni bir ekonomik ve politik sistem olarak son sözü söyleyecek” (s. 217).

London için insanın en büyük başarısı, henüz gerçekleşmemiş olsa da, ölümsüzlüğü hayal etmesidir. Bir başka deyişle bu, var oluş içinde umudu canlı tutmaktır. Bana Göre Hayatın Anlamı'nın nirengi noktası da ortaya çıkmış olur: Umudu tüketmemek. London'ın kısa ömrüne sığdırdığı da budur zaten. Üretimi, söyledikleri ve ortaya koydukları hep buna işaret eder.

Bana Göre Hayatın Anlamı/ Jack London/ Derleyen ve Çeviren: Yiğit Yavuz/ İmge Kitabevi/ 224 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 16.07.2009



Hiç yorum yok: