24 Temmuz 2009 Cuma

BİR KEZ ÖLEN CESURLAR (*)
Ali BULUNMAZ

Aydın, gerçekliğin araştırılmasıyla, kendisi ve iktidar arasındaki karşıtlığın bilincine varan insandır.”
Jean-Paul Sartre

Aydın kıyımları Türkiye'nin yazgısı mı? Yazgı demişken hemen şunu da düşünmeli: Bir ülke kendi geleceğini belirlemede yetersiz kalıyorsa, yazgısını başka ellere teslim etmiş demektir. Buna başkaldırmak adına yazan, söyleyen; bilgi sahibi olup fikir geliştiren ve bunları her zaman korkusuzca dillendiren aydınlar, Türkiye'de hep tehdit aldı, yargılandı ve öldürüldü.

Özellikle 1970'lerin ortalarından başlayarak, 1980'lerde ve 1990'larda yoğunlaşan cinayetlerin, hem bu ülkenin duyarlı yurttaşlarında hem de öldürülenlerin yakınlarında büyük acılar yarattığı kesin. Acı ve öfkenin, bir süre sonra sorgulamaları beraberinde getirdiği de gerçek.

Cinayetler neden işlendi? Nereye varılmak isteniyor? Belki de kilit soru şu: Öldürümlerin arkasında kim ya da kimler var? Tüm bu sorular yine en başa dönmeyi gerektiriyor: Kendi geleceğini belirlemekte zorlanan bir ülke, yazgısını başka ellere teslim etmiyor mu? Cinayetlerin arkasındakilerin bulunması da giderek güçleşiyor. Acılar ne kadar tortu kaplasa da, geçen yıllarla katmerleniyor. Öfke içten içe büyüyor.

KORKAKLARIN SİLAHLARI, BOMBALARI...
Öfke büyüdü, duyarlı yurttaşlar cenaze kortejlerinde insan seli oluşturdu ama hemen her cinayetin arkasından, devlet “büyüklerinin” ağızlarından da beylik sözler döküldü: “Failler en kısa zamanda bulunacak, kan yerde kalmayacak.” Kimi aydın cinayetlerin fail ya da failleri bulundu bulunmasına fakat ateşi maşayla tutanlara erişilemedi çoğu kez. Ateş düştüğü yeri yaktı hep.

Ümran Avcı'nın Kum Saati adlı kitabı, bu ateşin düştüğü yere ışık tutuyor; aydınların öldürülmeden önceki son günlerini anlatıyor. Hatırlamak için bir belge; yarına kalacak anılar demeti koyuyor okuyucunun önüne.

“İnsan umut ettiği sürece yaşar” diye yazan Abdi İpekçi'nin öyküsü bir anlamda bu; gelecekte kendisiyle aynı sonu paylaşacak meslektaşları ve aydınlar gibi. 1978'i 1979'a bağlayan yeni yıl gecesinde eşi ve çocuklarıyla birbirine mutlu ve umutlu seneler dileyen ailenin, cinayetin öncesinde ve ardından yaşadıklarının hikâyesi. Zamana tanıklık; unutulup unutturulmasın diye.

Biliyoruz ama zaman zaman kulak arkası ediyoruz: Silahların konuştuğu yerde karanlık kapıyı zorlar. İşte bu ortamda ısrarlara karşı Türkiye'yi terk etmeyen bir İpekçi çıkıyor okurun önüne; öldürülüşü, dizi cinayetleri başlatacak, kararlı ve özgürlüğü savunan bir kalemi. Kızına yazdığı 18 Ekim 1976 tarihli mektupta şöyle diyor:

“Benim inançlarımın temelinde özgürlükçülük var. Özgürlüğe yalnız insanın en kutsal, en doğal hakkı olduğu için inanmıyorum; özgürlüğün aynı zamanda gerçeklerin araştırılıp bulunmasında vazgeçilmez bir araç olduğunu düşünüyorum” (s. 47). İpekçi'nin ve onunla başlayan süreçte katledilenlerin öldürülüşünün temel nedeni bu olabilir mi acaba?

Turan Dursun cinayetinin altında da bu mu yatıyor? Küçük yaşta “din” alimlerinin, şeyhlerin ve hocaların eline verilen Dursun'un, özgürlüğü ve aydınlığı savunması suç sayılabilir mi kimilerince? “Dinle kavga ediyor” diye yaftalanan; “Atatürkçü” ve “komünist” müftü biçiminde aşağılanan Dursun, sürgünlerden kurtulamaz bu yüzden hayatı boyunca.

4 Eylül 1990 günü, 90'lı yılların cinayet perdesinde Dursun'un adı da anılır. Kulleteyn adlı kitabının yayımlanışıyla sesini yükselten tehditler, tek çabası dini doğru ve tüm gerçekleriyle anlatmak olan Dursun'u katleden bir saldırıyla noktalanır.

Aynı tehditleri alan Bahriye Üçok'un, ölümünden önce Almanya'da yaptığı konuşma “İslam'da Türk Kadını ve Laiklik” adını taşır. Laikliğin İslam'ın güvencesi olduğunu anlatan Üçok, İslam'da tesettür bulunmadığını da vurgular.

Tehditlerin ana nedeni de budur. MİT'ten, bombalı olabileceğinden şüphelendiği paketleri nasıl açması gerektiği konusunda bilgi alan Üçok, evine gönderilen bombalı paketle 6 Ekim 1990 günü öldürülür. 90'ların sahnesindeki kanlı oyun devam eder.

Uğur Mumcu'nun, 31 Ocak 1990'da yaşamı sonlandırılan Muammer Aksoy'a ilişkin belirlemeleri önem taşıyor: “Gerektiğinde ipek kadar yumuşak ve yine gerektiğinde kılıç kadar keskin. Bir duygu denizi gibiydi Muammer Aksoy. Bir öfke seli ve bir sevgi şelalesi” (s. 99).

Öldürüldüğü gün Emin Çölaşan'la gerçekleştirdiği röportajda şunları sıralar Aksoy: “Bugün Türkiye'de laiklik herkesin tekelindedir. Bugün Türkiye'de ilericiler bu tehlikeyi görmüyor, aşırı iyimserlik içinde hepsi. Üzülerek söylüyorum, bu bir gaflettir” (s. 105).

3 Şubat 1990'da Aksoy için düzenlenen cenaze töreninde, aracın ardında hocanın fotoğrafını taşıyan isim Uğur Mumcu'dur. Mumcu'nun, Aksoy'a “babam gibiydi” deyişi ve törende taşıdığı fotoğraf, o günden kalan acı bir anıdır.

CİNAYET KAMBURU
Cinayet işlemek korkaklık değilse nedir? Ürkmeden, eğilip bükülmeden yazan, söyleyen ve eyleyen aydının tek gücü bilgi ve oradan kotardığı fikir. Terörün gücü, her nereden gelirse gelsin çift boyutlu bir korku. Hem kendi korkaklığı hem de kendisindekini etrafa aşılama güdüsü.

90'ların aydın cinayetlerinin altında yatan da bu. Çetin Emeç de söz konusu korkaklığı ve oradan türeyen “her şeyi yapabilme gücünü” sezmiş bir isim. Kendisini defalarca uyaran dostlarına “bu beni her yerde bulabilir” yanıtını verişi de aynı farkındalığın bir sonucu. Son dönem yazılarında hep terörü işleyen Emeç de, 7 Mart 1990'da terörün alıp götürdüklerine eklendi.

“Cesur bir kez, korkak bin kez ölür” demişti Uğur Mumcu. Başka? “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” Bilgi önemli; ona erişmek, bilgiyi elde etmeye çalışıp oradan fikir üretmek emek;. Çaba, zaman ve yürek isteyen iş.

Ankara'da, 24 Ocak 1993'te, Mumcu'nun otomobilinde bu yüzden bomba patladı işte: Cesur, bilgi edinen, fikir üreten, günü aşıp geleceği düşünen bir gazeteciydi yok edilmek istenen. Bir kez öldü Mumcu her gün ölenlerin yanında, onlara uzak şekilde.

Belki de 27 Ocak'ta “Ankara'nın taşına bak” türküsüyle cenazesinin peşi sıra giden binlerce insan, bu nedenle her gün ölenlerden daha yakındı Mumcu'ya. “Failler bulunacak, kan yerde kalmayacak” ve “bir tuğla çekersem altında ben de kalırım” diyen “büyüklere” inat, cesaretin ardına düşmüştü binlerce ses.

Çözülmemiş, sırtında kambur olarak kalmış ölümleri var bu ülkenin. Eşref Bitlis'in uçağı nasıl düştü? Yanıtı bulundu mu bu sorunun? 30 Aralık 1994 günü Onat Kutlar'ı öldüren bomba, o kafeye kimler tarafından ve neden yerleştirildi?

Ahmet Taner Kışlalı'yı yaşamdan koparan mekanizmada aslında kimin parmak izleri var? “Gazetelerinde” Kışlalı fotoğrafına kırmızı çarpı işareti koyup hedef gösterenler de gerçekte her gün ölmüyor mu onursuzca? Bomba ve silahların konuştuğu yerde insanlık susar. Bir kişiyi hedef tahtasına yerleştirirseniz insanlığınız ölür, hedefteki değil. Kışlalı'nın öldürülüşü böylesine bir cinayetti. Yağmur altında uğurlanan Kışlalı'nın arkasındaki insan seli, ölen aydınlarla beraber örselenen insanlık için de öfkeli ve üzgündü öte taraftan.

Aynı şekilde, Gülen cemaati ve Alman vakıfları üzerine çalışan Necip Hablemitoğlu'nun katledilişi de benzer bir etki bırakmadı mı insanlar üzerinde? Öldürülüşünden birkaç gün önce çocuklarına “babanıza bir şey olursa...” diyen Şengül Hablemitoğlu'nun yaptığı konuşmanın gerçeğe döndüğü tarih 18 Aralık 2002'ydi.

O gün Türkiye'nin sırtındaki aydın cinayeti kamburu biraz daha keskinleşti. Yer Ankara'ydı ve kent yine kar altındaydı.

Öldürülen aydınların listesine baktığımızda fotoğraf karesine neler giriyor? Cesaret, bilgi, yılmaz bir azim, insan ve yurtseverlik. Ortak paydalar bunlar. Ümran Avcı Kum Saati'nde, terörle yaşamlarına son verilen yurtsever aydınları anlatırken en yakınlarının ağzından bu satırların altını kalın kalın çiziyor.

Okura da, bir an yer değiştirip, yaşananların hep hatırlanması adına, yitip gidenleri ve yakınlarını anlamaya çalışmak kalıyor.

Kum Saati/ Ümran Avcı/ Bilgi Yayınevi/ 284 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 23.07.2009


Hiç yorum yok: