31 Temmuz 2009 Cuma

BAŞKALDIRI HAYATTIR (*)
ALİ BULUNMAZ

Benim ve benim gibilerin istediği, istediğimiz dünya, kimsenin kimseyi öldürmediği (o kadar deli değiliz) bir dünya değil, adam öldürmenin haklı olamayacağı bir dünyadır.”
(Albert Camus)

Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin varolduğu bir dünya olur.”
(Hannah Arendt)

Savaş ve zorbalık tarafından kuşatılmışsanız ne yaparsınız? Ya teslim olur, dolayısıyla yaşamınızı da teslim eder ya da direnir, başkaldırır ve mücadeleye tutuşur, onurunuzu ayaklar altına alanları püskürtmeye çalışırsınız. Bunların ikisi de tercih meselesidir. Seçim, hayatın kendisidir.

Nobranlığa direnip var olmayı bir şekilde sürdürmek mi, yoksa teslim bayrağını çekip tarihten sonsuza dek silinmek mi? Hangisi?

YAŞAMAK ADINA
İkinci Dünya Savaşı yılları. Fransa'da Mareşal Pétain, Nazilerle işbirliğini çoktan kurmuş. Avrupa'ya kan ve işgal dalga dalga yayılıyor. Anlatıcı Jeannot, “içinde yaşadığımız koşulları iyi anlamalısın, bağlam önemlidir” diyor (s. 17). Anlamak ve ardından anlamlandırmak, eyleme geçmenin ilk koşulu. Eylemin sağlamlığının da habercisi.

Charles, Claude, Alonso, Catherine, Sophie, Rosine, Marc, Emile, Robert, François, Enzo, Jaques, Ernest, Marius... Başkaldırının isim listesi uzayıp gidiyor ve hepsi olup bitenin farkında. Düşmanla ortaklık kurmanın, işgalin, zorbalığın, geleceğin ve geleceksizliğin; bir şeyler yapılmazsa nasıl karanlığa gömüleceğinin... Her şeyin farkındalar.

Kısıtlanan özgürlüğün, bağımsızlığın nasıl elden gittiğinin, belleğin yitirilişinin ve kaybedilen insanların; her şeyin...

İnsanların yaftalanıp nasıl mahkûm edildiğini, haksız yere suçlandığını görüyor direnişçi gençler. Onlara, gizlendikleri yerin adından dolayı “Maki” deniyor o dönem. Korkuya teslim olmuş, diktatörlerle ve düşmanla anlaşmaya varmış liderlerinin uçuruma sürüklemeye hazırladığı ülkelerini, makilerin arasından çıkarak kurtarmayı tasarlıyorlar. Gerçeği söylemeyi, cesareti ve dürüstlüğü savunuyorlar.

Direniş ya da mücadele, kağıtta yazılı bir sloganın çok ötesinde onlar için. Anlamı olan, anlatılması; sürekli ve dikkatle yayılması gereken bir görev. Çünkü direnişin, mücadelenin ve başkaldırının da düşmanları var. Hem de gözle görülenden de fazla. Savaşımlarının amacı ise hayli yalın: “Ölmek değil, yaşamak için savaşmak” (s. 27). Bu sözler umudun da adı diğer taraftan.

Ama düzemece mahkemelerde yargılanıp, ölüm ve hapis cezasına çarptırılan direnişçileri düşünen arkadaşları, mahkemelerin bu kararları karşısında şaşkına da döner. Ne de olsa yalnızca özgürlük ve bağımsızlık için mücadele etmektedirler.

Dolayısıyla, mücadeleye tutuşacakları alanlar, savaşın ve zorbalığın kuralsızlığıyla günden güne çoğalır.

“BAHAR BİR GÜN YİNE GELECEK”
Oyunun kural tanımazlığına karşın, direnişçiler kendi kurallarını belirler: “İnsanları karşımıza almak yerine yanımıza çekmek” (s. 45). Hal böyle olunca silahlar, bombalar ve eylemin kendisi, ses getirmek amacıyla değil, düşman ile işbirlikçilerine yönelir.

Örneğin bir savcının öldürülmesi söz konusu edildiğinde şöyle bir mantık işler: “Bu kanun adamının korunduğuna hiç kuşku yoktu, yalnızca şoförünün sürdüğü araçla yolculuk ediyordu, bizim de halktan birinin hayatını tehlikeye atacak bir eylem yapmamız mümkün değildi (...) Ellerimizi kirletmeye hazırdık ama vicdanlarımız temiz kalacaktı” (s. 74).

Naziler, işbirlikçiler ve ırkçılığı yurttaşlık görevi sayanlar, masum insanları hedef alabilirdi ama başkaldıranlar asla.

“Eylemler” diyor Jeannot, “yaptığımız eylemlerin intikam almakla uzaktan yakından ilgisi yoktu; vicdani bir görevdi yalnızca, insanları bu kaderi yaşamak zorunda kalmaktan kurtarmak ve kurtuluş savaşına katılmak için yapılmıştı” (s. 104).

Yenilgi, açlık ve korku kader olamazdı onlara göre. Eylemlerinin en büyük amacı, insanların özgürce yaşayabileceği bir dünya yaratmaktı. Direnişçilere terörist damgası yapıştıranlara inat onlar, zorba ve teröristin Naziler ve ülke içindeki yardımcıları olduğunu sabırla anlatır.

Yaşananlara, işgale, kıyım ve yıkıma gözünü kapayan, kulağını tıkayanlar da bulunur başkaldıranların yanında. Jeannot'nun tasviri, her şeyi açık eder: “İnsanların çoğu bir iş, başlarının üzerinde bir çatı ve pazar günleri dinlenerek geçirecekleri birkaç saatle yetiniyordu, kendini böyle mutlu hissediyordu; huzurlu oldukları için mutluydular, yaşadıkları için değil. Komşuları ne kadar acı çekerse çeksin önemli değildi, yeter ki onlar evlerinde huzur içinde yaşasınlardı; gözlerini kapamayı, kötü şeyler olmuyormuş gibi davranmayı yeğliyorlardı. Alçak olduklarından değildi. Bazıları için hayatın kendisi bile fazla ürkütücüydü” (s. 133).

Sürüp giden savaş ve işgal içinde, direnişin güçlenen sesi barışa dair umutları yeşertmekle beraber, belli belirsiz korkuları da kıyıya vurdurur. Direnişçilere yönelik kimi önyargılar, gün geçtikçe çekinceye dönüşür.

Bazıları Nazilerle kol kola girenlere kapıyı açmayı, direnişe katılmaya tercih eder. Bazıları ise hayatta kalma dürtüsüyle, gönülsüz de olsa düşmana ve işbirlikçilere; yani o zamanın iktidarına boyun eğer. Temel anlayış, o şartlarda sorun istememekle ilgilidir.

Bu yaşananlar, ilk bakışta cesaret kırıcı gibi görünse de, başkaldırıyı yönetenlerin ve direnişi sürdürenlerin, görev ve sorumluluklarını fazlalaştırır. Çünkü her ne olursa olsun mücadele sürmeli ve sonuca ya da bahara giden yolda yenilgi akıllara bile getirilmemelidir.

Direniş ve başkaldırının, hiçbir kuralın olmadığı günlerde karşılığı nedir peki? Elbette hapis ve hukuk tanımaz bir yargılama süreci. Bu süreç, dünyanın dibinde olmaktan farksızdır ama umut yitmez, kimi zaman küçük de olsa mutlaka yer bulur kendine. Hapishane, direnişçiler için “sessizliğin ortasında insanlığın paylaşıldığı” bir mekâna dönüşür (s. 163).

Hapishane, ranza ve duvarlar, bir başkasının özgürlüğü için, göstermelik mahkemeler tarafından ölüme sürüklenenlerin hikâyelerini dinler. Bir de dışarıdaki arkadaşlarının eylemlerinin hızla sürdüğünü duydukça elde edilen gücü. Bunu ise “bahar bir gün yine gelecek” cümlesi anlatır (s. 168).

ÇILGIN ZAMANIN İÇİNDE
Kurşuna dizilen, işkenceden geçirilen dienişçiler; bunları özgürlük için yaşıyordu. Ama umut canlıydı. Hatta Nazilerin, Stalingrad yakınlarında yenilgiye uğraması umudun parolasını yeniden anımsatır: “Bahar gelecek.”

Öyle bir dönemdir ki geçirilen, direnişçiler, idamı geciksin diye arkadaşlarının hastalığının iyileşmemesini umar. Çılgınlıktır bu; akıl dışı bir zamanın izleridir.

Normandiya Çıkarması, direnişçilere daha fazla umut aşılar. Hapishanedekiler serbest bırakılmayı, dışarıdakiler de yanlarına gelecek arkadaşlarıyla zafer kutlaması yapmayı beklemektedir. Ancak polis şefinin siyasi tutukluları Nazilere teslim etme kararı, rüzgârı ters yönden estirir. Ölüm kamplarına doğru yola çıkarılan direnişçiler, bu kuşatmadan da kurtulacaklarına inanır.

Zorlu tren yolculuğu, Nazilerin baskıları, bu sırada ölen arkadaşları, susuzluk, açlık ve işkence... Hiçbiri direnişi kırmaya, başkaldırıyı sonlandırmaya yetmez. Başarılı olan kaçma planı sonunda gelen zafer, 26 Ağustos 1944 gününü aynı zamanda Nazilerin ölüm treninden kurtuluş günü haline getirir.

Jeannot ve bir avuç direnişçi, hayatta kalmayı başarır. Hayalet trenden kaçışın bir gün öncesi, yani 25 Ağustos, Paris'in Nazilerin kuşatmasından sıyrıldığı gündür. Beklenen bahar 1945'te toplama kamplarının kapılarının açılışıyla gelir.

Marc Levy'nin direniş ve başkaldırıyı anlattığı Özgürlük İçin isimli romanı okura üç aşamalı bir mücadele sunuyor: İlki, direniş için toplanmaya başlama, eylem ve eylemlerin amaçlarına karar verme ile ardından harekete geçme.

İkinci aşama tutukluluk, kural tanımaz mahkemelerde yargılanma ve idamlarla mücadele. Sonuncusu, siyasi mahkumların Nazilere teslim edilişi, hayalet trenle ölüm kampına yollanma ve kaçış.

Tüm bunlardan, romanın özünü oluşturan şu yargıya ulaşmak olası: Başkaldırı, o dönem için, hatta belki de her zaman, hayatta kalmanın ya da tarihten silinmeden hep var olmanın tek koşulu. Tıpkı Jeannot ve arkadaşlarının yaptığı gibi.

Özgürlük İçin/ Marc Levy/ Çeviren: Ayça Sezen/ Can Yayınları/ 318 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 29.07.2009

Hiç yorum yok: