26 Kasım 2010 Cuma

HAYATA AÇIK SAHNE (*)
ALİ BULUNMAZ

Tiyatronun sınır tanımayan bir sanat dalı olduğu açık. Herhangi bir mekânın sahneleştirilebileceği de ortada. Kısacası her an her yer bir sahneye dönüşebilir. Ansızın her şey dekorlaşabilir, dekor sanılanlar da oyunun bir parçası olabilir.

Tiyatro eleştirmeni ve yönetmen Peter Brook, tiyatronun ne olduğunu, ne olmadığını ve onun zihninde neler çağrıştırdığını sorgularken spot ışıklarından, perdeden, seyirciden ve karanlıktan söz açmasına rağmen, daha derine inmenin gerekliliğini vurgular. Bu yüzden Boş Mekân kitabında dörtlü bir sınıflandırmaya gider: Ölümcül, kutsal, kaba ile şimdi ve burada tiyatro.

Brook'un önünde bir sorun var: Ne yazılmışsa o mu oynanacak? Yazarımıza göre, “metne bağımlı kalan oyuncu taklit ve gelenekten kurtulamaz”, yani trajedinin ruhuna erişemez. Oysa trajedinin esası, oyunu canlı biçimde sahnelemekten geçer. Brook burada “ölü doğmuş ya da hatta bir an için inandırıcı görünen gerçek bir yaşamın parıltıları olduğuna” inanır.

Brook tam bu nokta üzerinde dururken, genele bir kapı aralar ve tiyatronun kimliğini eşeler: “Tiyatro sözcüğünün pek çok savruk anlamı var. Dünyanın birçok yerinde tiyatronun kesin bir yeri, açık seçik bir amacı yok, parçalanmış bir halde varlığını sürdürüyor. Tiyatronun biri para peşinde koşuyor, biri olmayan koşullardan şaşkına dönmüş, gücü tükenmiş durumda oradan oraya sürükleniyor.” Belki de tiyatro için ölümcül olan budur, kimbilir...

Buna bir de Brook'un “beceriksizlik” eleştirisini eklersek, tiyatronun neredeyse bir dolu sorunu ameliyat masasına yatırılmış oluyor. “Sahneleme, tasarımlama, konuşma tekniği, yürüme, oturma ve dinleme”deki beceriksizlikler.

Aslında Brook, ölümcül sıfatını tiyatronun başına yerleştirirken bir türden çok eleştirel bir bakış açısı oluşturmaya çalışıyor. Ölümcül oyun, ölümcül eleştirmen, ölümcül yazar ve beylik olana kafa tutmayan ölümcül yönetmen bileşimiyle meydana gelen bir bakış açısı, “Metni ve oyunu nasıl daha iyi hale getirebiliriz?” sorusuna yanıt aramanın fitilini ateşliyor.

DOĞAÇLAMANIN KUTSALLIĞI
Tiyatroda kutsal olanla yüksek ya da nezih olan birbirine karışınca ayak kayıveriyor. Oysa Brook'a göre nezih olan kutsallaştırılınca yavanlığa yönelim de kaçınılmazlaşır. Şiirsellik tiyatroda anlam zenginliğini sağlayabiliyorken, Brook bundan vazgeçildiğini söyler. Durum böyle olunca, tiyatrodaki kutsallığın yani şaşırtmanın (hayrete düşürme de denebilir buna) harekete geçirilmesi gerekir. Bir bakıma “uyandırma”dır bu; temelinde de doğaçlama yer alır: “Buna göre seyirci öyle bir sarsılır ki her şeyi yeni bir gözle görme yetisi kazanır, gözü açılır ve çevresindeki hayatı başka türlü görmeye başlar.”

Brook'un kastettiği, amacın kutsallığı; gündelik hayatın gizlediklerini, herkesin içinde yatanları dürtükleyerek dışarı çıkartmak. Burada yine Shakespeare'i örnek gösterir, onun fizik ötesini amaç belleyişini, öbür taraftan da fazla yükseklerde dolaşmayışını; seyirciyi kaldırıp kaldırıp yere indirişini anlatır.

Brook, kutsal tiyatronun yerde mi yoksa gökte mi aranması gerektiğini sorgularken, kaba tiyatroya kafa yormaya başlar. Ona göre “halka yakın”, “biçemden yoksun” ve “ele ne geçeni silah olarak kullanan” kaba tiyatroda, seçip ayıklama gibi bir eylem söz konusu değil. Onun “halk” derken anlatmaya çalıştığı, “sataşma”, “amansız taşlama” ve “çarpıtıp karikatürleştirme”yi kapsayan, içinde “utançsız bir neşe ve kahkahanın” bulunduğu kaygısız gelenektir.

Neşe ve kahkaha, hicveden, putları kıran ve toplumsal değişim yaratmayı amaçlayan bir işleve sahip. Örneğin Brecht, izleyiciyi sarsıp aklını en doğru biçimde çalıştırmasını sağlamak isteyen yabancılaştırma etkisi ya da tekniğiyle buna büyük katkıda bulunur.

Brook, kaba tiyatro ve öncülerini anarken sözü yeniden gününe getiriyor: “Bugün kabalığın her zamankinden daha diri, kutsallığınsa her zamankinden daha ölümcül olduğunu kabul etmeliyiz (...) Tiyatronun istendiğini, çalışanlarına güvenildiğini söylemek güç. Böyle olunca inançlı ve dikkatli bir izleyici kalabalığının toplanacağını düşünemeyiz. Onun dikkatini avcuna alacak, inancını zorlayacak olan biziz. Bunu yapabilmek için gizli kapaklı, hileli hiçbir şeyin olmadığını kanıtlamalıyız.”

HAREKET HALİNDE TİYATRO
Kaba, ölümcül ya da kutsal, hangi nitelikle anılırsa anılsın, hep şimdiki zamanda var olan tiyatro Brook'a göre önünde sonunda hem bir büyüteç hem de küçülteçtir. Küçük bir olay büyütülüp oyunlaştırılabileceği gibi makrokosmosa alternatif bir küçük dünya da yaratılabilir.

Brook için tiyatroda yöntem veya formül yok. İşin özü uygulama. Uygulamadan, sağlam bir metin, iyi bir yönetim, doğru kostüm ve sahneleme, tüm bunların hakkını verecek becerikli bir oyunculuk anlaşılmalı. Brook'un bu belirlemeleri yaparken kendini metin yazarı, yönetmen, oyuncu ve seyircinin yerine koyduğunu da not edelim. Yani olaya tam ortasından bakıp tez(ler)ini güçlendiriyor.

Onun bir başka tezi, tiyatronun yapaylıktan büyük ölçüde uzak durması gerektiğiyle ilgili. Sahnenin hayatla bağlantılı olmasına dair bir açılım bu; oyuncunun ve seyircinin kırmızı halıdan sakınmasını sağlayacak bir değerlendirme: Dış dünyaya geçit verecek ve olmazsa olmazı; tekrar, temsil ve yardımı göz ardı etmeyen bir tiyatro. Bu da “izleyicide açlık ve susuzluk yaratacak çalışmalar ortaya koyma” gibi bir amaçla beraber hayat bulabilir ancak.

Brook şunu da söyler: “Tiyatro hareket halinde olduğundan onun kara tahtası sürekli silinir.” Perde açılmadan veya kapanırken bütün bunları düşünmeli. Brook'un istediği de bu sanki; eleştirel bir gözle tiyatroya bakmak, onu bir gereklilik olarak görmemek...

Boş Mekân/ Peter Brook/ Çeviren: Ülker İnce/ Hayalbaz Kitap/ 182 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 25.11.2010

23 Kasım 2010 Salı

ZAMANIN SÜPÜRDÜKLERİ (*)
ALİ BULUNMAZ

Adolf Hitler yakın zamanda yine gündeme geldi. “Üstün ırk” yaratma hedefine, ömrünü ve tüm gücünü harcayan Hitler'in, Afrikalı ve Yahudi genleri taşıdığı ciddi bir iddia olarak ortaya atıldı. Nazilerin “üstün ırk” oluşturmak için yaptığı “bilimsel çalışmalar” ve kurduğu toplama kampları zaten insanlığın yüz karasıydı, bu iddiadan sonra rezilliğin son perdesi biçiminde karşımıza dikildi. İspanyol yazar Jorge Semprún da o toplama kampı tezgâhından geçmiş bir isim. Hayat hikâyesinde, toplama kampında yaşadıklarının derin izleri var.

EDEBİYATIN AYAKTA TUTTUĞU YAZAR

10 Aralık 1923'te Madrid'de doğan Semprún, 1937'de ailesiyle Fransa'ya göç eder; 19 yaşındayken Nazizm muhalifliği nedeniyle Gestapo tarafından tutuklanıp Buchenwald Toplama Kampı'na götürülür.

Eylül 1943'ten Nisan 1945'e kadar burada tutsak kalan Semprún, edebiyatla akıl sağlığını korur; bir anlamda edebiyat sayesinde hayatta kalır. İspanyolcayı unutmamak adına hatırladığı ne varsa defalarca tekrar eder.

Semprún'un iki yıl boyunca kaldığı Weimar-Buchenwald kampı, 1937'de Naziler tarafından “eğitim merkezi” adı altında açılır. Açılır açılmasına ama asıl amaç ele geçirilen sosyalist kadroları dönüştürmek ve yola getirmektir. Yaşam alanlarından kütüphanesine kadar hemen her yerde Nazizmin baskısının hissedildiği kampta, Semprún her şeye karşın kütüphanenin en önemli ziyaretçilerindendir.

Bunun dışındaki zamanlarda ise Nazi subaylarıyla yüzleşir; onların ölüm merkezleri ve kanalizasyon çukurları arasına dizdiği mahkumlarla alay edişini, hem bir yazar hem de aynı durumdaki bir tutsak olarak gözlemler.

Tüm hayatını, bu ölüm kampından kurtulduktan sonra bile, mücadele içinde geçiren Semprún, 1939'daki Fransa Komünist Partisi deneyiminin ardından bu kez 1957'den 1962'ye dek İspanya Komünist Partisi saflarında bulur kendini. Franco'ya karşı direniş faaliyetlerinin etkin bir ismi olan Semprún, faşist örgütlenmenin gücünü yitirişi ve iktidardan inişine dek UNESCO'da çevirmenlik yapar, 1988'de ise İspanya Kültür Bakanlığı'yla onurlandırılır. 1991'e kadar sürdürdüğü bu görev, onun mücadelesi, emeği ve yaşadıklarını daha da anlamlı kılar bir yerde.

ÇALKANTILI GÜNLER
Jorge Semprún'un tutsaklıktan İspanya'daki direniş mücadelesine kadar yaşadığı her şey romanlarında bir şekilde yer alır. Bu yüzden yapıtlarında hem kendi yaşamından izler hem de politik-felsefi yönler bulmak mümkün. Semprún'un kitapları bir açıdan hesaplaşma özelliği taşır, hesaplaşmakla kalmaz, bu tartışma ve irdelemeyi sonuca da bağlar. Yirmi Yıl ve Bir Gün'ü de böyle okumalı.

İç savaş dönemi, İspanya'nın en acı dolu yılları olarak nitelenebilir. Komünist ve demokrat güçler ile faşist ya da Falanjistler arasındaki çarpışmalar, İspanya'yı şekillendirme arayışı ve hepsinden önemlisi, İkinci Dünya Savaşı'nın bir provasıdır; böyle algılandığında bir iç savaştan çok daha fazlasıdır.

Semprún'un Yirmi Yıl ve Bir Gün'ü, bu savaşın başladığı 1936'ya, Toledo'nun bir köyüne götürüyor bizi. Bir çiftlik, bir aile, bir cinayet ve kaynayan bir ülkede pek çok ölü... Üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen unutulmayan ve ritüele dönüşen anma töreni... Semprún, neler olup bittiğini anlatırken akılda ilk kalanlar bunlar. Micheal Leidson'ın peşine düştüğü cinayet nedeniyle, çiftliği ve orada yaşayan aileyi tanıma olanağı buluyoruz. “Geçmiş, geçmişte kalsın” mantığına karşı çıkan Leidson'ın araştırmaları derinleştikçe işlenen cinayetin; soylu Avendano ailesinin veliahtının isyancı köylüler tarafından öldürülüşünün gizemli yanıyla daha da içli dışlı hale geliyoruz.

Semprún'un anlatımına hâkim olan bazı kavramlar var: Milis, kızıllar, falanj, gizli polis, özgürlük, tutsaklık... Tüm bunlar iç savaşın gölgesinde yaşayan ya da birebir onunla yüzleşen insanların varlığını; iç savaş'ın ruh halini anlatıyor.

Roman adım adım açılırken, İspanya'nın baskı, kan ve şiddet dolu günlerini bir şekilde anmaktan, bu zaman dilimini kitaba bir şekilde yedirmekten alamıyor kendini. Araştırmalar, hapislikler, sorgulamalar ve iz süren gizli servisin “suçlu “avı, roman sayfalarında kendine yer buluyor. Avendanoların çiftliğinde işlenen cinayet ile İspanya'nın hararetli günleri ilginç biçimde kesişiyor ya da en azından ilişkileniyor.

Romanda, yaşananların kadınların gözünden anlatımı ön safta. Bir yandan olup biten resmedilirken öte yandan savaşın etkileri ve genel ruh hali kadınların gözünden yansıtılıyor. Merkezde Avendanolar ve Madrid bulunurken fonda İspanya ve dönemin Avrupa'sı yer alıyor.

Bu ortamda sürekli kendini hissettiren bir soru var: “18 Temmuz'da ne oldu?” Roman ilerledikçe cinayetin anatomisi belirginleşiyor: “Liberal Avendano ailesinin aklı başında tek ferdi infaz edildi, üstelik korumasızdı.”

Jose Maria Avendano'nun öldürülüşünün ardındaki sır perdesi araştırılırken, iç savaşın bitimiyle Avendanoların, mülklerini, paralarını ve hâkimiyetlerini Frankocu güçlere teslim ettiği gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Bu, elbette çiftlikteki kadınlara ve onların bedenlerine sahipliği de içeriyor. Ne de olsa Franco'nun tüm yandaşları feodal zihniyetin birer temsilcisi.

AİLENİN BİLİNÇALTI
Mercedes Pombo ile 18 Temmuz 1936'da öldürülen Jose Maria Avendano'nun (Josemari) büyük ve tutkulu aşkını da anlatan roman, geri dönüşleri, kimi zaman daha da ileriki zamanları resmetmesiyle bir filmi andırıyor. Cinayete dair şüpheler, gizli kalmış yanlar ve her sayfada beliren yeni bir ayrıntı sayesinde bu sinematografik kurgu güçleniyor.

Semprún'un cinayet etrafında oluşturduğu romanda öldürüm, daha çok konuyu; her zaman irili ufaklı sırları bulunan Avendano ailesi ve aile ilişkilerini ayrıntılamasını sağlayan bir olay. Yani cinayete takılmamalı, önemli olan Avendano ailesi, dönemin İspanyası ve ailenin sırları; zamanın süpürüp yirmi yıl sonrasına taşıdığı ilişkiler yumağı.

18 Temmuz 1936'da ne oldu? İşlenen cinayetin önü ve arkası neydi? Belki cinayet aydınlanmıyor ya da gizli pek çok yönü barındırıyor ama hiç olmazsa, kardeşler ve Jose Maria ile Mercedes arasında yaşananların bütün çıplaklığıyla gün yüzüne çıkmasını sağlıyor.

“Avendanoların ilişkilerinin orta yerinde ne var?” diye sorulsa, verilecek yanıt rahatlıkla entrika olur. Zaman zaman eyleme dönüşen zaman zaman da zihinde kalan tasarı biçimindeki entrika. Buna güzel bir örnek, Manuel'in, kardeşi Josemari'nin sevgilisi ve sonra eşi olan Mercedes'le ilgili olarak, tanıştıkları günlerde aklından geçirdiği ve üstü örtülmüş kimi gerçekler. Tüm bunları Avendanoların yardımcısı Saturnina anlatıyor. Manuel'in eşinden sıkılmaya başladığı günlerde Josemari Mercedes'le çıkıp geliyor. Manuel'in macera arayışı ve Mercedes'in Josemari'yle çiftliğe ayak basması aynı günlere rastlıyor. Hayaller kurmaya, daha doğrusu bir hayal dünyasında yaşamaya; Mercedes ile kendisini birlikteymiş gibi düşünmeye başlıyor. Sonrasını Saturnina'nın ağzından dinleyelim:

“Mercedes'i görmek içini aydınlattı, sonsuza dek onunla kalacakmışsın gibi davranmaya başlamıştın, üstelik düşüncelerinde küçük kardeşinin varlığını bile silip attın. Eğer evli olmasaydın, eğer içinde bir beyefendilik olmasaydı, onu kardeşinin elinden alırdın. Ama bunların hepsi kafanda yarattığın birer hayaldi, çünkü Mercedes'in gözü Josemari'den başkasını görmüyordu (...) Yani ona sahip olmak için kardeşin ölene kadar beklemek zorundaydın. Fakat hikâyen burada son buluyordu. Çünkü Josemari sadece yirmi yaşındaydı ve annesi Mercedes'i ona doğum günü hediyesi gibi sunmuştu, artık ellerini birbirinden ayıramayacaktın, ne istersen iste sonsuza kadar birlikte kalacaklardı, bu sebeple başka bir numara aramak zorunda kaldın...”

Semprún'un çizdiği çerçeve önemli: “Sanki önemli olan sadece yirmi sene önce, 18 Temmuz akşam yaşananlar değil, aynı zamanda hikâyenin içindekilerdi. 'Bir varmış bir yokmuş' özerk bir parçası gibiydi. Bu hikâyenin gerçekte hilelerle dolu olduğunu, içinde doğrudan çok yalan barındırdığını, [Mercedes, A.B.] kendisi de biliyordu.”

Romanın kimi noktalarında Lorca ve Hemingway gibi isimleri anlatıcı rolüne soyunduran ya da daha doğru deyişle, onların görüşlerine yer veren Semprún, cinayet sayesinde Avendano ailesinin bireyleri arasındaki ilişkileri açık ediyor. Geçmişe dönük hesaplaşmalar ve yirmi yıl öncesinin masaya yatırılan anıları cinayet yardımıyla ortaya dökülüyor. Kısacası Yirmi Yıl ve Bir Gün, Semprún'un öbür romanlarındaki gibi hızlı temposu, gerilimi, devrimciliğin felsefi ve etik zemini yanında sorgulamalarla birleşerek Avendanoların her üyesinin psikoterapi notlarıymış gibi bir izlenim uyandırıyor.

Yirmi Yıl ve Bir Gün/ Jorge Semprún/ Çeviren: Ceren Balamir Vartanlı/ Özgür Yayınları/ 278 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 18.11.2010

12 Kasım 2010 Cuma

BAZEN ÖLÜLER DİRİLERİ GÖMER (*)
ALİ BULUNMAZ

Aç parantez: Rakamlar önemli, sayılar da. Ne de olsa hayatın matematiği var. Rakamlar ve sayılardan oluşan hesaplar, insanı bazen vezir eder bazen de rezil. 2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta, Madımak Oteli’nde kaç aydın öldü? Açın bakın, her yazı ve yorumda farklı sayı çıkar karşınıza. 33’le başlar, 35’e çıkar, 37’de son bulur. Şimdi şunu bir kenara not edelim: 33 derseniz doğru söylersiniz; 35, yürek burkar, çünkü öldürülen aydınlarla beraber iki de otel görevlisi hayatını kaybetti. Ama 37 derseniz işte o zaman yaranın kanaması artar; alevler, dumanlar ve çığlıklar güçlenir: 37, öldürülen aydınlara eklenen iki otel görevlisine cinayeti işleyen güruhtan, kendi yangınında boğulan iki kişiyi de katmak demek. Dikkatli konuşmak gerek, sayılar önemli. Kapa parantez.

“MÜNFERİT OLAY” (!)

İnsan yakın veya uzak geçmişi hatırlamalı, dikkatini toplamalı. Tıpkı 2 Temmuz 1993’te yaşananları hatırlaması gerektiği gibi. Neyse ki o günden “yüreklere su serpen” açıklamalar kayda geçmiş, biraz olsun ferahlıyoruz (!) Örneğin, “Oteli saran vatandaşlarımıza bir zarar gelmedi” ya da “Aziz Nesin tahrik etti, olaylar bu yüzden çıktı.” Sayılar gibi kullanılan dil de takınılan tavır da önemli. Dikkatli olmak gerek.

Neden mi bunca laf? Önümüzde bir hatırlama, hatırlatma, uyarma ve uyandırma kitabı var da ondan: Orhan Tüleylioğlu’nun araştırması Yüreklerimiz Hâlâ Yangın Yeri. Kitabın alt başlığı “Sivas 2 Temmuz 1993.”

Televizyonları açın bakın, bugünün hararetli tartışmalarında 1993’ün karanlığı masaya yatırılıyor. Olaylar sıralanıyor. Hatta bazı kanallarda iki dirhem bir çekirdek giyinip, “demokrasinin gömlek olduğuna” kendini inandıran ve 3 Temmuz 1993’te Madımak’ta öldürülenleri suçlayan kimi yüzler de boy gösteriyor. Bu da küçük bir dipnot, dikkatli izlemek gerek.

2 Temmuz üzerine pek çok şey yazılıp çizildi, her biri, bir öncekinin üstüne yeni bir şey koydu. Tüleylioğlu da bir tuğla koyuyor. Gözünü, 2 Temmuz sonrasına; açıklamalara, yorumlara, mahkeme sürecine ve TBMM’de kurulan Araştırma Komisyonu tutanaklarına dikiyor. Dikkatli okumak gerek, çünkü bugün kamuoyunun yakından tanıdığı aktörler de var satırlarda.

O dönem Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı rapora şerh koyanlar (örneğin Abdüllatif Şener), şeriatçı topluluğu “Gazanız mübarek olsun” diye hareketlendiren ve sonradan RP’den milletvekilliği ile onurlandırılan bir belediye başkanı (Temel Karamollaoğlu), aynı partinin İstanbul’da belediye başkanlığını kazanmasının ardından kurumda işe alınan ve arkasından kayıplara karışan sanıklar (örneğin İrfan Çakmak) göze çarpıyor.

4 Temmuz 1993 günü dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in sözleri de dikkatle yorumlanmalı: “Burada halk birbirine düşmemiştir (…) Münferit bir olaydır, münferit olması meselenin çözümünü kolaylaştırır (…) Bunlar yavaş yavaş durulur, kaybolur gider canım. Hangi mesele kaybolup gitmedi ki?”

“ANMA ŞÖLENİ” (!)
Böylesine bir olayda birilerini, hele ölenleri suçlu ilan etmek çok kolay. “Tahrik” ve “saygısızlık” diyerek işin içinden çıkıverirsiniz, olur biter. Ama bitmiyor, bir de sular çekilip geride kalanlar yaşamaya ve anlatmaya başlayınca defter yeniden açılıyor.

İşte o günlerde mecliste Abdüllatif Şener’in yaptığı konuşmadan kısa bir bölüm; hatırlamak için: “Kitle psikolojisi denen bir olay vardır. Kitle, Batı’da aynı şekilde, zaman zaman galeyana gelebilmektedir. Rio Festivali’nde, Münih Faşingi’nde meydana gelen olaylar hepimiz tarafından hatırlanmaktadır. Stat facialarını da hepimiz hatırlıyoruz, dünyanın dört bir bucağından. Sivas olaylarını da halk açısından, toplum açısından böylesi bir kitle psikolojisinin ürünü olarak değerlendirmek gerekir.”

Bugün, yüzünde tebessüm, bazen gözünde az biraz yaşla Madımak Oteli’nin neye dönüştürüleceğini ya da daha çok dönüştürülemeyeceğini söyleyen zevat, tam on yedi yıl sonra hâlâ ve artarak devam eden utancın sözcüsü adeta. Ama olsun varsın, utançla yaşamaya alışkın bir toplumuz, onu her gün görmeye hatırlamaya değil. Hani belki o utancı tüm boyutlarıyla yeniden yaşayıp hatırlamak için okunabilir Tüleylioğlu’nun kitabı.

Neyi hatırlayacağız peki? Örneğin 2 Temmuz 2002’de Ertuğrul Özkök’ün kaleme aldığı yazıyı ve oradaki şu cümleyi: “Sivas’ın sanayicileri, esnafı, insanlarının büyük bölümü şehirlerinin adının her yıl böyle büyük bir nefretle anılmasından huzursuzlar, çok mu haksızlar? (…) Anmayı nefret üreten bir ayin olmaktan çıkarıp sevgiyi ve kardeşliği aşılayan bir şölene dönüştürelim.”

Neleri hatırlamalıyız başka? Örneğin, sanıklardan sekiz kişinin Almanya ve Suudi Arabistan’a iltica edişini. Fazıl Say’ın, bestelediği Metin Altıok Oratoryosu’nda göstermeyi tasarladığı katliam görüntülerinin devletin bir ayıbı örtmeyi istercesine engelleyişini. Tüm aramalara rağmen bulunamayıp on iki yıl sonra Sivas’ta yakalanan sanıklar Zekeriya Tekin ve İbrahim Duran’ı. Sivas katliamına karıştığı belirlenen ve hakkında yakalama kararı çıkarılan İhsan Çakmak’ın, 2004’te İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Ulaşım A.Ş. tarafından gişe memuru olarak işe alınışını. Bir dönem Adalet Bakanlığı yapan eski RP Milletvekili Şevket Kazan’ın, katliam sanıklarının avukatlığını üstlenmesi, bakanlık görevi sırasında sanıkların cezaevi koşullarını iyileştirmesini… Hatırlama listesini uzatmak mümkün. Katliamdan sonra ve bugün kendini aklayan ya da aklamaya çalışanların listesini de. Tüleylioğlu’nun kitabında bu isimler uzun uzadıya anlatılıyor.

“NAKLEN İNSAN YAKIMI”
Hani bir dergi vardı, İslami bir terör örgütünün dergisi; adı Taraf’tı, kapağında “Taraf olmayanlar bertaraf olur” yazıyordu. Tüleylioğlu, derginin Ağustos 1993 sayısında yayımlanan bir yazıyı kitabına almış, aklı durdurur nitelikte şeyler: “(…) Sivas’ta halkın öfkesi tek bir yumruk oldu ve işgalci hainliğin simgesi Soytarı’nın beyninde patladı. Patlamanın böylesini lügatte karşılayacak en uygun kelime ‘şanlı’ ve bu yüzden biz, Sivas halkının bu haklı kıyamına ‘Şanlı Kıyam’ diyeceğiz (…) Halk vurdu mu böyle vurur (…) Artık TC’de hayat yalnız Müslümanlar için zor olmayacak, işgalci laikler için de zor olacak (…) Herkes safını doğru seçmekle mükellef. Bizden söylemesi.” Yaşananların ve sonrasında belli kişilerin oluşturmaya çalıştığı ortamı özetlemesi açısından önemli bir kanıt bu.

Tüleylioğlu’nun kitabının özgün yanlarından biri, katliam sonrası araştırma yapmak üzere TBMM’de kurulan komisyondaki tutanaklardan bölümleri aktarması. Burada da dikkati çeken bir şey var: Komisyonun bazı üyeleri, katliamın yaşandığı gün Sivas Valisi olan Ahmet Karabilgin’i sorgulama ve ardından tek suçlu ilan etme eğiliminde. Aynı şekilde Aziz Nesin de, tıpkı dinci basın gibi “tahrikçi” konumuna getirmeye çalışılıyor. Bir başka acı gerçek, yeterli güvenlik gücünün her şey bittikten sonra kente gelişi. Murtaza Demir’in komisyona verdiği bilgilerden bir bölüm: “Dünyada ilk kez naklen insan yakıldı. Devletin gözü önünde, polisin ve jandarmanın yanında (…) dünyanın gözü önünde kendi yurttaşının yakılmasını seyreden bir devlet, olmaz, devlet bunu anlatamaz.”

O dönem Sivas Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube Müdürü Mehmet Yıldız’ın komisyon tutanaklarına yansıyan sözleri, otel ateşe verildikten sonra neler yaşandığını özetliyor: “(…) Zaten yangın başlamış, düşen yanıyor (…) Artık herkes keyif ediyordu, ondan zevk alıyordu (…) İtfaiyeyi getirdik, su sıkmaya başladı ama ne yazık ki, itfaiyecilerden birisi hortumu tutarken diğeri vanayı kapatıyordu (…) Yani, kimisi sıkıyor, yangını söndürmek istiyor, fakat bazısı da gidip kapatıyordu vanayı.”

1993’te yaşananlar bugün epey tartışılır hale geldi, bu da bir şey ama yetmez. Tüleylioğlu’nun kitabı Yüreklerimiz Hâlâ Yangın Yeri, Sivas katliamı için yine bir tartışma ve hatırlama olanağı sunuyor. Bir şey daha var, bazen ölüler dirileri gömüyor, dirilerden daha canlı halde, çok daha iyi görüyor, görünüyor ve nefes alıp veriyor. Unutulmadan yaşıyor, tıpkı Madımak’ta yakılan aydınlar gibi.

O zaman gelin ufaktan kendimizi sınayalım: Tüm bu yaşananlara, temmuz sıcağındaki yakıp yıkma eylemine; o öldürüme tepki gösteriyorsanız ve bunu içiniz kaldırmıyorsa korkmayın, hâlâ insansınız…

Yüreklerimiz Hâlâ Yangın Yeri/ Orhan Tüleylioğlu/ um:ag Yayınları/ 584 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 11.11.2010
KITSCH İNSAN İÇİNDİR (*)
ALİ BULUNMAZ


“At sırtında uyursanız, at uçuruma geldiğinde duracaktır. Sanat bir otomobildir, Kitsch ise bir attır.”

“Kitsch ressam asla bir hata yapmaz, kendisi bir hatadır.”
Odd Nerdrum


Odd Nerdrum resmin ve sanat üzerine düşünmenin önemli isimlerinden. Önemi “hayata hizmet ettiğini” söylediği Kitsch (genelde “kötü kopya”, “değersiz” ve “banal” olarak çevrilir) savunuculuğundan ileri geliyor. Her ne tasvir ediliyorsa oradaki kişisel ifadeyi açığa çıkaran Kitsch, sadece ve sadece bir yerlere sızmayı ister. Nerdrum'a göre böyle.

Nerdrum'u sanatçı olarak görmeyen, hatta ona anti-sanatçı diyenlerin sayısı bir hayli fazla. Bunun nedenini Nerdrum'un şu sözünde bulabiliriz: “Benim ilgilendiğim Modernizmin 'diğeri' olarak dışladığı şeydir.” Nerdrum için “diğeri”, Modern sanatın anti-tezi diye yaftalanan ve Kitsch; entelektüel olmayan, kahverengi, içli, aşırı duygusal ve acıklı olan her şeydir. Bir bakıma Avrupa'nın arabeski...

“DERİNLİKSİZ” ÜRETİM
Her ne kadar Herman Broch, 1930'larda “Kitsch durgunluk ve ölümdür” dese de “Kitsch'te Wagner ve Tschaikovsky gibi dehalar bulunduğunu” da kabul eder. Nerdrum da manifestosunda Kitsch'in insan ve onun duyarlığıyla, tutkusu ve yaşamıyla ilgilendiğini, hatta onlara hizmet ettiğini savunur.

Baudrillard'ın “müstehcen” dediği kendini kaptırmışlık halidir Kitsch. Nerdrum, bu kendini kaptırmışlık halinin peşinden gider. Bu yüzden entelektüeller ve sanatçılar Nerdrum'da derinlik ve modernite bulamaz. Sindre Mekjan, Nerdrum'un “derinliksiz” durumunu, “onun tarif ettiği Kitsch'i bulmak için yapıta, teori ve ironiyi bir kenara bırakarak, duygusallık ve tutkuyla yaklaşılmalı” cümlesiyle özetler.

Nerdrum, “ucuz dekorasyon” biçiminde algılanan Kitsch'in aslında tenselliğin üstyapısı olduğunu belirtir. Ama Kitsch, yeni yüzyılla uyuşmayan (ve belki uyuşmak da istemeyen) herkese vurulan bir aşağılama damgası olarak da görülür. Nerdrum, söz konusu damgalama ve modern sanatın kimi sınırlamaları karşısında Kitsch'in sanattan ayrılması gereken bir karşı-güç şeklinde algılanması zorunluluğuna değinir. Çünkü Kitsch'le kendini ifade eden biri ona göre “asla sanat maskesi takmaz.”

“SANATIN DEĞERLER SİSTEMİNDEKİ ŞEYTAN”

Buraya gelip dayanmışken Nerdrum'la beraber Hansen ve Tuv, Kitsch'in çerçevesini bir başka pencereden bakarak çizer: “Kitsch geçmiş kültürlerde yaratılan şeyin en iyisini çalar. Yaratıcı insan elinden geldiği kadar eski ustalardan, kompozisyon ve renk gizlerini ve hepsinden çok deri hissinin nasıl daha iyi verileceğini keşfederek, öğrenmeye çalışır.”

Nerdrum'un hem resimleriyle hem de söylemiyle yapmaya çalıştığı kışkırtma, alay ve şoke etmenin ötesine geçmekle ilgili. O, meydan okur, doğru ama Hansen'in deyişiyle özde sanatta insanlık mücadelesini baş hedef olarak belirler. Bu, Ernst Bloch'un insalığın ışıltısını “bitpazarlarında, filmlerin mutlu sonlarında veya gençlik fantezi romanlarında buluşuyla” eşdeğerdir.

Nerdrum'un çabasının ürünü olarak denilebilir ki Kitsch, yalnızca bir kavram değil, aynı zamanda bir eylem. Nerdrum ve Kitsch'e gönül veren pek çok isim, modern sanatta kısıtlamalar ve insanın duygularının dışta bırakılışıyla bir zemin kayması yaşandığına inanır. Bir bakıma kutsallık, sanata bulaşır ve ardından hem konu etme hem de eleştirmeme bağlamında dokunulmazlıklar yaratılır. Nerdrum Kitsch'le bu kısıtlamalara karşı çıkar, kiristalize olanı kırar, en azından kırmaya çabalar.

Nerdrum, manifestosunun bam teli şeklinde adlandırılabilecek bölümde “sanatın değerler sistemindeki şeytan” diye nitelediği Kitsch'in temel özelliklerini açar okura: Etik ve estetik olmayan Kitsch, “dünyevi ve süslü”dür, üretilir; “çalışma ve zanaatın ürünüdür”, hiçbir zaman yol gösterici değildir.

Kitsch Üzerine, Nerdrum'la özdeşleşen bu kavramı enine boyuna ortaya saçmasının yanında, modern sanata saldırmadan ama nüfuz ederek başkaldırışının ve Kitsch'in yalnızca “kopya” olarak algılanma eğilimini kırmaya çalışıp onun özgün yanlarını göstermenin bayraktarlığını üstleniyor.

Kitsch Üzerine/ Odd Nerdrum/ Çeviren: A. Feyzi Korur/ Mitos Boyut Yayınları/ 104 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 11.11.2010

5 Kasım 2010 Cuma

KENDİNE ZAMANIN OLA!.. (*)
ALİ BULUNMAZ

Eğri oturalım doğru konuşalım, hayat dediğimiz şey mütememmim cüzlerle teferruatlar arasında gidip gelen bir mücadele. Yaşamda zorunlu olanlarla gereksizlerin kıyasıya savaşı sürüyor. Lüks de o mücadelenin bir yerinden giriyor hayatımıza. Zorunluluk mu yoksa gereksiz ayrıntılar bütünü mü? İnsanoğlu zaman zaman bu soru yüzünden debeleniyor.

Thierry Paquot da zihni kurcalayan lüks konusuna, belki de yukarıda bahsi geçen sorunun yol açtığı tartışmaya atlıyor balıklama. İster istemez, lüks deyince tüketim de giriyor devreye; iş çatallanıyor.

İNCELİKLE DOLU YAŞAM ŞEKLİ
Başlarken yolu açması için Paquot’nun şu sorusu ve yorumunu dillendirmeli: “Lüks bir sapma mıdır? Bir uyumsuzluk mudur? Hiç kuşku yok ki, akılsızca bir şeydir, aşırılıkla ayırıcılığı birbirine katar. “Lüks bir davranış” her koşulda bilinçli olarak ölçüt-dışına düşkünlüğe bağlanabilir. Ama bu, toplumun, yalnızca kendisini çoğunluğun dışına taşıyan şeye ulaşmanın gururuyla yaşayan küçük bir bölümü için düşünülebilir.”

Paquot, lükse salt tüketim ya da israf olarak yaklaşılmasına şüpheyle baktığını hissettiriyor. Tamam, ortada bir harcama var ama bu beraberce yapılan; başkalarıyla birlikte gerçekleşen bir eylemse ne kadar kötü olabilir? Üstelik şu da sorulabilir hemen: Lüks denen şey, arzu edilenin alınması, alınan o şeye kullanım ve değişim değerinin verilmesi biçiminde algılanamaz mı?

Paquot’nun derdi hep konuşulan lüksün kavramsal ve dolayısıyla anlamsal boyutuna inmek. Tüketim, israf, sapma, kösnüllük, gurur gibi kelimelerle açıklanmaya çalışılan lüks için Paquot’nun ayrıksı bir tanımlama çabası var: İncelikle dolu bir yaşam şekli. Konuya buradan bakmayı daha önce denemeyenler için hem sarsıcı hem de ilgi çekici bir niteleme. Lüksü, nesneler, hiç bitmeyen sahip olma dürtüsü ve ne pahasına olursa olsun hayatı yenileme isteğiyle ilişkilendirmenin karşısına bilinci koymayı öneren bir yaklaşım. Doğrusu incelemeye değer.

Aslına bakılırsa Paquot’nun da değindiği gibi sorunun önemli yanlarından biri, önce lüks ürünün yaratılması, sonra onun ayrıcalıklı sınıf tarafından benimsenmesi ardından da taklit edilip kelek hale getirilmesi. Burada lüksü “lükssüzleştirme” gibi bir sonuç doğuyor. İlk bakışta çok seçkinci ve snob bir tavır gibi görünse de buzdağının altı farklı. Kişisellik ve Paquot’nun “ince yaşam biçimi” dediği şey yitip gidiyor, yerine salt tüketimi benimseyen cemaat doluşuyor her tarafa. Alınan, kazanılan ve herkesin birbirinin gözüne soktuğu şeyler gösterge haline geliyor; göstergelerin tüketimi başlıyor.

Nihayet lükssüzleştirilen “lüks”, insanı köleleştirmeye doğru evriliyor. Sonuç mu? Paquot, André Gorz’dan aktarıyor: “Gittikçe daha fazla para harcayıp gittikçe kötüleşen bir yaşam sürülür ve her zaman daha fazla kazanmak gerektiğine inanılır.”

Burada atlanan, lükse erişebilmenin ya da Paquot’nun ifadesiyle “ince yaşam biçimi”ne ulaşabilmenin temel şartının, serbest zamana sahip olmayla ilintisi. Serbest zaman bizi “kendini tanıma”ya götürür. İnsan, serbest zaman ile kendini tanır veya keşfeder; bu da, ince zevklerinin farkına varması adına ona alan yaratır.

Bu zaman hiçbir şey yapmadan geçirilecek bir vakit dilimi değil. Yani uğraşsızlık ya da tüketim toplumunun istediklerini yerine getirerek kişinin, saatlerini tüccarların eline bırakması değil. Paquot’nun buradaki serbest zaman kavrayışı biraz da tembelliği çağrıştırıyor. Onun değindiği “hak değil, bir görev” olan; “öğrenilmesi gereken” bir tembellik. Böylesine bir lüksün anlamı, küreselleşen pazarın zamanına direniş de demek öte taraftan:

“Zaman tam da ona boş zaman olarak sahip olunduğu oranda paha biçilmez bir değerdir. İnsanın küreselleşen pazarın zamanına, kutsal verim gücünün dayattığı çalışma saatlerine karşı direnmesi, hıza yalnızca akışı yönetenler karar verdiğinde hızı değiştirmeyi reddetmesi; yavaşlık özlemli, neredeyse kalıtsal bir nitelik kazandığında onu da kabul etmemesi, buna karşılık zamanını nasıl kullanacağını, ritimlerini, canının istediği gibi kendisinin belirlemesi, işte budur lüks, hem özerk hem de başkalarına saygılı yaşama sanatı.”

Ama biraz önce söz edilen köleleşme, serbest zamanı ve keşif eylemini aksatır. Satın alma “özgürlüğü” ya da mallar arasında “tercih yapma olanağı”, kişiye kesinlikle bir serbestlik tanımaz; bu sadece bir yönlendirmedir, orada keşif veya kendini tanıma gibi bir durum bulunmaz.

GEREKLİ VE GEREKSİZ
Paquot, “arzu üretimi”nden söz açınca konu, reklamcılığa, oradan da gerekli-gereksiz tartışmasına dümen kırar. “İstedim, aldım” yerine yine böyle ifade edilen ancak bilinçaltında “yönlendirildim, aldım” öbeği yatan bir üretimdir bahsi geçen. İşte bu, gerekli-gereksiz veya ince yaşama uyan ya da uymayan ne varsa sepete atmayı kolaylaştıran davranış biçimi; Paquot’ya göre “gereksiz gerekliliğin” kapısını kırıp giren güdü.

“Gereksiz gereklilik”ten söz edince “harcama” kavramına değinmeden olmaz. Paquot, “harcama kavramı”nın, “İnsanlara yararlı olan nedir?” sorusuna yanıt aradığını söyler. Bu da bizi “gerekliliğin gereksizliği”ne götürür ki, üçgenin tüm kenarları tamamlanır: Harcama, gereksizliğin gerekliliği ve gerekliliğin gereksizliği. Paquot’nun söyleyecekleri var:

“Gerekli, yararlı olan bana hizmet veren, gündelik yaşamımı süsleyen, alışkanlıklarımla ilişkilenen, sıradanlıkla birleşen ve sıradanlığı benim için katlanılabilir kılan şeylerdir (…) Bildik şeylerdir, sevilmeye değerler, demek ki cana yakındırlar. Onlardan vazgeçebilirim ama buna üzülürüm (…) Gerekli yararlı olan şey bana hizmet eden şeyse, bugün bana hizmet etmeyen şey yarın işime yarayabilir. İşte size bir karmaşa (…) Gereksizliğin gerekliliğini ne reklamlar ne tanıtım ilanları ne de bir yakınımızın düşüncesi gösterebilir. Kanıt ancak deneyimle elde edilir ve başkasına aktarılamaz. Bu deneyime ben ‘lüks’ diyorum ve ona ‘ütopik’ değerler yüklüyorum.”

Modern dünya göz önüne alınınca lüksün marka kalıcılığı anlamına geleceğini söylemeden geçmemeli. Alain-Dominique Perin’e göre “modanın modası geçer ama marka kalır”, işte lüksün bugünün dünyasındaki yerinden biri.

Ama Paquot için ne ünlü bir marka saat ne erişilmesi bin türlü güçlüğe bağlı ev ya da mücevher lükstür. Onun lüks algılaması farklı: “İnsanın zamanını istediğince kullanmasıdır benim lüks idealim. O halde ölçüsüz olanı ölçecek bir alet ne işe yarar? ‘Dünya kadar zamanı olmak’ demek benim için zamanı hesaplamak, istediğim şeyi ritmime göre gerçekleştirmek demektir.”

Eh, o zaman dilediğince bir yürüyüş, bir öğle uykusu, sorunlara çözüm üretilen yararlı bir düşünüş, bunların hepsi zamanı avuçlarında tutma anlamına gelir ki, o da lükstür; hovardaca harcama yapılıp edinilen şeyler değil; tırnakla kazınıp sökülene lüks der Paquot.

Yani, yazara göre zamanın nasıl kullanılacağını; boş zamanın hiçbir şey yapmadan geçirilen vakit olmadığını öğrenmek ve kişinin zamanı, canı nasıl isterse öyle değerlendirirken başkasına saygılı olması; zamana paha biçilmez bir değer kazandıran yaşama sanatını bir var oluş tarzı şeklinde benimsemesi demek lüks.

Paquot’nun kitapta yaptığı tam bir sorgulama. Bugüne dek lüks kavramına yüklenen tüm anlamlar Paquot’nun elinde şüpheyle bakılır hale geliyor. Dolayısıyla Paquot, yeni bir açılıma başvuruyor: “Ben lüksü, üç değerin; zamanın, sessizliğin ve enginliğin birbirini tamamladığı, birbiriyle birleştiği, kimi zaman üst üste bindiği bir yaşama sanatı olarak görürüm.”

Yazarımız konuyu bağlarken bir soru daha sorar: Lüksten vazgeçilebilir mi? Paquot, bu sorunun yanıtlanabilmesi için herkesin lüksten ne anladığını ayrı ayrı ortaya koyması gerektiğinden yana. Ama lüksten sadece pazarın şatafatlı ortamı anlaşılıyorsa, o zaman ters bir yola sapma olasılığı artar. Bu ters yol, lüksün maddi ya da maddi olmayan mallarla özdeşleştirilmesine kadar gider. Paquot, sınırı çizer: “Kitle lüksü, bu marka lüksü, bu demokratikleştirilmiş lüks, yaşantısal lüksün yok olmasına ya da ekonomi-dışı alana gerilemesine yol açar.”

Lükse Övgü’de, Paquot’nun basit ama ulaşılması güç lüks kavrayışı ortaya çıkıyor sonunda: “Pazarın yarattığı seraplar karşısında bireyin düşünsel ve duygusal bağımsızlığına bel bağlamak.” Yoksa sepeti parlatmak veya olur olmadık her şeyi onun içine atmak değil…

Lükse Övgü/ Thierry Paquot/ Çeviren: Orçun Türkay/ Can Yayınları/ 144 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 04.11.2010

4 Kasım 2010 Perşembe

ZUCKERBERG'İN SUÇU NE? (*)
ALİ BULUNMAZ

Sosyal ağlar hayatımıza girdiğinden beri belimizi doğrultamaz olduk; bir an ayrı kaldığımızda kakalak misali ne yapacağımızı şaşırmaya başladık. Üstelik zorla bile vermeyeceğimiz bilgileri, sosyal ağ uğruna altın tepside sunmakta da herhangi bir sakınca görmedik. Peki, nedir bizi bu kadar açık seçik olmaya iten şey? Tanımadığımız insanlar evimize girmesin diye türlü taklalar atarken, sosyal ağlarda bir ordu insana “kim olursan ol, ne olursan ol gel” diyen bizlerin bu tavrının altında yatan ne? Karşı konulamaz kendimizi gösterme veya gözetleme arzusu mu? Herkesin farklı ve kendince “mantıklı” bir yanıtı vardır buna.

Konunun bir de kuruluş boyutu var ki, burada sosyal ağın öncülerinden Mark Zuckerberg devreye giriyor; nam-ı diğer Facebook. Ben Mezrich, Facebook'un kuruluş öyküsünü anlattığı Kazara Milyarder isimli kitabında, Zuckerberg'in sonradan milyonlarca kişinin hayatına girecek siteyi neden ve nasıl kurduğuna değiniyor.

Zuckerberg gibi içine kapanık bir adamın dünyayı birbirine açan kişiliğe nasıl büründüğü tüm çıplaklığıyla yer alıyor kitapta. Büyük projelerin basit fikirlerden türetildiği tezini atlamayalım, Facebook için de geçerli bu: “Harward'daki sosyal hayatı çevrimiçi hale getirme” fikrinden doğan, dünya üzerindeki milyonlarca insanın hayatını çevrimiçi eden bir proje...

Bilgisayar programı ve yazılım dahisi Zuckerberg, hayatları çevrimiçi yapmak isterken aynı zamanda kendisine yüz vermemiş birkaç kızdan intikam almayı da düşünüyor. Böylece Facebook'un temel yapısı beliriyor: “Bilgi paylaşmak, fotoğraflar bakmak içindir.” Neredeyse tamamen asosyal bir adamdan, sanal da olsa, sosyalliğin tavan yaptığı bir paylaşım ağına ulaşmak; yeme de yanında yat!

Mezrich, “ezik dahi” şeklinde nitelenen Zuckerberg'e, arkadaşlarının “girişimci filan değil, hiçbir vizyon sahibi olmayan ineğin teki” yakıştırmasında bulunduğunu da ekliyor.

Bir grup erkeğin kızları tavlamak, “kafalarını bozan” bazı kızlardan intikam almak ve üniversitede olup biteni öğrenmek amacıyla kurduğu site ve şirketin, kısa sürede palazlanıp büyüyüşüne tanık oluyoruz Mezrich'in kitabıyla. Aslında Zuckerberg'in bazı arkadaşlarının fikrini çaldığı da bir gerçek. Facebook'un kuruluşu işte bu hırsızlığa ya da Mezrich'in deyişiyle “ihanete” dayanıyor.

Facebook'un yapılanması ve önlenemez yükselişi, beraberinde hem yeni arayışları hem de sorunları getiriyor. Arayış, ağı ayakta tutacak ve yeni ihtiyaçları karşılayacak parayı elde etmek için. Sorun ise başta Zuckerberg olmak üzere, öteki kurucuların neredeyse okuldan atılma noktasına gelmesi. Ama tüm bu güçlükler bile, Facebook'un öğrenci yatakhanesinde kurulan bir site olmaktan hızla çıkıp “Yeni Ahit dönemine girmesini” engelleyemiyor. Yani site artık öğrenci bir projesinin çok ötesine geçip bir şirkete dönüşüyor. Mezrich bu şirketi ve işlevini şöyle tanımlıyor: “Facebook, paylaşım özgürlüğüyle ilgili bir projeydi. Gerçek bir dijital sosyal ağdı. Gerçek dünyayı internete dahil ediyordu.”

Buna kim itiraz edebilir? Facebook üyesi hemen herkes daha önceki sosyal hayatını ve pek çok bilinmezini, en açık biçimde bu ağa taşımadı mı? O halde Zuckerberg'in, son derece başarılı bir işe imza attığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Mezrich bu başarıyı “devrim” diye niteliyor: “Facebook aslında bir devrimdi. Dünyayı değiştiren ve başka hiçbir şeyin yapamadığı bir biçimde dijital ortama aktaran, sosyal ağlar arasında serbest bilgi alışverişini mümkün kılan bir devrimdi.”

Anlaşılan o ki, Mezrich'in sanal devrimin öncülerinden biri olarak gösterdiği, sosyal ağın kuruluş hikâyesini anlatan kitap, kendi çabasıyla (buna çeşitli ihanetleri de katalım) milyarder olmayı başaran en genç kişi Mark Zuckerberg ile hergün kullandığımız, orada ne olup bittiğini öğrenmeden veya dikizlemeden duramadığımız Facebook'un kısa tarihi...

Kazara Milyarder/ Ben Mezrich/ Çeviren: Belgin Haktanır/ Doğan Kitap/ 208 s.

(*) Sabit Fikir, 27.10.2010 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/zuckerbergin-sucu-ne]