25 Mart 2011 Cuma

ÜÇ GÖZ, BİR AİLE (*)
ALİ BULUNMAZ

André Gide üzerine bir şeyler söylenecek olsa, herhalde pek çok kişinin buluşacağı iki ortak nokta var: Bunlardan biri Gide’in ahlak söylemi ve sorgulaması, öbürü onun kişiye, daha doğrusu bireye verdiği önem.

Gide, toplumda ve kişide ahlakın sağlam temellere sahip olmasının koşulunu bireyin kendisinin farkına varmasında arar. Eserlerinin tamamında bunu ya doğrudan ya da dolaylı şekilde okura yansıtır. Kadınlar Okulu da Gide’in bu genel anlayışından ayrı düşmüyor. On dokuzuncu yüzyılın son dönemlerinden yirminci yüzyıla uzanan zaman dilimini kapsayan roman, hem bir günce hem de anlatıcılarının gözünden yazılmış bir tür etika gibi adeta.

YANILAN BİR KADIN
Kadınlar Okulu, nereden bakarsanız bakın anlatıcıların birbirine (ve tek tek kendilerine) tuttuğu aynayı andırıyor. Sözü kim alırsa, aileyi ve ailenin fertlerini ayrıntılarıyla anlatmaya koyuluyor. Robert, Éveline ve Geneviéve; hepsi benzer zamanları kendi penceresinden bakarak resmediyor. Tabii buna her kimi betimliyorlarsa, onların kişilik özellikleriyle beraber ahlak anlayışları da ekleniyor.

Éveline’in günlüklerinde, Robert’in kimi özelliklerini övgü ve saygıyla anlatışı, az önce sözü geçen belirlemeyle örtüşüyor. Örneğin Éveline’in gözünde Robert “nerede nasıl davranacağını hiç unutmayan onurlu biri”; aynı zamanda pek çok insandan yapmacıksız tavırlarıyla rahatça ayrılıyor. Éveline bu yüzden onu (en azından başlangıçta) “seçkin” diye niteliyor.

Éveline’in yorumlarına bakılırsa Robert fazla mükemmel bir tip. Babasına onu bir türlü kabul ettirememesinin altında da bu yatıyor belki. Éveline’in babası, Robert’te ters bir şeyler olduğunu ve onun “hemen herkesi kandırdığını” düşünüyor.

Çok klasik de olsa babası uzun vadede ve bir ölçüde haklı çıkan Éveline, tam yirmi yıl sonra geriye dönüp bakıyor ve kendisinin ne denli değiştiğinin ayırdına varıyor. Tüm yaşananların kayıtları da “Robert Güncesi” diye adlandırılabilecek defterlerde.

Beri taraftan Éveline’nin notları bir kaçış veya kendini dinleme günlüğüne bürünüyor: “(Robert) kendisi dışında, kendime göre bir yaşamım olabileceğini aklına bile getirmiyor. Kendisine bağlı bir parça olarak görüyor beni artık. Konforunu bütünleyen bir nesneyim. Karısıyım.”

Yılların getirdiği deneyimin Éveline’e öğrettiği en önemli şeylerden biri “Robert’in göz boyayan dış görünüşünün altında yatan koca boşluk.” Bu boşluk öylesine etkili ki “kusursuz bir koca” görüntüsünü güçlü kılıyor. Éveline’in rahatsızlığının esas kaynağı da bu zaten: Her şey fazla iyi! Gide, tam burada; Éveline ile Robert’in yıkıntıları arasında, bir anlamda savunma yapması için sözü Robert’e bırakıyor.

MADALYONUN ÖBÜR YÜZÜ
Robert ilk anda amacının Éveline’in günlüğünün “gerçek kaygısıyla, adalet ve düzeltme kaygısının peşinden gitmek olduğunu; aradaki yirmi yıla yoğunlaşacağını” söylüyor. Biz de Gide’in o süreyi neden atladığını kavrıyoruz böylelikle.

Robert’in anlattıklarına bakılırsa ilk gençlik yılları hayli hareketli. Oradan oraya giden, önüne gelenle birlikte olan ve yine klasik diyebileceğimiz bir kişilik yapısı çıkıyor karşımıza. Ama “kişinin yönetilmek, kalıba sokulmak ve egemenlik altına alınma gereksiniminin” de farkında aynı dönemde.

Éveline’in sonradan kendini enikonu belli eden dik kafalılığına hayran kaldığını ama önemli sorunların da bu yüzden boy verdiğini belirtiyor Robert. Dolayısıyla yaptığı, Éveline’in günlüğünde yer alan kendisine yönelik suçlamaları yanıtlamak ve yeni suçlamalarla bunların karşılaştırılmasını sağlamak.

Robert de Éveline’e yönelik kimi analizlerle karşılar bizi: “İnsan aşkının özelliği bizi kendi kendimiz konusunda olduğu gibi sevdiğimiz varlığın kusurları konusunda da kör etmektir; Éveline’de hayran kaldığım o boyun eğişin doğal olduğunu sanmıştım (her ikimiz de doğal sanmıştık), oysa yalnız aşkın sonucuydu. Öte yandan, kendi düşünceme, ilke yaptığım boyun eğişten başka bir boyun eğiş de istemiyordum Éveline’den.”

Gerek Éveline’in gerekse Robert’in hem birbirine hayran hem de içten içe kızgın olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İkisi de arada birbirinin övülecek yanlarını öne çıkarsa da gerçekte; günlükte ve zihinde işin rengi çoğunlukla değişiyor.

Kitap boyunca Rahip Bredel, Éveline ve Robert’in vicdanı biçiminde beliriyor. Gide’in din ve inanç eleştirisine belli oranda katkıda bulunan Bredel’e karşın Robert, eşinin dik başlılığından dem vurup bunun, Tanrı’ya inanmasını ya da en azından inansa bile o inancın güçlü olmasını engellediğini düşünür.

Robert, Éveline’in sonradan kendisini samimiyetsiz bulmaya başlamasına belli ki içerliyor; aslında erdeme ulaşmaya çabaladığını söylüyor. Benliğiyle baş başa kalan her insanın alçalabileceğini belirtiyor. Devamı da var: “Éveline’in bende küçümsediği şey, daha iyi olma çabam, küçümsenmeyecek olan tek yanımdı. Hiç kuşkusuz başlangıçta yanılmıştı ama benim elimden ne gelirdi? İlk zamanlarda, bana olan aşkı kusurlarımı, eksikliklerimi gizliyordu ondan ama ilkin gördüğü kadar akıllı, iyi, erdemli, ilkin gördüğü kadar gözüpek değilim diye bana kızması mı gerekirdi? (…) İlkin ben olduğumu sandığı bu benden daha iyi varlığa benzeme gereksinimi, bu didinme, bu çaba aşkını hak etmiyor muydu?”

ÜÇÜNCÜ GÖZ
Gide, üçüncü bir yola saparak Éveline’nin, kızı Geneviéve penceresinden nasıl göründüğüne de bakıyor. Bir öğretmen ve anne olarak resmi çizilen Éveline, kızı tarafından bir anlamda özgürlük savaşçısı şeklinde niteleniyor. Ancak hafiften anne-kız çatışması da yansıyor satırlara. Sadece bu değil elbette; Geneviéve, babasına dair anılarını da aktarıyor. Şöyle söylesek yeri: Geneviéve’in durduğu yer tam olarak annesiyle babasının arası; her ikisine de epey yer veriyor, bazen eleştiriyor bazen tarafını belli ediyor.

Öte yandan annesi ve babasıyla beraber kendine de parantez açıp geçmişten bazı parçalarla olan biteni okura sunuyor. Daha doğrusu Gide, Geneviéve’i konuşturuyor. Evlilik üzerine ve arkadaşlarıyla kendisini karşılaştırmasına dair kimi çıkmalar var metinde.

Şunu da es geçmemek gerek: Geneviéve, çevresinde kim varsa hepsinden bir tutam bahsediyor. Kardeşi de bunlar arasında. Küçüklüğünde Gustave’ın, babasını pohpohlamasından hayli rahatsız olan Geneviéve, onun babasını nasıl etki altına aldığına değinmeden edemiyor.

Gide, kitaba aldığı tüm kahramanlar aracılığıyla burjuva ahlakını sorgulamaya da girişirken sözü Éveline, Robert ve Geneviéve’e verip onların yardımıyla; yine bir burjuva ailesiyle konuya içeriden bakıyor. Değerler eleştirisi, burjuvaların değer atfettiği veya değersiz bulduğu hemen her kavram ya da olay üzerinden yürüyor. Bunlardan biri, Geneviéve’in kurduğu arkadaşlıklara ve babasının bunların önemli bir bölümüne ahlak ölçütlerine uymadığı gerekçesiyle sıcak bakmamasına ilişkin.

Geneviéve, “babasının kanılara çok fazla önem vermesine” hatta neredeyse “onlardan başka bir şeye aldırmamasına” köpürüyor. İşte Sara ile yakınlığı, babasını çileden çıkardığı gibi Geneviéve’le babasının ilişkisini de rayından çıkarıyor. Tabii bu noktada Geneviéve’in Sara’yı kendisine babasından daha yakın hissettiğini söylemeye gerek yok herhalde.

Üstelik bu zamanlarda Geneviéve’in kadınlar üzerinden devrimci duyguları da filizleniyor: “Kadınların genellikle dingin olduğu sanılır ama tıpkı erkekler gibi kadınlar da duyar; yeteneklerini denemek gereksinimindedirler, kardeşleri gibi olanlara da çabalarını harcamaları için bir eylem alanı gerekir. Fazla sıkı bir baskının, fazla salt bir durukluğun acısını erkekler kadar onlar da çeker.”

Gide’in kitapta bize çizdiği manzara, yalnızca bir ailenin üç ferdinin gözünden aynı dönemlerin anlatımı değil. Bunun ötesinde üç farklı bakış açısından, üç farklı kuşaktan birbirini gören üç ayrı zihin yapısını yansıtıyor. Sorgulamalar, suçlamalar ve varılan yargılarla birlikte, ailenin bazen defterlerde bazen de belleğin bir köşesinde kalmış, çoğunlukla da açık açık konuşulmamış gizler söz konusu.

Gide, ailenin yapısal çözümlemesine günlükler, ahlak sorgulamaları ve dökülen sırlar eşliğinde girişirken toplumsal ve bireysel olan arasında kimi zaman inceden çizilen kimi zaman da kaybolan ya da kalınlaşan çizginin özüne inmeyi deniyor. Gide’e burada kendisini dünyanın merkezinde sayan bir adam, kendini o adam üzerinden kuran bir kadın ve her ikisine de biraz geride durarak bakan bir göz olarak kızları eşlik ediyor.

Kadınlar Okulu/ André Gide/ Çeviren: Tahsin Yücel/ Can Yayınları/ 200 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 24.03.2011

17 Mart 2011 Perşembe

ÇAĞDAŞ SANAT KAZAN, TACİR KEPÇE (*)
ALİ BULUNMAZ

Şu meşhur “Paha biçilmez” deyimi, sanat veya başka herhangi bir alanda ne kadar sık kullanılıyor. Fakat kazın ayağı öyle değil. Her şeyin bir fiyatı var. Durum böyle olunca, her önümüze gelen kolayca ticarileştiriliyor. Sanatın ve sanat ürünlerinin bundan fazlasıyla payını aldığını görmemek için kör olmalı. Bu işin bir ekonomisi var, hem de milyonlarca dolarlık bir para havuzu. İktisatçı Don Thompson Sanat Mezat kitabıyla konuya burada dahil oluyor; “sanatseverliğin” nasıl bir satın alma ve biriktirme fetişizmine dönüştüğünü irdeliyor.

TACİRİN MARİFETİ: PARA
Thompson’a göre müzayede, sanatın değerlendirildiği tüm alanların önünde. Sanatçı da buradan hareketle “girişimci”ye dönüşüyor, sanat da epey bir lükse. Bu süreçte “sanatsever” ve biriktirici azınlık zenginleşirken sanat ürünü yaratanlar, o topluluğa göre yoksullaşıyor veya kaybediyor. İyi de nasıl?

Thompson, çağdaş sanatı “büyük müzayede evleri tarafından çağdaş sanat mezatlarında satılan eserler” toplamı diye tanımlayınca, markalaşmanın gücü beliriyor. Ünlü bir markanın ürettiği çanta, tasarım ürünü mü yoksa sanat mı? Duruma göre değişiyor elbette. Marka, fiyatı arttırıyor; böylece marka değeri ortaya çıkıyor. “Marka sanat” da diyebilirsiniz buna. Marka müzayede evleri de çağdaş sanatta katma değeri katlıyor sonuçta.

Tacir, müzayede evi ve marka ürünün (ya da “çağdaş sanat eserinin”) işbirliği sayesinde, satın alma ve simgeyi edinme güdüsüyle hareket eden kişi, farkına varıldığı için mutluluk duyar. Dolayısıyla kalite ve niteliğin önüne geçen şey tacirin, galerinin şöhreti ve eserin büyüklüğüne göre çektiği fiyattır. Markalaşma üç boyutlu hale gelir böylece: “Çağdaş sanat eserinin”, müzayede evinin ve eseri pazarlayan tacirin markalaşması. Tüm alış-satış fetişini yaratan temel formül bu.

Burada tacire küçük bir parantez açalım: Kendini “galerici” olarak adlandırmayı tercih eden; konusunun uzmanı olan ya da sadece çenesini kullanan tacirler, toplayıcı ve satıcı biçiminde çift taraflı çalışırken alıcı ve satıcılar adına aracılık işini de üstlenir. Bir tacirin nasıl markalaştığını anlatıyor tüm bunlar: Güvenilir görünme, sıkı ilişkiler, fiyat biçme ve pazarlama yeteneği.

Tacir ihtiyaçları belirleyip ona göre hareket edince, tacir arayan “sanatçı” ve “sanat” arayan paranın mükemmel birlikteliği oluşur. Tacir de işini iyi yapan bir “sanatçı”ya dönüşür. Herkes “tamamen duygusal” anlamda mutlu olur.

ÇAĞDAŞ SANATIN DÖRT GÖZ BEBEĞİ
Thompson’ın “büyük çağdaş sanatçılar” listesi oluşturma amacı hatırlı müzayedeci, küratör ve tacirlerin öznel tercihleri nedeniyle hüsran oluyor. Burada hangi çağdaş sanatçının hangi tacir tarafından temsil edildiği, hangi müzayede evi ve galerinin favorisi olduğu önem kazanıyor.

Tabii bu sırada markalaşmanın, sıradan olanın değerini yükseltmesi gerçeğiyle yüzleştiğimizi; gerçekten çağdaş sanat adına üretmeye baş koyanların karmaşada kaybolabildiğini de not eden Thompson, dört isim üzerinde özellikle duruyor: Damien Hirst, Andy Warhol, Jeff Koons ve Tracey Emin.

Bu dört ismin bazı temel ortak yanları göze çarpıyor: Öncelikle çağdaş sanatta yer sahibi önemli isimler. Ürettiklerinin yüksek fiyata pazarlanıp satılması da cabası. Dördü de marka; hem etiketlerindeki rakamlar hem de kopardıkları gürültüyle. Bir de, kendilerini toplumun ve piyasanın gözü önünde tutmayı başarıyorlar. Markalaştırılana kadar çağdaş sanatta bir hiç olan bu dört isim, şimdi sanat galerilerinin, müzayedelerin ve tacirlerin ağzını sulandırıyor. Kısacası pazarlama ve tüketimin ete kemiğe bürünmüş halinin dört örneği. Markalaşan koleksiyoncuların (örneğin Charles Saatchi) ve (Christie’s ve Sotheby’s gibi) müzayede evlerinin de göz bebeği.

Tacirlerin, temsil ettiği sanatçıyı ve eserlerini pazarlayabilmesi için Thompson’a göre en güçlü kalesi sanat fuarları. Tacir, müzayede evinde başarısızlığa uğradığında veya kazancını katlamak istediğinde sanat fuarlarında tüm hünerlerini sergiler. Bağlantı kurmak da eseri “hakkıyla” fiyatlandırmak da bu hünere dahil. Üstelik söz konusu fiyatlandırma yalnızca özgün sanat eserlerini değil, sahte ya da çalıntı olanları da kapsar.

Thompson, sanatçı, tacir ve sanat fuarı çevreleriyle yakın ilişkideki eleştirmenlerin neden beklenen derecede etkin bir aktör olmadığını sorgularken, onların çoğunlukla galeri ve sergileri gezmeyi teşvik eden kişiler olarak kaldığını ifade eder. Thompson’a göre eleştirmen, “bir sanat eserinin soyut önemi ve benzersizliğini, alıcılara rehber olmak için değil, editörden onay görmek ve yazdığı derginin reklam gelirini arttırmak adına tartışır.”

Thompson’ın kitap boyunca anlattıklarını bir sonuca bağlayacak belirleme şu: Çağdaş sanatın değerini belirleyen şey sanatçı, tacir, müzayede evi markalaştırması ve koleksiyoncunun egosu. Yoksa üzerine harcanan emek ve başka bir gözün bir yaratıyı büyük sanat olarak görmesi değil. İşte kazananlar ve kaybedenler böyle ortaya çıkıyor.

Sanat Mezat/ Don Thompson/ Çeviren: Renan Akman/ İletişim Yayınları/ 394 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 17.03.2011

10 Mart 2011 Perşembe

BAŞARILI ÖĞRENCİ BUNU OKUMASIN! (*)
ALİ BULUNMAZ

“İçinde yaşadığımız toplumda bir hiç olduğuna inanan ergen -yaşanmış deneyim bize en azından bunu öğretiyor- bir kurbandır.”
Daniel Pennac

O bilindik sözü şöyle değiştirsek: “Her büyük insanın geçmişinde kötü bir öğrenci vardır.” Nasıl oldu? Kimileri pek beğenmiştir, bazıları hemen homurdanmaya başlamıştır. Boş verin. “Kötü öğrenci”nin asıl sorunu herhalde anlaşılamaması, yoksa öğrenmeye direnmesi değil. “Kötü öğrenciler”in önemli bir bölümünün zekâ katsayısının yüksekliğini de zihnin bir köşesine iliştirmeli.

Notun, öğrenciyi veya onun aklının sınırlarını ne kadar gösterdiği epey tartışma götürür. O zaman başka tutamaklara yönelmek gerek. Örneğin, “kötü öğrenci”nin nerelere tırmandığına bakmalı. Karneleri yırtıp atın, notları uçurumdan yuvarlayın gitsin, kızgın ebeveynlerden naniklerinizi eksik etmeyin. Gırtlağına megafon yerleştirilmiş asık suratlı öğretmenlerin, akıl hastanesinden bir süreliğine izin alan hastalar olduğunu düşünün. “Kötü öğrenci” bunu yapabilecek cesarete sahip olduğu için “kötü” değil mi? Bir de şu var: “Kötü öğrenciler” unutulmaz! Mesele, gidilmemiş bir yol bulmak. Olaya biraz da mizahla yaklaşmak.

Okul Sıkıntısı’nın yazarı Daniel Pennac, okulu, ebeveynleri ve öğretim sürecini “kötü öğrenciler”in gözüyle anlatıyor. Az önce sözü geçen girilmemiş yola girmeyi deniyor.

BİR ŞEY OLMAK YA DA OLMAMAK
Pennac’ın anlatımında hayli gerçek taraflar var, çünkü kendinden ayrı düşmüyor: Okul Sıkıntısı, otobiyografik bir roman. Buna gündökümü diyenler de çıkabilir rahatlıkla. Kendine; kendi öğrenciliğine eğilen “yaramaz” bir adam: “Yani, ben kötü bir öğrenciydim. Çocukluğumda her akşam eve dönüşte okul da peşimden gelirdi. Karnem, öğretmenlerimin uyarı ve eleştirileriyle dolu olurdu. Sınıf sonuncusu değilsem, sondan bir önceki olurdum.”

Pennac’ın sıfatı müthiş: “Tıkalı adam.” Kafası neredeyse hiçbir şey almayan, yıllar sonrasının öğretmeni ve çocuk kitapları yazarı. Ne ironi ama!

Tembel öğrencinin el kitabı olur mu bilinmez fakat Okul Sıkıntısı’nın tembeli anlatan tuhaf bir çekiciliği var. Harflerden çöp adamlar çizip onları sayfaların dışına özgürlüğüne doğru koşturan Pennac’ın, “haylaz ya da tembellerin, yola getirilecek azılı tipler olduğu” görüşünü nasıl yerden yere vurduğunu fark edebilirsiniz her sayfada.

Tembel öğrenciyi, sırtında ödev tomarları taşıyan Sisyphos’a benzetmek de az iş değil. Notlarına bakıp “bundan adam olmaz” denilen bir öğrencinin karşısında nasıl vaziyet alacaksınız?

“Bir şey olamayacağını” bilen tembel öğrenci, aslında olanın görülmemesine ufaktan bir isyan çıkarır burada: “Okul hayatımda kocaman bir hiçtim ve bunun dışında hiçbir zaman başka bir şey de olamamıştım. Tabii ki zaman geçecekti, büyüyecektim ve hayat devam edecekti fakat ben bu hayatın içinden hiçbir sonuca ulaşamadan geçip gidecektim. Emin olmaktan da öte bir şeydi bu. Bu bendim.”

“Bir şey olmaz” denen kişi, az ya da çok bir şey oluyor da, Pennac bunun ufak ayırımına dikkat çekiyor: “İnsan mutlaka bir şey oluyor, fakat çok da değişmiyoruz, elimizdekilerle yapabileceğimiz kadarını yapabiliyoruz.”

Tembel öğrencinin bahane uydurma mekanizmasının gelişkinliği insanı hayrete düşürecek nitelikte. Pennac, hem kendisinden hem de kendi çetesinden yola çıkıp kahkaha dolu örneklerle karşımıza dikiliyor. Aslında bahane bulma teknikleri bile, tembel öğrencinin ne kadar yetenekli olduğunu kanıtlıyor.

Pennac, tembelliğin belli bir eziklik yarattığını, daha doğrusu, anlamayan öğrencinin anlamamakta ısrar ettiği ve hiçbir zaman da anlayamayacağını düşündüğü şeyler yüzünden eğilip büküldüğünü satırlara dökerken yedekte komik hikâyeler de biriktiriyor.

Sıfıra demir atmış solda sıfır öğrencilerin dillere destan tembelliği, adeta bir sığınak gibi. En azından Pennac’ın kendine böyle güçlü bir alan yarattığını söylersek yanlış olmaz. İmla yanlışına ya da aritmetiğin çözülemeyen problemine benzeyen tipler hepsi.

Pennac’ın iki farklı noktada duran bakış açısı, zaman zaman birbirine karışıyor. Öğrenci Pennac bazen öğretmen olana eklemleniyor. Ara sıra da tersi yaşanıyor. İşin keyifli noktası bu zaten: Geçmişine öğretmen olarak bakan yazar, öğrenci Pennac’tan hâlâ pek çok şey kapıyor.

“Umutsuz vaka” öğrenci Pennac’a benzeyen bir sürü “düzeltilemez” tip, öğretmen Pennac’ın ilk öğretmenlik deneyiminde beliriveriyor: Hayatın cilvesi işte!

Kendisini anlamaya çabalarken Pennac’ın yapmaya çalıştığı bir başka şey, öğretmeni çözümlemek: Başaramayacağına inanmış (ya da inandırılmış) öğrenci karşısında, öğrenciden umudu kesen ve onun başaramayacağı düşüncesine saplanıp kalan öğretmen. Ona kırık not vermeye programlanan öğretmenin, gerçekte kendine sıfırı basması!

Tembel isyan eder mi? Kim bilir? Eşref saatine denk gelirse… Ama inatla “ezber” diyen birine “Neden?” ve “Nasıl?” sorularıyla “saldırmak” isyan fişeği sayılabilir. Öğretmenin hapı yutması işten değil o zaman. Pennac, tembellere isyan konusunda böylesine bir kopya da fısıldıyor belli yerlerde.

OKUL KOMASINDAN ÇIKARTAN ÖĞRETMENLER
Öğrencilerin ve özellikle de tembel olanlarının dört elle sarıldığı savunmalardan biri “öğretmenlerin kafa ütülediği.” Pennac burada devreye giriyor; kimi öğretmenlerin, ütülenmiş kafaların yerine öğrencileri sağlıklı zihinlerine geri döndürmeye çalıştığını söylüyor. Bir bakıma Sezar’ın hakkını Sezar’a veriyor. Ona göre markalar ve tüketim, öğrencileri semeleştirmiş durumda.

Tüketim aspiratörüne kapılan çocuklar, kuşandığı markanın bilinmesini istiyor. Pennac şöyle diyor: “Eğer markalar birer madalya olsaydı, sokaktaki çocuklarımız operetlerdeki generaller gibi şakırdardı.”

Çeşit çeşit cezanın müdavimi olan tembel öğrencilerin, bazen kantarın topuzunun kaçtığı cezalara çarptırılışını da eleştirir Pennac. Bunun, yer yer ırkçılığa varmasından rahatsızlık duyar.

Öğretmen Pennac, lisedeki matematik öğretmenini saygıyla anar. Elbette bunun bir nedeni var: Cehaletlerinin gayya kuyusundan çıkış yolunu göstermesi. Bilinmeyen yüzünden aşağılamak yerine, bilinenin üstüne bir şeyler koyma gayreti ya da yılmaz bir sabır da denebilir buna. Pennac, bunun en tembel öğrenciyi bile ininden çıkaracağı görüşünde: Böylesine arzulu öğretmenlerin, öğrencileri iştahlandıracağını düşünür yazarımız:

“Bu öğretmenler bizlerle sadece bilgilerini değil, bilgi edinme isteğini de paylaşıyordu. Bana da bilgiyi aktarma zevkini aşıladılar. Dolayısıyla onların derslerine büyük iştahla girerdik. Onlar tarafından sevildiğimizi hissettiğimizi söyleyemem, fakat kesinlikle değer verirlerdi (günümüz gençliği saygı duyarlardı, der) ve bu, ödev kâğıtlarımızı düzeltmelerinden ve her birimiz için tek tek yazdıkları yorumlardan da anlaşılırdı.”

Tembeller belli başlı bir sorun, tamam ama peki, ya başarılı öğrenciler? Onların hiç sorunu yok mu? Pennac onları da unutmuyor: “Başarılı öğrencilere acırım, çünkü onların da kendine özgü dertleri var: Büyüklerin beklentilerini asla boşa çıkarmamak, o aptal bilmem kim birinciliği tekeline almışken ola ola ikinci olabilmek, ders sırasında hocanın sınırlarını tahmin etmeye çalışmak, zayıf olanların alaylarına ya da kıskançlıklarına maruz kalmak, otoriteyle uzlaşmakla suçlanmak ve tüm bunlara ek olarak, diğerlerinin de başına geldiği gibi büyümenin o malum sıkıntılarını yaşamak.”

Günümüzün müşteriye dönüşmüş öğrencileri karşısında Pennac, öğretmenin işinin kolay olmadığının farkında. Git gide güçleşen öğrenme isteğinin tatmini konusunda, öğretmenin daha çalışkan olmasının gerekliliğine vurgu yapan Pennac, statülerin yarıştığı bir dünyada durumun daha da çatallandığı görüşünde. Tembel öğrenci neden bedel ödesin ki? Pennac yanıtlıyor:

“Her ne kadar sınıfta tembel de olsa, odasına kapanıp bilgisayar masasında otururken kendini evrenin efendisi olarak görmüyor mu? Sabahın ilk ışıklarına kadar ‘chat’ yaparken tüm dünyayla iletişim halindeymiş duygusunu yaşamıyor mu? Arzuları doğrultusunda tüm bilgilere ulaşma sözünü vermiyor mu ona klavyesi? Sanal ordularla savaşması ona heyecanlı bir hayat sunmuyor mu? Neden bu merkezî konumunu sınıftaki bir sırayla değiştirsin ki?”

Pennac’ın can alıcı bir gerilime dikkat çekmesi, kitabın ağırlık noktalarından birine denk düşüyor: “Öğretmenler, bilgiyle cehalet arasındaki çatışmaya hazırlıklı değil.” Öbür gerilim ise cehalet karşısında bilmenin yarattığı şok dalgası.

Öğrenciyken, öğretmenlerine çatmaktan geri durmayan Pennac’ın, roller değiştiğinde öğrencileri çılgınca uçan kuşlara benzetmesi, aradan geçen zamanda edindiği deneyime bağlanabilir pekâlâ. Ama asıl etken, örnek aldığı öğretmenlerinin, başta kendisi olmak üzere, tembelleri okul komasından çıkartması. Okul Sıkıntısı’nı bu gözle okumak da gerekli. Ne tembellik değişmez bir şey ne de kimi öğretmenlerin önyargıları…


Okul Sıkıntısı/ Daniel Pennac/ Çeviren: Barış Behramoğlu/ Can Yayınları/ 286 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 10.03.2011

7 Mart 2011 Pazartesi

DOLU EDEBİYATA ZAMAN AYIR! (*)
ALİ BULUNMAZ

Yazın ne zaman nitelikli üretim anlamında kabızlığa kapılsa, hemen üzerine düşünülmeye, eleştiriler sıralanmaya başlanıyor. Daha da ötesi, eskiye; nostaljiye ve geçmiş zaman tatlarına dönülüyor. Aslında bundan doğal bir şey yok. Çünkü ileriye gidemezseniz filmi geriye sarmaya başlarsınız.

Bir yaşama biçimi ya da beylik deyimle aşk olan edebiyata kafa yormak, onun gelişimi için şart. Sinir bozucu bir sorunun peşine takılırsanız yolunuz daha da açılabilir elbette. Rita Felski de öyle yapıyor; edebiyatın ağır ağabeylerinin yaratılarından hareket edip soruyor: “Edebiyat ne işe yarar?” Örnek verdiği yapıtlar ve isimler kadar ağır bir soru bu. Felski, verdiği yanıtın “genel manifesto tanımına uymayan, sarsak, biçimsiz” bir manifesto niteliğinde olduğunu belirtiyor. İster manifesto yazılsın ister edebiyat üzerine düşünülsün, dönüp dolaşıp eleştiriye dayanıyoruz. Sonuçta da “İyi bir eleştiri neden yok?” ya da “Oturaklı eleştiri nasıl mümkün?” sorularına kapaklanıyoruz.

KENDİNİ KAPTIRMA, ANLA!
Felski, edebiyatın öneminin savunulmasını, onun iktidarsızlığının gösterilmesiyle mümkün olabileceğini söyleyince konu “fayda”ya geliyor; oradan da güç ve estetik değer tartışmalarına.

Felski’nin kitabı, felsefe ve edebiyatı kaynaştıran; hani deyim yerindeyse edebiyat felsefesinin kapısını zorlayan bir çalışma. Zaten yazar bunu açık açık söylüyor: “Bu kitap, tarihsel ve fenomenolojik perspektifleri harmanlayan, sosyopolitik düşünceyi rafa kaldırmadan, bilincin çetrefilliğine ve karmaşıklığına hürmet eden bir neo-fenomenolojiye katkıda bulunuyor.”

Neden fenomenolojiyi seçtiğini yine Felski’den dinleyelim: “Fenomenoloji bizi, kendi estetik tepkilerimizin çekingen seyircileri olmak yerine, okuduğumuz eserlerdeki içerilmişliğimizi ve müdahilliğimizi takdir etmeye çağırır.”

Felski’nin temel kaygısı, beylik laflardan uzaklaşmak, duygusallık ya da aşırı coşkunun sularından çıkıp edebiyatın değerini tartışmak. Bunun mümkün olup olmadığına yoğunlaşırken edebiyat incelemelerine, hem eleştirel gözle bakıyor hem de bu incelemelerin gelecekte soluk alıp verebilmesinin başlıca yolunun öteki iletişim araçlarıyla ilişki kurmasından geçtiğini söylüyor.

Bir kitapta kendini bulan ya da bulduğunu sanan kişinin bu edimi, sıradan veya gizemli olabilir. Metinle tanışma ve sonrasındaki tanıma aşamasının hissettirdiği duygular bunlar. Ancak Felski buraya bir mim koyar: “Bir kitabın gerçekten benim hakkımda olduğunu düşünmek narsisizmin doruk noktası değil midir? Kişinin bir edebiyat eserini kendi ikilemlerinin ve yaşadığı kişisel güçlüklerin alegorisi olarak okumasında fena halde çıkarcı bir yan yok mudur? Metinleri kendi aynamıza dönüştürmeye başlayınca, sanatın alanını önemsizleştirme ve sınırlandırma gibi bir risk belirmez mi?” Eleştirinin ve yorumbilgisinin sesi tam da burada duyulur; benlik kurgularını sorgulama başlar, kimi yanlış tanılamalar belirlenir.

Felski’nin eleştirel gözlüğü, metin ya da kitapların insanlaştırılmasını; onlara insanların niteliklerinin yüklenmesini kabullenmez: Ne kitaplar insandır ne de okuma bir karşılaşmadır. Öte taraftan okur, gündelik var oluştan kaçmak veya kurtulmak için metinlerle yakınlık kurabilir. Kurmacaya kapılmanın doğal sonucu Felski’nin deyişiyle “coşku ve sürükleniş”tir. Kısacası esriklik hali. Bunun yol açtığı bir başka şey ise Ricoeur’ün de dediği gibi “aşinalıkla yeniliğin iç içe geçmesi”dir.

Bu geçiş sorun yaratabilir belki ama Felski’ye göre, edebiyat ile siyasetin birbirinden beslenmesi, kimi eleştirmenlerin öcü gibi baktığı bir durum değil aslında. Etkileşim, her iki alanın da birbirinden soyutlanmaması gerektiğinin işareti bir yerde. Bu, yeni yüzleşmeler için bir olanak belki de. Felski, bunu da hesaba katarak, edebiyat eserlerine “öz saygımı desteklediği için değil; bizi, çoğu zaman affedicilikten uzak biçimde kendi kusur ve kör noktalarımızla yüzleştirmeye zorladığı için değer verebiliriz” der.

Oysa büyülenme, Felski’nin deyişiyle yoğun anlamda kendini kaptırma, az önce bahsedilen değer verme işini sekteye uğratır. Çünkü “büyülenme, zihnin analitik kısmının geri çekilmesi” demektir, “içimizdeki eleştirmen ve denetmen kaybolur.” Metni, tarafsız gözle inceleme yetisi yiter, çekim alanına giriş kolaylaşır: “Okunan metin üzerindeki güç, yerini metnin eline düşmüşlüğe” bırakır.

Felski, J. Hillis Miller’a başvurur bu noktada: “Miller’a göre bir edebiyat eseri, yabancı bir dünyanın kapılarını açan sihirli sözler gibi iş görür; eserlerin ilk cümleleri bizi sanki büyü aracılığıyla başka bir evrene alıp götürür. Miller, okuduğu kitabın aklını başından almasından bahsederken, uyanıklıktan öte rüyadakine benzeyen tuhaf bir sanrısal bilinç durumuna çekildiğini anlatır.”

Miller’dan cesaret alıp böylesine kendimizi kaptırdığımız bir kitabı, Eski Yunan’da, söyledikleri büyülü şarkılarla gemicileri kayalara toslatan Sirenlere benzetmek de mümkün. Felski’nin hem kendine yol gösterici seçtiği yazarlar hem de kendi tezlerinin aşırı akılcı bir yanı olduğu imlenebilir ama o, ne akılcılığa duyguları ne de duyguları akılcılığa yediriyor; ikisi arasında bir denge kurmaya çalışıyor.

TAKLİT DEĞİL, YENİDEN KURMA
“İnsan neden okur?” sorusunu bir kenara bırakırsak, konu, “İnsan okuduğundan ne öğrenir ya da bir şey öğrenir mi?” sorusuyla başka bir mecraya sokulabilir rahatlıkla. Dünyaya dair daha derinlikli bilgi edinme güdüsünün okumayı tetiklediğinden hareket edersek edebiyatın, şeylerin neliğine dair algımızı genişletmesinden ya da düzenlemesinden de bahsetmek gerekir. Buradan bakınca, sanattaki “mimesis” tartışması farklı bir boyut kazanır. Edebiyat söz konusu olunca “mimesis”, taklitten öte yeniden yorumlama ya da resmetme gibi anlamlara bürünebilir. Dolayısıyla “mimesis”, edebiyat bağlamında kopyalama değil, yeniden kurma ve biçimlendirme haline gelir:

“Edebiyat eseri kültürün ortaya koyduğu ürünü yeniden işler, betimlenmiş olanı yeniden betimler; bildik dil eleştirisinden devşirme olan yerinde bir deyişle söylersek, sözcüklerin şeylere denk gelmesini değil, sözcüklerin sözcükler tarafından aydınlatılmasını gerektirir.”

Edebiyat ürünlerinin bütünüyle bilgi aktarımı ile eşleştirilmesi, onun sırtına analitik olarak fazla yük bindireceğinden, edebi eserlerin kendine has özellikleri gözden kaçabilir. Böylesine bir bakış, bizi edebiyatı bilim gibi görme yanlışlığına düşürebilir. Edebiyat da kuşkusuz kimi bilgiler verir ama onun sunduğu, kendine özgü biçemiyle (ya da biçem çeşitliliğiyle) farklılıklardaki hakikatlerdir.

Peki, ya şok; edebiyatın şoke edici bir etkisi var mı bugün? Felski can alıcı soruyla karşımızda: “Edebiyat ürünlerinin artık yüreğimizi delip geçmeye gücü yetmez mi?” Şokun rutinleştiği, insanın şoka bağışıklık kazandığı bir dünyada Felski bu soruya yanıt aramaya girişiyor. Aslına bakılırsa Felski’ye göre olabildiğince sterilleşen dünyada, şokun dışarıda bırakılma çabaları son derece “normal” karşılanmalı (!) Yalnız, insanın tepkisini dile getireceği sözcükler arayıp durması sırasında dilinin tutulmasının, bu dışta bırakma eyleminin sonucu olduğunu da bir kenara not etmeli.

Şokun asıl yaptığı, kişide pusuya düşürülme ve saldırıya uğrama duygusunu uyandırması. “Anlaşılan” ya da anlaşıldığı sanılan, düzeni altüst eder. Denge kaybolur; tiksinti, korku ve güvensizlik belirir. Felski, bir oyun, bir roman veya herhangi bir plastik sanattaki ölüm anlatımının, bir ölüm ilanından daha büyük etki uyandıracağı kanısında. Dolayısıyla bir yapıt, kanı rahatlıkla yüzümüze sıçratabilir.

Her dönemin kendine özgü şoke edici edebi ürünleri olduğu da unutulmamalı. Felski’nin verdiği Baudelaire örneği, burada işimize yarayabilir; “onun çağdaşlarını şaşkına çeviren özelliklerin birçoğu bugün skandal olmaktan uzak.”

Şokun dozunu ayarlamak, uygun zaman ve yerde şoku kullanmak da ayrı bir beceri istiyor. Bu dikkate alınmadığında işin estetik tarafı yitip gidiyor; Felski’nin deyişiyle “ruhumuz ve zayıf noktalarımıza saldıran estetik, kitle tepkisinin kaprisleri karşısında beklenenden daha korumasız hale geliyor.”

Felski, kullandığı kavramlar, verdiği örnekler ve irdelemeleriyle edebiyata doğrudan eğilmiyor, edebiyat incelemeleri üzerinden yürüyor. Edebiyat ile bilgi, taklit (mimesis), şok, büyülenme ve estetik gibi kavramla ilişkilerden kalkıp okurun yazından ne anladığını, edebiyatın onu nerelere götürdüğünü ya da götürmediğini sorguluyor.

Ortada duran ise edebiyatın okurda (ya da kimilerinin dediği gibi “kitle”de) bir haz yarattığı. Ama Felski’ye göre bu hazzın niteliği ve derecesi önemli. Bunun, kendinden geçme veya kendini mutlak biçimde kaptırma olup olmadığı da aynı ölçüde önemli. Bu yüzden Felski, okur ile edebiyat arasındaki etkileşimi kendini öteki olarak nitelediği tanıma, yapıtın sularında yüzdüğü büyülenme, bir şeyler öğrendiği bilgi ve verili olanın üzerine düşündüren şoke etme gibi başlıklar altında topluyor.

Bütün bunlardan sonra Edebiyat Ne İşe Yarar? aracılığıyla boş zamanı dolduran “edebiyat” yerine, dolu edebiyata ve aynı zamanda dolu eleştiriye vakit açmanın daha dişe dokunur bir eylem olduğu vargısına da ulaşılabiliyor.

Edebiyat Ne İşe Yarar?/ Rita Felski/ Çeviren: Emine Ayhan/ Metis Yayınları/ 172 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 03.03.2011

1 Mart 2011 Salı

BİR AVUÇ MECZUP (*)
ALİ BULUNMAZ

Mizahın ve yalakalık yapmayan, yani gerçek karikatürün, itinayla tu kaka edilmeye başlandığı bugünlerde, elimizden ağız dolusu eleştiri ve güldürüyü almaya yeltenenler var. Haybeye uğraştıklarını söylemek gerekiyor mu, bilinmez. Onlar tüm ucubeliğiyle ortalıkta fink atadursun, mizahı cesaretle savunanlar da yoluna devam ediyor. Bunlardan biri de hiç kuşkusuz Birol Bayram.

Yüz Çizgileri kitabıyla çizgi ve yazıyı kaynaştırmayı başaran, kitaptaki kahramanların (ya da portrelerin), aslında her dem yanı başımızda durduğunu ya da durabileceğini kanıtlıyor. Hatta okura “Bu kitaptaki insan hikâyeleri İstanbul’da geçiyor, kişilerin ve olayların, gerçek kişi ve olaylar veya kurumlarla hiçbir ilgisi yoktur, birisi dışında!” diyerek ufak yollu ve yanıtı belli bir bilmece de sunuyor.

Dört yanımızı saran kart papazlardan tutun da melankolik ve çekinik kişiliklere, eve tıkılıp eşini delirtmek üzere olan reklamcı eskilerine, balkonuna Hint keneviri döşeyen asosyallere kadar bir dolu kayık insanla, hem kitapta hem de Bayram’ın dediği gibi İstanbul’da karşılaşmanız mümkün.

Yüz Çizgileri’ni karıştıranlar kendilerince favori tipler yakalayabilir. Affa sığınarak bir iki tane sıralayayım: Örneğin Okan Yılmaz; “arka plan adamı” Yılmaz, sorumluluk alamayan sinik kontrbasçı. Alemde “takma ismi bile olmayan” ve “kuyruksuz bir kediyle yaşayan” adam.

Öbürü “halkla ilişkiler kraliçesi” Semiramis. Telefonlara dahi kendisinin baktığı bir şirketi var. “Çapkın” ve çocuğunu yurt dışında okutuyor. Mangal uzmanı bir kocaya ve aslında “her şeye” sahip Nurhayat Birsen’i de pas geçmeyelim.

Pasaj plakçısı, karışık kasetin isim babası ve “çok bilen abi” Hoca Cengiz de aynı kaba edenlerden. Heavy Metal tişört işindeki başarısızlığı yüzünden kubura gömülen kaybedenlerden anlayacağınız.

Ses sistemlerine meraklı ama evde kurduğu müzik sistemlerinin kalitesinden memnun olmayan, şofben zehirlenmesinden ve çıplak şekilde ölü bulunmaktan korktuğu için üzerinde kıyafetle yıkanma gibi “önemsiz” bir takıntı geliştiren Gökhan’a da kucak dolusu selam.

Kitap, seç-beğen-al kişiler geçidi. Bayram’ın mizahi kitabı için şöyle okkalı bir laf etmek gerekirse, her ne kadar yazar-çizerimiz sayfalardakilere gerçek dışı dese de, Yüz Çizgileri, İstanbul'un insan tipolojisinden bir tutam sunuyor.

Bir de soru: Metinler mi çizgileri doğurmuş, yoksa çizgiler mi yazıyı tetiklemiş? Size hangisi yakın geliyorsa artık…

Yüz Çizgileri, dümbelek gibi gergin yüzlere birebir. Biraz kırışıklık yaratabilir ama olsun varsın. Gülmeyeceksek neden yaşıyoruz ki?..

Yüz Çizgileri/ Birol Bayram/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 132 s.

(*) Sabit Fikir, 28.02.2011 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/bir-avuc-meczup]