26 Eylül 2009 Cumartesi

BİRBİRİNE KARIŞAN GECEYLE GÜN (*)
ALİ BULUNMAZ

Uykusuzluğu nasıl tanımlamalı, ne şekilde nitelemeli? Bu bir hastalık mı yoksa kaçıklık hali mi? Yaratıcılığı besleyen bir durum ya da sözcükleri ve yaşamı eğip büken bir rahatsızlık mı? Bunların hepsi tanımın bir parçası olabilir.

Uykusuzluğun kazandırıp kaybettirdiklerini değerlendirirken pek çok şeyi bir arada düşünmeli: Edebiyat, bilim, sanat, tıp, kültür... Uykusuzluk, tüm alanlar göz önüne alındığında ne anlama geliyor? Bu soru, hem başlangıç hem de sonuç için büyük önem taşıyor.

DÖNEM DÖNEM UYANIK KALMA
Tıp bağlamında uykusuzluğun düzayak bir anlatımı var: Uyku halini sürdürememe durumu. Günümüzde insan, durmaksızın çalışmaya zorlanıyor; bu da onun dinlenme ve dolayısıyla uyku zamanını elinden alıyor.

Bugün insan, uykudan yanlış anlamlar çıkarmasının yanında onu değersizleştiriyor da. Kimilerince uykunun “zamanı boşa harcamak” olarak algılanışı bu değersizleştirmeye örnek gösterilebilir. Peki, yine sormak gerekirse “Uykusuzluk, insanın dünyayla maddi ilişkisinde ısrar etmesi olabilir mi?” Charles Simic'in dediği gibi uyumak “çivili yatakta yatmak” mıdır acaba?
Zamanın bireysel şekilde sahiplenilmesi yeni sayılır. Bu nedenle, günümüzdeki uykusuzluğu Antik dönemde görmek olanaklı değil. Antik dönemde tanrılar, savaşlar, açlık, gürültü gibi etkenler yüzünden insanları uyandırıyordu. Bu, çift taraflı bir eylemdi: İnsanlar da hızla çoğaldıklarından tanrıları rahatsız ediyordu. Zeus'un çaktırdığı şimşek, Gılgamış'ın hep tetikte bekleyişi buna örnek.

O devrin hekimleri, insanların uykusuzluğu üzerine kafa yorar ve bunu hep bir başka şeyin yan ürünü biçiminde adlandırırdı. Bunun yanında gece, stratejilerin belirlendiği bir zaman dilimi sayıldığından, uykusuzluğu tetikleyebiliyordu.

Antik dünyada gün, geceden yola çıkılarak sayılırdı; çünkü farklı evreleri olan Güneş değil Ay'dı. Gece, güçlerle dolu bir evre olduğundan Antik dünyanın uykusuzluğunu kavramak da zorlaşıyordu. Çünkü uyku bu durumda “doğal bir hak değil; gecenin izin verip vermeyeceği bir şeydi” (s. 19). Antik dünyada uykusuzluk, tam anlamıyla “görülen karanlık veya tedirgin edici rüya” demekti.

Yakındoğu geleneklerinde uyku, ölüm ve manevi bilinçten yoksunluk hep bir arada düşünülürdü; Gılgamış'ın ölümsüzlük hali de bu noktada enikonu dile getirilirdi. Ölümlü olduğunu bilmemek, uyumaya gerek duymamak anlamına da geliyordu.

Homeros, İlyada'da savaşın, uyanıklık halini zorunlu kıldığından bahseder. Ama bu anlayış, fiziksel ve manevi bakımdan hazır olmanın işareti sayılabileceği gibi savunmasızlığı ve kuşatılmayı da imleyebilir. Antik dünyanın efsane ve destanlarında, uykusuzluk ve yol açtıklarına ilişkin anlatımlar farklıdır: Uykusuzluğun nedeni aşk acısı olabileceği gibi bir düşünme ya da okuryazarlık hali de olabilir. Eski Yunan'daki “gece okuryazarlığı”, onların karanlıkla başa çıkmasını sağlarken, insanın kendisine dair ne az şey bildiğini de gösterir.

Ortaçağ'da, Avrupa'da gece, bir bakıma nöbet demekti. Bu süre, gecenin bir bölümünü (örneğin en az bir saati) ayakta geçirmekti. Kundaklama, siyasal komplo ve hırsızlık, dönemin en önemli korkularıydı. Ortaçağ'ın uykusuzluk nedenlerinin en önemlilerinden biri de dindi. Geceleri başlayan ibadet seansları uykuyu unuttururcasına gerçekleşiyordu.

Hint ve İran destanlarında gece ve uykusuzluğun, aşka dair imgelerle eşleştirilmesi boşuna değil. Gecenin karanlığını kucaklamak, aşk için emek vermek ve kaygı duymakla bir tutuluyor; sevgiliye duyulan heyecan veya sevgili yoksunluğu, gecelerin uzayıp gidişine yol açıyordu.

Öte taraftan uyuyamama, “düşlerden kaynaklanan malzemede eksiklik olması anlamına da gelirdi” (s. 59). Yaratıcılığı körelttiği düşünülen uykusuzluk, yine Ortaçağ'da Şeytan'ın belirleyici özelliği olarak kabul edilmişti.

Shakespeare, “huzursuz uyku”yu sezdirdiği Caesar ve Macbeth tragedyalarında, “cinayetin hemen öncesinde ya da sonrasındaki uykusuzluğu” gözler önüne serer (s. 72). Buradan bakıldığında, Shakespeare örneğinden yola çıkılırsa, uykusuzluğun Rönesans tiyatro yazarları için genelde elverişli bir malzeme olduğu görülür.

“BEYİN ASLA UYUMAZ”
Bilindiği üzere, uykusuzluk ve kaygı birbirinden beslenen iki olgu. Uykunun gerekliliği yoğun kaygıyı ortaya çıkarabilir ve uyuma halini öteleyebilir. Kaygıya karşı koymaya çabalayan insan, onu güçlendirebilir de. Ticari kaygı da bunlardan biri.

Gelişen Avrupa modernitesiyle at başı giden ticari hızlanış ve üretim, hem sömüreni hem de sömürgeyi daha fazla çalışmaya itti. Para ve malın dolaşım alanı genişleyip bireyin çalışma koşulları ağırlaştıkça kaygı da arttı. “Beyin asla uyumaz” deyişi de, bu günlerde kök salmaya başlamıştı.

Aynı dönemde, kişinin geç kalkmamak için kendini uyumaya zorlaması uykusuzluklarla sonuçlandı. Diğer taraftan uykuyla mücadele eden insan insan tipinin ortaya çıkışı da 18. yüzyıldır. Depresyonun veya can sıkıntısının yol açtığı uykusuzluk tanıları da yine bu dönemde konur. Uykusuzluk artık bir “yaşantı” haline gelir (s. 104). Boswell, yoğun çalışmadan doğan kuşkudan kaçma durumunu “sürekli tetikte olma” diye adlandırır. Değişen şehir yaşantısının sonuçlarıdır bunlar.

Leon Zolbrod ise uykusuzluğa daha edebi biçimde yaklaşır: “Uykusuzluk, geçmişin geleceğe dönüştüğü gece vakti nasıl uykuya dalınacağını bilmemenin getirdiği çifte karanlıktır. Bu, aklın işleyişini ayakta tutan karanlığın ete kemiğe bürünüşüdür” (s. 111).

Uykusuzluğu idealleştirmek, bilinçle çizilen sınırın kaybolması anlamına gelir. Uyunmayan bir gecenin ertesinde, sınırlar da yitip gidebilir. Korku ve kaygı katmerlenir. Uykunun, “insanın bilincin ötesinde uzanan dünyadan bilinç yoluyla ayrılmadığı tek zaman” (s. 120) olduğu düşünülürse, ne denli önemli işlevler üstlendiği de hemen kavranabilir.

19. yüzyılda, hekimlerden bazıları uykusuzluğu beynin hastalıklı hallerine bağlamıştı. Gece uykusuzluğunun yerini, gündüz uykularının aldığı vakalarda ise bunun akli dengeyi yitirmek biçiminde adlandırıldığı da görüldü.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngiliz ordusunda baş gösteren çökkünlüğün temel nedeni uykusuzluktu. Uzun süren bu durum, sinirlerin aşırı yıpranmasına yol açıyordu. “Uygarlığı korumak” adına savaşan askerler, savaş hattındaki bir maddeye dönüşürken, başa çıkılmaz hale gelen korkular uykuyu engelliyordu.

KURMACA VE GERÇEK ARASINDA
18. yüzyılda geç yatıp geç kalkmak, sosyal konumun belirleyicisiydi. Kişi ne kadar geç yatıyor ve güne ne kadar geç başlıyorsa “sınıfsal açıdan yükseklerde” demekti (s. 145). Şehirleşme, endüstriyel atılım ve üretimin hızlanması uykusuzluğun “nedeni belli olmayan boşa zaman geçirme” diye isimlendirilmesine yol açtı. İşçinin “verimini” ya da “üretkenliğini” arttırmak üzere geliştirilen gözlem teknikleri de uykusuzluğu pekiştirdi; saat veya çan çaldığında, işçi umutsuzluğa itilirdi. Modern şehrin insanının ışık tutkusu, aynı zamanda onu uykusuz kıldı. Bir başka deyişle uyku, kendini geri çekti; kişiyi gerçek ve kurmaca arasında gerilimli biçimde yalnız bıraktı.

Bugün iletişim çağında yaşıyoruz; iletişmek, insanları daha uyanık kılıyor doğal olarak. Bağlantı kurdukça, bağlantılı düşünme güçlerine daha sıkı sarılıyor insan. Kısacası Bremner'in “kablolu toplum” adlandırması, aynı zamanda uykusuzluğun tedirgin edici kimliğini açık eden bir niteleme. Beri yandan yeni ekonominin neliğini ortaya koyan bir tanımlama ve zihin yorgunluğunun belirleyicisi.

Uykusuzluk ve zihin yorgunluğu, bugün üzerinde öyle fazla durulmaması gereken ya da önemsiz bir şeymiş gibi sunuluyor. Çünkü bunları “giderecek” imkânlar fazla. Bunlara yol açan iş yükü de, insana “özgürlük getirdiği” sürece herhangi bir sorun yok (s. 181). Yaşamı sadece “pek çok şey yapma” olarak algılamak, uykusuzluğu normalleştiriyor. Bu durumda uyku hapı reçeteleri de aynı derecede “olağanlaşıyor.” İşleyiş belli: Uykusuzluk, depresyon veya buna benzer başka rahatsızlıklar yarat, sonra da bunların “tedavisi” için kârlı teknikler ve ilaçlar geliştir; nihayet, insanları bunlara bağımlı hale getir!

Bremner'ın de vurguladığı gibi “uykusuzluk, dünyayı kendi varlığımızı bütünüyle içerecek şekilde inceleyemeyeceğimizi gösterir” (s. 195). Sürekli uykusuzluk çeken biri için zinde uyanmak bile büyük bir olay. Zamanı denetlemekten bir süre için kurtulmak, yani uyumak, insan adına önemli bir kazanım.

Tüm bilimsel tanımlamaların ötesinde uykusuzluk, bunu ortadan kaldırarak insanda kaygıya neden oluyor. Söz konusu kaygı, kablolu, bağlantılı ve insanlık-dışı bir “insanın” belirmesine zemin hazırlıyor.

Uykusuzluk/ Eluned Summers-Bremner/ Çeviren: Kemal Atakay/ Yapı Kredi Yayınları/ 206 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 24.09.2009

21 Eylül 2009 Pazartesi

GÖKYÜZÜNE ZİNCİRLENEN İNSAN (*)
ALİ BULUNMAZ

“Din eleştirisinin sonunda varacağı yer, insanın insan için yüce bir varlık olduğu doktrinidir; keza insanın değersiz, köleleştirilmiş, terk edilmiş, aşağılık bir varlık olduğu durum bütün toplumsal ilişkileri yıkma yönündeki kesin buyruğa varır.”
Karl Marks


Din, bilgiden çok inanışlara ilişkin bir var olan. Buna kimsenin itirazı yok. Ama bugün din ve inanışlara dair doğru bilgiye erişimde yeterince sağlıklı kaynak bulunmadığı da kabul edilmeli. Bilgi olan-olmayan sorunsalı burada da kendini gösteriyor.

Çoğunlukla kişisel kanaatler veya kimi “inanç” gruplarının (cemaatlerin) istek ve amaçları din biçiminde sunuluyor. Dolayısıyla dogmalar, kanaatler ve kanılar kolaylıkla doğruymuş gibi kabullenilebiliyor.

İnsanın kolay yolu seçme alışkanlığı (inanma, doğruluğuna bakmadan benimseme) kendini neredeyse en çok dinde gösteriyor. Belki de bu nedenle “din” adına kıyımlar sürüyor. Yine belki bu yüzden, “din” ya da “inanışlar” rahatlıkla pazarlanıyor; işgaller, öldürümler ve inanç tacirliği yoluna devam ediyor. Bu sorgulanırken, şu ikircikli durum da gözden kaçmamalı: Din eşittir terör ifadesi ne kadar tartışmalıysa; din eşittir ahlak, erdem ve vicdan formülü de aynı derecede sorgulanmalı.

O halde din ne menem bir şey? Raoul Vaneigem, ekonominin insanı yaşamdan koparmasından doğan güçsüzlüğün, onu “ilahi kudrete” yönelttiğini düşünüyor.

YERYÜZÜNDEN SİLİNİŞ
Vaneigem, çalışma zorunluluğundan doğan sistemde yaratıcılığın köreldiğini, bununla beraber “inançların” insanı “rahatlatan” ve “yönlendiren” yapısını gündeme getirir. Eleştirisinin kökeninde dinleri kötülemenin yatmadığını, bunun “din” adına barbarlaşanlara hak vermek anlamına geleceğini hemen başta söyler. “İnanç” veya “din” adı altında sömürünün üst düzeye çıktığını ifade eden Vaneigem, yaşamaya ilişkin özlemin her zaman öncellenmesi gerektiğine dikkat çeker.

Dinler tarafından “suçlu” gösterilen insanın “zayıflığı” onun doğası mıdır aynı zamanda? Vaneigem'e göre hayır. Ama dinin doğuşundan ve ekonominin tek belirleyici olduğu günden bu yana, insan hayli güçsüzleşti ve en sonunda ekonominin sunduklarıyla yaşamını kurban etti.

Toprağın işlenmesiyle baş gösteren insanın insanı sömürüsü, onun kendini değiştirme çabasını öteleyerek, yeryüzünü değiştirme edimine doğru evrildi; ardından insan, kâr ve iktidar savaşlarına yöneldi.

Yaşadığı bolluğun içinde ve paylaşım mücadelesinin bir yerinde, hayatını sürdürdüğü mekânlara benzer “cennet” imgeleri tasarlayan insan türdeşini, dünyevi yaşam karşısında korku ve nefret aşılayan dinle tanıştırdı. Bir bakıma doğadan kopuş, inanın insanlığından da ayrılışını tetikledi. Benlikten ve dünyadan haz alma “suça” dönüştü. İnsan dinle beraber ritüelleştirmeye daha da merak saldı.

Vaneigem, dinin insana “katkısının” en çok uyum konusunda ortaya çıktığını vurgular (s. 26). Hayvandaki uyum yetisinin büyük bir özen ve dikkatle insana uyarlanışına atıf yapar. Dinin yardımıyla “insanlığından söküp alınan insan, kendini dünyevi bir toplumsal sözleşmeyle gökyüzüne zincirler” (s. 28); bir başka deyişle, kendi kendinin güçsüz ve zayıf olduğuna inanmayı seçer. Beri taraftan bu yolla, sömürü gerçeğinin altını da kalın biçimde çizer. Çalışmayla beliren cennetten kovulma, düşüş ve düşkünlük de tüm bu olup bitene ustaca eşlik eder.

“ÖTE TARAF”
Çalışma, insanı “homo economicus” (ekonomileşmiş insan)'a dönüştürür. Böyle biri de, yanında yöresinde ne varsa (dişi, çocuk, hayvan...) hepsini ekonomileştirmeye yönelir. Sonuçta bu eylem, hem kâr hem de iktidar elde etme edimine dönüşür.

Kâr ve iktidar, çalışmayı yönetir. Aynı zamanda insanın kendisinden ve dünyadan haz almasını engeller. İşte böylesine bir ortamda, din de söz konusu engellemeyi kutsar, çünkü “tanrılar' bu din sayesinde mutsuzluğun hüküm sürmesini sağlar ve bu acıyı dindirmenin gücünü elinde tutar” (s. 35).

Dinin kendi cemaatinin de bir tür ayakta kalma ile kâr ve güç isteği olduğu söylenebilir mi? Hatta belki bunun da ötesi: Ritüellerle beraber yürüyen otorite anlayışı, zorlayıcı işlev ve suçluluk duygusunun kabul ettirilişi. Doğal biçimde din, bu yollarla en ufak davranışları bile denetlemeye yönelir ve kurduğu suçluluk duygusu mitiyle bağımlılığı arttırır Vaneigem'e göre. Tanrısal itaat kaygısıyla, benliğin günah işleme korkusuna itilmesi amaçlanır.

Bilgiden uzaklaşan ya da bilgiyi tekeline alan efendilere boyun eğmeye koyulan insan giderek sorgulayıcılığını kaybetti. Vaneigem'in ifadesiyle “insan meraklarını yitirdikçe tanrılara itaati arttı ve karanlıkçılık yaygınlaştı. Aydınlığı yaratan şey, bilinçlerin karanlığa gömülmesinin hizmetine girdi” (s. 45).

Tanrılara itaat etme “sevgiyi”, “saygıyı” ve öte taraftan onlardan duyulan korkuyu gösterme amacıyla kurban verme ritüelini de esintisine kattı. Vaneigem, kendilerine kurbanlar sunulan bu tanrının ya da tanrıların, aslında “insanın ekonomiye kurban edilmesini onaylamaktan başka bir iş yapmaz”; dolayısıyla gerçekte “insanı, insanî geleceğinin zararına yöneten ekonominin tininden başka bir tin de yoktur hiçbir yerde” (s. 58). Genel olarak söylemek gerekirse, ekonomik buyruklara itaat eden beden, kendinden ve dünyadan zevk almayı onaylamaz. Sonunda tinin, göğün, efendinin ve elbette devletin gücü başlar.

Günah “evrenselse”, tövbekârlar da kârlı bir sisteme göre bunun bedelini ödemenin bir yolunu bulmaya çabalar. Roma İmparatorluğu'nun ekonomik yayılışı en çok Katolikliğin işine gelmiştir örneğin. Katoliklik, imparatorluğun hemen her noktasına kendi görüşlerine din dışı ögeleri de katarak yayılmıştır. Günahlarının karşılığı para (bağış vergisi) ödemeyi seçen kitleler yaratan Katoliklik, “geleceğin kitlesel tüketim anlayışının da haberciliğini üstlenir” o dönem ve “taksitle cennet satan ilk reklam bürosu olur” (s. 80). “Cennet” anlatımı ya da metaforunun altında aziz ve adillerin çağının açılacağı bir “öte dünya” fikri yatar. “Bugün gülenin yarın ağlayacağı” düşüncesi, güzel ve mutlu günleri “öte tarafa” havale eder.

BIRAKINIZ YIKSINLAR!
Ticari yayılma ve sanayi toplumu, kişiye yapay özgürlükler sunarken din, bu dönemde kendini var eden ve din adamlarının bekçiliğini üstlendiği mitleri yaşatma kaygısına düşer. Ancak mit, “kutsallığını” yitirip gösteri haline gelince “dünyevi ekonomi, artık bir işe yaramadığında göksel ekonomiyi azleder” (s. 92).

Vaneigem'in burada getirdiği yorum dikkate değer. Ona göre “paranın her şey olduğu yerde insan bir hiçe dönüşür; din de tam da bu anda, kiliselerin harabeleri üzerinde ışıldadığında son derece 'saflıkla' özüne kavuşur” (s. 94).

Liberalizmin “sefaleti çözeceğini” iddia eden “bırakın yapsınlar” buyruğu, her geçen gün dinsel anlayışı besleyip büyütüyor. Böylelikle, her ne kadar reddediyor gibi görünse de din, maddi çıkarların önemli bir yöneticisi haline geliyor. Tüm söylemler; “yoksulluk ve merhamet”, “ölüm ve öte dünya”, “günah” ve günahın satın alınması, bir pazar konumuna gelerek “dine kârlı bir alışveriş sağlar” (s. 100).

Vaneigem'e göre insanı sadece çalışmaya indirgeyip, onun yaratıcılığını elinden alan ekonomi son bulunca din de yitip gidecek. Yeryüzündeki hâkimiyetini öldürücü yaşam üzerine inşa eden ve bedeni hapishaneye dönüştüren dinin baskı altına alınması veya ceset tarlası biçimine gelmesi, onu küllerinden doğurur.

İktidarı eline geçirince köktenci olan din, kutsallığı da barbarlığın sığınağı yapıp şöyle diyebilir (ve demiştir de): “Bu adamı öldürebilirsin, çünkü kutsala hakaret etti (...) Çünkü o, bizim gibi düşünmüyor” (s. 111).

Vaneigem'e göre “benlik yıkımının şok dalgası olan tanrılar” aracılığıyla dünya, ölümün peşine takılıp gittiği bir koşu içindeydi. Ama bunun sonuna doğru geliyor insanlık; yeter ki zihninin derinliklerine attığı yaratıcılığını ve sorgulayıcı kimliğini yeniden keşfedebilsin.

Dinin İnsanlıkdışılığına Dair/ Raoul Vaneigem/ Çeviren: Işık Ergüden/ Versus Kitap/ 124 s.

(*) 17.09.2009, Cumhuriyet Kitap

12 Eylül 2009 Cumartesi

BAĞIMSIZ BENLİKLER İÇİN (*)
ALİ BULUNMAZ

Hayat dediğiniz şey, kimi zaman uzun kimi zaman kısa; ama önünde sonunda bir yaşam yolculuğu. Burada önemli olan onu nasıl beslediğiniz, daha arı bir anlatımla onun içini nasıl doldurduğunuz. Kısacası hayatın size verip vermediklerine oranla sizin ona ne kattığınız.

Ağızlara sakız olan, kullanıldıkça daha da “bilinmez” hale gelen “dolu dolu yaşamak” böyle bir şey: Hayatı anlamlı kılacak işler kotarmak. Simone de Beauvoir'ın dünya için önemi de burada beliriyor. Hayatı boyunca üreten bu insan, özgür benliklerin serpilmesi adına pek çok şey koydu ortaya. Çalışmalarıyla yalnız kendisininkine değil, bir dolu insanın hayatına anlam katmayı başardı.

CASTOR'UN DÜNYASI
Beauvoir'ın yirminci yüzyılda sol hareketin etkin isimlerinden biri olduğu tartışma götürmez. Ancak ironik biçimde o, tam bir burjuva olarak hayata adım atar. Soyadının öntakısı “de” bunun en açık göstergesi. Ailesinin soyluluğunu ifade eden bu takı, ileride bunu aşmasına olanak sağlayacak itici bir güce dönüşecektir.

Yazmaya ilgisi çok küçük yaşlarda başlar ve ilk karalamaları sekizinde ortaya çıkar. Edebiyat ve tiyatro kültürünü kazanmasında babası etkili olur. Koyu Katolik aile, kızlarını küçümseyerek baktıkları devlet okulu yerine Hıristiyan gelenekçiliğini benimseyen kadın öğretmenlerin toplandığı bir okula yazdırınca, Simone için özgürlüğe giden yol da açılıverir.

Burada tanıştığı Elisabeth Lacoin, Beauvoir'ın deyişiyle “Zaza”, en yakın dostlarından biri haline gelir. Bu yıllarda tuttuğu günlük, hem o dönem yaşadığı arkadaşlık ilişkilerinin hem de inanç ve burjuvalıktan kopuşu anlatır.

1929'da yakın dostu Zaza'nın ölümüne dair sarsıntı da günlüğünde yer bulur. René Maheu'nün, Beauvoir'a “Castor” adını verişi Jean-Paul Sartre'la tanışması da bu döneme denk düşer. Dalgalanmalar ve araya giren başka ilişkilerle sürüp gidecek büyük aşk yolculuğunun temelleri de yine bu zamanlarda atılır.

Eylül 1939'a gelindiğinde Avrupa üzerinde toplanan savaş bulutları yeryüzüne şimşekler indirmeye başlar. Beauvoir ve Sartre için zorunlu bir ayrılık dönemidir bu. 1940 ise Sartre'ın, Nazilere tutsak düştüğü yıldır. 1941'de serbest bırakılan Sartre, Beauvoir'la beraber Nazilere karşı “Sosyalizm ve Özgürlük” adlı bir direniş grubu kurmak istese de, büyük işgal buna engel olur. Hemen iki yıl sonra, 1943'te, Konuk Kız (L'Inviteé) yayımlanınca Beauvoir, hem edebiyat dünyasına girer hem de iyiden iyiye tanınır.

Edebiyat dünyasına giriş, yeni isimlerle tanışmak da demekti: Albert Camus, Michel Leiris, Raymond Queneau. Direnişin sürdüğü Paris'le ilgili bir dizi röportaj hazırlayan Beauvoir, bunları Camus'nün çıkarttığı Combat gazetesinde yayımlar. Aynı günlerde (1944), Fransa'nın Alman işgalinden kurtuluşu ülkede büyük bir sevinç yaratır.

1945'te yayımlanan Başkalarının Kanı (Le Song des autres)'nda Beauvoir şu soru etrafında döner: “En iyi nedenlerle olsa da başkalarının canını tehlikeye atmaya hakkımız var mıdır?” (s. 32). Alman işgali teması çevresinde şekillenen eser, Camus tarafından “kardeş kitap” biçiminde nitelenir.

1947'de bir dizi konferans vermek üzere, keşfedilmiş kıtayı keşfe çıkar Beauvoir. ABD, onun için de “Yeni Dünya” demektir. Nelson Algren aşkı, “Yeni Dünya”nın karasularında boy verir. Algren'in başka bir dünyaya ait oluşu Beauvoir'ın yaratıcılığını tetikler. Bu arada Sartre'la bağını hiçbir şekilde koparmaz. Sartre onu kadınlık üzerine düşünmeye teşvik eder ve temel ilkesi “kadın doğulmaz, kadın olunur” biçiminde sunulan İkinci Cins (Le Deuxiéme Sexe) yayımlanır. Beauvoir, kadınlığın ya da dişiliğin doğa değil, kültür olgusu olduğunu söyler: Dişilik tarihsel bir varoluştan ileri gelir; kader değil bir üründür.

Kadının öznelliğini ortaya koymak adına çabalayan Beauvoir için İkinci Cins, önemli bir sözcülük üstlenir: Erkeğin “aşkınlığı” ve kadının “mutlak ötekiliği” bu yapıtla geri döndürülemez bir sarsıntıya uğrar. Sonrasında yayımlanan Mandarinler (Les Mandarins) ona 1954'te Goncourt Ödülü getirir. 1930'lu yıllarda başlayan gezginliği, çoğu zaman o dönemin Avrupasını saran faşizmle kesişir. Seyahatleri, Beauvoir'daki dayanışma duygusunu da güçlendirir; bağlanmaya inanış, siyasal bilincin ortaya çıkışını tetikler.

KENDİNE BAKIŞ
Beauvoir'a göre “her bireysel yaşam evrensel bir yan gizler.” Ellili yaşlarına yaklaşırken, geçmişten bu yana yapmayı tasarladığı kendi üzerine yazma hayalini gerçekleştirmeye koyulur; “fotoğrafları duvara raptetmek” olarak nitelediği “geçmişe bakma” eyleminin peşinden gider. Bir Genç Kızın Anıları, doğumundan 1929'a kadarki Beauvoir'ı anlatır. En yakın arkadaşlarından Zaza'nın ölümüyle noktalanan yapıtta, bu trajik sonla ilgili şunları söyler: “Özgürlüğümün bedelini onun ölümüyle ödediğimi düşündüm uzun zaman” (s. 62).

Mandarinler'in yayımlandığı günlerde, bir saldırı sonrası baş gösteren olaylar Cezayir'i sallar. Fransa'nın buradaki cinayetlere göz yumması, hem Beauvoir'ı hem de Sartre'ı ayağa kaldırır. Beauvoir, nam-ı diğer “Castor”, militana dönüşür; sokağa çıkar ve gösterilere katılır, Cezayir'de askere çağrılanlara sivil itaatsizlik çağrısında bulunur.

Olgunluk Çağı'nı yayımladığında Fransa'da pek çok gösterici Sartre'ın idam edilmesini isteyen eylemler düzenlemektedir. Kitap, Bir Genç Kızın Anıları'nın devamı niteliğindedir; Beauvoir'ın 1929-1944 yıllarını anlattığı satırları Sartre'a ithaf eder. Temel kaygı ise “Özgürlüğü kazandım, ama ne yapmak için?” sorusu etrafında şekillenir (s. 64). Akdeniz'de gezilen mekanlar da bu kitabın konuları arasındadır. Kısacası, ilk defa yaşanan her şey okuyucuya aktarılır. “Kendini anlatma sanatı”, derli toplu biçimde Olgunluk Çağı'nda gün ışığına çıkar. Zaten Beauvoir'ın “biliyorum kişi kendisini asla tanıyamaz, ancak anlatabilir” cümlesi, her şeyi açıklamaya yeter gibi görünür (s. 65).

1963'te okurlarla buluşan Koşulların Gücü, Beauvoir'ın 1944-1962 yıllarını içerir. Burada geçip giden, durdurulamayan ve yaşlılığa doğru uzanan zaman ana temadır: “Rüzgârın salladığı sıra sıra fındık ağaçlarını yeniden görüyorum, ayaklarımın altında uzanan şu altın madenini, yaşanacak upuzun bir hayatı seyre daldığımda kalbimi şaşkına çeviren umutları yeniden görüyorum. Çabuk inanıveren şu yeniyetmeye zor inanan bir bakış yöneltirken, ne ölçüde aldandığımı enine boyuna fark ediyorum” (s. 69).

HEP YAN YANA
Beauvoir'ın hayatında vazgeçemediği en önemli şeylerin başında eylemde bulunmak gelir. Çağıyla iletişimini hiç koparmazken, zamanın trajedileri üzerine eğilmeyi bir sorumluluk bilir; “Sartre'la beraber Batı'ya karşı Doğu'nun tarafını, bolluk ülkesi Kuzey'e karşı yoksul Güney'i tercih eder” (s. 76).

1968 olayları Beauvoir'ı da etkiler. Polisin baskılarına karşı öğrencilerini kollar, sol akımlara destek çıkar. Rus tanklarının Çekoslovakya'ya girişi, Sartre ve Beauvoir'ın Sovyet rejimine verdiği desteği sonlandırır.

1970'lere gelindiğinde Beauvoir, kapatılan ve toplatılan gazetelere destek için Paris sokaklarında aktif rol üstlenir. Bunların birinde, La Cause du peuple'ü satarken Sartre'la beraber tutuklanır. Ocak 1970'te yayımlanan Yaşlılık'ta, ihtiyarlara karşı davranışları “uygarlığımızın tümden başarısızlığı” diye betimler: Ona göre kapitalist toplum, “üretkenliğini yitiren kişileri eleyerek biyoloji yasalarını daha da ağırlaştıran insanlık dışı bir edime başvurur” (s. 83). Çünkü kapitalizm için “çalışma” gücü bulunan herkes, kendisinden “kâr elde edilecek bir malzemedir.” Beauvoir, kadın sorunlarına yönelik eylemlerini bu zaman diliminde enikonu belirginleştirir: Aile planlaması ve kürtaj özgürlüğü, eylemlerinin yoğunlaştığı konulardır.

1972'de okurların beğenisine sunulan İyi Düşünce, yazarın 1962-1972 arasındaki yıllarını kapsar. Burada, kendisindeki değişimi anlatır ve hatıralar üzerinden hesaplaşmalara girişir. “Ben kimim?” sorusuyla felsefi bir sorgulamanın peşinden gider.

14 Nisan 1980'de Sartre'ın ölümüyle büyük sarsıntı geçiren Beauvoir, Veda Töreni'ni kaleme alır. Bir aşk belgesi niteliğindeki kitap, onun gerçek bir aşkı anlatışını resmeder: “Ölümü bizi ayırıyor. Benim ölümümse birleştirmeyecek. Güzel olan, yaşamlarımızın uzun zaman uyum içinde sürmüş olması” (s. 94).

Sartre'dan sonra çalışmaya, kadın sorunlarını irdelemeye ve seyahatlere devam eden yaşamı durduran şey ise ölümdür; ölüm tarihi de hayli ilginçtir: 14 Nisan 1986. Elisabeth Badinter, arkasından şöyle seslenir: “Kadınlar, ona çok şey borçlusunuz.” Gerçekten de öyledir...

Simone de Beauvoir: Özgürlüğü Yazmak/ Jacques Deguy, Sylvie le Bon de Beauvoir/ Çeviren: Elif Gökteke/ Yapı Kredi Yayınları/ 128 s.

(*) 10.09.2009, Cumhuriyet Kitap


4 Eylül 2009 Cuma

FİLOZOF OLMAK İSTİYORSAN ROMANLAR YAZ (*)
ALİ BULUNMAZ

Ağustos’ta fırtınalı gökyüzü, yakıcı esintiler. Kara bulutlar. Oysa doğuda mavi, narin, pırıl pırıl bir şerit. Bu şeride bakmak olanaksız. Varlığı, gözlere ve ruha rahatsızlık veriyor. Bu, güzelliğin çekilmezliğidir. Bizi umutsuzluğa sürüklüyor, oysa bir dakikalık sonsuzluğu tüm zamana yaymak isterdim.”
Albert Camus

Defterler, Camus’yü anlamamız açısından nasıl bir öneme sahip? Bunu, belki de 1935’te not düşülen yukarıdaki satırlardan yola çıkarak yanıtlayabiliriz. Bir roman, oyun, öykü veya herhangi bir yapıt ya da sanatsal yaratı, “an”ı; ortaya koyduğu “an”ları sonsuzluğa taşıdığı için değerli değil mi? Camus’nün yapıtları ve bunların oluşumunu içinde barındıran Defterler de, biraz da bu yüzden değer kazanmıyor mu? “An” dediğimiz, yaşantının küçük ve önemli bir parçası değil mi? “Bir dakikalık sonsuzluğu tüm zamana yaymak, sanatın sonrasız çabasının anlamı ve hedefi, başka ne olabilir ki; başlangıcından günümüze, tüm başyapıtlarda yakalanmış ‘an’lar, yaratıcıları tarafından sonsuzluğa dönüştürülmüş zaman parçacıklarından başka nedir?” (1).

O halde, Camus’nün eserlerini yarattığı, dünyaya bakışını biçimlendirdiği ve yaşamından kesitler veya “an”lar sunduğu dönemin bir kaydı olan Defterler’in dikkat çekiciliği de buradan ileri gelir diyebiliriz. Parça parça tutulmuş notlar, duygulanımlar ve başka yazar ile düşünürlerden alıntılamalardan oluşan Defterler, bir anlamda 1935–1959 arası dönemde Camus’nün baktığı pencerenin önüne gelmemizi sağlar.

CELLÂT MI KURBAN MI?
Camus’nün, zamanının tanığı olduğu; bu tanıklığı eser ve eylemleriyle açığa vurduğu bir gerçek. Defterler de, onun yaratım sürecine ve bir ölçüde hayatına tanıklık etmemize olanak verir. Bu bağlamda Camus’nün “kitap itiraftır, tanıklık etmem için gereklidir” sözünü tamamlayan ise, “yalnızca imgelerle düşünülür; filozof olmak istiyorsan romanlar yaz” öğüdüdür.

Gerçekten de Camus’nün ilk Defterler’inde (Mayıs 1935-Şubat 1942), imgelemine ve yapıtlarına yönelik alıntıları biriktirdiği görülür. Burada, Mutlu Ölüm, Yabancı, Tersi ve Yüzü, Sisifos Söyleni ile diğer pek çok yapıtının taslakları, bu yapıtlarda yer alan kimi karşılıklı konuşmaların kurgulanışı; dolayısıyla, eserlerinin oluşturulmasına ilişkin tanıklık ve Camus’nün, düşünce evrenine hayat verişi göze çarpar.

1935-1942 arasını içeren, Camus’nün yaşamı ve eserleri ile ilgili bilgi sunmasına karşın, onun kişiliğine ilişkin ip uçları edinilmesine olanak tanımayan ilk Defterler, bir büyük savaşın siper siper anlatımı gibi, yapıtlarının bölüm bölüm kuruluşunu; örneğin “absurde”ün ilk koşularını ya da Caligula’nın alıştırmalarını açığa vurur. “Absurde” üzerine düşünmeye, daha doğrusu yazmaya koyulan Camus için “evet” ile “hayır”, yaşamın temel çelişkisidir; o, yaşamın ögelerini evetlediğini ama öte yandan yaşamı çelişkileriyle bir bütün olarak algıladığını belirtir. Buna en güzel örneklerden biri, 15 Eylül 1937’de not düştüğü şu satırlardır:

“Gözyaşı ve güneş yüzlü yaşam, tatsız tuzsuz yaşam, soğuk taşlar sunan yaşam, sevdiğim ve hissettiğim gibi olan yaşam, bana, yaşam okşandığında, umutsuzluğun ve aşkın tüm güçleri birleşecekler gibi geliyor. Bugün, evet ile hayır arasında bir mola değildir. Bugün, evettir ve hayırdır. Gözyaşları ve güneş olmayan her şeye hayır ve başkaldırı. İlk kez verilmiş sözün tutulacağını duyumsadığım yaşamıma evet.”

Mayıs 1935-Şubat 1942 arasını kapsayan Defterler’de, Avusturya’dan Cezayir’e, Çekoslovakya’dan İtalya’ya uzanan ve çeşitli zaman dilimlerinde gerçekleşen yolculuklarla ilintili pek çok ayrıntı da okuyucuya sunulur. Yaşamının sonuna dek sürecek ve bazılarının yapıtlarında bir şekilde yer bulacağı gezileriyle ilgili olarak Camus “yolculuktan çile çekmeyi anlıyorum, kendini geliştirmek için yolculuk yapılır; kendimizi geliştirmekten, en öz duyumuzu harekete geçirmeyi anlıyorsak elbette” der.

Camus bu Defterler’de, kendinden “yalnız insan” olarak söz etmesine karşın, buradaki en öznel anlatımlarından birinde, çağının insanına hiçlik ve yalnızlık aşılanmasından duyduğu kaygıyı şu şekilde ifade eder:

“Kendini yitirme ve her şeyi reddetmenin, hiçbir şeye benzememenin, bizi tanımlayan şeyi sonsuza kadar parçalamış olmanın, şimdiki zamana yalnızlığı ve hiçliği sunmanın, ansızın yeniden canlanan yazgılarda yegane temel düşünceyi bulmanın esrikliği. Kışkırtan istek yaşam boyu sürer. Ona boyun eğmek mi yoksa onu reddetmek mi gerek? Tekdüze bir yaşamda insan bir yapıt yaratma saplantısına sahip olabilir mi ya da tam tersine, ışıltıya boyun eğip, yaşamını yapıtla eşitlemeli mi? Özgürlükle birlikte, güzellik, benim en kötü kaygım.”

“Kişi yaşamını seçemez, ama onu zenginleştirir” diyen Camus, kendi kişiliği ve onu zenginleştirişi ile ilgili geniş bilgileri daha sonraki, özellikle Mart 1951-Aralık 1959 arasında tuttuğu Defterler’de paylaşır. Buradan bakıldığında Mayıs 1935-Şubat 1942 döneminin Defterler’i, ağırlıklı olarak Camus’nün edebi hazırlık aşamasının bir yansımasıdır.

Camus’nün Ocak 1942-Mart 1951 arasındaki düşmelerinden oluşan Defterler’de (Defterler II), okuma, alıntı ve düşüncelerinin yanında tarih önemli yer tutar. Bu dönem, İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’yı ve tüm dünyayı kasıp kavurduğu yıllardır ve kural tanımaz bir savaş hüküm sürmektedir. Camus bunu “nihilizmden sıkıntı çektiğimiz bir gerçek” biçiminde özetler. Savaşın ve Alman işgalinin yakıp yıktığı Fransa’da gezinen Camus’nün Defterler’ine, o yıllar şöyle yansır:

“İki kış boyunca süren yoksunluğun büktüğü bedenler, parlayan, yamalı giysiler. Sefaletin yerleştiği bu halkta zarafetten eser kalmamış. Trenlerdeki bavullar yıpranmış, iplerle bağlanmış, mukavvalarla üstünkörü onarılmış. Bütün Fransızlar göçmenleri andırıyor.”

Veba’yı oluşturduğu bu yıllar, aynı zamanda Fransa’nın Alman işgali altında olduğu yıllardır. Yine bütün Avrupa yıkımı yaşar. Bu dönemin belirleyicileri sefalet, yalnızlık, ayrılık ve umutsuzluktur. Camus Veba’yı, bir bakıma bu bungun ortamdan çıkışı simgeleyen bir zaferle bitirirken, aslında Fransa’nın ve Avrupa’nın kurtuluşuna atıf yapar. Camus, İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği günlerde, başta Avrupa olmak üzere, tüm dünyadaki yıkımın farkındadır ve bu yıkım, ne bir başlangıç ne de bir sondur. Başkaldırı düşüncesinin yeşerdiği bu dönemde ve bir öngörü olarak Camus, “kurban ya da cellât olmayı seçmemiz gereken bir dünyadayız; seçecek başka bir şey yok, bu seçim kolay değil” biçimindeki notu düşer Defterler’in beşincisine. Camus için, “kurban ya da cellât olma” durumu onaylanır bir şey değil; zaten bunu, ertesi yıl, 1946’da Combat’ta yayımlanan “Ne Kurbanlar Ne Cellâtlar” adlı makalesinde dile getirir.

Camus’nün eserlerinde tüm çıplaklığıyla sunduğu, insana değer verme ya da insana kaybettiği değeri yeniden kazandırma çabasının alt yapısı, Defterler’de karşımıza çıkarken bunu, Eski Yunan düşüncesindeki insancılık anlayışıyla ortaya koyar. Günümüzün “hümanizmini güdük bulan” Camus, Yunan düşüncesini “hümanizmadan farklı bir şey” olarak görür ve onu “her şeye yer veren bir düşünce” şeklinde niteler. Bu nedenle yirminci yüzyılı, Yunan düşüncesiyle karşılaştırdığında “hiçbir şey saf değil, işte bu yüzyılı zehirleyen çığlık” diyerek kıyasıya eleştirir. Bu bağlamda Defterler’inde de, eserlerinde olduğu gibi çağının eleştirisini buluruz ve başkaldırı düşüncesinin temelini oluşturan kimi belirlemelere de rastlarız. Bunlardan biri de “yüzyılımızın zavallılığı; yakın geçmişe kadar kötü eylemlerin haklılığını kanıtlamak gerekiyordu, bugünse iyi eylemlerin haklılığını kanıtlamak gerekiyor” biçimindedir.

Camus’nün her zaman vurguladığı, yaşamın ve yaşamanın değerli olduğudur. İnsan ve yaşamı değerlidir, çünkü Camus için insanı insan yapan onun ve başkalarının da yaşamını koruyup kollamasıdır. Bu yüzden o, Defterler’indeki “yaşama aşkı kaybolduğu zaman, bizi hiçbir anlam teselli etmez” belirlemesini, dünyaya ve insana bakışı ile felsefesinin merkezine yerleştirir. Ancak ortaya çıkan ve tanıklık ettiği onca kıyım ve trajedinin ardından, Camus’nün duyduğu şüphe ve kaygı durulmaz. Bunu 1949’da Defterler’de yer alan şu satırlarla dile getirirken, bir bakıma gelecekte insanlığı yeni trajedilerin beklediğini anlatmaya çalışır ama kurbanlara gösterilen “ilginin”, kurbanlar yaratılmasını engellemeyeceğini de bilir:

“Binlerce yıldır, dünya, başkaları olağanüstü bir dalgınlıkla uzaklara doğru bakarken soğuk mezar taşları üstünde işkence gören insanların yer aldığı Rönesans döneminin İtalyan resimlerindeki görüntüler gibiydi. ‘İlgisizlerin’ sayısı ‘ilgililerin’ sayısı yanında baş döndürücüydü. Tarihi, başkalarının felaketiyle ilgilenmeyen insanların çoğunlukta olması belirliyordu. Bazen ilgisizlere de sıra gelirdi. Ama bu, genel bir dalgınlığın ortasında gelişirdi ve bu genel dalgınlık bu olayı telafi ederdi. Bugün, herkes ilgiliymiş gibi görünüyor. Adliye salonlarında, bütün tanıklar birden bire eziyet görmüş insanlara yöneliyor.”

BELLEĞİN ZAYIFLIĞINDAN DOĞAN GÜNLÜKLER
Mart 1951 ile Aralık 1959 arasında tuttuğu notlardan oluşan (7, 8 ve 9.) Defterler (Defterler III), bir anlamda Camus’nün iyiden iyiye tanındığı ve başkaldırı düşüncesinin tüm dünyada önde gelen temsilcisi olduğu yılların da yansımasıdır. Yine bu dönem, yaşanmış onca yıkımın sonrasında, çok daha olgun ve aynı zamanda başkaldırı düşüncesiyle bezenmiş bir Camus’yü karşımıza çıkarır. O, başkaldırının en önemli özelliğini “bir aradalık” olarak belirlerken, bunu 1951’de düştüğü “kendimi öncelikle insanlıkla dayanışma içinde hissediyorum” notuyla daha da pekiştirir.

Camus Defterler’de, okuyucuya gezilerinden de seslenir. Örneğin 1954 sonbaharında, İtalyan Kültür Birliği’nin davetlisi olarak gittiği İtalya’yı ve İtalyan kentlerini uzun uzadıya anlatır. Ancak o günlerin bir önemli özelliği, Başkaldıran İnsan’ın yayımlanmasıyla, Sartre ve Beauvoir ile kopan ipler ve birbirlerine yönelttikleri yüksek dozlu eleştirilerin varlığıdır. Camus-Sartre-Beauvoir kavgasının dönüm noktalarından olan, Beauvoir’ın Mandarinler adlı romanının piyasaya çıkışı, sürtüşmeyi daha da alevlendirir ve Camus’nün sert ifade ve yergileri İtalya gezi notlarına yansır. “Kahramanın aslında kendisi olduğunu” söylediği romanda Camus,, Beauvoir’ın “gerçek bir durumdan (Direniş'ten) yola çıktığını, ancak bunun dışındaki düşünce, eylem ve duyguların uydurma olduğunu” vurgular; “Sartre’ın yaşamındaki kuşkulu eylemler benim sırtıma yüklenmiş” diyerek, Fransa’da o günlerde ödüller kazanan kitabı yerden yere vurur. Üstelik bununla da kalmaz, Mandarinler’den hareketle “suçlandıklarında bunu başkalarının belini bükmek için yaptıklarından emin olunabilir” cümlesiyle, Sartre ve Beauvoir ile varoluşçuluğu da eleştirir.

Tüm bu yergiler, 1951’de başlayan Camus-Sartre kopuşunun yüzeye çıktığı noktalardan sadece birkaçıdır. Camus’nün, Sartre ve Beauvoir’a yazdığı mektupların yanında, Defterler’deki bu satırlar kavganın anlaşılmasında önemli rol oynar ve edebiyat dünyası ile felsefe çevrelerince, bir dönemin canlı bir tartışması olmasından dolayı ilgiyle karşılanır.

Savaştan çıkmış Avrupa ve dünyada, bu duruma Soğuk Savaş’ın tarafları arasında süregelen gerilim de eklenince Camus, Defterler’inin sayfalarını aralayıp şunları karalar: “Savaşın yarattığı toptan yıkımın sürekli tehdidi karşısında –bir gelecekten yoksunluk- hangi ahlak anlayışı şimdiki zamanda yaşamamızı mümkün kılabilir? Onur ve özgürlük.”

Bu sözler, çağının yıkıntıları arasında dolaşan; kimi zaman umutsuzlukla kimi zaman da yaşama sevinciyle üreten bir sanatçı-filozofun kaleminden çıkar. Ama Camus, tüm olumsuzluklara ve yine o dönem dünyayı yeniden şekillendiren gelişmelere ve eski dostlarıyla tutuştuğu kavgaya rağmen, yazmaya ve yaratmaya devam eder; 29 Mayıs 1958’de şöyle der: “Benim uğraşım kitaplarımı yazmak, insanlarım ve halkım tehdit edildiğinde savaşmaktır, hepsi bu.”

Defterler’in dikkat çekici bir yönü de, Camus’nün iç sıkıntılarını, özellikle yaşamının hiçbir döneminde (Sisifos’un kayası gibi) sırtından atamadığı bir yük olan verem ve onun yol açtığı güçsüzlüğü yansıtması. “Hastayım, yorgunum” türünden ifadelerin alıntı, düşünce ve eserlerinin eskizleri arasında sıklıkla yer alması, hastalığı ve onun neden olduğu bitkinliğin ölümüne dek Camus’nün peşini bırakmadığının en açık göstergesi.

Ancak, kimi zaman tökezlemesine neden olan tüm olumsuzluklara, iç sıkıntısına ve hastalıklara karşın Camus, bir yaşama aşığıdır ve bunu Defterler’in son satırlarından biri olan “sana verilmiş kısa günleri, yarışından kopmadan canlandır ve ışıklandır” cümlesiyle dile getirir. Bunun bir başka anlatımı, çok daha önce, Mayıs 1936’da yine Defterler’de “insan yaşamını aydınlatırsa onu elinden kaçırmaz; bütün durumlarda mutsuzlukta, düş kırıklığında tüm gayretim, ilişkileri yeniden kurmak” biçimindeki belirlemesiyle karşımıza çıkar.

Defterler genel bir bakışla değerlendirildiğinde, ilk üçünde (Mayıs 1935-Şubat 1942: Defterler I) baskın olan şey nesnelliktir. Camus burada, kendisini etkileyen söz ve eylemler ile eserlerinin oluşumuna ilişkin ayrıntılı açılımlar yapar. Ancak özyaşamöyküsüyle ilgili, neredeyse hiçbir ipucu vermez. Bir başka deyişle Defterler I, onu okuyanlarda Camus ile ilgili bir duygulanıma yol açmaz. Derinlemesine bir bilgiye; bir diğer ifadeyle, onun kişiliğini yansıtan bir ime rastlamak pek mümkün değildir. Camus orada yalnızdır, Susan Sontag bunu şöyle açıklar:

“Yazarların defterleri tipik olarak, istemle ilgili önermelerle doludur: Yazma istemi, sevme istemi, aşkı inkâr istemi, yaşamı sürdürme istemi. Günlük, yazarın kendi gözünde kahraman olduğu yerdir. Yazar, günlüğünde yalnızca algılayan, acı çeken, mücadele eden bir varlık olarak bulunur. Camus’nün Defterler’indeki tüm kişisel yorumların kişiliksiz (nesnel- A.B.) bir nitelik taşıması, yaşamındaki olayları ve insanları tümüyle dışarıda bırakması bundandır. Camus, yazdıklarıyla kendisinden yalnızlık içinde bir insan olarak söz eder –yalnız bir okur, bir dikizci, güneşe ve denize tapan biri, dünyada bir gezgin. Bu tutumuyla tam bir yazardır o” (2).

Defterler II (Ocak 1942-Mart 1951), yine eserlerinin oluşumunu yansıtsa da, orada bu kez, ilkine oranla birebir tanıklıklar daha çok yer kaplar: Savaş, ondan doğan yıkım ve sefalet, yalnızlık ve buradan filizlenen başkaldırı. Bunların hepsi, Camus’nün yaşamında ve dönemin Avrupa'sında derin izler bırakmış önemli olaylardır. Bir başka ifadeyle tarih, Defterler II’yi oluşturan 4, 5 ve 6. sayfaların kesişme noktasıdır.

Defterler III’te ise, diğerlerine oranla öznel anlatım yoğunluğu hâkimdir. Mart 1951-Aralık 1959 arasında tuttuğu notları kapsayan 7, 8 ve 9. defterlerde Camus, çok daha olgun, kavgalarla yoğrulan, eleştirileri sırtlayan ve iç sıkıntısı ile boğuşan bir yazar belirir. Yine burada geriye dönüşler ve duygulanımlarla, yaşamından kesitler okuyucuyla buluşur.

Pek çok yazar ve düşünür gibi notlarının yayımlanacağını öngörmeyen Camus, sözü geçen satırları, yayımlanması için kaleme almamıştır. Camus’nün Defterler ile ilgili; onların oluşturulmasına dönük olarak, son derece yalın bir açıklaması bulunur:

“Kendimi bu günlüğü yazmaya zorluyorum. Ama isteksizliğim capcanlı duruyor. Neden hiçbir zaman günlük tutmadığımı şimdi anlıyorum: Bana göre yaşam gizlidir. Yaşam, başkalarından gizlenmelidir (…), yaşamı sözcüklerle ortaya sermemeliyim. Bana göre yaşam, gizli tutulduğu, dile getirilmediği zaman zengindir. Şu sırada günlük tutmak için kendimi zorlamamın nedeni, belleğimin zayıflığı karşısında duyduğum korku.”

Camus’den geriye kalan onca yapıt, anı ve tartışmanın yanında; “absurde” ve başkaldırı düşünceleri ile bunların zeminini sağlam kılan ahlak anlayışı, belki de hepsinden daha öndedir. Camus Defterler’de, buna yönelik bir belirleme ve olan bitene dönük, eleştirel bir bakışa da yer verir:

“Yıllar boyunca herkesin ahlakına göre yaşamayı istedim. Kendimi herkes gibi yaşamaya, herkese benzemeye zorladım. Kendimi ayrı düşmüş hissettiğim zaman bile, bütünleşmek için öyle davranmak gerektiğini söyledim. Ama bütün bunların sonunda felaket geldi. Şimdi kalıntılar arasında dolaşıyorum, kuralsızım, tereddütler içindeyim, yalnızım ve bunu kabullenerek, tek oluşuma ve kusurlarıma boyun eğdim. Tüm yaşamımı bir nevi yalan içinde yaşadıktan sonra-bir doğru yaratmak zorundayım.”

Nietzsche’den alıntıladığı “hepsi benden söz ediyor, ama hiçbiri beni düşünmüyor” biçimindeki ifade, Defterler aracılığıyla Camus’yü bir kez daha ve daha geniş bir bakış açısıyla düşünmemizi sağlayacak bir ağırlık noktası gibi görünür. Çünkü Defterler’de, satır aralarındaki yaşam öyküsü, eserlerini yaratış serüveni; kimi alıntılarla sarıp sarmaladığı ve bazen de son derece açık tepki ile yergilerini gözler önüne serer.

Bilinen günlük kalıplarını aşan Defterler, Camus’nün yapıtlarındaki tanıklıkları tamamlayan ve daha da anlaşılır kılan bir niteliğe bürünmesinden dolayı, eserlerindeki gibi onun üzerinde etraflıca düşünmeyi kışkırtır. Bir başka deyişle, çağının tanığı olan Camus’nün yaşamına da, Defterler aracılıyla tanıklık edilir.

Defterler I/ Albert Camus/ Çeviren: Ümit Moran Altan/ İthaki Yayınları/ 200 s.
Defterler II/ Albert Camus/ Çeviren: Ümit Moran Altan/ İthaki Yayınları/ 290 s.
Defterler III/ Albert Camus/ Çeviren: Ümit Moran Altan/ İthaki Yayınları/ 276 s.

Notlar:
(1) Ahmet Cemal, “Albert Camus ve Defterler”, Cumhuriyet, 25.09.2003
(2) Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Yayıma Hazırlayan: Yurdanur Salman, Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 1998, s. 89.


(*) Cumhuriyet Kitap, 03.09.2009
DİN SAVAŞLARI VE LAİKLİK ARAYIŞLARI (*)
ALİ BULUNMAZ

Din, insanın yaşamına girdiği günden beri hep tartışma götürdü. Adına savaşlar yapıldı, kan döküldü. Siyaset ve ekonomiyle sürekli girift bir ilişkideydi. Toplumu yönetmek ve yönlendirmek için araç olarak da kullanıldı.

Farklılaştırmalar, gerilim ve ötekileştirmeler inançlarla at başı gitti; hurafeler çatışmaları körükledi. Dogmalar, karşı dogmaların ve sonuçta bu da, insanlar arasındaki “inanç temelli” kavgaların fitilini ateşledi.

Din, siyaset ve toplumdan söz edildiğinde işe laiklik kavramı da karışıyor doğal olarak. Fatma Mansur Coşar'ın Din Savaşları ve Laiklik Arayışları adlı iki kitabı bunları irdeliyor. Din Savaşları, ağırlıklı olarak, Batı Avrupa'daki Kilise-devlet ilişkisine eğiliyor ve iki kurum arasındaki güç savaşını konu alıyor. Bir başka deyişle Kilise-devlet arasındaki yetki ve yetke (otorite) gerilimini.
Devletin gücü ve yetkisi belli sınırlarla çizilmişken; Kilise (Vatikan), kendini vicdanlar üzerinde etkili, “sınır tanımaz” ve evrensel bir yapı olarak görür. “Evrensel” Kilise ve onun temsil ettiği vahiy ile doğal hukuktan kotarılan insan hakları arasındaki gerilim ve çatışma da gündeme gelir böylelikle. Hoşgörü ile hoşgörüsüzlük arasında gidip gelen insan ve toplumların yaşadığı kırılmalar da cabasıdır.

Eski Yunan ve Roma'da “egemenlik halktan kaynaklanır” görüşü yaygınken Hıristiyanlık, egemenliğin kaynağını Tanrı'ya verince onun buyruğu, diğer tüm buyrukların önüne geçer ve Kilise de bunu kullanarak etkinleşir. Hayatın tüm yönleri gibi hukuk da bundan etkilenir ve kaynağı “ilahi” hale getirilir. Dogmalar hem devlet yönetimine hem de topluma yön vermeye başlar. Bu arada Kilise zenginleşir, Batı'nın en varsıl toprak sahibi olur. Vergiden muhaf tutulur, Papalar serveti denetlemek için merkezi maliye teşkilatı kurar.

Krallar Papa'nın kutsamasına muhtaç olduğundan, çoğunlukla ordularını Roma'nın emrine verir; kutsanma da siyasi pazarlıkları doğurur. Geçici işbirlikleri dışında, Kilise-devlet yakınlığı, kralın düşmanlarının Papa'yla; Papa'nın düşmanlarının da kralla yoldaşlığa gitmesiyle sarsılır.
Papalığın gücünü arttırma isteği ile “dinsel tutkular” ve “Tanrı adına savaşmanın onuru”nun Haçlı Seferleri'ne kaynaklık ettiği söylenebilir. Ancak sonradan beliren gerçek, ticaret ve siyasettir.

Bunun dışında din, siyaset ve güç mücadelesi temelli iç savaşlar da Avrupa'nın bir dönemine damga vurur: İngiltere, Fransa, Almanya bunların en önde gelen örnekleridir. Dinin kılıf olarak kullanıldığı bu iç savaşlarda, çoğunlukla vergi ve para başat nedenlerdir. Bu özellikle, İngiltere'deki iç savaşta kendini gösterir. Sonraki dönemde hoşgörü, anlaşma ve uzlaşma gibi kavramlar etrafında din çatışmalarının önüne geçilmeye çabalanmışsa da, yirminci yüzyılda totaliter rejimlerin kuruluşunda din-siyaset birlikteliği yine su yüzüne çıkar.

Vatikan'ın üçüncü dünya ülkelerindeki etkinliği ve kapalı kapılar ardında kurguladığı dönüştürme tasarıları da unutulmamalı. Bu da, din ve siyasetin uygulamada birbirinden hiç ayrılmadığını; adaletin olmadığı yerde hoşgörünün de olamayacağını gösterir. Coşar'ın Din Savaşları adlı kitabı bu savla biterken, laikliğin nerede durduğu ve ne anlama geldiği de sorulabilir. İşte Laiklik Arayışları'nda Coşar, bunun yanıtına ilişkin bir tartışmaya girişir.

Katolik Kilisesi'nin (bugün de devam eden), din adamı olmayanlara laik deyişinden, Fransız Devrimi'yle gün ışığına çıkan insan haklarıyla beliren vicdan özgürlüğü ve kişinin vatandaş (veya yurttaş) olması esası, laik düşünceyi doğuran önemli etmenlerdir. İnsan haklarına dayalı ahlak anlayışı, kutsal kitapların sınırını çizdiği hakların yerini alınca laiklik de güçlenmeye başlar.

Bir anlamda Tanrı'nın egemenliği ve Kilise'nin uygulayıcılığı ile silikleşen kişi, insan hakları ve vicdan hürriyetiyle birey haline gelir. Devlet de, insan iradesinin ürünü olarak görülmeye başlar. Tanrı buyruğu yerine insan aklının öne çıkması, bu süreci rayına oturtur. Coşar'ın Laiklik Arayışları adlı kitabı, laikliğin tarihçesini sunarken iki örnekle konuyu genişletir. Bunlar Fransa ve İtalya'dır.

Fransa'da Devrim sonrası insan haklarının gelişimiyle bireyleşen kişi, vicdan hürriyetiyle laikliğin önemini kavrar. İtalya ise Vatikan nedeniyle Katolik Kilisesi'nin merkezi konumundadır, buradaki değişim daha sancılıdır. Hatta faşizmin öncüsü Mussolini, yirminci yüzyılda ideolojisini yaymak için Kilise'yle işbirliğine girişir. Bu da, Ortaçağ'ın kılık değiştirmiş haliyle geri dönüşü demektir bir bakıma.

Avrupa'da devletin dinsel ögelerden kurtulması ve laikliğin bir yaşam biçimine dönüştürülüp, bireyin bir özne olarak hayatını sürdürmesi için önemli hukuki ve sosyal düzenlemeler yapılmıştır. Ancak Coşar'a göre Kilise ve “din” otoriteleri bugün yine saldırganlaşıyor. Bireyi, elde ettiği haklarla koruyabilmenin yolu Coşar'a göre, hukuk devleti ve vicdan özgürlüğünü korumaktan geçiyor. Dolayısıyla laikliği de.

Din Savaşları/ Fatma Mansur Coşar/ Evrim Yayınevi/ 144 s.
Laiklik Arayışları/ Fatma Mansur Coşar/ Evrim Yayınevi/ 112 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 03.09.2009