28 Mayıs 2010 Cuma

DAİMA CESUR VE YENİ… (*)
ALİ BULUNMAZ


“İnsanının huzursuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Sorunlar, Şilili seçmenin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir.”
(Henry Kissinger, ABD Başkanı Nixon’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı ve daha sonra Dışişleri Bakanı)


11 Eylül 2001’de New York’ta yaşananlar, aynı güne denk düşen bir başka olayı örttü sanki. 1973’te, takvimler yine 11 Eylül’ü gösterdiğinde Şili, Salvador Allende’ye karşı girişilen ve taşeron Pinochet’yi 1990’a kadar iktidarda tutacak darbeye tanıklık etti.

ABD’nin, ateşi maşayla tuttuğu her darbede olduğu gibi ekonomik, siyasi ve sosyal gerekçelerin harmanlanıp birbiriyle maskelendiği hareketle bu kez de Şili’nin kaderi değiştiriliyordu.

Allende’nin, ABD şirketlerinin elinde olan bakır endüstrisini devletleştirmesi, kıtanın kuzeyinde büyük rahatsızlık uyandırmıştı. Hatta ABD Başkanı Nixon’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger’ın, 5 Kasım 1970 tarihli raporunda Şili’yle ilgili aynen şu ifade yer alıyordu: “Allende’nin iktidara gelmesi Güney Amerika’da başımıza gelen en büyük sorunlardan biri.”

Üç yıl sonra ülkeyi açık hava işkencehanesine çevirecek darbe, işte o günlerde tasarlanır. Amerikan gizli servisinin Şilili yandaşları, Allende’yi devirmek amacıyla ülkede o güne kadar görülmemiş yoğunlukta bir çalışma başlatır. 16 Ekim 1970 tarihli CIA raporu da bunun en açık göstergesidir.

Nihayet, 11 Eylül 1973 günü Şili ordusu, ABD’den aldığı emirle harekete geçer; Allende öldürülür, Pinochet’nin kanlı ve baskıcı rejimi egemenliğini kurar. Pek çok muhalif tutuklanır ve işkenceden geçirilir; bu da yetmez, hızını alamayan faşist rejim sosyalist görüşlü kimi muhalifleri tren raylarına bağlayıp uçak ve helikopterlerden okyanusa atar. O dönem Şili’de kaybedilen yüzlerce insana ne olduğu bugün bile bilinmiyor.

Böyle bir ortamda, Şili’deki kanlı günlerin direniş simgesi haline gelen bir isim dikkat çeker: Victor Jara. Darbeyi izleyen günlerde İngiltere’ye göç etmek zorunda kalan Joan Jara, eşi Victor’u, onun müziğe, tiyatroya, ülkesine ve mücadelesine duyduğu büyük aşkı anlattığı Victor Jara: Yarım Kalan Şarkı ile bu önemli insanı yeniden gündeme getiriyor.

VİCTOR’UN DEVRİMCİ KİŞİLİĞİ
Geçtiğimiz aylarda bir “sanat” dergisinde, “Şili’de moda” teması etrafında şekillenen bir yazı yayımlandı. Yazının sahibi, hemen başlangıçta “Bu ülkeden Pablo Neruda dışında hiçbir sanatçı tanımıyorum” diye bir cümle kurmuş. Bu bile bir mesafe aslında. O kişiden veya pek çok insandan, Pinochet’nin güdümlü darbesine hasta yatağında kalbi dayanmayan Neruda’dan başkasını tanımasını beklemek bile fazla galiba.

Ama Victor Jara’yı atlamak, en az Neruda’yı tanımamak kadar korkunç. Jara, tarihsel bir kişilik; Şili’nin simge isimlerinden. Eşi Joan’nın, Victor Jara: Yarım Kalan Şarkı kitabı, hem Victor’un hem de Şili’nin tarihine ışık tutuyor desek yanlış olmaz.

Sözü uzatmayalım, Joan Jara, Victor’u anlatmaya koyulduğunda, evlendiği ve yaşadığı ülkeden, doğduğu topraklara (İngiltere’ye) mülteci olarak dönmek zorunda kalmış bir isim. Şili’yle ve Victor’la tanışmak, aynı zamanda başka bir kültürle de yüzleşmek demek onun için. Ayrı ayrı; önce kendisinden sonra Victor’dan bahseden Joan, ardından kesişen yolu okura sunuyor.

Kitaptan anlaşılıyor ki, Victor’un devrimciliği ve insancıllığının kökeninde, çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının büyük yeri var. Özellikle babası sayesinde ilişki kurduğu tarım emekçileri ve annesinin ağır koşullarda çalışması, daha o günlerden itibaren Victor’un hayata bakışını belirleyen önemli noktalar.

Hayatında çok büyük bir yer kaplayan annesinin ölümünü izleyen zamanlarda papaz okulunda aradığı sevgi ve sonrasında (Victor’un öldürülüşünü düşününce bir kara mizaha dönüşen) gururla gerçekleştirdiği askerlik görevi…

1950’li yılların sonu ise hem Şili hem de Victor için önemli atılımlara sahne olur. Victor, tiyatro ve sosyalizmle tanışırken Şili, yasaklanan Komünist Parti ve Allende ismini günden güne daha çok duymaya başlar. Joan Jara bu döneme; Victor’un tiyatrodaki yükselişine dair, gelecek yıllarla kıyaslandığında yine kara mizah hatta trajikomik bir yan barındıran şöyle bir not düşer: “(…) Sınıfına, muhtemelen doğaçlama yetenekleri yüzünden bitirme sınavı olarak Peter Ustinov’un Dört Albay’ın Aşkı adlı oyunu verilmiş. Victor bu oyunda Rus albay rolündeydi ki, çok iyi oynadığını hatırlıyorum.” O zaman, öğretmeni ve bitirme sınavında jüri üyesi olan yakın gelecekteki eşinin, düşündüğü ve ardından yazdığı satırlar bunlar.

TİYATRO VE MÜZİK
Tiyatro, Victor’a 1960’ların hemen başında Küba’daki devrimin öncüleriyle tanışma (özellikle Che Guavera ile) ve ileride eşi olacak Joan’la yakınlaşma imkânı verir, elbette Şili’nin sosyalist önderleriyle de.

Joan Jara bir şey daha söylüyor buna ilişkin: “Tuhaf bir tesadüf eseri Victor, her ikisi de tiyatroya ilgi duyan Şili tiyatro sezonunun açılış gecesine davetli Salvador Allende ve eşi Hortensia Bussi ile Uruguay yolculuğunda tanıştı. Açılış gecesinin ardından yaptığı konuşmada Allende, Victor’un adını anmış ve yeni nesil yönetmenlerin en yeteneklilerinden olduğunu söylemişti (1964).”

Bu arada, Joan’nın aktardıkları, Victor’un tiyatro ile müziği buluşturduğunu; o günlerde dünyaya egemen olan müziğe karşı, folk tınılarına yöneldiğini ve birkaç arkadaşıyla “Yeni Şarkı” akımını başlattığına işaret ediyor. Buradaki amaç çok açık; ayakları Şili topraklarına (ve daha geniş anlatımla, kendi kültürüne) basan müzikler yapmak. Bu çabanın en yalın hali, Victor’un ağzından dökülen şu sözcüklerde gizli: “(…) Sadece barış aramam yüzünden hüzün ve mutlulukla gitarımın tellerine ve ağacına, yüreği yara gibi delen dizelere, hepimizi kendi içimize baktıracak ve dünyayı yeni gözlerle görmemizi sağlayacak sözlere sarılıyorum.”

Her şeyi; Victor’un yaşamını, sonuyla ilişkilendirmek ne kadar doğru bilinmez ama onun önsezisi, yazdıklarına ve eylemlerine siner. Joan’ın hatırlattığı pek çok şey bunu gösteriyor. Örneğin Che’nin öldürülmesinin ardından yazdığı şarkıdaki (“El Soldado”- Asker) şu sözler, bunun kanıtı sanki: “Asker, vurma beni/ vurma beni, ey Asker/ kim taktı göğsüne madalyaları/ kaç yaşama mal oldu bunlar/ titriyor elin biliyorum/ vurma beni/ kardeşinim ben.”

“VENCEREMOS”-KAZANACAĞIZ!
1970’e gelindiğinde, Şili’de seçim rüzgârları eser. Victor, Halk Birliği’nin adayı Allende’nin yanı başındadır. Allende’yi destekleyenlerin dilinde ise o çok bilinen; sözlerini Victor’un yazdığı, Sergio Ortega’nın bestelediği marş vardır: “Venceremos”- Kazanacağız!

Allende’nin zaferi, ülkede yeni bir perde açar. Özellikle Joan ve Victor’un çalışmaları hızlanır. Victor, Allende’nin başa geçişiyle beraber, çok daha fazla aranan, dinlenen ve dikkat çeken bir müzisyen haline gelir. Halkın mahallelerde, üniversite ve sosyal yaşamdaki örgütlülüğü artar. Kısacası, daha önce görülmeyen bir dayanışma ortamı oluşur. Çatlak sesler, Allende muhalifleri ve işbirlikçiler yok mudur? Elbette vardır ama zaman, onların zamanı değildir. Zaman, Victor’un, Joan’ın, Allende’nin, Corvalán’ın, Intı-Illimani’nin ve Patricio Castillo’nun zamanıdır şimdi.

Şili’deki bakır madenlerinin millileştirildiği 11 Eylül 1971 günü (iki yıl sonrasına kadar!) “Ulusal Onur Günü” ilan edilir. Bu olay, ülkedeki coşkuyu ikiye katlar. Joan’a göre, Ekim 1970-Eylül 1973 arası, Şili’nin yükseliş dönemidir. Kapsamlı reformlar, demokratik ortam ve dayanışma havası, hem Joan’ın hem de Victor’un yaratıcılığını arttırır. Kimi zaman muhalefet ve işbirlikçilerin gösterileri küçük endişeler yaratsa da, Allende taraftarları ve halk buna iki üç katı kalabalıklarla yanıt verir. 1973’teki seçim, Allende’yi bir kez daha ve önceki dönemden güçlü biçimde başkanlığa taşıyınca muhalefet, onu demokratik yollarla iktidardan indiremeyeceğini anlar.

Kapıda bekleyen tehlikeye karşı herkes sesini yükseltir; Victor, Neruda ve Allende bunların başını çeker. Victor, düzenlemesini Inti-Illimani ile yaptığı ve yükselen faşizme karşı direnişi anlattığı şarkıyı da o günlerde yazar: “Bir kez daha istiyorlar lekelemek/ ülkemi emekçi halkın kanıyla/ özgürlükten dem vurup/ ellerinde suç damgası taşıyanlar/ (…) yaşamak istiyorum ben/ çocuğum ve kardeşlerimle/ günden güne inşa ettiğimiz/ hepimizin yeni dünyasında/ korkutmaz tehditleriniz beni/ ey siz sefalet ustaları/ umut yıldızı devam edecek/ bizim olmaya/ (…) böyle duyulacak şairin sesi/ kalbim atmayı kesene dek/ halkın yolunda/ şimdi ve sonsuza kadar.”

1973’te, ağustosun son günlerinde yazdığı şarkı ise, hem Victor’u anlatır hem de Joan’a göre vasiyet niteliğindedir: “(…) Şarkı söylerim/ çünkü gitarımın hem aklı var hem duygusu/ topraktandır yüreği/ ve güvercin kanatlıdır/ (…) gitarım zenginler için değil/ (…) şarkım merdivenidir/ yıldızlara ulaşmaya kurduğumuz/ (…) şarkım bu daracık ülke için/ toprağın ta derinlerinde/ orada dinlenir her şey/ ve orada başlar/ cesur şarkı dediğin/ hep yeni kalacaktır.”

“Marksizm kanserini yok etme” amacıyla düzenlenen darbe gerçekleştiğinde, günlerden 11 Eylül’dü. Ulusal Onur Günü, tarihin en kanlı anlarından birine ve etkisi on yıllar sürecek faşizme tanıklık ediyordu. Yıllarca konser verdiği ve şenliklere katıldığı; darbe sonrası “toplama kampı” diye anılan ve ileriki yıllarda Victor Jara’nın adının verildiği Ulusal Şili Stadyumu (Estadio Nacional de Chile), Victor’un öldürüldüğü yerdir. Ama düzenlenen darbenin korkunçluğunu simgelercesine, Victor’un 23 Eylül 1932 olan doğum gününün karşısına kesin bir ölüm (ya da öldürüm) tarihi yazılamaz.

Fakat stadyumda, Victor’la beraber tutuklu bulunan ve hayatta kalmayı başaran birkaç kişinin ezberleyerek dünyaya duyurduğu “Beş Bin Kişiyiz” adlı şiir, faşizme başkaldırının simgesi olarak pek çok yere kazınır.

İsmi, Şili ve dünya tarihine gururla yazılmış insanlar: Salvador Allende, Luis Corvalán, Pablo Neruda ve kitabın kahramanı Victor Jara… Joan Jara, Victor’u anlatırken onlara ve faşist darbe sonrası kaybolan ve katledilen, adı geçen ya da geçmeyen herkese bir saygı duruşunda bulunuyor.

Öldürülüşünden çok mücadelesi, ortaya koydukları ve dünyaya bıraktığı mirasla; çocuğu, şarkıları, şiirleri, öğrencileri, kişiliği, duruşu ve insancıllığıyla hatırlanması gereken Victor Jara… Joan Jara onu, anar ve anlatırken Victor’un hayatta olsun veya olmasın tüm devrimci dostlarına ve insancıllıkla yoğrulan; insan ve yaşamdan yana herkese selam gönderiyor aslında. Bir daha hiçbir güzel şey yarım kalmasın diye…


BEŞ BİN KİŞİYİZ

Beş bin kişiyiz burada
Bu ufacık yerinde kentin.
Beş bin kişiyiz.
Kim bilir kaç kişiyiz daha
Kentlerde ve ülkede?
Burada yapayalnız
On bin el, tohum eken
Ve fabrikaları çalıştıran.
İnsanlığın ne kadarı
Açlıkla, korkuyla, panikle, acıyla
Ahlâki baskıyla, terörle ve çılgınlıkla
Yüz yüze?
Altımız yitip gitti
Yıldızlı göğe gidercesine.
Biri öldü, bir diğeri dövüldü, aklıma
Gelmezdi bir insanın böyle dövülebileceği.
Diğer dördü bitirmek istedi yaşadıkları dehşeti
Biri hiçliğe attı kendisini
Bir başkası kafasını duvarlara vura vura
Ama ölüm hepsinin bakışlarında.
Ne dehşettir bu faşizmin yüzünün yarattığı!
Planlarını bıçak keskinliğinde yürütüyorlar.
Hiçbir şey umurlarında değil.
Onlar için kan demek madalya demek,
Kıyımsa kahramanlık.
Ah, Tanrım, bu mudur yarattığın dünya
Yedi günlük mucize ve emeğin sonunda?
Bu dört duvar arasında sadece tek numara var
Ki o da ilerlemiyor
Ki o da yavaşça daha fazla ölüm istiyor.
Ama birden uyanıyor vicdanım
Ve görüyorum ki bu akışın yüreği atmıyor
Tek atan makinelerin nabzı
Ve askerlerin ebe yüzlerini gösterişi
Tatlılıkla yüklü.
Haykırsın Meksika, Küba ve
Dünyanın kalanı bu vahşete karşı!
On bin eliz biz burada
Hiçbir şey üretemeyen.
Kaç kişiyiz ülkede?
Başkanımızın, yoldaşımızın kanı
Bombalardan ve makinelilerden daha sert vuracak!
Bizim ilk darbemiz de yeniden!

Ne zor şarkı söylemek
Dehşetin şarkısını söylemek zorunda kalınca.
Yaşadığım dehşetin
Ölmeye durduğum dehşetin.
Görmek kendimi bunca insanın ve
Bunca sonsuzluk anının arasında
Sessizlik ve çığlıkların
Şarkımın sonunu getirdiği.
Gördüğümü daha önce hiç görmemiştim
Önce ve şimdi hissettiklerim
Doğurtacak anı…

Estadio Nacional de Chile, Eylül 1973.


Victor Jara: Yarım Kalan Şarkı/ Joan Jara/ Çeviren: Algan Sezgintüredi/ Versus Kitap/ 310 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 27.05.2010

21 Mayıs 2010 Cuma

DÜNYADA BİR YABANCI (*)
ALİ BULUNMAZ

De Niro’nun Oyunu’nun yazarı Rawi Hage Lübnan doğumlu. Aynı zamanda iç savaşın birebir tanığı. 1992’de Kanada’ya göç edene dek ülkesindeki karmaşık ve gergin ortamı gözlemlemiş. Yazarlığının yanı sıra, görsel sanatlarla ilgilenen, küratörlük yapan öte taraftan, siyaset eleştirmeni olan tam bir entelektüel.

Yazıları Macelan’s, The Toronto Review, Fuse, Jouvert, Montreal Serai ve Al-Jaddid gibi gazete ve dergilerde yayımlanan Hage, ilk romanı De Niro’nun Oyunu’yla 2008 Uluslararası Dublin IMPAC Ödülü’nü de kazandı.

FARKLI YOLLARA KAYAN DOSTLUK
De Niro’nun Oyunu
, Lübnan’daki iç savaşın izlerini fazlasıyla taşıyan ve bu savaş çevresinde iki arkadaşın hayatından kesitleri ele alan bir roman. Konu savaş, hem de Ortadoğu’da bir savaş olunca, girizgâhı şu soruyla yapmanın sakıncası yok: Savaş bir oyun mu? Evet, kimilerinin masa başındaki oyunu. Ama sahaya inince gerçeklerle yüzleşiyorsunuz. De Niro’nun Oyunu’nda, hem bu gerçekler hem de Hage’in kurguladığı hikâye birbirini tamamlayarak yol alıyor.

Hage, kitabı üçlü sacayağı üzerine oturtmuş. Buna göre, yapıtın bölümlenmesi Roma, Beyrut ve Paris şeklinde. Kitabın başlarında, genel havayı yansıtan; George ve Bassam’ı başka kutuplara sürükleyen savaş sahneleri anlatıma hâkim. “Bombalar yağıyordu” ifadesi, hem savaşın kendisini hem de ona duyulan öfkeyi resmediyor. Bir yandan savaşla yoğrulan günlük hayatın devam etmesi gerek, bir yandan da insanların ayakta kalması…

Bunun bir yolu durup savaşmak, diğeri ise gitmek; işte Bassam bu çelişkiyi yaşıyor: “Dudaklarıma on bin sigara değdi, kırmızı gırtlağımdan bir milyon yudum Türk kahvesi aktı. Nebile’yi, poker makinelerini, Roma’yı düşündüm. Burayı terk etmeye kararlıydım (…) Mutfak sessizdi; annemin radyosu uzaklardaydı, gömüldüğü sığınakta sıçanları ve kalabalık aileleri eğlendirmekteydi. Bombalar yağınca sığınak bir eve, şekerden yapılma bir şatoya, çocukların oyun kampına, bir türbeye, bir mutfağa, kahvehaneye, ocaklı, sünger şilteli ve bol oyunlu, karanlık, samimi, küçük bir mekâna dönüşüyordu. Fakat havasız, boğucuydu; açık havada ölmeyi yeğlerim.”

Lübnan’da yaşanan iç savaş, “oyun” diye adlandırılabilir; diğer yandan, aynı George’un oynamayı sevdiği gibi bir kumar da. Çatışmalarla harabeye dönen ve herkes uykuya daldığında en güvenli saatlerini yaşayan ülkede, yaşamla ölüm arasında oynanana pek benzemese de, savaş bir kumar. Masanın bir tarafında, “De Niro” lakaplı George’a katılması teklif edilen Hıristiyan milisler bulunuyor. George’un kafasında ise bir tek şey var: Sahip olduğu kumarhaneyi bırakmamak. Mekân aracığıyla vurgun yapıp, ondan sonra ülkeden ayrılmak. Romanda adı geçen Profesör Semir’in de dediği gibi “saygıyı yok eden bir savaş” bu. ABD’nin, petrol uğruna ateşlediği, bölgeyi karıştırıp saygıyı ayaklar altına aldığı bir savaş…

George’un, poker makinelerindeki hilelerle elde ettiği kazançtan milisler de yararlanmak ister. Bu, tüm planları bozacak bir gelişmedir. Üstelik George’un aklı milislerdedir. Bassam ile aralarında geçen konuşma, hemen her şeyin iç yüzünü açıklıyor: “Kumarhaneyi bırakıyorum, dedi George (…) Neden bırakıyorsun? Ebu-Nahra birkaç iş yapmamı istedi. Ne tür bir iş? Yakında eğitim almak üzere İsrail’e gidiyorum. Milis güçleri, güneydeki Yahudilerle işbirliğine giriyor (…) Hayır Bassam; biz bu savaşta yalnızız, insanlarımız her gün katlediliyor (…) Yurdumuzu kurtarmak için şeytanla ortak olacağız.”

HATIRLANACAK BİR YAŞAM…
Bu sırada saldırılar sürer; iki arkadaş, geleceklerini tartışadursun, Bassam’ın annesini kaybetmesi, hem pek çok şeyi yeniden hatırlamasını sağlar hem de ileriki günleri şekillendirir. Hage, Bassam’ı ve George’u anlatırken, Lübnan’ın geçmişine de giriyor; iktidarın, sokakların ve zenginliğin nasıl el değiştirdiğini Mösyö Laurent’ın ağzından sorguluyor.

Laurent’ın öldürülüşü, Bassam’ın bu yüzden suçlanması, tutukluluk, işkence; bu arada süren işgal, işbirliği… Hemen hepsi, Hage’in savaş penceresinden birer küçük manzara. Çivisi çıkmış bir ülke ve kent; o ülkede ve kentte yaşamaya çalışan, oradan kaçmak için fırsat kollayan insanlar.

Bassam’ın kaçışa yeltenmesi de bundan farklı değil. Lübnan’dan ayrılıp Fransa’ya yollanacak gemiyi gözlemesi, onun kaçış öyküsünün başlangıcına işaret ediyor. George’un anlattıkları ise sayılarla birleşince, her şey çok daha korkunç hale gelir Bassam için: “On bin, belki daha fazla (…) Çocuklar, kadınlar; eşeği bile vurduk.”

Bassam’ın annesini, babasını, Rana’yı; ülkesinde iyi ve güzel olan ne varsa hepsini kaybetmesi, ayrılışını hızlandırır. İçindeki öfke, mutsuzluk ve burukluk, bindiği gemide, her an kendisinden uzaklaşan ülkesine dair “orada benim için hiçbir şey kalmadı” dedirtir. Artık Marsilya, Bassam için yeni bir hayatın ilk basamağıdır. Sonrası ise Paris. George’un babasının Fransa’daki eşi ve kızıyla tanışma; yeni hayatındaki, yeni insanlar…

Bu noktada söz dönüp dolaşıp George’a geliyor. Bassam’la George’un çocukluk hatıralarına, okul anıları ve eski Lübnan’a dek uzanan geçmişin izleri tekrar canlanıyor. Bassam her ne kadar etrafında birileri bulunsa da, Paris’te bir yabancı. Tıpkı, o günlerde okumaya başladığı Camus’nün Yabancı’sındaki Meursault gibi.

Hage’in, romanda Bassam ile Meursault arasında bir benzerlik ya da bağ kurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bassam’ın tedirginliği, yalnızlığı ve sorgulamaları, Meursault’yu andırıyor. Annesi savaşta ölmüş bir adamın hapisliği ve ülkesinden uzakta olması, gönüllü sürgünlük bir bakıma.
Bu gönüllü sürgünlük, Bassam’ın annesinin ölüm ve cenaze günüyle ilgili anılarını da harekete geçirir; evdeki kalabalık, kadınlar, erkekler, telâşe, ağıtlar… Ne zaman ölmüştür annesi? Yabancı’nın ilk cümlesi, bu anılar aklına geldikçe onu tetikte tutmaya devam eder: “Bugün annem ölmüş. Yoksa dün mü; emin değilim.”

Beyrut, Paris ya da Roma: Bassam’ın geçmişi; yok olan veya yeniden “düzenlenen” kent, babası, annesi, George; hepsi onu kovalar. Milislerin öldürdüğü insanların ve George’un kanı hep zihnindedir. Hiçbir kent veya tanıştığı hiçbir insan bunu silemez. Onun istediği, hatırlayacağı bir yaşamdır ama “De Niro” George’un oyunu, kendi yaptıkları ve ülkesinde olup bitenler hatırlamaktan hoşlanmayacağı bir yaşam bırakır ona.

Hage, kitabında 1980’li yıllardaki karmaşık Lübnan’ın adeta fotoğrafını çekmiş. Anlatım gerçekçi ve neredeyse sırıtan hiçbir öge yok. Satırlar arasındayken, savaş alanlarında, Beyrut ardından da Paris sokaklarında ve insan ilişkilerinin tam orta yerinde geziniyorsunuz. Bunun yanında, Bassam ve George’un, kimi zaman yakın kimi zaman da uzak arkadaşlığı etrafında şekillenen hikâye, Hage’in kurgusunun sağlamlığını gösteriyor.

Rawi Hage ile kahramanlarından ve romanın anlatıcısı Bassam arasında benzerlikler yakalamak da mümkün: Hage de, Bassam gibi Lübnan’daki iç savaşa tanıklık ediyor ve arkasından başka bir ülkeye göçüyor.

Hage, De Niro’nun Oyunu’nda, Bassam ve George karakterleri, onların yaşamı, arkadaşlığı ve Lübnan’da yaşanan iç savaş sonrasında dostluklarının tekrar şekillenmesi üzerinden bir var oluş hikâyesi koymuş ortaya. Hikâyeyi sürükleyici kılan çelişki, hesaplaşma ve hatırlama türünden duygular. George ve Bassam ile etrafındakilerin yaşadığı bu duygular, romanı okuyanlarda gerçeklerden kopmama ve Hage’in yarattığı kurgusal ortama kolayca girme gibi bir etki yapıyor.

Pek çok insan gibi, Bassam ve George’un yaşamı da, bu savaş ve çatışma arasındaki olaylarla savrulup, eskisine benzemeyecek biçimde değişiyor. George’un saptığı alengirli yola karşın, Bassam’ın çığlığı, savaşın sessizliğine karşı bir isyan gibi. Hage, bu çığlığı; Bassam’ın (De Niro’nun Oyunu’ndaki oradan oraya sürüklenen yabancının), trajediyi sorgulayışını öne çıkarıyor romanda.

De Niro’nun Oyunu/ Rawi Hage/ Çeviren: Püren Özgüren/ Everest Yayınları/ 252 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 20.05.2010

14 Mayıs 2010 Cuma

SENG-İ SEBURA İTİRAFLAR (*)
ALİ BULUNMAZ

Simone de Beauvoir’ın dünyaya ve kadınlara armağan ettiği en güzel sözlerden biri “Kadın doğulmaz, kadın olunur”du. Buna, bir belirleme, başkaldırı ya da ayırımcılığa karşı bir isyan bayrağı demek de mümkün.

Savaşın sürdüğü bir coğrafyada aşağılanan, insanlıktan çıkarılan ve asıl olarak kimliksizleştirilen kadınların kaçı bu söze sığınabiliyor? Hayatta kalma mücadelesi, her şeyin epey önüne geçmişken, bunu düşünmeye zaman yok belki de. Düşünmeli, o ayrı konu. Atiq Rahimi’nin Sabır Taşı da, savaş ortamında; sıradanlaşan çatışmalar arasında, şiddet ve vahşetin kıskacındaki kadınlardan birinin çığlığını anlatıyor.

Rahimi kitabını, gerçek bir olaya; kocası tarafından öldürülen bir Afgan kadın şaire adıyor. Bir anlamda şiddet gören, birey olarak algılanmayan ve öldürülen tüm kadınlara ağıt ve anılarına armağan niteliğinde Sabır Taşı. “Afganistan ya da başka yerlerde” ifadesi bunun göstergesi.

BEDENİ BOŞLUKTA BİR ADAM
Bir kadın, bilinçsiz yatan kocasının başında, elinde tespih; tam on altı günün ardından yekten isyan bayrağını açmış, gözlerini adama dikip öfkeyle karışık sesleniyor: “Nefes alabiliyorsan, nefesini tutabilirsin de (…) Nefesini tutsana (…) Yalnızca tek bir kez nefesini tut.”

Rahimi’nin deyişiyle, “bedeni boşlukta” bir adama fırlatılan bir çağrı bu. Adamın suskunluğu, kadını daha çok sinirlendiriyor. Öfke belli bir süre sonra itiraflarla buluşuyor. Yüzünü bile görmeden, yalnızca ismiyle nişanlandığı adamla evliliği, ilk gecesi, sonrası; mutsuz ve korku dolu bir birlikteliği anlatan, kirlenen ve kirletilen hayatları konu alan doludizgin itiraflar. Karşı tarafın tepki veremediği, duyduğu ama anlamlandıramadığı bir monolog sürüp gidiyor.

Tüm hınç ve öfkesine rağmen kadın, kocasının başında; bakımı için ne gerekiyorsa yapıyor, çocuklarına da bunu öğütlüyor, “Babanızı rahatsız etmeyin” diye uyarıda bulunuyor. Ama bu, zoraki bir gülümseme gibi. Gizli kalan ne varsa, yerde yarı ölü biçiminde yatan adamın yüzüne vuruluyor: “Beni asla dinlemedin (…) On yılı aşkın bir süredir evli olsak da birlikte iki üç yıl yaşadık.” O cümlelerin ardından, pişmanlığı anlatan ve belki de hayatını kelimelerden daha iyi ifade eden o zoraki gülümseme geliyor.

“Özgürlük” için savaşan bir “kahraman”la nişanlanan ve damadın olmadığı bir törenle başlayan evliliğinin çok büyük bir bölümünü yalnız geçiren kadının yüzündeki gülümsemenin altında yatan da bu ya da belki şu cümlede gizli her şey: “Evliliğimizin üzerinden on yıl geçti ve yalnızca üç haftadan beri bir şeyleri seninle paylaşabiliyorum (…) Şimdi seninle her şeyi yapabilirim.”

Kadını asıl olarak rahatlatan duygu bu. Çünkü tepki görmeden, içinden geldiği gibi o güne kadar neyi bastırmışsa sıralıyor. Böyle yarım bir özgürlük, biriktirdiği hırsla bütünleşip kelimelerine yansıyor. Dışarıdan bakınca bir delilik hali, çünkü ne de olsa kadın adeta kendisiyle konuşuyor. Rahimi, bu monologla, kadının yaşadıklarının kıyılarına getiriyor okuru.

Kadın sabırla anlatıyor; Rahimi, kadının ağzından son noktaya kadar bekleyen ama ardından sökün eden, önünde durulamayan taşma halini resmeden ve kitabın ağırlık merkezi olan şu sözleri aktarıyor: “Önüne koyup, tüm bahtsızlıklarını tüm kederlerini, tüm acılarını, tüm sefaletlerini yana yakıla anlattığın… Yüreğinde gizleyip başkalarına açmaya cesaret edemediğin tüm sırlarını paylaştığın o taşı bilirsin (…) Onunla konuşuyor, konuşuyorsun ve taş seni dinliyor, tüm sözcüklerini, tüm sırlarını sünger gibi emiyor ama günün birinde çatlayıveriyor. Paramparça oluyor (…) ve o gün tüm acılarından, tüm dertlerinden kurtuluyorsun.”

BİR TÜR “DİN”
Kocasını “seng-i sabur”, yani sabır taşı haline getiriyor. Hayatını cehenneme çeviren adam, onun ihtiyacı olan; kendisini ferahlatacak en değerli şeye “sabır taşı”na dönüşüyor. Kocasından hem intikam alır hem de ona itiraflarda bulunurken, kendisine güç veren en büyük şey, adamın o anlardaki zararsızlığı. Onunla, karşılıklı gibi görünen ama gerçekte tek taraflı bir anlaşma yapıyor: “Benim sırlarıma saygı göstereceksin ve ben de senin bedenine.”

Kadın, bundan böyle peşini hiç bırakmayacağına inandığı sırlar verdiğini düşündüğünden, kendini kocasına daha önce hiç olmadığı kadar yakın hissediyor. Konuştukları, duydukları, paylaştığı sırlar ve bütün olup bitenler karşısında “ilişkilerini” bir “din”; “kendilerine özgü bir din” şeklinde adlandırıyor.

Peki, bu “din”, yerde kaskatı yatan adamı eski haline getirmeye yetecek mi? Sabır taşı çatlayacak mı? Kadın, acılarından, kendini rahatsız eden her şeyden kurtulabilecek mi? Şöyle: Acının kalbine saplanan hançer, bir anda her şeyi çözüyor; soğuk, katı ve kıpırtısız duran ne varsa hareketleniyor. Sanki bir rüya biterken bir yenisi gözlerini açıyor.

Rahimi’nin Sabır Taşı’nda anlattıkları, kitabın adına tam denk geliyor. Bir kadının korkuları ve sıkıntıları, bunları kendine bile açmaması ve dolayısıyla yalnızlığı, tüm hikâyeyi kaplıyor. Bunlardan kurtulmak için seçtiği yöntem ise hepsinden önemli: Korktuğu, tiksindiği ve kendisini yerle bir eden her şeyi, onları yaratan kişinin suratına çarpıyor. Böylelikle anlatılan bir kaçış ya da üstünü örtme öyküsü olmaktan uzaklaşıp, olan bitenin üstüne giderek onu sonsuza dek yok etme hikâyesine dönüşüyor.

Sabır Taşı/ Atiq Rahimi/ Çeviren: Volkan Yalçıntoklu/ Can Yayınları/ 104 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 13.05.2010



7 Mayıs 2010 Cuma

BU BİR ANMA YAZISI DEĞİLDİR (*)
ALİ BULUNMAZ

Atilla Keskin, Deniz Gezmiş’in en yakın arkadaşlarından. Aynı şekilde Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın da. Beraber yargılandıkları davada üç arkadaşının idam edilmesinin ardından yıllar geçti. Keskin, göçtüğü Almanya’dan Gezmiş’i anlattı; o yılları, Türkiye’nin umutlu zamanlarını, davaları ve hapisliği…

Herkesin Bir Deniz Gezmiş Öyküsü Vardır kitabıyla bizdeki Deniz’i kendisininkiyle karşılaştırıyor. Ama başlangıç ilginç: “Efsanelere ve efsane yaratmaya meraklıdır halkımız.” Sonra da unutmaya, diyebilir miyiz?

Bugün Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı hatırı sayılır bir kitle tanıyor, tamam. Ama bir o kadarı da unuttu veya hiç tanımadı. Mücadelelerinden bihaber büyüdü. Bazıları da suçu 12 Eylül’e atıp işin içinden sıyrıldı. Keskin’in söylediği “efsanelere” sığınıp gerçekleri göz ardı etti. “Olur böyle şeyler” dememek gerek. “Tehlike” geçip gittikten sonra, Deniz Gezmiş’i ağızlarına dolayanlar da dikkatle izlenmeli bugün. Onu, arkadaşlarını ve mücadelesini kavrayıp kavrayamadıkları sorgulanmalı.

Keskin, kitabına “efsane” Deniz Gezmiş öyküleriyle giriyor. Aslında hepsi, neye nasıl inanıldığını; palavraların nasıl “gerçek” kılındığını gösteren trajikomik hikâyeler. Sonra Keskin’den bir Gezmiş öyküsü; onun, idam yolundaki şakalarını, yaşanan çarpıklıkları kendi üslubuyla yorumlayışını anlatan gerçek bir öykü. Eğip bükmeden ve bir şey katmadan aktarılan bir hikâye.

Ardından iki uzun bölüm var kitapta: “Aykırı Öyküler” ve “Federal Almanya’dan İnsan Manzaraları.” “Aykırı Öyküler”de, Keskin’in anlattıkları, en az ilk bölümdeki kadar trajikomik. Buradaki fark, 12 Eylül döneminden; darbe sonrası yaşananlardan gerçek, bazen güldüren bazen iç sıkıntısı yaratıp düşündüren hikâyeler olması. Hemen herkesin “Benim de buna benzer anılarım var” diyebileceği türden yaşanmışlıklar bulunuyor kitapta.

Ne de olsa tüm bunlar bir Türkiye gerçeği. O anıları izleyen dönüşüm, değişim ve “yükselen değerler” dönemi. Keskin’e “globalleş” öğüdünde bulunan eski “yoldaş”lar. Bu öğüdü “hayat felsefesi” haline getirenler mi dersiniz yoksa Nazım Hikmet’in Şiirinde Mozart’ın Etkilerini Araştırma Vakfı (NHSMEA) üyesi “araştırmacı-şair-yazarlar” mı?!. Tam bir cümbüş anlayacağınız.

Kitabın son bölümü, “Federal Almanya’dan İnsan Manzaraları” ise Keskin’in bu kez Almanya’dan aktardığı öykülere ayrılmış. Burada da Almanya’ya göçmüş Türklerin uyumsuzluğu ve orada yaratılan “Küçük Türkiye” başrolde. Özellikle en sondaki kısacık estetik-türban öyküsü evlere şenlik.

Atilla Keskin’in üç bölümden oluşan kitabını, kim ne derse desin, ilk bölüm; yani Deniz Gezmiş’le ilgili anlatılar sürüklüyor. Kitaba ismini veren bu öyküler, yalnızca anı değil; anlatma ve anlama çabası çoğunlukla. Efsanelere karşı gerçek Deniz Gezmiş… Böyle bir kitap için kaleme alınan da bir anma değil dolayısıyla; anlama ve anlatılanı anlatma yazısı.

Herkesin Bir Deniz Gezmiş Öyküsü Vardır/ Atilla Keskin/ Tekin Yayınevi/ 152 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 06.05.2010