15 Eylül 2011 Perşembe

OKYANUSUN ORTASINDA (*)
ALİ BULUNMAZ

F. Scott Fitzgerald deyince Amerikan edebiyatında “Caz Çağı”nın öncüsü bir yazar geliyordur akıllara. Çünkü Caz Çağı Öyküleri, bu anlamda kült ve kurucu bir kitap. Ama Minessotalı Fitzgerald’ı üne kavuşturan Cennetin Bu Yakası (The Side of Paradise) romanı. Sonra Muhteşem Gatsby, Geceler Güzeldir ve Son Patron gelir.

Fitzgerald hayatı boyunca, daha doğrusu edebi yolculuğunda, yüksek sosyetenin kepazeliklerini gözlemleyip Amerikan idealini, geniş ailelerin çocuklarının sınır tanımaz bencillikleriyle karşılaştırır. Bunların yanı sıra, iki savaş arasında beliren “Yitik Kuşak”ın dramını da anlatır.

Fitzgerald’ın ele avuca sığmaz kitabı Muhteşem Gatsby’deki Jay Gatsby karakterinin, Fitzgerald’la benzer yanları bulunduğu da gözden kaçırmamalı. Gatsby, gençlik aşkı Daisy Fay’in dikkatini yeniden çekebilmek adına kendi başarısını fazlasıyla abartır. Bu durum Gatsby’i, masumları harcayan kokuşmuş bir toplum ya da grubun züppeliğiyle yüzleştirir. Kahramanımız, zenginliğin, Amerikan idealizmini ya da rüyasını tek başına taşıyamayacağını kavrayan bir kişi olarak karşımıza çıkar.

Kısa yaşamına üç aşağı beş yukarı benzer ama vurucu temalı romanlar sıkıştıran Fitzgerald’ın, pek dikkat çekmese veya romanları kadar ses getirmese de ıskalanmaması gereken bazı öyküleri var. Bunlardan biri Kıyıdan Uzakta.

İKİ ASİNİN YOLCULUĞU
Fitzgerald’ın yaşadığı dönem dikkate alındığında “Amerikan rüyası” başta olmak üzere, o zamanın “yükselen” pek çok “değerine” karşı çıktığı biliniyor. Kısacası uyumsuz bir yazar. Romanlarında bu uyumsuzluğu fazlasıyla hissettiren Fitzgerald’ın öyküleri de aynı izleri taşıyor Kıyıdan Uzakta da bunlardan; güzeller güzeli ve ailesiyle çatışma halindeki Ardita’nın hikâyesi.

Fitzgerald, öykünün öznesi Ardita’yı hayli ayrıntılı şekilde anlatıyor: “Ardita çok bencildi (…) bencilliğini asla sorgulamıyordu, bu durumu tam bir doğallık içinde, cazibesinden hiçbir şey kaybetmeden sürdürüyordu. Daha on dokuzunda olmasına rağmen erken büyümüş olgun bir çocuk izlenimi uyandırıyordu; gençliğinin ve güzelliğinin ışığında tanıdığı herkes, ruhunun dalgalarında sürüklenen ağaç dallarıydı sanki. Başka bencillerle de karşılaşmıştı -ona göre bencil olmayan insanlar bencil insanlardan daha sıkıcıydı- ama onlardan, henüz alt edemediği, ayaklarına getiremediği biri olmamıştı.”

Tekne gezisi sırasında rastladıkları ve teknelerini ele geçiren “korsana” karşı konulamaz bir hayranlık duymaya başlayan ve onca züppeliğine rağmen, aslında o korsanın gerçekten asi ruhuna sahip olmak istediğini anlayan bir kız dikilir önümüzde.

“Korsan” Carlyle’ın da “Yitik Kuşak” temsilcilerinden bir olduğunu (en azından romanın sonuna dek Fitzgerald’ın bize böyle tanıttığını), anlattığı hayat hikâyesinden anlıyoruz. Aslen müzisyen ama hem büyük kentin şaşaası hem de savaş, tüm yaşamını altüst etmiş.

Ardite ise elinin altındaki tüm imkânlara rağmen hep bir şeyler arayıp duruyor. Carlyle ile Ardita’yı birleştiren, asiliğin yanında arayış. Öykünün ve tekne yolculuğunun yelkenlerini, bu saf mutluluk arayışı şişiriyor.

Bu arada Ardita’nın kendini “savrulan”, “ne istediğini tam bilmeyen” ve “her istediğinin hemen gerçekleşmesini bekleyen” biri biçiminde tanımlaması; yani, itiraflarda bulunması ilginç.

MUTLULUK VE YALANLAR…
Ardita’nın “korsan”la denize açılması ve tanımadığı birine hayatını açması, tek kelimeyle ifade edilebilir, o da cesaret. Zaten kendisi de hayatının esas ilkesinin bu olduğunu söylüyor: “Benim için cesaret inançtır, sonsuz dirence duyduğum inanç; hazzı, umudu, doğallığı geri getirecek inanç.”

Fitzgerald’ın hikâyede, gerçeklerle yalanları birbirine karıştırdığını, bu tekniği kullanarak okura kimi sürprizler hazırladığını (buna okuru ters köşeye yatırma da denebilir) söylemeli. Öykünün sonunda hayal kırıklığı ve doğrular, mutluluk ve yalanlar arasında tuhaf bir bağ ortaya çıkıyor. Carlyle’ın kim olduğu, Ardita’nın ne istediği ve neyle karşılaştığı, Fitzgerald’ın genel anlatım biçimiyle koşutluk gösteriyor.

Öyküde hepi topu iki doğru olması (Carlyle’ın ya da artık her kimse, Ardita’yı sevmesi ve yanındaki çantalarda taşıdığı çamur), anlatılanları sonunda daha da ilgi çekici kılıyor. Dikkatini yoğunlaştıran okur, gerçeklerin farkına önceden varabilir elbette.

Fitzgerald’ın Kıyıdan Uzakta’sı, alt metinleri olan kısa ama yoğun bir öykü. Çabucak bitiveren yolculuk, Ardita’nın özlemlerini, cesaretini ve kendini tanıyışını; “korsan” Carlyle’da kendini buluşunu ustaca işliyor. Bir bakıma Fitzgerald, roman ve öykülerindeki o buğulu havanın ötesine geçip okyanusun uçsuz bucaksızlığında yaşama sevincinin rüzgârını estiriyor.

Kıyıdan Uzakta/ F. Scott Fitzgerald/ Çeviren: Nazire Ersöz/ Kavis Kitap/ 70 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.09.2011

9 Eylül 2011 Cuma

NEDEN OLMASIN YENİ BİR ÖYKÜCÜ? (*)
ALİ BULUNMAZ

İlk kitaplar her zaman riskli: Ya duvara tosluyorsunuz ya da yüksekten başlayıp devamında onu aşmaya uğraşıyorsunuz. Zar atmak gibi bir şey. Üstelik böyle bir durumda ünlenmiş yazarların çokça yararlandığı “ne yazarsa yazsın, gider” türünden olanaklara da sahip değilsiniz.

Sinan Sülün, Karahindiba’yla yazın dünyasının kitaplı isimleri arasındaki yerini aldı. Biraz geriye çekilip hikâyelere bakınca Sülün, günlük olayların kahramanlar üzerinde bıraktığı etkiden ve olup bitene yaklaşımlar babında kişilik çözümlemelerine girmeyi deniyor. Bunu yaparken öykülerinde bazı ayrıntıları anlamayı okura bırakması gerektiği zamanlarda, hemen her şeyi toparlamaya koyulması yorucu ve uzun betimlemelere de yol açıyor.

Kitaptaki üç öyküde kimi ortaklıklar bulmak mümkün: Örneğin halinden memnun olmama durumu. Bir başkası, ki bu daha belirgin, işsizlik ya da çalışma (ve çalışamama) hayatı üzerine eğilme. İkincisinin devreye girdiği anlarda Sülün’ün kendince yaratmaya çabaladığı mizahi dil de nefes alıp veriyor.

Öyküleri tek tek anlatmaya gerek yok ama lokomotif elbette “Karahindiba.” İlk ikisinden sonra okurun gözünü açıp onu silkeleyebilecek nitelikte. Sülün’ün az önce bahsi geçen mizahi dili, burada daha özenli ve özgün kotardığını görebiliriz. Öykü kitabın tamamında olduğu gibi bir yaşam eleştirisi. Etrafımızda gördüğümüz ya da görmediğimiz tipleri tiye alan bir yapısı var. Burada, iğneyi ilk kitabıyla adım attığı edebiyat cemaatine batırmayı da ihmal etmiyor.
Sülün’ün genel olarak tüm öykülerde ama özellikle “Karahindiba”da, hangi alanda yer alırsa alsın “pazarlamacı” kişiliklere geçirişine rastlıyoruz. Tabii bu arada ortalığı hafif bir kaybetmişlik kokusu sarıyor. Hem acı hem de tatlı olanı aynı anda ağza atmak gibi bir şey bu.

Sıkıcı hayatların, birkaç uzun betimleme ve ayrıntı bolluğu dışında, ilginç ve eğlenceli (buna kara mizahla dolu da denebilir) tasvirine girişmiş yazar. Kıstırıldığının ayırdında olan ya da olmayan, yanımızdan geçip giden veya yaşamımızın tam ortasına lök diye çöken insanları hikâyelerine almış.

Sinan Sülün, “Karahindiba” öyküsünde bıraktığı yerden; aynı yüksek perdeden devam ederse genelde tekdüze yol alan edebiyat ortamımızda, okura nefes aldırabilecek şeyler yaratacak gibi görünüyor.

Karahindiba/ Sinan Sülün/ Sel Yayıncılık/ 136 s.

(*) Sabit Fikir, 08.09.2011 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/neden-olmasin-yeni-bir-oykucu]
ŞU ‘CİCİ’ DİKTATÖRLER… (*)
ALİ BULUNMAZ

Henri Michel (1907-1986), tarihi yazıp yorumlamakla kalmamış, aynı zamanda yaşamış bir isim. İkinci Dünya Savaşı'nda, sosyalist kimliğiyle ülkesindeki Direniş’te yer alarak olan bitene tam ortasından bakmış.

Döneminin Avrupası'nı birbirine katan faşist dalganın ince ayrımlarını son derece sağlam biçimde anlatan Michel’in Faşizmler adlı kitabı, bu yıkıcı hareketlerin palazlanışını ve daha çok, dünyayı nasıl uçuruma sürükleyebilecek hale geldiğini aktarıyor.

MOTTO: “LİBERAL DÜNYANIN REDDİ”
Bir başka önemli tarihçi Eric Hobsbawm kült yapıtı Kısa Yirminci Yüzyıl’da, Michel’in ayrıntı ve ayrımlarıyla ele aldığı faşist dalganın, insanlığın başına nasıl bela olduğunu açıklarken az geriye gidiyor: “1929 krizi olmasaydı kesinlikle Hitler olmayacaktı (…) Ekonomik çöküş, faşizmi dünya için bir tehlikeye dönüştürdü. Faşizmin Alman biçimi (Nasyonal Sosyalizm), hem 1880’lerden beri uluslararası ortodoksi haline gelen neoklasik ekonomik liberalizm teorilerine düşman olmuş Alman entelektüel geleneğinden hem de ne pahasına olursa olsun işsizlikten kurtulmaya kararlı amansız bir hükümetten yararlandı.”

“Liberal toplumun reddi” mottosuyla yola çıkan faşizm, grup bütünlüğünü bozduğuna inandığı özgürlükle mücadeleye tutuşur. Öç alan içgüdü, entelektüelleri ezip geçmeyi görev bilir. Halk, millet ve ırk aynı şeye indirgenip kutsallaştırılır. Güçlü ve otoriter devlet, tüm bunları sağlayan ve koruyan bir “baba” biçiminde gün yüzüne çıkar. Böylesine bir devletin başındaki “deha” kişinin söz ve eylemleri, Michel’in deyişiyle “yasa” haline gelir. Tıpkı Nasyonal Sosyalizm’de olduğu gibi: “Führer”, sözü üstüne söz söylenemeyen kişidir.

Nasyonal Sosyalizm, gerek kendi dönemindeki gerekse kendisinden sonraki benzerlerinde, “katı ve erkeksi” insanı (“Yeni İnsan”ı) inşaya girişir. Onun baskın niteliği “inanmak, boyun eğmek ve savaşmak”tan başka bir şey değil: Buna, “Sürü dayanışması”nda vücut bulan tarikat tipi örgütlenme ya da usdışının yaşamın her alanında nefesini kişinin ensesinde hissettirdiği bir baskı mekanizması da denebilir. Onun ana besini de, Michel’in vurguladığı gibi “ulusal aşağılanmışlık duygusu.”

Fetih ve güç fetişizmi, faşizmin beşiği İtalya’nın yetiştirdiği “cici” diktatör, nam-ı diğer “Duçe” Benito Mussolini’nin, Michel’in aktarımıyla bize ulaşan şu sözlerinde öne çıkar: “Faşizm, çoğunluğun, sırf çoğunluk olduğu için insanlık toplumunu yönetemeyeceğini söyler. İnsanlığın eşitsizliğinin değişmez, yararlı ve verimli olduğunu savunuyorum.” Mussolini, bunu şöyle formülleştirir: “Her şey Devlet içinde, hiçbir şey Devlet dışında ve Devlet’e karşı değil.”

Kendini “aristokrat ve demokrat, muhafazakâr ve ilerici, gerici ve devrimci” diye tanımlayan Duçe, demokrasiyi kullanıp sonradan onun önüne set çeken popüler bir figüre dönüşür. Michel araya giriyor: “Gerçekte kültürsüz bir insan, bir polemikçi ve güçlü bir hatip olan Mussolini, bir düşünür değildi; eğitimi azdı ve kendini yetiştirmişti, yükselişine hayranlık duyuyor, dünya üzerindeki güçlüleri beğeniyor ve halk adamı yüzüne inançlarında yıkılmaz, kendinden ve geleceğinden emin şef maskesi konduruyordu. İnsanı ‘tarihin bu pisliği’ni ve İtalyan halkını, ‘bu koyun halkı, bu az yetenekli ırkı’ küçümsüyordu (…) kendini beğenmişliği, gariplikleri, kasıntılığı ve küstahlığıyla, İtalyan ulusunun sempatisini ve hayranlığını kazanmayı başardı. Etkileme gücü o denli fazlaydı ki, yokluğunda bakanlar karar almaya cesaret edemiyor, en basit işleri erteliyordu.”

Duçe’ye hayranlık duyan ama her anlamda ondan ünlü olan “Führer” Adolf Hitler, Nasyonal Sosyalizm’i faşizm ve bunalmış insanının çaresizliğinden türetir. 1929’da Nasyonal Sosyalist Parti’ye katılanlar 400 binlerdeyken 1933’e kadar bu sayı 1 milyon 300 bine fırlar. 1933 sonrası devlet memurlarının partiye üye olması zorunlu kılınır ve Führer gücüne güç katar. Michel’e göre Hitler’in fetih kavrayışı, ülkesinin “tüm nüfusunu” da kapsar: “Mahalle, kasaba, kaza ve meslek örgütlerinden sorumlu şeflerle” parti, “demokratik” yapılanışını genişletir. Bu genişlemeyle beraber, Michel’in de altını çizdiği bir devlet modeli gelişir:

“Nasyonal Sosyalist rejim, idare ve polisin hukuktan üstün olduğu ve herhangi bir hukuksal zorlamanın engellemesi konusunda kaygı duyan istisnai ‘de facto’ bir rejimdir. Bu, bir ‘Führerstaat’, yani sözlerinin kanun haline geldiği, iradesinin hiçbir engel tanımadığı ve davranışlarının eleştirilemez olduğu şefin insafına bağlı bir devlettir.”

Nasyonal Sosyalist “kültür”ü açıklama girişiminde “kitleyi güdülerine boyun eğen hayvan” olarak gören Hitler ve “kitlelerin ilkel duygularını tatmin etmemiz gerek” diyen sağ kolu Goebbels, bu sözleriyle Michel’in anlatmak istediklerini daha da arılaştırıyor.

“Zararlı entelektüel faaliyetleri” ayıklayıp etkisizleştirmeye dayanan bu propaganda “kültürü”, “sağlıklı sanat ve kütüphane” kurmaya yöneliyor. “Yozlaşmış sanat”ın kökünü kazıyan Hitler’in kurmayları, işgal edilen ülkelerdeki “yoz sanat ürünlerini” koleksiyonlarına katmayı da unutmuyor! Nasyonal Sosyalist “kültür”, insanlara “sen hiçsin, ulusun her şey” ilkesini belletmek için her yola başvurur. Eğitimi, sanatı ve yaşamı bu doğrultuda yeniden kurgular. Tüm bu “üstün” nitelikleriyle beraber, Nazizm’in geride bıraktığı şeyler, Michel’in deyişiyle “terör, sınırsız fetih isteği, şef fetişizmi, soykırım ve insanı küçümsemenin” ötesine geçmez. Dolayısıyla Nazizm’in yakasındaki tek “madalya”, “cinayeti kurumsallaştırmaya” ilişkin.

FAŞİZM YENİDEN KAPIYI ÇALAR MI?

İtalya’daki faşist hareket ve Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti hep göz önünde olmasına karşın, bunlardan esinlenen ya da onları taklit eden pek çok örnek var. “Action Française”yle başlayan Fransız faşizmi, Mussolini’ye hayran ama onu taklit etmiyor. Mutlak Monarşi’nin yeniden kurulmasını hedefleyen bir topluluk; yani, 1789 öncesine dönüşe ağırlık vermiş. Fransa’da faşizme kaynaklık etse de Michel’e göre yüzde yüz faşizm değil. Onun yetiştirdiği isimler önemli. Örneğin Valois, Dorgéres, eski komünist Doriot ve yakın zamanda Halk Cephesi’nde yer alan Marcel Déat. Bunların yanında “parti sahibi” birkaç isim daha bulunuyor: Pierre Clementi, Jean Boissel, Constantini, Deloncle ve Bucard.

Michel, bunlar içinde en tehlikelilerin Doriot ve Déat olduğunu belirtir. Doriot, saf bir faşist; etkili bir örgüt kurar, hatırı sayılır bir kitleyi ele geçirir ve militanlar yetiştirir. Déat ise henüz adı konmamış teknokrasinin hararetli bir savunucusu. “Tek parti, tek program” ülküsünü “otoriter cumhuriyet” düşüncesiyle besler.

Almanya ve İtalya tipi faşizm, onların Avrupa uydularında önemli sayıda taraftar toplar. Katolik Kilisesi’nin manevi değer doktrinini arkasına alan faşizmler (Klerikal Faşizm), Alman ve İtalyan örneklerinden eklentilerle kervana katılır. Avusturya’da Dolfuss rejimi ve Portekiz’de Salazar yönetimi bunlardan başlıcası. 1934’te İspanya’da işçi hareketine karşı Jose Primo de Rivera tarafından kurulan Falanj, sonradan General Franco’nun ardında saf tutar. İki komşu (Portekiz ve İspanya), iki “cici” diktatör (Salazar ve Franco) öncülüğünde halklarını hareketsizleştirir.

Norveç’te Quisling “Büyük Cermen Birliği” düşüncesiyle, Hollanda’da çakma Nasyonal Sosyalist Mussert, Belçika’da Staf de Clercq, Macaristan’da “Oklu Haç”ın babası Ferenc Szalassi, Romanya’da Antonescu’nun diktatörlükleri Klerikal Faşizm’in Avrupa’daki öbür örnekleri.

Michel, Güney Amerika’ya inip irili ufaklı faşizmleri sıralarken oltasına iki büyük balık takılır: Arjantin ve Brezilya. Arjantin’de Peron görece daha yumuşak yüzlü bir yönetim kursa da, Brezilya bu konuda daha şanssız. Selefi Salgado’dan etkilenen Vargas, partileri fesheder, seçimleri yasaklar ve polise sınırsız yetki verir. 1945’e kadar demir yumruğuyla Brezilya’yı inleten Vargas, yüksek rütbeli subaylarca iktidardan düşürülür.

Henri Michel, Faşizmler’de örnekleri arka arkaya sıralayıp bir soru patlatır: “Faşizm ne zaman kapıyı çalar; kapitalizm onu yardımına çağırdığında mı yoksa ‘emperyalist bir tekelcilik’te başarıya ulaştığında mı?” Michel, peşi sıra bir uyarıda da bulunur: “Faşizm, demokrasilerin kronik hastalığına karşı bir ‘çare’ olarak yeniden ortaya çıkabilir; otoriteye başvurma, aşırı özgürlüğe karşılık olabilir ve şefler, teknolojik uygarlıkta kendini yitik hisseden kişiler arasından birlikleri için asker toplayabilir.” Bu uyarı üzerinde düşünmeye değmez mi?..

Faşizmler/ Henri Michel/ Çeviren: Füsun Üstel/ İletişim Yayınları/ 132 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 08.09.2011

1 Eylül 2011 Perşembe


BRECHT BİR ŞEY SÖYLÜYOR (*)
Ali BULUNMAZ

Bertolt Brecht’in tiyatro oyunlarını, şiirlerini, denemelerini ve öykülerini birbirinden koparmak, onu tam anlamıyla kavrayamama tehlikesi taşır. Oyunları ve şiirleri öne çıksa da Brecht’in tüm ürünleri hep yan yana değerlendirilmeli.

İŞLEVİ OLAN METİNLER
Yirminci yüzyılın en önemli fikir insanlarından biri Brecht. Bireyin yanında ve savaşın karşısında durmayı hayatının merkezine koyan bu adam, savaş borularının üflenişine denk düşen lise yıllarında yazdığı bir kompozisyonda “aptal bir savaş uğruna ölmek ahmaklıktır” diyerek tavrını gösterir. Öğretmenleri de onu okuldan atmak için yarışa girer adeta. Dolayısıyla, Brecht’in iktidarla sürtüşmesi daha lise yıllarında başlar ve ömrünün sonuna dek sürer.

1920’de Karl Valentin’le tanışması ve ardından geliştirdiği epik tiyatroyla ne demek istediği çok daha açık biçimde anlaşılır. Siyasi söylemini oyunla sunduğu bu tiyatro biçemi, kapısını halka açar ve eleştiriyi en başa koyar. Seyirci bir gözlemci olur ve yargıya varır: Bildiğini sanan izleyici, ona gösterilen sayesinde epey yanıldığını anlar. Brecht, epik tiyatroyla seyirciyi kandırmaya çalışmadığını, aksine onun kendisinin bir çözümleme yapıp öğrenerek önceden nasıl kandırıldığını kavramasına yardım ettiğini söyler.

Brecht’in tiyatro oyunlarının yanında öteki eserleriyle de yapmak istediği şey toplum yapısını şeffaflaştırmak ve böylece değişime giden yolu açmak. Ona göre bu yolda edebi metinlerin belli oranda işlevi var. Bertolt Brecht’ten Öyküler adıyla yayımlanan ve yazarın öykülerinden seçmeler sunan yapıttakiler de aynı yolun yolcusu.

Seçkidekiler, kimi zaman politize hikâyeler şeklinde karşımıza çıkarken kimi zaman da sıradan insanın öyküsünü aktarıyor. Hemen hepsinin ortak özelliğiyse masal naifliğinde olması. Brecht, seçilen öykülerindeki anlatımında büyük ölçüde yalın bir dil kullanmayı tercih etmiş. Bazılarında kıssadan hisseler de gözümüze çarpıyor. Örneğin “hayır” demeyi zor da olsa öğrenen bir adamın durumunu ya da savaş karşıtlığını, anne ve oğlu üzerinden yansıtan hikâye.

“EVET” VE “HAYIR”
Metinlerin bir başka özelliği, halk hikâyelerine bezemesi. Sokakta, meydanda, günlük konuşmalar içinde ve herhangi bir olay karşısında hemen anlatılıveren; kulaktan kulağa yayılmış öykülerle akrabalığı varmış izlemine kapılıyorsunuz.

Bu anlamda kitapta yer alanlar, hep bir yere; bir eksikliğe, bir kusura ya da övgüye değer bir niteliğe dokunuyor. Kısacası Brecht’in “herhangi bir metin bir işe yaramalı” görüşünden uzağa düşmüyor. Belki de bir öyküde geçen “insan kendini iyi tanımalı” sözü de buna işaret ediyor. Brecht, kitaba alınan öykülerin büyük çoğunluğunda belli bir sonuca ulaşıyor; anlattıklarını bağlıyor. Ama bazılarında işi okura bırakıp son cümleyi onun yazmasını istiyor. Brecht’in epik tiyatroyla yapmaya çalıştığının bir benzerini, öykülerde okuru etkin kılarak ortaya koyduğunu görüyoruz.

Öykülerde, Brecht’in şiir ve oyunlarındaki tadı bulmak zor. Bu, son derece sade ve bir an önce sonuca ulaşmaya çalışan yapıdan ya da çeviride zaman zaman göze çarpan eğilip bükülmelerden kaynaklanıyor olabilir.

Beri yandan Brecht, seçilen öykülerinde (aslında bütün öyküleri, parçalanmadan çevrilip yayımlansa çok daha yerinde olurdu), sakin ama insanın gevşeyip kalmadığı; kendisini oyuna getirmeye uğraşanlara karşı hep tetikte durulması gereken bir dünya düşünü yansıtıyor.

Bir ölçüde “evet”lerle “hayır”ların zamanlaması ve yerine ilişkin uyarılarda bulunuyor. Bu uyarıların zeminini güçlendiren de alıp başını gitmiş bir dünyada Brecht’in sapasağlam ayakta kalmayı başarmış, ölçüsü insan veya insanın değeri olan ahlak söylemi.

Bertolt Brecht’ten Öyküler/ Çeviren: İlhami Hakverdioğlu/ Hayal Yayınları/ 84 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 01.09.2011