25 Şubat 2011 Cuma

MUTFAKTAN TAMİRATA (*)
Ali BULUNMAZ

“Mark Crick’i gözüm bir yerden ısırıyor” diyorsanız, Kafka’nın Çorbası’nı okumuş ya da yanından geçmişsiniz demektir. Crick, esprili bir yaklaşımla filozof ve yazarları meşreplerine uygun biçimde mutfağa sokmuş ve ocağı ateşlemişti.

Pişirilenlerin insanların damak tadıyla uyuşup uyuşmadığını bir tarafa bırakalım, Crick, okura yanına aldığı edebiyatın ve felsefenin babalarıyla mutfaktan tuhaf koku ve lezzetlerle seslenmişti.

Bu defa mutfak önlüğünü çıkarttırıp tamirat tulumlarını giydiriyor. Kadro geçen kitaptan farklı olsa da Crick’in genel anlayışı değişmiyor: Edebiyatın ve düşün dünyasının ileri gelenlerine görevleri ve alet edevatı üleştiriyor. Atlamayalım, Crick bunu yaparken yine kimin hangi tamiratı üstlenebileceğine, yazar ve düşünürlerin meşrebine göre karar veriyor. Anlayacağınız, herhangi bir sakatlık oluşmasın diye ölçüyü tutturmaya çalışıyor: Çekici, tornavidayı, merdiveni ve badana fırçasını kime vereceğini ince ince düşünüyor.

YAPABİLİYORSANIZ ONARIN!
Sartre’ın Lavabosu’nda hem adı geçen yazar ve düşünürler hem de onların yarattığı karakterler kahraman konumunda. Crick’in esprili üslubuyla birleşince ortaya inanılmaz tamiratlar çıkarken, daha önce olduğu gibi hünerlerini farklı alanda konuşturan bir öbek yazar ve düşünür zihnimize konuk oluyor.

Aslına bakılırsa Crick’in kotardığı şey, bu adamların hiç kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan orayı burayı düzeltmeye nasıl girişebileceğine; en azından bunu edebi bir biçemle nasıl yansıtabileceğine dair zihin fırtınası. Elbette ironik bir durum bu ama her nasılsa yadırgatıcı değil.

Günlük hayatta bazen başa bela açan en basit tamiratları, “Ben bilirim” deyip façayı bozduran ya da çok daha büyük arızalara yol açan kimi işleri mizahi olarak ele almayı deniyor Crick. Seçtiği kişilerin büyük bölümü, öyle kolay yenilir yutulur cinsten de değil.

Şunu da söylemeden geçmemeli: Crick kitapta, tıpkı Kafka’nın Çorbası’ndaki gibi seçtiği yazarların yerine geçip ya da onlara benzer şekilde düşünüp tamiratları ne biçimde gerçekleştirebileceklerine odaklanmış. Bir bakıma, onların eserlerini tamiratlara uyarlamış.

Hal böyle olunca Hemingway’in hayli ayrıntılı düşünen ve çalışan duvar kâğıdı kaplayıcısı kimliğiyle evlere girip çıktığını görüyoruz. Aynı zamanda “suçu tavana atmayan” ve “duvara saygı duyan ihtiyarı” öne çıkaran bir kimliğe de.

Crick tarafından Milan Kundera’nın pencereye cam takma serüveninin niye yaratıldığını anlamak için şu sözler dikkatle okunmalı: “Bütün hükümetler şeffaflığa karşıdır. Karşı çıkarlar, çünkü şeffaflığın kırılganlığa yol açtığını bilirler. Camın yapısı böyledir. Pencereler bittabi camdan daha esnek ve daha az kırılgan bir malzemeden yapılabilir, ancak bir pencerede en çok aranan özellik şeffaflıktır.”

Crick’in, Kundera’nın kahramanı Tomas’a cam takma görevini vermesi, “dikizlemenin dayanılmaz hafifliğini” ve bir o kadar da tu kaka edilen çekiciliğini vurgulamak için belki de, kim bilir?

Peki, Murakami’nin elindeki badana fırçası acaba gerçekten tavan ve ahşaptaki yılların kirini temizlemek için mi? Tuhaf bir aşk hikâyesinin başlangıcı ve gelişimi (ya da başlamadan bitişi) için biçilmiş kaftan olarak görünüyor badana eylemi.

ZİHNİN TAVAN ARASI
Yaşadıkları dönemde yazıp çizdikleriyle zihinsel anlamda bir tamirata girişen veya en azından bu yolda çaba harcayan yazarlardan seçme yapan Crick’in gayreti de söz konusu ağır topların benzetmeler yardımıyla hayatın içinden anlara dokunmasını sağlamak. Onlardan biri de Dostoyevski. Onu banyoya fayans döşerken hayal etmek her ne kadar absürd görünse de işini sağlam yapması, bu alanda da başarılı olduğunu kanıtlıyor. Kırıp dökmenin yeniden yapmayla bir arada yürüdüğünü ama hangisinin daha kolay ya da zor olduğunu sorguluyor Dostoyevski, affedersiniz Crick!

Julius Caesar’ın raf monte edişi ve Marguerite Duras’nın musluk onarımı, kitap boyu süren esprinin altında yatan derinlikle ilintili. Fakat Poe’nun, tavan arasına tahta döşemesi anlatılanlar içinde hatırı sayılır derecede manidar:

“Mesleğim süresince kitaplar, dergiler, gazete kupürleri, raporlar ve daha pek çok şey topladım, çalışma odamı doldurup taştılar ve sonunda pek ender de olsa kapımı çalmaya zahmet eden ziyaretçiyi ağırlayacak yer bile kalmadı. Sonunda o ziyaretçi, dostum ve doktorum Garnett, beni koleksiyonum için ayrı bir depo tutarak evimi tamamen yutmakla tehdit eden bu yükten kurtulmaya ikna etti. Böylece ev bildiğim eski ve harap mülkün insan ayağı basmamış tepelerindeki kasvet ve ihtişam dolu bu katedral benzeri yapıda buldum kendimi. Niyetim buraya bir zemin döşemekti.” Crick’in Poe’ya döşetmeye yeltendiği zemin, adeta zihnin karanlık noktası. Merdiven yettiğince ulaşılan ve lambanın gücü ölçüsünde aydınlanan tepedeki bir dehliz.

Hunter S. Thompson’ın bahçe çiti yapmasını sağlayan şeyin ne olduğunu kavramaya çalışırken Crick aniden bir ipucuyla çıkageliyor: “Hiçliği çevrelemek.” Narko-bahçıvanlara küçük de olsa bir engel yaratabilmenin yollarını arıyor Thompson: Meskalinli reçel daha rahat yensin diye ufak bir önem bahsi geçen çit.

Goethe’nin küvet izolasyonunu nasıl açıklamalı? Onun kafayı taktığı orantılı, biçimli ve uyumlu küvet de neyin nesi? Söz konusu uyumun ve tamiratın Goethe’yi mutlu ettiğini belirtmeli: “(…) Delikanlı geri döndü. Son mektubumda sana tarif ettiğim küveti takmaya başladığında içime dolan duyguları anlatamam. Gerçekten de, eğer o ifade dolu jestlerini, uyumlu ve ölçülü hareketlerini ve bakır boruları döşemeye başladığında gözlerimde parlayan gizli ateşi anlatmak için ozanların en büyüklerine has bir yeteneğimin olması gerekirdi. Boruları odanın kıvrımlarına tam uyacak şekilde biçimlendiriyor, kaynak şalamasını çok ustaca kullanıyordu.”

Goethe’nin aldığı keyif, belli süre sonra işi tamamen kendisinin devralmasıyla uzun zamandır benliğini rahatsız eden uçurumu doldurmakla yer değiştiriyor; uğraştığı bu sıradan iş, hem benliğini onarıyor hem de yüreğine huzur veriyor. Böyle diyor (Crick).

“TIKANIKLIK BENİM”
Beckett’in sıkışan çekmeceyle cebelleşmesi, açmayı isteyip istememesi üzerinden yürüyor. Çekmece açılırsa unutulmak istenenler etrafa saçılacak, açılmasa ortalık derli toplu kalacak. İşte bütün mesele bu: Onarmalı mı, onarmamalı mı?

Sartre’ın tıkanmış lavaboyu açma denemesi, kümesteki onca beyaz tavuk içinde bir tane kahverengi tavuğa işaret eder gibi. Çünkü kitaba adını veren hikâye bu. Crick, bir tıkanıklığın peşinden koşmasını Sartre’ın bulantı kavramına göndermeler yaparak kurguluyor. Tıkalı lavabonun, felç olmuş ve yutkunamayan bir gırtlağa benzetilmesi de böyle açıklanabilir belki. Tıkanma durumu, tedirginlik yaratıyor haliyle. Garip bir sürüklenişi de peşine takıyor. Roman yazmaya kafa yormak mı yoksa tıkanıklığı gidermek mi? Metaforlar işbaşında:

“İşler kötü, çok kötü. Çalışamıyorum. Kalemimin her hareketi anlamsız. Romanım beni sıkıyor. Pipomu doldurmaya bile halim yok. Nesne önümde duruyor ve kütüphanecinin dikkatini çekiyor. Tıkanıklık beni ele geçirdi.” Zihin bulanıklığı ve lavabo tıkanıklığı arasındaki geçişler, aynı Sartre romanlarındaki gibi suratımıza fırlatılıyor.

Crick’in en başarılı benzetmesinin Sartre’a ayırdığı lavabo tamiri olduğunu söylemekte sakınca yok. Çünkü burada tamamen Sartre gibi düşünüp bulantı ile tıkanmayı ya da lavabo tıkanıklığı metaforunu birleştirdiğini fark ediyoruz. Bir taraftan kolay, öbür taraftan zor. Kolaylığı, bulantının doğrudan tıkanıklığı çağrıştırabileceği, nitekim bölümün sonunda “tıkanıklık benim” cümlesi bunun göstergesi. Zorluğu, lavabo üzerinden bir başyapıtı mizahla bütünlemek. Nereden bakarsanız Sartre, felsefe ve edebiyatın en ağır ve bir o kadar da “sinir bozucu” öznelerinin başını çekiyor.

Crick’in kitabına aldığı bu önemli düşünür ve yazarların, söz edilen tamiratlarla arası nasıldı pek bilinmez ama söylemleriyle bilinçleri bir şekilde onardıkları açık. Crick’in eğlendirici öğelerle bunlardan bir tutam sunduğunu rahatlıkla seçebiliyoruz. En hafifinden şöyle denebilir: Sartre’ın Lavabosu’nda Crick’in anlattıkları, gerçeklerle karşılaştırıldığında neredeyse hiç sırıtmıyor.

Üstelik Crick, kitapta hikâyeleri peş peşe sıralarken ele tutuşturulan her bir alet ve verilen her görev, aslında güçlü bir metafora her eylem de o metaforu güçlendirip besleyen bir edime dönüşüyor.

Sartre’ın Lavabosu/ Mark Crick/ Gülden Şen/ Can Yayınları/ 108 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 24.02.2011

18 Şubat 2011 Cuma

İKİ UCU ADORNO’LU KİTAP (*)
ALİ BULUNMAZ

Bir kişi hakkında sözlük hazırlıyorsanız, neleri içeri aldığınızla beraber, neyi dışarıda bıraktığınıza hemen odaklanacak geniş bir kitleyle karşılaşabilirsiniz. Üstelik Theodor W. Adorno gibi biriyle ilgili kavram ve olay kazısına giriştiğinizde işiniz daha da zorlaşır.

Adorno, nereden bakarsanız bakın yirminci yüzyılın düşünsel anlamda en “yırtık” insanlarından. Yırtık, çünkü onca düz kafanın arasından kendini gösterip entelektüel ve eleştirel bağlamda döneminin sözcüğünü yapmış biri. Burada yine saygıyla anılası isimlere de parantez açmalı: Örneğin Marcuse, yine Adorno’yla saf tutmuş Horkheimer. Sözlüğün kimi maddelerinde bu iki isimle birlikte daha pek çoklarına yer vermiş Behrens. Beri yandan sadece felsefe ve sosyolojiyle değil, müzik hatta fotoğrafla uğraşması, Adorno’nun çok yönlülüğünü gösteren temel tutamaklardan bazıları.

Her şeyin yanında, en azından Marcuse ve Horkheimer’la karşılaştırıldığında çok daha zor anlaşılır bir dil kullanan Adorno’nun kavramsal dünyasına giriş için de bir kaynak sayılabilir eldeki sözlük.

CETVELİ ELİNDE BİR DÜŞÜNÜR
Behrens, sözlüğü ya da kitabı inceleyenlerin dikkatinden kaçmayacak derecede sınırlı sayıda kavram ve olaya yer vermiş. Yazarın buna bir açıklama getirdiğini hemen not edelim; Behrens, daha geniş Adorno sözlüğü veya bu minvaldeki bir eser için kapı araladığını, “çaba göstermeyi kışkırttığını” söylüyor.

Adorno ile ilgili çalışma yapanları bir kenara koyalım, düşünürün kıyısından geçenlerin bildiği en baba kavramlar kuşkusuz “kültür endüstrisi” ve “diyalektik.” Ama başka ve belki de ilk defa duyulacak sözcükler, kavram ve olaylar da var Behrens’in çalışmasında.

Bunlardan biri, düşünürü ters yüz etmeyi hedefleyen ve onu anlamamakla övünen bir grup “mizahçının” düzenlediği “Adorno’ya Benzeme Yarışması.” Yine Benjamin’den etkilenerek oluşturduğu “Bilmece Karakteri”yle Adorno, sanat yapıtlarını çözülesi bir bilmece olarak niteler; dahası, ona göre dünyanın anlamı, bilmece olan sanatta gizlidir. Kültür endüstrisinin cisimleştiği kişilere Adorno “Eksantrik Palyaçolar” sıfatını uygun görür. Mesela Adorno için bu palyaçoların en önemlilerinden biri Hitler’di.

“Otoriter Kişilik İncelemeleri”nde geliştirdiği “cetveller” de anılmaya değer: Sınırı, ölçmeyi istediği şeye göre değişen sorularla belirlenen A-S (Antisemitizm) Cetveli, E (Etnosantrizm) Cetveli ve F (Faşizm) Cetveli.

Adorno’nun özgün deyişlerinden biri de “Kulaklarla Düşünmek.” Eleştirel teorinin düşünme edimini “optik cazibenin etkisinde kalmış olmaktan çok, akustik ya da dinleyen bir düşünme” şeklinde açıklar. Burada Adorno’nun müziğe ve sese yüklediği rolü daha net görüyoruz.

Müziğe düşkün besteci ve yorumcu Adorno’nun, matematikle arasının hayli açık olması şaşırtıcı gelebilir. Ama ona göre matematik “şeyleşmenin bir ifadesi.” “Estetik fenomenlerin matematikleştirilmemesini” savunması, matematiğe soğukluğunun kendince haklı bir açıklaması.

Eldeki sözlük, kavramlarına bir yolculuğu içermekle beraber, Adorno’nun hayatındaki önemli durak ve insanları da önümüze getiriyor. Örneğin hayatının çok önemli bir bölümünü olumsuz yönde etkileyen Nasyonal Sosyalizm ya da neredeyse kendisiyle beraber anılan kültür endüstrisi.

MAMUT, SU AYGIRI VE FİLDİŞİ KULE
Tabii etkilendiği ya da omuz omuza çalıştığı insanlar da var: Beethoven, Kant, Kierkegaard, Mahler, Hans Eisler, Benjamin… İsimleri saymışken Adorno’nun caz üzerine yazdığı zamanlarda kullandığı “Hektor Rottweiler” adına değinmeden olmaz. Behrens, sözlükte caza karşı kızgınlığı yüzünden Adorno’nun, bu müzikle ilgili bir şeyler yazarken Hektor Rottweiler ismini kullanmayı tercih etmiş olabileceğini söylüyor.

Ama daha ilginci, Horkheimer ve Adorno’nun birbirine bazen hayvan adlarıyla seslenmesi. Örneğin Adorno’nun Horkheimer’a “mamut”, Horkheimer’ın da Adorno’ya “su aygırı” demesi. Ama bunun da düşünsel bir altyapısı var. The Beatles’ı kültür endüstrisinde hatırı sayılır derecede yüksek bir yere koyması da aynı düşünsel altyapının sonucu.

Behrens, Adorno’nun yarattığı etkinin kalıcılığını Stuttgart ile Frankfurt arasında işleyen “Theodor W. Adorno Ekspresi”ni hatırlatarak vurgular. Yolculuklarını sessizce gerçekleştiren Adorno’nun adına böylesine tantanalı bir tren seferi konması da az biraz ironik.

Aslında onun tuhaf ciddiyetine ters düşen başka örnekler de var. Mesela bazı yazılarının ilk bölümlerini tuvalet kâğıdına yazması. Bunlardan biri, Mahler’in “Binlerin Senfonisi” hakkındaki ilk cümleler.

Adorno, peşinden gidildiği kadar eleştirilen de bir düşünürdü. Behrens, onun, caz müziğini yerin dibine sokarken siyahlarla beyazlar arasında ayırıma gitmesinin ve “zenci” kelimesini kullanmasının hayli tepki çektiğini aktarır.

Bunun yanında Adorno, hiçbir zaman “fildişi kule”de oturduğunu reddetmez. Hatta “fildişi kuleden korkmamalı” der. Hemen eleştiri oklarını sivriltmemeli, cümlenin dibi beklenmeli; Adorno için “fildişi kule”nin anlamı “gerektiğinde hemen dışarı koşulabilecek ve kapısı açık düşünme mekânı”ydı. Böyle söylediğinde fazla kızamıyorsunuz bu gıcık adama…

Adorno Sözlüğü/ Roger Behrens/ Çeviren: Mustafa Tüzel/ Versus Kitap/ 260 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 17.02.2011

11 Şubat 2011 Cuma

PICWICK’İN NEŞELİ GEZİLERİ (*)
ALİ BULUNMAZ

Bazen ilk yapıtlar ıska geçilir; yazarının ünlenişinin ardından, o ilk eser tanınır. Ama Dickens’ın başta tefrika halinde basılmış romanı Mister Pickwick’in Serüvenleri tam tersi yazarı ünlü eden bir ilk roman.

Kitabın hiçbir ayrıntısını atlamadan ve kahramanların hayatına girip çıkan her şey ve herkesi ele almaya kalkarsanız iflahınız kesilebilir. Bu yüzden roman incelenip üzerine bir iki laf edilecekse, yazıldığı dönemden ve içeriğinden genel olarak bahsetmek uygun. Gerisi okura bırakılmalı. Zaten böylesine yüklü bir kitaptan her okurun kendine göre vargılara ulaşacağı da ortada.

1836’da yazmaya başladığı romanın, Dickens’ın genel tavrından ayrı tutulamayacağı bir gerçek. Yani yazarımız pikaresk roman biçemiyle ve mizahi dille yaşadığı dönemdeki İngiltere’nin toplumsal ve siyasal sorunlarına bir parça değinmeyi; bunu bir bakıma eleştirel gözle romana yedirmeyi tercih etmiş. Şunu da söylemeli, kitabın yazılış ve yayımlanışı ile kitlelerde uyandırdığı etki üzerine ayrıca bir kitap üretmek de mümkün.

NAİF BUDALA
Mister Pickwick (MP) ve arkadaşlarının kurduğu kulübün üyelerinin İngiltere’nin çeşitli bölgelerine düzenlediği inceleme amaçlı geziler, romanın kurgusundaki ana öğe. MP ve arkadaşları, ortalıkta ne olup bitiyor, İngiltere’nin gitmedikleri (ama gerçekten gitmedikleri, yani romanda oralara uğradıkları bile muamma) köşelerinde vaziyet nasıl olduğunu merak ettiğinden yollara düşüyor. Gırla insan hikâyesi birikiyor haliyle.

Dickens, MP’nin yolculuğunu ve görüp not ettiklerini anlatırken sanki uzun soluklu bir dizinin sahneleriyle baş başa bırakıyor bizi. Ayrıntılı anlatım, mekân ve insanların betimlenmesi, kişilik çözümlemeleri, birbirinden bazen kopuk bazen de birbirine eklemlenen yaşanmışlıklarla karşılaşıyoruz. Örneğin bir pantomimcinin sanatının en ince ayrıntıları ya da MP’nin araba sürmeyi nasıl öğrendiği uzun uzun (hatta bazen sıkıntı verici şekilde) anlatılıyor.

Dickens’ın satırlarında rastlananlardan biri de MP’nin naif bir budala oluşu. Çocuksu, hani deyim yerindeyse (en azından romanın hatırı sayılır bölümünde vurgulanan) olgunlaşmamış kişiliği, MP’nin etrafındaki her türlü zıpırlığa katılışının temel nedeni.

Dickens, roman boyunca karikatürize etme üslubunu elden bırakmamaya çabalamış. Her ne kadar yergi ve alaycılık önemli bir yere sahipse de aralarda yaşanan acıklı ya da şevk kırıcı olaylar, MP’nin o çocuksu iyimserliğini bütünüyle alıp götürmeyi başaramıyor.

Romanın damarlarına girince, MP ve arkadaşlarının başından geçenlerin yanında, aynı kişilerin başkalarının hayatında bazen özne bazen de gözlemci olarak yer aldığını görüyoruz. Bu gözlemci kimlik, Dickens tarafından kimi zaman öylesine abartılıyor ki, bir masanın bacağından veya işlemelerinden bir odanın en tozlu köşelerine kadar ayrıntıya boğuluyor okur.

NEŞE TOZU
Kitaptaki curcuna ve ayrıntı denizinde ilerlerken çocuksu kahraman MP’nin mahkeme süreciyle yüzleşiyoruz. Aslında bunun bir kırılma noktası olduğunu söylemek de mümkün. Çünkü MP’nin bu sayede “kendine geldiğini”, nereye gittiğinin ayırdına vardığını gözümüze sokuyor Dickens.

Elbette bu olgunluk ve farkındalık, olması gerekene işaret ediyor. Kitap boyunca Dickens’ın çizdiği çerçeveye göre MP, ne kadar ciddi bir işe soyunursa soyunsun, etrafında dönenlerin boyutu ve niteliği ne olursa olsun, o naif hallerden vazgeçemiyor. Buna kimi yorumcular gibi “iyimserliğin abartılışı” denebilir pekâlâ. Ama bir başka yol daha var, o da MP’nin iyimserliğinin, her ne yaşanırsa yaşansın bir emniyet sübabı gibi değerlendirilebileceği. Buna rahatlıkla saflık da denebilir.

Örneğin az önce bahsedilen meşhur dava olayında MP, tazminat ödemeye mahkûm olur. Ancak onu mahkûm ettiren şey, suçluluğundan öte işgüzar avukatlar gibi görünüyor. MP, getirildiği tezgâh sonunda tazminat ödemektense hapis yatmayı tercih eder. Bu, onun saflığının, yalınlığının ve çocuksu isyankârlığının göstergesi, yoksa salaklığının değil.

Dickens, zaman zaman güldürünün dozunu arttırmak için MP’yi abartılı sıfatlarla anar. Ancak bunlar, MP’nin sıradanlığını asla ötelemez. Dickens’ın kullandığı bu ironik biçemden, MP’nin yanında yolları aşındıran Tracy Tupman, Augustus Snodgrass ve Nathaniel Winkle da payını fazlasıyla alır. Dickens, gerek karakter gerekse fiziki özelliklerinden hareket edip bu dörtlüyü bir güzel karikatürize eder.

Onca gezginliğin, pürtelaş ve neşenin ortasında Dickens, hüzne ve içe dönüşe küçük bir parantez açmayı ihmal etmez. Hapislik günlerinde MP birden bire adeta her şeyi elinden bırakırcasına hareketsiz bir hale geçer. Kendi içine kapanır: “Yetti gördüklerim; gördüklerim başımı ağrıttı, kalbimi de. Bundan böyle kendi odamda mahpus olacağım.” Bu söylediklerinden sapmaz ve tam üç ay odasından hiç çıkmaz, sağlığı da bozulmaya başlar.

Romanın geneline bakıldığında Dickens, MP ve arkadaşları aracılığıyla dönemin İngilteresi’nin siyasal ve toplumsal aksaklıklarına da değiniyor. Bu tavır, Dickens’ın başka pek çok eserinde de dikkati çeker. Yazarın, kahramanlar ile onların başına gelenler yardımıyla okura ve hatta toplum vicdanına iletiler göndermeye çalıştığı da belirgin.

Nitekim MP ve arkadaşlarının yollara düştüğü on dokuzuncu yüzyıldaki İngiltere en gelişkin çağlarını yaşıyor olsa da Dickens’ın karşısında durduğu güçlü püriten eğilimler de soluk alıp verir.

Bu anlamda Mister Picwick’in Serüvenleri, karanlığın üstüne serpilen neşe tozu ya da bir ışık demeti gibi de görülebilir. MP ve dostlarının gidip gördüğü her mekânda kurgulanan eğlencenin haddi hesabı yok. Dickens’ın bunu bilerek yaptığı şüphe götürmez. Çünkü döneminin yöneticileriyle, yürürlüğe konan kısıtlamalar yüzünden ufak çaplı (!) dalaşmalara girdiği, bunu en azından kalemiyle güçlü bir biçimde gerçekleştirdiği birçok eleştirmen ve edebiyat tarihçisi tarafından belirtiliyor.

ÇİZİMLERİ SÜRÜKLEYEN ROMAN
Dickens, romana son vermek üzereyken şöyle bir şey der: “Hayata atılarak olgunluk çağına erişinceye kadar yaşayan birçok insanın kaderidir: Gerçek dostlar edinir ve onları hayatın tabii seyri içinde yitirirler. Bütün yazarların ve tarihçilerin de kaderi hayal ürünü dostlar yarattıktan sonra onları sanatın tabii seyrine bırakıp yitirmektir. Ama iş bununla da kalmaz: Onlardan, yitirdiklerine ne olduğu anlatmaları istenir.”

MP ve arkadaşları da Picwick Kulübü’nün dağılmasıyla savrulur. Her biri uzak ya da yakın mesafedeki bölgelere gider. Dickens, bunları yine ayrıntılı biçimde aktarıyor romanın dibinde. Adeta konusunu tarihi kişiliklerden alan bir filmin sonundaki “Şimdi ne yapıyorlar?” gibi bir soruya yanıt veriyor.

Mister Picwick’in Serüvenleri, bugünden bakınca komedi beğenisi veya düzeyini karşılamasa da dönemine göre hayli mizahi hatta yergi dolu bir anlatıma sahip. Romanla ilgili bir parantez de baştan sona akan çizimlere açılmalı. Robert Seymour, intihar ettiği güne dek Dickens’ın tefrika halinde yayımlanan romanına çizimleriyle eşlik eder. Aslında başlangıçta çizimlerin metni yönlendirmesini isteyen Seymour, Dickens’ın bunu kabul etmeyip metne göre çizim yapmasını istemesiyle yazara karşı çıkmaz. İntiharının ardından Seymour’un çizimlerini “Phiz” takma adını kullanan Hablot Knight Browne devam ettirir. Ondan sonra çizimleri Robert William Buss üstlenir.

Romanın tamamını incelediğimizde gözümüze çarpan en önemli sonuçlardan biri de, iç içe geçmiş ve bazen anlam bütünlüğü olmayan öykülerin Dickens’ın insan ilişkileri yelpazesini geniş tutmasını sağladığı.

Pek çok şehir ile kasabada geçen bir sürü olay sayesinde, MP ve arkadaşları aracılığıyla Dickens, on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’nin büyük bir fotoğrafını çeker. Kurulan ilişkiler ve MP ile dostlarının beraberce yaşadıklarının yardımıyla roman, İngiltere’deki toplumsal hayatın dökümünü yapar. Dickens’ın, bu devasa yapıtını, büyük oranda bu amaçla kaleme aldığını söyleyebiliriz.

Mister Pickwick’in Serüvenleri/ Charles Dickens/ Çeviren: Tektaş Ağaoğlu/ Yapı Kredi Yayınları/ 906 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 10.02.2011

4 Şubat 2011 Cuma

YORGUN KADINDAN HİKÂYELER (*)
ALİ BULUNMAZ

Ali Smith, dümeni felsefeden yazarlığa kırmış bir isim. Bu eylemde hiç de hafife alınmayacak nedenleri var. Tutulduğu Kronik Yorgunluk Sendromu, felsefe doktorasını yarıda bırakmasına yol açınca o da ağırlığı edebiyata vermiş; felsefeyi, roman ve öykülere yedirmeye başlamış.

Yaşamının tuhaflıklarla dolu olması bir yana, yazdıklarında da garip biçem ve öğeler yer kaplıyor. Rahatsızlığının bu anlamda Smith’i olumlu etkilediğini söyleyebiliriz. Smith’deki gerçekle kurmaca ya da gerçeküstünün zor ayırt edilen birlikteliğini de buna borçluyuz belki. Beri yandan Bütün Hikâye ve Diğerleri’ndeki birinci tekil şahıs anlatımı, ister istemez “Bu öykülerde Smith kendinden ne kadar bahsediyor?” sorusunu akla getiriyor.

İÇ SESİNE KAPILIP GİDEN KAHRAMANLAR
Smith’in öykülerinde göze çarpan şeylerden biri “normal” görünmesine rağmen, ayrıntılara gizlenen ve “anormal” işlerin peşinden koşan tiplerin varlığı. Örneğin Scott Fitzgerald’ın kaleme aldığı ve sahaflardan edinilen Muhteşem Gatsby’lerle absürd malzemelerden inşa ettiği kayık filosunu genişleten kadın. Yine kitapçı dükkânlarından kitap aşırıp okuduktan sonra onları rafına geri koyan sinik bir yan kahraman.

Peki, ya metro istasyonunda “yakışıklı ölümle” karşılaşmaya ne demeli? Enikonu bir psikoz bu. Gayet normal ya da sıradan birini, sadece etrafına dikkatli bakıyor diye ölümle özdeşleştirmek, hikâyenin kahramanı açısından tehlikeli, yazarı için de özgün bir durum.

Aynı şey ağaca âşık olan öykü öznesi ve yine onun yaratıcısı için de geçerli. Ağaca âşık olmak, uçukluk veya uyuşturucu almış birinin davranışı biçiminde nitelenebiliyor; öyküde karşımıza çıkan bu. Anlatıcının şaşkınlığı da her şeye tuz biber ekiyor: “Bir ağaca uzun süre bakmanın yanlış olabileceğini bilmiyordum.”

Öykülerinde, Smith’in ruhundaki dalgalanmalarla yüzleşmek mümkün. Depresyon, panik ya da mani anları kimi zaman satırlardan sızıyor. Sorular, sorunların kapısını aralıyor; sorunlar yeni sorgulamaları kışkırtıyor veya bazen de yersiz bir dinginlik gözümüze giriyor.

Bazen tuhaf bir biçimde (örneğin kaldırıma, karıncalara, ağaçlara…) takılıp kalma durumu da söz konusu. Tüm bunlar Smith’in gel gitli ruh haline bağlanabilir. Bir yandan İngiltere’nin her daim puslu göğünün altında yaşam olağan şekilde devam ederken öbür taraftan o sıradanlığın içinde gerçeküstü hikâyeler demleniyor.

Hikâyelerde bizi takip eden (kahramanların mı yoksa Smith’in mi belli olmayan, hatta ikisinin birbirine karıştığı) bir iç ses bulunuyor. Bu, kimi zaman bir vicdan hesaplaşması kimi zaman da neyin yapılması gerektiğini neyden uzak durulacağını söyleyen bir sese dönüşüyor. İşte o da, Smith’in öykülerindeki gerçeküstü yönlerden biri.

EBRULİ RUH DURUMU
Smith, kitaptaki öykülerde bazen hayata ilişkin son derece sade ve pek kimsenin görmediği betimlemeler de yapıyor. İşte onlardan biri: “Hayat bundan ibaretti, bakım yapmak ve akışı sürdürmekten, ocağın ateşinin yanmasını sağlamaktan. Hayatta kalmak bundan ibaretti, küveti tekrar emayelemekten, görünüşte daha önemli olan başka şeyler sona ermiş olsa bile.”

Smith’in hikâyeleri kuşatıcılığa sahip tamam ama nasıl? Bir kere kaynağını, insanın çoğu zaman dikkate almadığı küçük şeyler oluşturuyor; bu yönüyle öyküler naiflik barındırıyor. İkincisi, doğal haller üzerine kurulu anlatımlar da var: Bir bakıyorsunuz öykünün kahramanı dalgın, durgun ya da sürükleniyor, bir bakıyorsunuz esriklik ve koşturmaca hâkim. Bazılarının delilik diye niteleyeceği eylemler, kimi öykülerde bir şey söyleme ya da söyletmenin bahanesi veya aracına dönüşüyor.

Kısacası Smith’in ebruli ruh durumu, öykülerine kendine özgü bir biçem katıyor. Kitap sayfalarından yapılma kayıklara binip gitme de yanınıza kâr kalıyor.

Bütün Hikâye ve Diğerleri/ Ali Smith/ Çeviren: Dost Körpe/ Everest Yayınları/ 164 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 03.02.2011

1 Şubat 2011 Salı

DİKKAT BURROUGHS VAR! (*)
ALİ BULUNMAZ

Beat Kuşağı’nın yaratılarına teğet geçen ya da bunları kavrayamayanların sığındığı en önemli bahane “bu heriflerin kafası güzel, kafası güzel olmayan okur ne etsin Beatleri” biçiminde. Eh, her naneye yüzeysel yaklaşanlar için biçilmiş kaftan bu; hal böyle olunca, bahaneleriyle dolu kayıklarına binenler Allen Ginsberg’i, Gregory Corso’yu, Lawrence Ferlinghetti’yi, Jack Keruoac’ı ve William Burroughs’u çekmek zorunda değil elbette. Ama vaziyet hayli ciddi, bu kaçıkların sorunu kafayı dumanlı tutmak değil; saman kafalılara karşı çıkmak.

Burroughs, Beat’ler içindeki en üretken isimlerden. Saman kafalara attığı tokatların haddi hesabı yok. O beşkardeşlerden bir tanesi de Yumuşak Makine romanı; üçlemenin ilk kitabı.

Yumuşak Makine’nin en belirgin özelliği, metinlerin birbirinden kopukluğu; bol virajlı ve yine vurucu, başkaldıran satırlar. Nedenine gelince: Burroughs, bağımsız teyp kayıtlarını art arda eklemiş.

Burroughs’un asfaltın altındaki künklerde dolaştığı kitap, okuru, oradan oraya savuran; hiç beklemediği insanlarla (bir keşle, bir bankacıyla, tezgâhtarla veya operatörle) aynı anda yüzleştiriyor. Anlayacağınız tuhaf bir hayal dünyası.

Burroughs, zihnimize kimi zaman “ruh kıracağı” gibi özgün alet ve kavramlar sokuyor, bazen de “yönetici kereste” türünden belirlemeler ortaya koyuyor. Romanda her zamanki gibi şiddet dozu yüksek; işkenceler, sanrılar ve alabildiğine seks hikâyeleri…

Kitapta “kokainin ölümcül elektrik sesi”ni duyuyoruz. Tam altın vuruşluk bir öfke, dumanlı kafayla harekete geçen onurlu serseriler ve nerede patlayacağı belli olmayan sıyrık adamlar. Romanın özeti bu.

Peki, roman ne anlatıyor? Şu tadımlık alıntı az buçuk fikir verebilir: “Aslında hiçbir zaman yapılamayan yeni köprüye yol açmak için nehir kenarında Çinli demiryolu işçilerinin afyon çektiği gecekonduları yıkmışlar ve gecekonduların altındaki sıçanlar kuşaklardır keş olmuş. Şimdi sıçanlar sokaklarda koşturup duruyor afyonsuzluktan, sinirli çığlıklar atarak ısırıyordu gördüğü herkesi…”

Burroughs, tutunamayan ama birbirine tutunan tipleri yine başrole aldığı Yumuşak Makine’de okuru bir cangılın ortasına atıyor.

Afiyet olsun…

Yumuşak Makine/ William Burroughs/ Çeviren: Süha Sertabiboğlu/ Sel Yayıncılık/ 140 s.

(*) Sabit Fikir, 27.01.2011 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/dikkat-burroughs-var]