24 Eylül 2010 Cuma

YERE DÜŞEN BUĞDAY TANESİ (*)
ALİ BULUNMAZ



“Uzun uzun tartışıp didişmeden düşünce ve yazıda belli bir incelmeye ulaşamazsınız.”

“Gerçeklik endişesi ne kadar büyük olursa olsun, anılar her zaman için ancak yarı yarıya samimidir: Her şey söylendiğinden daima çok daha karmaşıktır. Hatta belki de romanda gerçeğe daha fazla yaklaşılmaktadır.”

“Siz hangi Tanrı adına, hangi ideal adına benim kendi doğama uygun olarak yaşamamı yasaklıyorsunuz? Peki, sadece onun peşinden gitsem, beni nereye sürüklerdi bu doğa?”
André Gide



Dünya edebiyatının ağır ağabeylerini okumak demek, onların yaşamından parçaları fark ederek veya etmeyerek öğrenmek de demek bir yerde. Ama o ağabeylerden bazıları, işi kolaylaştırıp kendini saydam biçimde anlatırsa ne mutlu okura. Çünkü kitap kurdu okur merak eder; konunun dedikodu tarafına kaymamak koşuluyla, eserleriyle doyduğu yazarın hangi yollardan geçtiğini bilmek de ister.

Edebiyata yön vermiş, fikirleriyle dünyayı ve zihinleri aydınlatmış, daha da önemlisi kitleleri etkilemiş bu isimler, kim olduğunu, nerede durduğunu, nereye gittiğini ve nereye gitmek istediğini okurlarına açar bazen.

André Gide’in Tohum Ölmezse adlı kitabı, bir otobiyografi ve okurun, hayranlarının ve takipçilerinin, kendisiyle ilgili merak ettiği pek çok şeyi anlatmaya koyulduğu önemli bir kitap. Gide’in dünyasını, okurun dünyasıyla buluşturma amacı taşıyan bir çıkma.

MÜZİKSEL ANLATIM
Kalburüstü yazarların hayatı, çoğunlukla başından sonuna düz bir çizgiyi takip etmez. Yazarın adının ardından açılan parantezdeki doğum ve ölüm yılları arasındaki tire, pek çok fırtınanın, anının; yaşanmışlığın ya da eksik kalanın anlatımıdır adeta. Gide, o tirenin yirmi altı yıllık bölümünü bir pencereden veya bir ayna karşısında kendine bakar gibi anlatmaya koyuluyor Tohum Ölmezse’de.

Gide’in soyağacı çıkarma gibi bir girişimi var. Anne, baba ve ebeveynlerinin ailelerini ince ince nakşediyor. Bunu yaparken, anne ve babasına ilişkin çocukluğundan kalma itiraflarda da bulunuyor. Annesini, çocuklarının kendisine kesin anlamda itaat etmesini bekleyen bir ahlakçı, babasını ise daha yumuşak başlı ve Gide’e tek kelimeyle ve kolayca her istediğini yaptırabilecek biri şeklinde tanımlıyor.

Gide’in roman gibi tasarlayıp kurguladığı kitapta, ayrıntılı bir tabloyla yüz yüze sanki okur. Bununla birlikte anlattığı kişiler, neredeyse birer karakter ve zaman zaman, Gide’in hayatında yer almamış da yaratılmış tipler gibi bir izlenim bırakıyor.

Ailesinin, özellikle de annesinin düzen ve itaat isteklerine karşın Gide, okul yaşamında tam bir karmaşa içinde. Hal ve gidişi hiç iç açıcı değil: “Okulda ceza uygulanmadığından, Mösyö Vedel bana ‘hal ve gidişten sıfır’ vermekle yetindi. Bu ceza ahlaki olmakla birlikte, az sert de sayılmazdı. Ama bu beni hiç ırgalamıyordu. Her hafta ‘hal ve gidiş’ten ya da ‘temizlik ve düzen’den sıfırımı alıyordum; hatta bazen ikisinden birden. Hiç şaşmıyordu. Sınıfın sonuncularından biri olduğumu eklemeye lüzum yok. Tekrarlıyorum: Ben hâlâ uykudaydım; henüz doğmamış birinden farksızdım.”

Gide’in ilk perdede anlattıkları, neredeyse tamamen bir keşif yolculuğu: Ailesini, dünyayı, insan ilişkilerini, mekânları, dilini, gelişen zihnini, bedenini keşfediyor. Büyük bir iştahla dünyayı içine çeken; bazen yenilen bazen zaferler kazanan bir çocuk Gide. Okulla başı dertte olan ve sağlığı bir düzelip bir bozulan bu adam, ilgi ve teşvik beklerken öte taraftan kendini geliştirmeyi ihmal etmeyen bir görüntü çiziyor. Yaptığı yolculuklar da cabası.

Babasının kaybı ve annesiyle beraber maddi zorluklarla boğuşmaya başlaması da, o günlerde Gide’in kişiliğinin oluşumunda büyük rol oynuyor. Babasının ölümüyle duyumsadığı keder, onun başka acılarını hatırlamasını ve ağzından bir anda şu sözlerin boşalmasına neden oluyor: “Ben başkaları gibi değilim!”

Bir küçük parantez: Roman biçiminde kurgulanan bu otobiyografik kitapta Gide, hayatının önemli bir parçası olan müziği anlatımına yedirmiş. Yani yavaş yavaş satırlara dokuduğu geçmişini müziksel bir biçemle; zaman zaman allegrolarla, bazen füglerle bazen de romanslarla süslüyor. Böylelikle Gide, hem edebi hem de müziksel bir tat bırakıyor okurun zihninde.

KEŞİF YOLCULUĞU
Dedik ya, Gide kendini ve dünyayı keşfediyor; bu, aynı zamanda okurun(un) da Gide’i keşfetmesi demek: Hayatının kilometre taşlarını, geçtiği karanlık yolları da ayrımlaması anlamına geliyor bir ölçüde. İşte bir başka örnek:

“Hafifmeşrep kadınların evlerine yaptığım keşif seferlerime rağmen, on beş yaşımda fuhuş çevreleri konusunda inanılmaz derecede cahil kalmıştım; bu konuda hayal ettiklerimin gerçek hayatta hiçbir temeli yoktu; hayallerimi ahlaksızlıkla, müstehcenlikle, hoş şeylerle ve tiksintiyle -daha önce sözünü ettiğim içgüdüsel ayıplanma yüzünden, özellikle de tiksintiyle- süsleyip şişiriyordum.”

Aldığı ve ayağına pek çok kez takılan, hatta “erkekler birbirine sarılamaz” gibi bir noktaya da varabilen püriten eğitim; daha doğrusu, annesinin ona aşıladığı aşırı ahlakçı tutum, Gide’in hayatında belirgin bir yere sahip. Bunu özetleyen bir itiraf daha:

“Aldığım püriten eğitim yapımda var olan ve benim hiçbir kötülük görmediğim çekingenliğimi alabildiğine arttırmaktaydı. Karşı cinse olan meraksızlığım had safhadaydı; kadınlığın bütün sırrını tek bir hareketle keşfedeceksem bile, bu hareketi hiç yapmadım; tiksintilerime ayıplama adını vermek ve irkilişimi erdem saymak gibi bir avuntuya kaptırmıştım kendimi; içine kapanık, huzursuz bir halde yaşıyordum ve kendime bir direnme ideali yaratmıştım; teslim olursam, kötü alışkanlıklarıma teslim oluyordum, dışarının tahrikleri ilgimi çekmiyordu.”

Ama tüm açmazlarına, yaşadığı gel gitlere; annesinin baskıcı tutumuna, kayıplarına, hayatındaki zorluklara, kişiliğini bulma aşamasında önüne dikilen engellere rağmen samimiyetle ve kendinden emin olarak, benliğinde “daima neşenin baskın geldiğini” ifade etmekten çekinmez Gide.

Neşesinin yanında, çıktığı felsefe yolculuğunu ve bu seyahatte, ona ilk rehberliği Eski Yunan düşüncesinin yaptığını da anlatır. Gide’in felsefeyle haşır neşir olmaya başlaması ve felsefenin hayatında önemli oranda yer kaplamasını sağlayan isimler de vardır elbet: Koruyuculuğuna sığındığını söylediği Spinoza, Descartes, Leibniz ve Nietzsche’nin ötesinde, özel anlamda ilgilendiği ve felsefede kendisine büyük mesafe aldırdığını belirttiği Schopenhauer…

“TUHAF OLAN BENİ KIŞKIRTIR”
Oyunun ikinci perdesi, Gide’in gençlik yıllarına ayrılmış. Burada da keşifler söz konusu. Ancak Gide, biraz daha olgun ve olaylara kuşbakışı yaklaşabilen kişiliğe sahip artık: “Daha çok bilgi sahibi olduğumda (…) incir çekirdeğini doldurmayan sıkıntıların beni gark ettiği muazzam acılara gülüp geçebildim, henüz şekillenmemiş ve sınırlarını ayırt edemediğim için beni dehşete sürükleyen geçici heveslerimin adını koyabildim. O dönemde her şeyi keşfetmem, acıyı da merhemi de aynı zamanda bulmam lazımdı; hangisi bana daha canavarca geliyordu, bilemiyorum. Püriten eğitimim beni böyle şekillendirmişti, bazı şeyleri öylesine önemsememe yol açıyordu ki beni heyecanlandıran meselelerin bütün bir insanlığı ve tek tek her bireyi etkilememesini aklım almıyordu.”

Gide’in yirmili yaşlarda ayırdına vardığı ya da gitmeyi seçtiği yol, ona “İsa ahlakı” olarak öğretilenin; başka bir deyişle, “arzularına yasaklamak zorunda olduğunu hissettiği her şeyi” kırıp geçmekti. Çıktığı Cezayir yolculuğu bunun başlangıcıydı. Uyumsuzluğu bir uyuma dönüştürme anlamı taşıyordu bu yolculuk.

Cezayir gezisinin bir başka anlamı, Gide’in “farklı” cinsel kimliğinin oluşmaya başlamasıdır. Cezayir seyahati, Gide’in hızla kendini tanımasını sağlar: “İnsan vardır, kendisine benzeyene tutulur, insan vardır, farklı olana vurulur. Ben sonunculardanım: Alışılmış olan bana ne kadar itici gelirse, tuhaf olan da beni o kadar kışkırtır.”

Gide, Tohum Ölmezse’de neyi neden anlattığını; amacının ne olduğunu açık şekilde ifade ediyor. Ona göre kitaptaki her şey, eğilip bükülmeden okurun önüne konuyor, çünkü Gide, ana hedefinin gerçeğe yakınlık değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu söylüyor. Böylece hayatının yörüngesini de belirliyor: “Bana kurallardan kurtulmak yetmiyordu; taşkınlığımı meşrulaştırmak, çılgınlığımı haklı göstermek de istiyordum.”

“En samimi eylemlerimiz aynı zamanda en az hesaplı olanlardır; iş olup bittikten sonra aranan açıklamalar manasız kalır” diyor Gide. Buğday tanesinin yere düşmeyip yalnız kalmasındansa, toprağa kavuşup ölerek mahsul vermesinden yana bir yazar o. Hesapsızca kendini anlatışı, eserlerindeki izleri okura açması, içten itirafları da hep bu yüzden. Baskıyı kırıp özgürlüğüne yelken açışını da toprağa yürüyen tohum olma anlamındaki isyana bağlamalı. Tohum Ölmezse, Gide’in kendini alabildiğince anlattığı, anlatırken nasıl kabuğunu kırdığını gösterdiği dalgalı bir deniz gibi…

Tohum Ölmezse/ André Gide/ Çeviren: Aysel Bora/ Can Yayınları/ 350 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 23.09.2010

17 Eylül 2010 Cuma

BİR MASAL GİBİ... (*)
ALİ BULUNMAZ

Truman Capote'yi okuyanlar, onun hayata karşı farklı duruşuyla yüzleşir. Capote'nin yalnız bir şekilde tamamladığı hayatı, büyük skandallar ve sansasyonel olaylarla dolu aslında. Yaşayışından tutun da dostlarının sırlarını açıkladığı romanlar kaleme almasına kadar pek çok şey, yazarın nasıl bir hayat sürdüğünü gösteriyor.

Çağdaş Amerikan edebiyatında hatırı sayılır bir yere sahip olan Capote, zaman zaman kendi geçmişini anlattığı yapıtlara da imza attı. Bunlardan biri de çocukluk yıllarından izler taşıyan Çimen Türküsü.

YEŞİL TÜRKÜ
Capote, romanı Collin Fenwick adında, on bir yaşındaki çocuk üzerine kurmuş. Annesinin ölümüyle babasının iki kuzeni; Verena ve Dolly Talbo'nun yanına gönderilen Collin'in hayatının bundan sonraki bölümünü konu alıyor kitap.

Collin, babasının, kuzenlerine uzak olduğunu anlatırken, özellikle Verena'ya bir borç para meselesi yüzünden dargınlığını dile getirir. Annesinin ölümüyle tamamen değişen, babasının kuzenlerinin yanına taşınmasıyla farklılaşan hayatına ve o yıllara dair bir şey daha söyler Collin: “Ne güzel yıllardı onlar...”

O yıllarda, Collin'in aklına yer etmiş önemli imgeler var. Kasabanın insanları, ev ve elbette çimen tarlaları. Rüzgârlarla iki yana sallanan, kimi zaman savrulan, sararıp yeşeren türkülü çimenler. Dolly, Collin'e, çimenin türküsünün ayırdına varmasını öğretir: “Duyuyor musun? İşte bu çimen türküsüdür. Durmadan bir masal söyler. Bu tepecikte yatan bütün insanların hayatını, şimdiye kadar yaşamış herkesin hayat masalını bilir. Biz ölünce bizimkini de söyleyecek.”

Dolly ve Verena'nın yanında geçirdiği yıllar, Collin'in çocukluktan ergenliğe, oradan da ilk gençliğe adım attığı yıllardır. Hızla büyür. Zaman da, kendisi gibi epey hareketlidir. Zamana bir de doğanın sesi eşlik eder. Tıpkı çimenin türküsü gibi. Collin, bu sesi işitmeye başlar.

Doğanın kollarında, bir ağacın tepesinde dostu Hakim'den şunları duyar: “İnsanlar birbirinden kaçmak için ne kadar çabalar, çünkü içimizi belli etmeye korkarız. Ama işte şimdi içimiz dışımız belli oldu: Şu anda bir ağaçta toplanmış beş budalayız (...) Artık herkes bizi nasıl görüyor diye kafamızı yoracak değiliz. Artık kendimizin kim olduğunu anlamak için tamamen özgürüz.”

Böylesine olumlu bir havaya gölge düşüren soru ve sorunlar da vardır yürüyüşleri sırasında. Örneğin “Dünya kötü bir yer midir?” sorusu zihinlerine tebelleş olur. Dolly kederlenir; soru, onun da kafasını kurcalar: “Bunu şimdi bilsen daha iyi Collin, benim gibi yaşın geçtikten sonra öğrenmende fayda yok. Dünya gerçekten kötü bir yer.”

ART ARDA DİZİLMİŞ ÖZGÜRLÜKTEN UZAK HALKALAR
Derken Collin'le birlikte, onun anne ve babasının mezarı başında buluruz kendimizi. İkisinin ilişkisini hatırlayan; annesinin, babası yola çıktığında ağlayışından söz eden ve annesi ölünce babasının nasıl çırılçıplak sokağa fırladığını anlatan Collin... Onca kahpenin arasında “iyi bir kadın” diye nitelenen annesi ve hemen yanı başında yatan babası. Collin, tuhaf duygularla çevrelenir, çimenin türküsü yeniden kulağını çınlatır.

Çimenin türküsü, yalnızca Collin'in geçmişini anlatmıyor, Dolly ile Verena arasındaki gerilimi de su yüzüne çıkarıyor. Hizmetçileri Catherine ile “hep Verena için yaşadığını” söyleyen Dolly, sözleriyle kesif bir pişmanlığı Verena'nın suratına çarpar: “Sadece senin uğruna yaşadık, şimdi yazık ettiğimizi anlıyoruz. Pişman olmak ne demek bilir misin?”

Ne Dolly ne de Verena mutlu ve huzurlu. Collin buna, ağaçlar ve çimenler arasında tanık olurken, Dolly'nin kendi kararlarıyla kuramadığı hayatının ne kadar çekilmez hale dönüştüğünü; onun benliğiyle nasıl hesaplaştığını da görür.

Collin'in önüne bir soru daha dikilir tam burada: “Peki, kim bugüne kadar kendi hayatını yaşadı?” Collin, başkalarının isteğiyle Dolly ve Verena'nın yanına gelmişti; hani “hafifletici” bir neden olacaksa, annesinin ölümü sonrası. Ama nasıl açıklanırsa açıklansın, hangi bahane öne sürülürse sürülsün Collin'in “güzel yıllar” dediği zaman dilimi için Dolly'nin endişeli olduğu görülür, bunu da uygun anda itiraf eder: “Ben senin buraya gelmeni istememiştim, bir alay kadın dolu evde erkek çocuğu yetiştirmenin doğru olmayacağını söylemiştim...”

Dolly'nin ölümünden sonra Collin, tüm hayatının bir özetini çıkarır: “Bir zamanlar, geçmişle geleceğin bir yayı andırdığını, her bir parçasının birbirine bağlı olduğunu ve her parçanın bir sonraki parçanın ne olacağını haber verdiğini bir yerde okumuştum. Belki gerçekten öyledir ama benim hayatım birbiri ardına dizilmiş, yuvarlakları özgürlükten uzak, kapalı halkaları andırıyordu. Birinciden öbürüne geçmek için atlamam, sıçrayıp geçmem gerekiyordu. Asıl beni yıpratan da bu halkaların arasındaki bekleyiş, nereye, ne yöne sıçrayacağımı bilmemekti.”

Collin, tutunmayı başaramadığı hayatında eskiden kalma masalları toplayan çimen türküsü eşliğinde, geldiği bu yerden gitmek istediğini açık eder. Çimenlerin türküsünü, Dolly'nin zihninde yer eden sözleriyle dinler. Uzaklaşma zamanının geldiğini bilir artık. Capote'nin hüzünlü, şiirsel ve duru satırları, Collin'in dinginliğiyle sonlanır.

Çimen Türküsü/ Truman Capote/ Çeviren: Filiz Karabey Ofluoğlu/ Sel Yayıncılık/ 118 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 16.09.2010
SİZİ GİDİ YARAMAZLAR (*)
ALİ BULUNMAZ


“Başarı, insanın coşkusunu yitirmeden başarısızlıktan başarısızlığa koşması demektir.”
Winston Churchill


Susanna Tamaro'nun, ismi lazım değil romanlarından birinde şöyle bir söz vardı: “Kırık dökük çocukluk geçirmeyen biri asla büyük insan olamaz.” Bazıları için bu, dünyanın muammasını çözen sözlerden biri haline gelebilir elbette. Bunun aksi örnekler de var. Ancak yine de biz bu sözü az biraz değiştirsek: Çocukluğunda hiç yaramazlık ya da haylazlık yapmamış biri asla büyük bir insan olamaz. Galiba böylesi biraz daha dolgun.

Hemen herkes çocukluğunda kendine göre yaramazlık, daha doğrusu haylazlık yapmıştır. Bunun kimi zaman dozu yüksek kimi zaman düşük olabilir. Uslu veya sakin bir çocuk görüldü mü sevgi bombardımanına uğrayıverir. Yerinde duramayan, kafasında dönen kırk tilkinin kuyruğu birbirine değmeyen haylazlar için “bundan bir numara olmaz” etiketi hazırlanır.

Bilinen pek çok ünlü, dâhi ve önemli ismin çocukluğunda buna benzer hikâyeler veya anlar bulmak mümkün. Belki de aykırı çocuklukları, onları dünyayı değiştiren ya da dünyanın değişiminde önemli rol oynayan kişiler haline getirdi.

Jean-Bernard Pouy tarafından hazırlanan Haylazlar Kitabı, dünyada kalıcı izler bırakan kişilerin hayat hikâyelerinin eğlenceli taraflarından bir tutam sunarken; onların, bazılarınca “kayıp zaman” biçiminde nitelenen zikzaklarını da okura açıyor ve soruyor: “Ya yitirilmiş zaman diye bir şey olmasaydı?”


MUTLU VE MUTSUZ ÇOCUKLAR

Pouy, ünlü isimlerin çocukluklarından çarpıcı ayrıntıları anlatırken gelecekte nasıl belirleyici karakterler olacağına dair ipuçları veriyor. Bunlardan biri, okul sevmezliği ve ailesiyle ilgili sorunları nedeniyle daha çok yazmaya yönelen Balzac. O yıllardan küçük bir alıntı: “Bu adaletsiz okuldan nefret ediyorum. Öteki öğrencilerden içim sıkılıyor ve topluluk halinde yaşamak beni boğuyor. Beni tümüyle unuttukları ve iyi çalışmadığımı, kalın kafalı olduğumu bahane edip biraz harçlık bile yollamadıkları için anne ve babama gerçekten kızıyorum.” İlk yazdıklarının anlaşılamaması ve “bu adam edebiyattan nasibini almamış” yakıştırması, belki de Balzac'ı dünya çapında bir yazara dönüştürdü, kim bilir...

Ya annesi sağır Graham Bell'in telefonu icat etmesine ne demeli? Babasının güzel konuşmalarını duyamayan annesinin, Bell'in telefonu icat etmesinde nasıl bir etkisi oldu ya da oldu mu acaba? Balzac gibi Bell ve Napoléon da okuldan şikâyetçi. Elbette bu şikâyetlerine eşlik eden haylazlıkları sonucu aldıkları cezalar da var? Öğretmenleri “sadece geometride başarılı olur” dediğinde, dünyanın geometrisini değiştirecek bir isim değildi Napoléon.

Georges-Louis Leclerc de Buffon, “bir insan hayatının ilk on beş yılını hiç yokmuş gibi kabul etmeli” diye boşuna yazmadı değil mi? Yoksa bir yanılgı mı bu? Pouy'un kitabına bakılırsa sanki öyle.

Paul Cézanne, babasının bankasında çalışmaya devam etseydi, büyük bir ressam olabilir miydi? Güzel Sanatlar Okulu'na girmek için ısrar etmeseydi ya da babası, kendisiyle aynı mesleği yapması için diretseydi bugün Cézanne'ı kaç kişi tanırdı?

Ailesindeki tüm olumsuzluklara rağmen çok başarılı bir komedyen olan Charlie Chaplin'in kahkahasının altında, hem acı hem de o acılı günlerden intikam alan bir tuhaf tat var. Okuldaki tarih dersi için yaptığı yorum, doğasından gelen hınzırlığın göstergesi: “Tarih, şiddet ve ahlak dışı davranışlardan, kral katillerinin ve eşlerini, oğullarını, yeğenlerini öldüren kralların peş peşe sıralanmasından başka bir şey değil.”

Peki, ya mutlu çocukluk? Kitapta buna güzel bir örnek var; Agatha Christie. Annesi, babası, köpeği, kitapları, katıldığı geziler, iyi eğitimi... Dünyanın en önemli polisiye yazarlarının başında gelen; cinayet ve katillerle örülü romanlar kaleme alan Christie'nin sırrı bu mutlu yaşamı olsa gerek. Tarihe ilginç bir not değil mi?

“BOŞ İŞLERLE” UĞRAŞANLAR
Doğumuyla ailesine umut ve mutluluk getiren paranoyak dâhi Dali, ilkokuldaki başarısızlığını, daha o yıllarda gelişen resimdeki farklı bakış açısıyla örter. Anlaşılacağı üzere okulda başarısız Dali, resimde tam bir çılgın. 17 yaşında Güzel Sanatlar Akademisi'ne kabul edilişinin esas nedeni de bu. Sıkı dostlukları da aynı zamana rastlıyor: Bunuel, Picasso, Lorca... Ancak ileriki yıllarda “yetersiz” bulunup fakülteden atılışı, resimde daha da ilerlemesini sağlıyor.

Sekiz yaşına kadar hiç okula gitmeyen Claude Debussy, aldığı piyano dersleri sayesinde konservatuvara ilk sekize kalarak girer. Doğaçlamalarıyla öğretmenlerini hem mest eden hem de çileden çıkaran Debussy'nin müziği, “güzel ama kuramsal olarak uyumsuz” bulunur. Pouy, Debussy'nin buna karşılık verdiği yanıtı yerleştiriyor sayfalara: “Kuram diye bir şey yoktur, ancak dinlersiniz. Zevk yasa demektir.”

Çocukluğu çıkıntılıklarla geçen bir başka isim Thomas Edison. Öğretmenleri tarafından “ortalığı karıştıran ve yerinde duramayan bir insan” diye nitelenen Edison, bu hareketliliğiyle daha dokuz yaşındayken Newton'ın İlkeler'ini okur. “Kendisini matematikten soğuttuğunu” söylediği bu kitaptan sonra labaratuvar olarak bir tren vagonu seçer.

Edison gibi okul ve çocukluk yılları uyumsuzlukla geçen bir isim de Albert Einstein. Küçük yaşlarda fizik, felsefe ve biyoloji öğrenmeye başlayan Einstein, yaşamının son günlerinde ise “Yeniden dünyaya gelseydim musluk tamircisi olurdum” diyebilecek kadar da açıksözlü.

Pouy'un kitabına aldığı, çocukluğunda ve gençliğinde vaktini “boş işlere” ayıran bir başka isim John Lennon. Okul yıllarında resim ve müzik gibi “yararsız” işlerle uğraşmaya başlayan Lennon'ın, bir dönem “Hz. İsa'dan bile çok tanındığını” söylediği Beatles'ın beyni olduğu tartışma götürmez. “Hayatını gitar çalarak mı kazanacaksın?” sorularına inat, dünyanın en önemli müzik gruplarından birinin kilit elemanı olur.

“Hem çocukken hem de olgunluğunda haylaz ve aynı zamanda dâhi olan kim var?” diye sorulsa, herhalde akla gelebilecek ilk isimlerden biri Picasso. Pouy'un verdiği bilgilerden anlaşılacağı üzere, okulda başarısızken güzel sanatlarda “pekiyi” mansiyonu alan, derslerde sürekli güvercin ve boğa güreşi çizimleri yapan Picasso için resim, yaşamak demek aynı zamanda. Hatta küçük bir not aktarıyor Pouy: Yazı yazmayı sevmeyen Picasso, Malaga'daki ailesine haber ulaştırmak için resimli bir dergi oluşturuyor. Gürültücü ve dalgın kişliğiyle birleşen resimleriyle dünyayı kuşatan Picasso'nun tek derdi özgürlük. Resimleri ve yaşamı -her ikisi de birbirinden ayrılamaz bir bütün zaten- bunu en açık şekilde gösteriyor.

BİR ÇOCUĞA ANLATIR GİBİ...
Kitapta anlatılan kişilerin önemli bir bölümünün ortak özelliği okuldan ve ders çalışmaktan hoşlanmaması; okulda öğretilenlerin onlara yeterli gelmemesi. Bu ve benzer örneklerin yer aldığı çalışma “bana bir çocuğa anlatır gibi anlat” mantığıyla yalınlıkla hazırlanmış. Bir anlamda zor olanı başarmış Pouy. Buradan bakınca, hem bir çocuk kitabı hem de değil.

Pouy, kitabında pek çok ünlü isme yer vermiş. Genelde popüler ve hakkında kolay bilgi toplanabilen kişiler seçtiğini, (Truffault ve Buffon gibi isimleri saymazsak) alternatif ve daha etkileyici hayat hikâyesine sahip kişilere o kadar fazla yaklaşmadığını söylemek gerek.

Ama yine de Pouy'un Haylazlar Kitabı'nın dünyada iz bırakmış isimlere, çocukluklarından ve çocuklar için bakması dikkate değer.

Haylazlar Kitabı/ Jean-Bernard Pouy/ Çeviren: Eray Canberk/ Marsık Yayınları/ 128 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 09.09.2010

3 Eylül 2010 Cuma

HERKESİN BİR 12 EYLÜL’Ü VAR (*)
ALİ BULUNMAZ

Doğru söylüyor Adalet Ağaoğlu; “darbelerin darbesi” 12 Eylül. An’a darbe vuran, anıları alıp götüren; üstüne, karanlık ve ucube anılar seren bir gün. Sadece başlangıç. Sabahın dördünde hem de, erkenden. 12 Eylül Sabahı, o erken saatlerden bir akis; darbelerin darbesinin, darbe üstüne darbe indirdiği bir ülkenin tarihinde kara bir yaprak: “Hesaplaşalım” derken, ona yeni bir kardeş getirmeye hazırlananları var eden tarih, gün, saat…

Herkes kendi 12 Eylül’ünü yaşadı 30 yıl önce, o 12 Eylül herkesin oldu sonra; kimse “ben” diyemedi. Ortaklaşa acıların, karartmaların, hapisliklerin; ayrı ayrı ama yan yana ölümlerin işaret fişeğiydi o gün. 12 Eylül Sabahı, bunun kitabı biraz da. Gerçek balyozun hikâyesi…

Unutmak ölmenin yarısı, yalan yanlış bilmek bir koma hali, olup bitenle hesaplaşmak yerine ona sarılmak ise ihanetin kendisi. Ama şunu hiç gözden ırak tutmamalı: Karanlıkla hesaplaşacaklar, o karanlıktan geçenler; onunla ya da onun sayesinde var olanlar değil. 12 Eylül Sabahı’nın yazarları, o tünele girenler biraz da…

12 Eylül sabahı herkesin; hayatta olanların, olmayanların ve hayatta kalamayanların. Sürüklenilen sapa yolda 12 Eylül, hemen öncesi ve sonrasıyla daha bir önem kazanıyor böylece; pek çok şeyi anlamsızlaştırarak. Sokak kapısını, pencereyi açar açmaz tankla tüfekle yüzleşmek; ölüm sessizliği, anlamsızlığın başlangıcı…

Didem Görkay, bu anlamsızlığı özetlemiş bir cümleyle: “12 Eylül arkasında hiç unutulmayacak acılar bıraktı, bir de ömür boyu babasının gittiği yaşta kalacak küçük kızlar…”

En darbeci benim edasıyla “başaran bizim çocukların” başının Türkiye’yi tutuşturduğu, kimilerinin şuursuzca “iyi oldu” dediği, kimilerinin hayatının eksenini kaydıran o sabah, geleceği çaldı. Kitaptaki her hikâye, her gerçek hikâye bunu anlatıyor aslında.

Toplum mühendisliğinin en önemli uygulamalarından birinin başlangıcıydı o sabah; etkisini yıllar boyu sürdürecek, beyinleri boşaltacak, insanları apolitikleştirip arabeskleştirecek... Selçuk Şahin’in kitapta belirttiği gibi “demokrasi ve hukuk dışı her davranışı kabullenmeye hazır” bir kitle yaratacak tam bir darbeydi yapılan.

Beşibiryerde “bizim çocuklar”, acaba neyin altına imza attığını, ülkenin geleceğini nasıl yok ettiğini biliyor muydu o sabah? Hem evet hem de hayır. Asıl trajik olan da bu zaten; 12 Eylül Sabahı’nda, o günü, gerçekleşen darbenin ilk saatlerini kendi penceresinden aktaranların yazılarından çıkan sonuçlardan biri bu işte: Darbeye uyanan bir ülkenin uyutulması…

Evet, herkesin bir 12 Eylül’ü; uyandığı bir darbe sabahı var. 30 yıl önceydi; 30 yıl sonra bir daha, bu defa topsuz tüfeksiz, askersiz ve köteksiz olanını yaşamak mı? Ona da hayır…

12 Eylül Sabahı/ Yayıma Hazırlayan: Ömer Asan/ Heyamola Yayınları/ 334 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 02.09.2010
SAVAŞIN TAŞIDIKLARI (*)
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin her numarayı çevirip ortalığı mahvetmesinin ardından, kendini haklı çıkaracak bütün kapıları açması bilindik bir tavır. Özellikle işgallerden ve yarattığı savaş ortamlarından sonra. Tıpkı Vietnam Savaşı’nı izleyen yıllardakine benzer biçimde.

Burada karşımıza çıkan, bir yandan kendini aklayıp haklı çıkaran kurgular oluşturma, öte taraftan da sınırlı bir eleştirelliğe izin veren tutum: Her zaman böyle oldu, olmaya da devam ediyor. Taşıdıkları Şeyler de, bu minvalde yazılmış ama yazarın, öbür örneklerin üzerine çıktığı; eleştiri çıtasını yüksek tuttuğu bir roman.

İNSAN OLAN KORKAR
O’Brien, adından da anlaşılacağı gibi Vietnam’daki askerlerin ne ya da neler taşıdığını; yanında ne bulundurduğunu anlatarak koyuluyor yola. Anlatım etkileyici, şiirsel. Öyle şeyler sıralıyor ki, her asker sanki küçük bir bit pazarı: Çakılar, fenerler, bobin, teller, matara, sağlık araç gereçleri. Başka? Aşk mektupları, fotoğraflar, kalem, kâğıt. Daha? Hastalık ve elbette ölüm.

İlginç bir belirleme var: “Dram yoktu, yığılıp ölüyordun. İnsan şaşkınlıktan başka bir şey hissedemiyordu (…) Ölmemiş olmanın tadını çıkarıyordu.”

Hollywood’un, Vietnam’daki ABD işgalini haklı çıkaracak maskara filmlerine kayıyor akıl bir anda. Ama burada farklı bir yön var: O’Brien olayı sulandırmadan, çarpıtmaya girmeden anlatmayı yeğlemiş. Daha çok askerlerin arasındaki gerçekçi ve altında insani bir endişe yatan konuşmalarına odaklanmış. Dolayısıyla askerlerin taşıdığı bir şey daha çıkıyor ortaya: Korku.

Savaş zamanı da savaştan sonra da insanlar pek çok şey taşıyor. O’Brien, savaş zamanı ve sonrasında, oraya gönderilenlerin neler hissettiğini; bir anlamda neler taşıdığını aktaran bir muhabir gibi örüyor konuyu. Bunun da ötesinde, Vietnam’a götürülmek üzere askere çağrılan ama bu işgali anlamsız bulan -o belirsizlik ve kaosu onaylamayan- biri olarak yazıyor romanı.

O’Brien’ın Vietnam’da gördükleri ile döndükten sonra, orada tanık olduğu şeyler ve işgal üzerine düşündüklerini imliyor roman. Sonlanmayan bir savaş bu: “Gerçek bir savaş hikâyesini hiçbir zaman bitmeyişinden anlarsın. Ne o anda ne de gelecekte.”

SESSİZLİK
Bitmeyişinin yanında O’Brien’a göre gerçek savaş hikâyesi insanın midesini kaldırır. Genellemelerin uzağında duran bu anlatım, Taşıdıkları Şeyler’deki gibi bir manda yavrusunu kurşuna boğarak ağır ağır öldüren askerin anlamsız ama son derece gerçek eylemini resmeder. “Savaş cehennemdir” cümlesini kat be kat aşan bir şey bu. Şunu söyleyebiliriz rahatlıkla: Çatışmaların yıkıcılığı bir yana O’Brien, savaşın anlatımını daha çarpıcı şekilde kotarmış. Anlattığı onca şey arasında bir ayrıntı öne çıkıyor, o da savaştan söz açıldığı anda yaşanan sessizlik. “Savaşı duymak ister misin?” sorusunun yanıtı, en azından başlangıçta, ortalığı kaplayan sessizlikte yatıyor. Bu, bir adam öldüğünde suçluluğun ve suçu atacak biri bulamamanın sessizliği olabilir: “Bir adam öldüğünde, suçun birine yüklenmesi gerekir (…) Savaşı suçlayabilirdin. Savaştan sorumlu geri zekâlıları suçlayabilirdin.”

Bir insanı öldürmenin veya onun ölümünü izlemenin suçluluğu da olabilir bu. İkisinin birbirinden farkı var mı? Ölüler tarlasında, hayatta kalmanın suçluluğundan doğan sessizliktir belki de, kim bilir?..

O’Brien, Taşıdıkları Şeyler’le uyduruk ve duygusallıkla yüklü bir savaş anlatımına girişmiyor. Onun yaptığı, zaten anlamsız bir işgal ve sonrasında yaşanan savaşı olabildiğince fazla yönden aktarmak. Burada ölüm, cinayet ve bunaltı da var, aşk, dostluk ve anı da. Nereden bakarsanız bakın, O’Brien, ayrıntılarda boğulmak ve boğmak yerine, savaş üzerine düşünmeyi sağlayacak bir metin koymuş ortaya. Kimsenin, özellikle de ülkesinin “itibarını” kurtarmaya çalışmıyor; sadece olanı, kurgularla besleyerek olduğu gibi anlatıyor.

Taşıdıkları Şeyler, bir ağıt değil. Ağlama duvarı gibi bir roman hiç değil. Haksız işgalden doğan bir savaşa, aklı kullanarak edebi bir bakış O’Brien’ın yaptığı. Romanda, fantastik ve uçuk yollara girmemesi de, insani olan her türlü duyguyu öne çıkarıyor.

Taşıdıkları Şeyler/ Tim O’Brien/ Çeviren: Avi Pardo/ Siren Yayınları/ 220 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 02.09.2010