3 Eylül 2010 Cuma

SAVAŞIN TAŞIDIKLARI (*)
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin her numarayı çevirip ortalığı mahvetmesinin ardından, kendini haklı çıkaracak bütün kapıları açması bilindik bir tavır. Özellikle işgallerden ve yarattığı savaş ortamlarından sonra. Tıpkı Vietnam Savaşı’nı izleyen yıllardakine benzer biçimde.

Burada karşımıza çıkan, bir yandan kendini aklayıp haklı çıkaran kurgular oluşturma, öte taraftan da sınırlı bir eleştirelliğe izin veren tutum: Her zaman böyle oldu, olmaya da devam ediyor. Taşıdıkları Şeyler de, bu minvalde yazılmış ama yazarın, öbür örneklerin üzerine çıktığı; eleştiri çıtasını yüksek tuttuğu bir roman.

İNSAN OLAN KORKAR
O’Brien, adından da anlaşılacağı gibi Vietnam’daki askerlerin ne ya da neler taşıdığını; yanında ne bulundurduğunu anlatarak koyuluyor yola. Anlatım etkileyici, şiirsel. Öyle şeyler sıralıyor ki, her asker sanki küçük bir bit pazarı: Çakılar, fenerler, bobin, teller, matara, sağlık araç gereçleri. Başka? Aşk mektupları, fotoğraflar, kalem, kâğıt. Daha? Hastalık ve elbette ölüm.

İlginç bir belirleme var: “Dram yoktu, yığılıp ölüyordun. İnsan şaşkınlıktan başka bir şey hissedemiyordu (…) Ölmemiş olmanın tadını çıkarıyordu.”

Hollywood’un, Vietnam’daki ABD işgalini haklı çıkaracak maskara filmlerine kayıyor akıl bir anda. Ama burada farklı bir yön var: O’Brien olayı sulandırmadan, çarpıtmaya girmeden anlatmayı yeğlemiş. Daha çok askerlerin arasındaki gerçekçi ve altında insani bir endişe yatan konuşmalarına odaklanmış. Dolayısıyla askerlerin taşıdığı bir şey daha çıkıyor ortaya: Korku.

Savaş zamanı da savaştan sonra da insanlar pek çok şey taşıyor. O’Brien, savaş zamanı ve sonrasında, oraya gönderilenlerin neler hissettiğini; bir anlamda neler taşıdığını aktaran bir muhabir gibi örüyor konuyu. Bunun da ötesinde, Vietnam’a götürülmek üzere askere çağrılan ama bu işgali anlamsız bulan -o belirsizlik ve kaosu onaylamayan- biri olarak yazıyor romanı.

O’Brien’ın Vietnam’da gördükleri ile döndükten sonra, orada tanık olduğu şeyler ve işgal üzerine düşündüklerini imliyor roman. Sonlanmayan bir savaş bu: “Gerçek bir savaş hikâyesini hiçbir zaman bitmeyişinden anlarsın. Ne o anda ne de gelecekte.”

SESSİZLİK
Bitmeyişinin yanında O’Brien’a göre gerçek savaş hikâyesi insanın midesini kaldırır. Genellemelerin uzağında duran bu anlatım, Taşıdıkları Şeyler’deki gibi bir manda yavrusunu kurşuna boğarak ağır ağır öldüren askerin anlamsız ama son derece gerçek eylemini resmeder. “Savaş cehennemdir” cümlesini kat be kat aşan bir şey bu. Şunu söyleyebiliriz rahatlıkla: Çatışmaların yıkıcılığı bir yana O’Brien, savaşın anlatımını daha çarpıcı şekilde kotarmış. Anlattığı onca şey arasında bir ayrıntı öne çıkıyor, o da savaştan söz açıldığı anda yaşanan sessizlik. “Savaşı duymak ister misin?” sorusunun yanıtı, en azından başlangıçta, ortalığı kaplayan sessizlikte yatıyor. Bu, bir adam öldüğünde suçluluğun ve suçu atacak biri bulamamanın sessizliği olabilir: “Bir adam öldüğünde, suçun birine yüklenmesi gerekir (…) Savaşı suçlayabilirdin. Savaştan sorumlu geri zekâlıları suçlayabilirdin.”

Bir insanı öldürmenin veya onun ölümünü izlemenin suçluluğu da olabilir bu. İkisinin birbirinden farkı var mı? Ölüler tarlasında, hayatta kalmanın suçluluğundan doğan sessizliktir belki de, kim bilir?..

O’Brien, Taşıdıkları Şeyler’le uyduruk ve duygusallıkla yüklü bir savaş anlatımına girişmiyor. Onun yaptığı, zaten anlamsız bir işgal ve sonrasında yaşanan savaşı olabildiğince fazla yönden aktarmak. Burada ölüm, cinayet ve bunaltı da var, aşk, dostluk ve anı da. Nereden bakarsanız bakın, O’Brien, ayrıntılarda boğulmak ve boğmak yerine, savaş üzerine düşünmeyi sağlayacak bir metin koymuş ortaya. Kimsenin, özellikle de ülkesinin “itibarını” kurtarmaya çalışmıyor; sadece olanı, kurgularla besleyerek olduğu gibi anlatıyor.

Taşıdıkları Şeyler, bir ağıt değil. Ağlama duvarı gibi bir roman hiç değil. Haksız işgalden doğan bir savaşa, aklı kullanarak edebi bir bakış O’Brien’ın yaptığı. Romanda, fantastik ve uçuk yollara girmemesi de, insani olan her türlü duyguyu öne çıkarıyor.

Taşıdıkları Şeyler/ Tim O’Brien/ Çeviren: Avi Pardo/ Siren Yayınları/ 220 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 02.09.2010

Hiç yorum yok: