29 Aralık 2009 Salı

HUKUKTAN VAZGEÇSEK Mİ? (*)
ALİ BULUNMAZ

George Orwell, 1984'ü, bir başka deyişle kişiyi mengeneye alan baskı düzenini betimlediği anti ütopyayı kaleme aldığında pek çok insan, bunun tamamen bir hayal olacağını düşünmüştü belki de. Orwell geleceği gören bir adamdı; gözetleyen mekanizmayı ve gözetlenen toplumu resimlemişti.

Bugün, özellikle 11 Eylül sonrası dünyada “terör” bahanesiyle yatak odalarına kadar röntgenlenen, ne yiyip ne içtiği bile anlık olarak izlenebilen insan, kendini hâlâ özgür sanabiliyor ne mutlu! Tüm bu mekanizmaya hukukun “terör” bahanesiyle siyasete alet edilmesi de eklenince ister istemez Orwell'ın distopik dünya tasavvuruna benzer, hatta belli noktalarda onu aşan bir yapılanmayı ortaya çıkarıyor.

“ŞER EKSENİNE KARŞI İYİLİK CEPHESİ”
11 Eylül, terörün en önemli milatlarından biri, bu tartışmasız. Ancak o gün yaşanan ve ardından gelişen olayların daha uzun süre su götüreceği de aynı oranda tartışmasız. Dünyayı harekete geçiren, insanları şoke eden 11 Eylül, bir acil durum yarattı. Jean-Claude Paye'e göre söz konusu acil durum, pek çok meşrulaştırmayı beraberinde getirdi ve “demokrasi ve insan haklarının korunması” adına yeni bir siyasal sistem yarattı. İşte o siyasal sistem, kişilerin kimi özgürlüklerinden vazgeçmesine dek vardırıldı. Bir başka anlatımla, özgürlük-güvenlik ikilemiyle haklar tırpanlandı; özgürlük gönüllü olarak daraltıldı.

Paye'in vurguladığı gibi, 11 Eylül'ü izleyen zaman diliminde çok fazla sayıda kişi, genişletilen denetime hoşgörü göstermeye ve özel hayatlarını güvenceye alan yasalardan ödün vermeye hazır olduğunu ortaya koydu. “Şer eksenine karşılık iyilik cephesi”nin eli de güçlendi böylece.

ABD'nin siyasal sistemi ve güvenlik talepleri, “terör” korkusu kapsamında, başta Avrupa olmak üzere, neredeyse tüm dünyayı derinden etkiledi ve buna uygun “yasal” düzenemeler yapıldı. Süper güç ABD, tam da bu noktada nasıl etkin olduğunu gösterdi ve kendi vatandaşları için özel hak ile imtiyazların tanınması adına hukuki zemin hazırlatırken, kendi sınırları içindeki “yabancılara” aynı düzenlemenin tam tersini uygulamaya koyuldu.

ABD'de 2001 yılında çıkarılan “Vatanseverlik Yasası” ile polis ve istihbarat birimlerine terörle bağlantısı olduğundan şüphelenilenleri tutuklama ve alıkoyma yetkisi tanınması tüm dünyaya verilen bir mesajdır aslında. Hukukun ve yasaların keyfi biçimde yeniden düzenlenmesi, ABD ve yandaşlarının geri kalan ülkelere verdiği gözdağından başka bir şey değil. ABD sınırları içinde ve geri kalan ülkelerde ilan edilen “olağanüstü hal”in habercisiydi bu yapılanlar.

Olağanüstü hal, yüksek risk taşıyan profilleri belirlemekten özel yaşamları denetleme ve toplumun hareketlerinin kontrolüne kadar uzandırıldı. Dünya çapında dosyalama seferberliği başlarken bu geniş bir fişleme harekâtı demekti. Dolayısıyla şüphelilerin sayısı hızla arttı, terör bağlantısı olduğu tahmin edilen kişi listesi kabardı. Telefon konuşmalarının, internet yazışmalarının ve yolculuk bilgilerinin kayıt altına alınması her şeyin üstüne tuz biber ekti.

ORTAK DÜŞMAN “TERÖR”
“Terörle mücadele” için geliştirilen teknikler sayesinde askıya alınan hukuk ve özgürlükler, yalnızca ABD'yi değil aynı zamanda AB ülkelerini de etkiledi. Terör, örgüt, niyet gibi kavramlar yeniden tanımlanıp “mücadele”ye uygun hale getirildi. Suçlama Paye'in gözlemlerine göre, “artık fiili durumdan, kişi ya da örgütün suç potansiyeli dikkate alınarak” yöneltilmeye başladı. Bu haliyle terör yasaları küresel gözetlemenin meşrulaştırılmış biçimine dönüşmüştü.

AB ülkelerinin hukuki uygulamalarında yapılan değişikliklerin özünü, kurulan olağanüstü halin sınırlarının genişletilmesi oluşturuyordu. Güvenlik güçleri çok daha rahat hareket etmeye başladı ve “önceden müdahale” gibi bir yöntemi yöntemi benimsedi. Avrupa'daki tutuklama usulleri de böylece anayasal özgürlükleri askıya alan bir şekle büründü. Sadece tutuklama değil, şüpheli ya da şüphe uyandıran kişi olarak fişlenen kişilerin çeşitli Avrupa ülkelerine girişini engelleyen bir sistem kurularak seyahat özgürlüğü de önemli ölçüde kısıtlandı.

Tüm bu uygulamalar da özel hayatın denetimi de “fiillerin sonrasından öte potansiyel bir tehdit için önlem alma amacına” dönüktü; “terörle mücadele”, saldırı öncesi kurulan “sistematik usullerin örgütlenmesini meşrulaştırmıştı.” Örneğin bunlardan biri biyometrik kontroldü. 11 Eylül'den beri ABD'ye giren her yabancının fotoğrafları çekildi ve parmak izleri alındı. 2004'ten bu yana da ABD'den ayrılan yabancılar yine aynı şekilde parmak izi vermek zorunda bırakıldı.

1990'larda SSCB'nin çökmesiyle, tarihin ve ulus devletin sonunu muştulayan heyecanlı kalemşorler, 11 Eylül'le beraber alınan güvenlik önlemleri doğrultusunda ulus devlet inşasının gerekliliğine vurgu yapmaya başladı. Bir başka deyişle ulus devleti, “güvenlik” bağlamında yeniden kurguladılar.

Polis yeniden örgütlenerek, bu yeni ulus devletin (güvenlik devletinin) merkez organına dönüştürüldü. Hedef kitle (göçmenler, yabancılar, olağan şüpheliler...) seçilip, bunlar üzerinden “tüm nüfusa uygulanmak koşuluyla hegemonyacı bir yöntem geliştirildi.” Kişiler kimi zaman açıktan kimi zaman da haberleri olmadan soruşturulup fişlenmeye başladı ABD sınırsız iktidar kazanma konusunda yine öncü oldu, Paye'in yorumu şöyle: “ABD kendisini iktidarının sınırlamasından kurtarabilen tek ülke. 'Terörle mücadele'de ABD mahkemeleri kendilerine uluslararası hukuktan kaçan sınır ötesi bir yargı yetkisi verdi (...) Bu, ABD dışında yapılan polis operasyonlarını ya da savaş ilanı olmaksızın yürütülen askeri operasyonları yasallaştırma çabasıydı” (s. 194).

1990'ların ardından küreselleşme söylemini yaratanlarca yeniden inşa edilen güvenliğe dayalı devlet “terörle mücadele” sayesinde düzenin korunmasını ve toplumsal denetimi sağlayıcı bir işleve sahip oldu. Paye'e göre bu devlet modeli için “terörle mücadelenin” açık anlamı “hegemonya ve hakimiyettir.”

“Terörle mücadelenin” su yüzüne çıkardığı bir başka gerçek, düşman ile suçlu arasındaki ayrımın yok edilmesi. Burada söz konusu olan yalnızca düşmanı suçlama sorunu değil Paye'e göre; sorun düşman suçlu yaratılması çoğunlukla, savaş da “suçlu 'devletleri' kapsayan basit bir polis operasyonuna indirgenir” bu durumda.

OLAĞANÜSTÜLÜĞE KARAR VEREN, KURALI DA KOYAR
Süregelen olağanüstü hal, bir yerden sonra saf şiddeti doğurur. Paye'in Benjamin'den alıntıladığı gibi, saf şiddet hukuk düzeninin dışında var olur; mutlak belirsizlik bölgesini simgeler. Hukukun askıya alınması, emperyalist bir yapının kurucu öğesine dönüşür. ABD'de olduğu gibi ikili bir “hukuk” sisteminin doğuşunu da tetikleyebilir: “Yurttaşlar için hukuk devleti ve yabancılar için bir hukuksuzluk yöntemi” (s. 241). Paye, bunu ve adı geçen düzenin yaygınlaştırılmasını “emperyalist hukuk”un olgunlaşması biçiminde niteler.

ABD, “şere karşı başlattığı savaşta” yanındakileri “demokratik”, karşısındakileri “suçlu” ilan edip, “terörle mücadele” kapsamında hukuku askıya alarak yeni bir “hukuk düzeni” yaratır; böylece savaşılacak düşmanı da üretmeye koyulur. Giorgo Agamben'e göre olağanüstü hal kurala dönüştüğünde siyasal sistem ölümcülleşir. Paye de zemininde “terörle mücadelenin” yer aldığı bu eylemi “hegemonya uygulama yolu” olarak görür. Ne de olsa olağanüstülüğe karar veren, kuralı da koyandır.

Güvenlik insanoğlu için hayati öneme sahip. Ancak sadece “güvenlik” adına hukuktan, hak ve özgürlüklerden vazgeçmek; bunu gönüllü biçimde yapmak yeni açmazları, en başta hukuksuzluğu doğurmaz mı? İşte bugün temel sorun da bu: Özgürlük-güvenlik ikileminde tüm hak ve özgürlüklerin bir şekilde tırpanlanması mı yoksa onlara sahip çıkılması mı? Hepsinden önemlisi, tüm bu olup biten karşısında her şeyi kabullenmek mi sesi yükseltmek mi? Kısaca hukukun askıya alındığı olağanüstü hale teslim olmak mı yoksa hukuku yeniden egemen kılmak mı? Bunlar geleceğe dair önemli sorular, hepsinden öte kritik seçimler.

Hukuk Devletinin Sonu/ Jean-Claude Paye/ Çeviren: G. Demet Lüküslü/ İmge Kitabevi/ 268 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 24.12.2009

20 Aralık 2009 Pazar

HÂLÂ SÖMÜRÜLECEK MİYİZ? (*)
ALİ BULUNMAZ

Dünya Bankası (DB) ve kardeş kuruluşu Uluslararası Para Fonu (IMF), nerede bir toplantı düzenlese hemen protestolar yükseliyor. Sömürüye karşı çıkan gruplar sesini gürleştirdikçe gazla, copla ve gözaltına alınarak “ödüllendiriliyor.” Tıpkı yakın zamanda İstanbul'daki gösterilerde olduğu gibi. Şehri gazkent haline getiren DB ve IMF kuşatması, açıktan görüşülenlerin yanında, yakın gelecekte etkisini gösterecek kapalı kapı ardı buluşmalara da ev sahipliği yaptı.

“Yoksulluğu azaltma”, “ihtiyacı olanlara sıcak para sağlama” ve “yatırımları destekleme” gibi görevler üstlenen iki kardeş, bugüne kadar aslında gelir düzeyi düşük insanların geleceğiyle oynamaktan başka hiçbir şey yapmadı. Filiz Zabcı Dünya Bankası kitabıyla, parayla oynayıp destek çıkar gibi yaparak, sömürgeciliğe hız ve yön veren bu iki kuruluştan DB'ye yoğunlaşıyor.

BORÇ SÖMÜRÜLENİN KAMÇISIDIR!
DB'nin kullandığı kalkınma-kalkındırma kavramlarının arkaplanında, İkinci Dünya Savaşı sonrası 1929 krizine benzer bir çalkalanmanın yaşanmasını engelleyecek ve sömürgeler ile sömürgeciler arasında yeniden yapılanmayı sağlayacak kalkınma bankası kurma projesi yatıyordu. Kurulduğundan bu yana ABD güdümünde çalıştığı göz önüne alınırsa, bankanın ne tür bir kalkınma programı izlediği de rahatça anlaşılabilir.

DB'nin ilk yıllardan başlayarak geliştirdiği “kalkınma” programı, yeni sömürgecilik anlayışının bir yansımasıydı. Mesele, kapitalizmle tanışmamış kitleleri sisteme göbeğinden bağlamaktı. Zabcı, bunun üzerinde ısrarla dururken, aynı zamanda DB'nin kuruluş ilkesini de açıklıyor: Gelişmekte olan ülkelerle ilgili bilgi-veri toplamak, bu ülkeleri sınıflandırmak, en sonunda da söz konusu ülkeleri dünya ekonomik sistemine dahil etmek. İyi de nasıl?

Yanıtı çok basit: Krediler, borçlandırma taktikleri, borç krizi yaratma, yatırım ve yoksulluğu azaltma adı altında kaynakları sömürme. Tüm bunlar DB'nin kurduğu “paradigma”nın yapı taşlarıydı. Bu “paradigma” içinde Üçüncü Dünya'nın siyasal yaşamı da şekillendirildi elbet. Zabcı'nın hatırlattığı birkaç örnek, DB ile diktatörler arasındaki girift ilişkiyi göz önüne koyuyor: Şili'de Pinochet, Brezilya'da Goulart'ın devrilmesiyle göreve gelen askeri yönetim, Nikaragua'da Somoza, Zaire'de Mabutu, Filipinler, Endonezya ve Türkiye. İşbirliğinin doğal sonucu ise yıllar sonra patlak verecek krizlerdi: Meksika, Güneydoğu Asya, Rusya, Arjantin ve Türkiye.

1980'den itibaren bütçe açıklarını kapamaya doğru dümen kıran DB (ve ikiz kardeşi IMF), istediği “yapısal reformların” gerçekleştirilmemesi durumunda Zabcı'nın işaret ettiği gibi “borç vermeyi keseriz” tehdidini savurur. Dolayısıyla “yapısal reformlar” için gerekli alt yapının kuruluşu da gecikmez; hemen “yönetişim” kavramı geliştirilir. Bu, bir çeşit toplum mühendisliğidir; yani, uluslararası sermayenin ilgili ülkeye akışını güvence altına alacak ve yatırım yapmasını sağlayacak bir yapı oluşturmak amacıyla, üzerinde çalışılan ülkeye biçim verecek bir program oluşturmadır.

“Yönetişimin” sihri, “şeffaflık”, “aşağıdan katılım” ve “hesap verme” gibi sözcüklerde yatıyor. Alengirli kelimelerin altındaki tek gerçek ise küresel yönetişimle küresel pazarı talan etmek. Bunun için hangi ülkede çalışma yürütülüyorsa ayağı yere basan muhalefet törpülenir, yapısal uyum programına uydurulur. Bu süreçte DB'nin ilişki kurduğu kesim sivil toplum örgütleridir.

“Yapısal reformların” ve kredilerin olumsuz sonuçlarını belli bir noktaya kadar kabul eden DB, bu açmazları azaltmak adına adım atar ve Sivil Toplum Örgütleri'yle (STÖ) yakınlaşır. Zabcı'ya göre DB, STÖ'lerin yoksulluk ve gelir adaletsizliği karşısında ekonomik yaşama katılımını zorunlu görür. Özellikle eylem yanı güçlü ve kendisine sıcak bakan STÖ'leri kullanan DB, bu kuruluşları proje döngüsü içine sokar; en az on yıl sürecek döngünün her aşamasında söz konusu kuruluşları görmek ister.

DB'nin STÖ'lerle kurduğu ilişki tamamen araçsal. DB'nin “yoksulluğu azaltma” stratejisindeki “kalkınma programlarında” STÖ'lerin kullanılması esas alınan bir nokta. Daha da ötesi, topluluk temelli ya da taban örgütlerinin yoksul halka yakın olması, Banka'nın bu kesime ulaşmasını kolaylaştırır nitelikte. Bu yüzden STÖ'lerin, DB projelerine katılımının sağlanmsı hayati önem taşıyor.

DB için “sivil kültür”, “aşırıya kaçabilecek kitlesel eylemleri sınırlandırmak ve 'yoksulların gereksinimlerinin sağlanması' sürecinde siyasal rejimler üzerindeki baskıyı azaltmak” demek. DB ile STÖ'ler arasında kurulan pragmatik ilişki de buna işaret ediyor.

Banka'nın oluşturduğu ağ, önünde sonunda krizle sonuçlansa da buna verilen tepkiler farklı. Örneğin Arjantin'de başgösteren ve sokak gösterileri ile yağmaya kadar varan olaylar çıkartan krizin benzeri, 2001 yılında Türkiye'de de yaşanmıştı. Sosyal patlamaların önüne geçmek için Banka, “Sosyal Riski Azaltma Projesi” geliştirdi. Buna uydurulan kılıf “eşitsizliği” ve Banka'nın, “önce ayakları kesip sonra pedikür önerdiği” krizin etkilerini “azaltmak”tır. Yoksulların sesini çıkarmaya başlaması, DB için “patlama”nın ilk işaretidir. Banka'ya göre bu bir risktir ve o nedenle mümkün olan en kısa sürede tepkilerin giderilmesi zorunludur. Kişilerin zaten hakkı olan hizmetler, bu projelerle “yardım”a dönüşür.

Zabcı, DB'nin bağımlılaştırıcı politikalarına ilişkin örneği Türkiye üzerinden verirken, önce belirli bir kabulün varlığından söz açıyor: “Herhangi bir siyasi iktidar kendi başına karar alabilecek bir yapıdadır.” Ancak DB ve IMF gibi kuruluşlarla içli dışlı olan bir iktidar nasıl özerk kalabilir?

“YARDIM ELİ”
Zabcı'nın burada vurguladığı en önemli nokta, “Ülke Yardım Stratejisi”nin Türkiye üzerinde nasıl uygulandığı. “Ülke Yardım Stratejisi” dört aşamadan oluşan bir plan: İlk aşama kamu varlıklarının özelleştirilmesi, ikinci aşama sermaye piyasasının serbestleştirilmesi, üçüncü aşama DB ile IMF arasında gidip gelen iyi polis-kötü polis oyunu (krizler ve “çözüm” üretme) ve dördüncü aşama ise serbest ticaret.

1990'lardan başlayıp bugünlere gelene kadar Türkiye için iki tane Ülke Yardım Stratejisi hazırlanır. “Yapısal reform” adı altında dört alana müdahale edilir: “Kamu açıklarının 'azaltılması' ve kamu kurumlarının özelleştirilmesi, emeklilik sisteminin açığını denetleme adı altında memur ve kamu işçilerinin kazanılmış haklarını tırpanlama, tarımda fiyat desteklerini kaldırma ve devlet bankalarının borç ödeme yeteneklerini sağlama” (s. 132).

DB, yukarıda sıralananlardan ilk üçü üzerinde müdahalesini meşrulaştırırken kullandığı kavramlar da hiç yabancı gelmiyor; popülist politikaların “kamu hesaplarında dengesizliğe ve yüksek enflasyona yol açtığını” iddia ediyor. Zabcı'ya göre 1980'de başlayan ticaretin serbestleştirilmesiyle sağlanan “hızlı büyümenin” önünde bu politikalar engel oluşturuyor.

Bu noktada Türkiye örneğinde, DB ve IMF'nin güçlü ortaklığı göze çarpar. IMF vergilerle, DB de kamu harcamalarıyla ilgilenir. İşte “yapısal reform” denen şey, DB'nin ilgilendiği kamu alanına ilişkindir. Makroekonomik istikrar da “yapısal reformların” temel direğidir; bu ise AKP iktidarında en keskin biçimde görülen devletin yeniden yapılandırılmasıdır. Devletin yeniden yapılandırılması, kamu hizmetlerini ortadan kaldırıcı düzenlemelerle bezenip AKP tarafından “Acil Eylem Planı” adıyla piyasaya sürülür.

Kim ne derse desin DB ve tek yumurta ikizi IMF, “kalkınma”, “yoksulluğu azaltma” ve “yönetişim” gibi kavramlarla kriz yaratan ve sömürüyü derinleştiren bir yapıya sahip. Üstelik “yapısal reform” ve “kredi yardımı” benzeri açılımlarla ülkeleri “şeffaflığa” davet ederken, Banka'da kararlar kapalı kapılar ardında alınır. Yine DB'nin tüm atamaları ABD tarafından gerçekleştirilir ve üretilen “demokrasi” masalları, kuruluşun işleyişinde asla geçerlilik kazanmaz. DB'nin ürettiği projelere aktarılan paralar, çokuluslu şirketlerin kasasına girer.

Zabcı tüm bunların ardından Eduardo Galeano'nun sorusuyla sonlandırıyor kitabı: “Yoksul ülkelerin, sayıların söylediklerinden çok daha yoksul olduğu ve DB'nin verdiği serbest pazar mutluluk hapını yuttuğundan beri daha da yoksullaştığı ayan beyanken, Banka'nın 'kalkınma' hem de 'insani kalkınma' için çalıştığına inanmak hâlâ mümkün mü?” (s. 147).

Bunu bir soruyla daha tamlamak olanaklı: Her şey bu kadar açıkken, hâlâ sömürülmeye devam edecek miyiz?..

Dünya Bankası/ Filiz Zabcı/ Yordam Kitap/ 160 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 17.12.2009

15 Aralık 2009 Salı

AÇILMAYI BEKLEYEN KAPILAR (*)
ALİ BULUNMAZ

Darwin'in ateşli savunucularından ünlü biyolog Thomas Henry Huxley'in torunu, yine ünlü biyolog Sir Juilan Huxley'in kardeşi olan Aldous Huxley’in (1894-1963), annesi şair ve denemeci Matthew Arnold'ın yeğeniydi. Babası Leonard Huxley ise Cornhill dergisinin sahibi ve yöneticisiydi. Bilimi ve edebiyatı birleştiren bu entelektüel miras Huxley'in dünyaya bakışının temelini yarattı. 1908-1914 yılları arasında yaşadığı üç sarsıcı olay; annesinin ölümüyle ailesinin dağılması, Eton'da öğrenciyken onu neredeyse kör olma noktasına getiren göz hastalığı ve kardeşinin intiharı Huxley'in tüm gençliğini etkiledi ve hayatında silinmez izler bıraktı. Yazar, yaşamının sonuna kadar göz hastalığıyla savaşmak zorunda kaldı. 1916-1920 yılları arasında, daha çok Fransız Simgecileri'nin etkisini taşıyan şiirlerden oluşan dört kitap yayımladı.

Ancak Aldous Huxley ismi okurların zihninde hemen Cesur Yeni Dünya adlı anti ütopyayı canlandırır. Hiçbir bireyin bilimsel denetimden kaçamadığı ve teknolojinin iktidarının hüküm sürdüğü bir dünyayı anlatan bu anti ütopya, türünün klasiklerinden sayılmasının yanı sıra, Huxley’i dünyaya tanıtan eserdir. Onun eleştirel biçeminin en üst noktasını yansıtan kitap, Huxley’e büyük bir ün kazandırır ve geleceğin dünyasına ilişkin fikirler üreten herkese belli oranda etkide bulunur.

Son dönemlerinde Doğu düşüncesi ve mistisizme yönelen Huxley’in, bu dönemine yaklaştığı zamanda kaleme aldığı Algı Kapıları ile onun devamı niteliğindeki Cennet ve Cehennem, bugün tek kitap halinde meraklılara sunuluyor.

MESKALİN DENEYİMİ
Algı Kapıları’nın yazılışının kökeninde Alman farmakolog Ludwig Lewin’in meskalin araştırmaları yatar. Meskalin, peyote denilen bir tür kaktüsün kök ve çiçeklerinden elde edilen, halüsinojen etkiler yaratıp, bireyin duygu durumu ve kişilik yapısında kimi farklılaşmalara neden olan bir madde. Yarattığı halüsinolojik etki çoğunlukla görsel ve ender biçimde işitsel olan meskalinin elde edildiği peyote, Yeni Dünya’ya ayak basan İspanyolların ifadesiyle “Güneybatı Amerika ve Meksika yerlileri için tanrısal bir öneme sahipti. Bunun başlıca nedeni yapılan deneyler sonunda keşfedildi: Peyoteden sağlanan meskalin, bilincin niteliğini derinden etkiliyordu.

Meskalini kendisi de deneyen Huxley, yaşadıklarını şöyle anlatır: “Uyuşturucuyu aldıktan yarım saat sonra altın ışıkların hafif hafif salındıklarını fark ettim. Biraz sonra muhteşem kırmızı yüzeyler ortaya çıktı; bunlar şişip genişliyor, durmadan değişen ve her seferinde yeni, titrek şekiller oluşturan parlak enerji düğümleriyle besleniyordu. Gözlerimi tekrar kapadığımda önümde bir gri biçimler karmaşası belirdi; içlerindeki açık mavi küreler iyice yoğunlaşıp katılaşıyor ve sonra da yukarı doğru kayarak gözden kayboluyordu. Ama hiçbir zaman yüzler ya da insan veya hayvan biçimleri görünmedi. Ne bir manzara ne muazzam genişlikler ne binaların büyüleyici yükselişini ve dönüşümünü gördüm; bir masala veya dramaya en uzak bir benzerlik taşıyan hiçbir şey yoktu. Meskalinin beni götürdüğü ‘öteki’ dünya bir görüntüler dünyası değildi; o dışarıdaydı, gözlerim açıkken görebildiğim bir şeydi” (s. 13).

Huxley’in belirttiğine göre meskalin deneyleri, belli başlı bazı sonuçlar doğurur ve bunların en önemlisi algının güçlenmesi, zaman ve mekâna olan ilginin sıfıra inmesi ile duyularla algılananların otomatik bir kavrama dönüştürülememesidir.

Şekersiz kalan beyin, zaman ve uzama dair ilgisini yitirir. Duyuüstü algılamalar başlar. Öte yandan meskalin, renklere yüksek güç ve derinlik katar; insanın, daha önce ayırt edemediği ince tonları algılamasını sağlar.

Huxley’in yorumlarına bakılırsa, alınan meskalin kişilik yapısına ortalama ve kullanılan doza göre farklı etkiler gösterir. Görsel yetileri güçlü olan insanlar, meskalin sayesinde hayalperest hale gelir diyor Huxley.

Tam da bu noktada şizofren ile meskalin kullanıcısı arasında bir karşılaştırma yapar, hatta bağlantı kurar: “Şizofren sürekli olarak meskalin etkisi altında olan bir kişiye benzer; bu yüzden yaşadığı belli bir gerçeklik deneyimini durduramaz; yeterince sağlıklı olmadığı için onunla birlikte yaşayamaz ya da bir açıklama getirip bir kenara atamaz. Çünkü o, bütün gerçeklerin en çürütülemez olanıdır ve bu gerçeklik onun dünyayı insan gözleriyle görmesine izin vermediği için, bir türlü sona ermeyen tuhaflığını ve yakıcı yoğunluğunu insani ya da kozmik kötülüğün bir alameti olarak yorumlayamadığı için de ona büyük bir korku veren ve onu ölümcül şiddet eğiliminden katatoniye ya da psikolojik intihara kadar varan bir dizi umutsuz karşı önlem almaya zorlar” (s. 48).

Huxley, meskalinin sanatsal yaratıcılık ve üretim ile ilişkisi üzerine gözlemlerde bulunur ve buna kafa yorarken “ilacın” burada belli oranda etkili olduğu sonucuna varır. Çünkü meskalin, bir bakıma algılamada ve bilinç düzeyinde yol açtığı değişimlerle, farklı yaratıcılık kalıplarını tetikler gibi görünür.

İleriki satırlarda, uyuşturucunun dinsel amaçlara da hizmet ettiğini ekleyen Huxley, hem ilkellerde hem de yüksek uygarlık düzeyine ulaşmış topluluk ve toplumlar arasında bu tür bir kullanımın yaygın olduğunu söyler.

Meskalin, önünde sonunda benliğin sınırlarını aşma yolunda ya da “kendinden geçme” biçiminde özetlenebilecek bir isteğe bağlı olarak etkin bir kullanıma sahiptir. Huxley, Dr. Slotkin’in görüşlerine değinir, peyote ve meskalini düzenli kullananların “daha üretken, daha ılımlı ve barışçı hale geldiklerini” aktarır (s. 60).

“KENDİNDEN GEÇME”
Meskalin deneyimin, kişinin zihninin bilinmezlerini gün ışığına çıkarma ve hayal görme konusunda “aydınlatıcı” olarak niteleyen Huxley’e göre, bir ifade aracı konumundaki sanat eserlerini kavramasının da kolaylaştığını savunur. Cennet ve Cehennem aslı kitabı ise, Algı Kapıları’nın devamıdır ve Huxley burada meskalin deneyiminin sonuçlarına yer vereceğini duyurur.

Meskalin veya derin hipnoz etkisi altında yaşanan deneyimlerin “tuhaf” olduğunu vurgulayan Huxley, bu tuhaflığın kendince bir düzeni bulunduğunu, o düzen içinde ilk ve en önemlisini ışık deneyimi şeklinde açıklar.

Zihnin “öteki” bölgesinde görülenler son derece parlaktır. Renkler güçlüdür ve ton farklılıkları çok daha kolay ayırt edilir. Meskalin deneyiminde görülenleri, renksiz rüyalardan ayıran özellik de budur.

Meskalin deneyiminin bir başka etkisi, renkli, hareketli ve canlı geometrik biçimlerin algılanışıdır. Huxley’in aktardığına göre meskalin, bu biçimlerin ihtişamını arttırır ve renkli zenginliğin keşfini sağlar.

Huxley, sonraki sayfalarda, din ve inanışlarda parlaklık, renk seçimi, ışık ve değerli taşların ne gibi anlamlara büründüğüne değinir, onların nasıl kutsal simgelere dönüştürüldüğünden bahseder. Tüm bunlar ve sanatta kullanılan renk, ışık ve malzeme, zihnin “öteki” bölgesini harekete geçirir ve kişi adeta yeni bir dünya keşfeder.

Huxley, modern zaman sipiritüalistlerinin de eski gelenekçilerin de haklı olduğunu vurgular. Ona göre keyifli görsel “cennet” ve aynı zamanda burada “bazı şizofrenler ile meskalin kullanıcılarının yaşadığı türden dehşete düşürücü görsel deneyime benzeyen ‘cehennem’ de vardır” (s. 113).

Zamanın en çok ses getiren çalışmalarından olan Algı Kapıları, Huxley’in mistisizme ilgi duyduğu yılların ürünüydü. O, buradan hareketle algının nasıl açıldığını, zihnin karanlık noktalarına nasıl ulaşıldığını ve meskalinin etkisinin ne yönde olduğunu araştırır. Araştırmayı yaparken bizzat meskalin kullanır ve bu sayede yaşanan duruma yabancı kalmaz.

Hem kendisinin hem de başka kişilerin deneyimlerini aktarırken, bunu yaşamayanların o duyguları tatmasını sağlayan bir dil kullanır. Böylece okuyucuya, bilinen ama girmekten çekinilen zihnin öte tarafına dair ipuçları verir.

Resim, müzik, ışık oyunları gibi aracılarla beliren algı durumunun, Huxley’in ifadesiyle “kendinden geçmenin” ne menem bir şey olduğu ortaya koyulmaya çalışılır. Algı Kapıları ile Cennet ve Cehennem, işte bu “kendinden geçme” haliyle, bilinenin ve yaşananın ötesine ilerlenebilmesini sağlayacak kapılarla buluşturmaya çabalıyor okuru.

Algı Kapıları-Cennet ve Cehennem/ Aldous Huxley/ Çeviren: Mehmet Fehmi İmre/ İmge Kitabevi/ 150 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 10.12.2009

4 Aralık 2009 Cuma

DOĞUMUNUN 100. YILINDA HANNAH ARENDT (*)
ALİ BULUNMAZ

Konuşmadan ve eylem yapmadan yaşanan bir hayat, kelimenin tam anlamıyla, insanın hayatı boyunca yaşadığı bir ölümdür.”
(Hannah Arendt)

Hannah Arendt, kendisine “felsefeci” diyenlere hep aynı yanıtı verdi: “Ben, bireyin kendisine dair sorunlarla uğraşıyorum.” Onun “insanla uğraşması”, tekil olanı ele alması demek değil; “felsefeci” sıfatını reddederken, kurduğu cümlenin devamında ne demek istediği çok daha iyi anlaşılıyor: “Ben tekil olarak insandan öte, dünyada yer kaplayan insanlığa yoğunlaşıyorum.” İşte Arendt'in söylemini özetleyen ifade.

Yaşamı boyunca ortaya koyduklarıyla, insanın var oluş koşullarını araştıran Arendt'in doğum, ölüm, eylem, üretim, çeşitlilik gibi konular üzerinde durduğu göze çarpar. Ona göre eylem, insanı açıklayan temel kavramdır; insan, öz varlığını ancak bu şekilde sergileyebilir.

Eylemde bulunmak, yeni bir şeye başlamakla eşanlamlı. Buradan bakıldığında Arendt için doğum, ölüme hazırlıktan çok bir başlangıca işaret eder ve 14 Ekim 1906'nın, yani Arendt'in doğum gününün, “yeni başlangıç” olarak değerlendirilmesi hiç de yanlış bir anlatım olmaz. Çünkü o, her zaman yeni olana vurgu yapar ve söyleminin canlılığı da buradan gelir.

Kendinden öncesini sürekli eleştiren ya da sorgulayan ve zor ikna olan yapısı Arendt'i özel kılar. Ele aldığı konuları hep farklı bakış açılarıyla değerlendirir. Arendt'in, sorunun kökenine inme ve her etkinliği, insanın yaşamındaki anlamı bakımından incelemesi, felsefi söyleminin en belirleyici nitelikleri.

Ona göre olaylar “belli bir ereksellikle ortaya çıkmaz ve insan, önceden belirlenemez bir sürecin başlatıcısı olabilir” (s. 11). Bu bağlamda Arendt'in eleştirilerinin neden tarihselcilik, totaliter rejimler ve modernizme yöneldiği de kolayca kavranabilir.

İNSANLARLA VAR OLAN İNSAN
Arendt'in ele aldığı konuların zenginliği dikkatle incelenirse, Doğumunun 100. Yılında Hannah Arendt adlı kitapta kendine yer bulan bildirilerin de aynı zenginliği yansıtan bir kesit sunduğu rahatlıkla söylenebilir. Ayrı ayrı konuları içeren bildirilerin en önemli kesişme noktası ise, Arendt'in eleştirelliği ve olup biteni sorgulama çabası.

Örneğin, Heidegger'in 27 Mayıs 1933'te yaptığı ve Nazilerle bir biçimde uzlaşımını içeren rektörlük konuşmasını eleştirmesi, söz konusu sorgulamanın göstergelerinden biri. Jacques Taminiaux'nün vurguladığı gibi, Arendt'in totalitarizme yönelik eleştirisinin merkezinde, bu ideolojilerin “yasallık ve meşruluğu ortadan kaldırma anlayışı bulunur.”

Totaliter ideolojiler zihnin yıkımını sağlamaya ve etkin yaşamın tüm insani biçimlerini baskı altına almaya çalışır; dolayısıyla düşünme etkinliğinin de bir şekilde silinmesi amaçlanır. Sınıfların yönlendirilip şekillendirilebilir kitlelere dönüştürüldüğü totaliter ideolojilerde, birey de bu yolla, düşünme etkinliğinden uzaklaştırılarak edilginleştirilir.

“İnsanın kendini düşünmesi” üzerine de eğilen Arendt için esas olan, Hans-Helmuth Gander'in belirttiği gibi, “insanın yalnız başına kendi kendisiyle konuşması değil, her zaman başkalarıyla yaptığı konuşma”dır. Düşünmek, insanlar arasında yaşayan insan için başkasını gerekli kılar. İnsan olmanın temel koşulu, başkasıyla birlikte dünya-varlık olmada yatar.

Arendt'in Lessing'e atıf yaptığını söyleyen Gander, insanın eylemde bulunmasının önemine dair görüşü yineler. Eylemde bulunmak, insanı insanla ilişkiye sokan edimdir. Konuşup eylemde bulunarak türünün yaşama alanına dâhil olan insan, kendisinden önce de varlığını sürdüren dünyaya bu yolla bir kez daha gelir. İnsanlar “konuşarak ve eylemde bulunarak daha önce görünür olmadıkları dünya sahnesine ayak basar” (s. 63). İnsanın özgür olma koşulu da böylelikle ortaya çıkar: Edimleri gerçekleştirmek ve başkalarıyla rahat konuşabilmek.

Arendt için politika da, eylem ve sözlerin aktarılmasıdır. Konu siyasete gelince güç, otorite ve kuvvet gibi kavramlar da işin içine girer. Onun deyişiyle güç, insanların bir araya gelmesinden doğar ve bunun bir adım ötesi birlikte hareket etmedir. İnsan içinde var olan insan, aynı zamanda sorumludur. Arendt'e göre sorumluluk, “kişinin başkalarına örnek olacak şekilde dünyayı değiştirecek bir şey ortaya koymasıdır.”

TOTALİTARİZMİN EZİCİLİĞİ
“Başlangıç yapmak için şiddet kaçınılmazdır” diyen Arendt, politik kuruluş efsaneleri ile şiddetin mutlak anlamda bağlantısının bulunduğuna dikkat çeker ve buna Roma İmparatorluğu'nun kuruluşunu örnek gösterir. Ancak o, şiddet kullanarak yönetmenin “yeni ve istikrarlı bir şey ortaya çıkarmadığını, başlangıcın başlayanlarla beraber 'devrim selinde' boğulduğunu” imler (s. 91).

Totalitarizm, insanın bütün olanaklarının mutlak olarak denetim altına aldığı için şiddetin en ileri gelen biçimlerinden biridir; “mutlak kontrol, baskı ve kuvvet kullanımı gibi araçlarla sağlanır ve toplumsal alan da böylece şekillendirilmeye başlar.” Totaliter rejimler, tek biçimli yapı yaratmak adına insan çoğulluğunu sürekli tehdit eder ve söz konusu çoğulluğu ortadan kaldırarak kendine rahat bir hareket alanı sağlamaya çabalar.

Arendt, totalitarizmi işlerken eşitlik konusuna da parmak basar. Ona göre eşitlik insana verilmez, politik örgütlenmeyle kazanılır. Eşitlik, “insanın kendi olma deneyimini kazandığı ve kendini başkalarından ayrı ya da farklı olduğunu gösterdiği yer”dir. Bir başka deyişle, ayrı veya ayırdlı olma, insanın biricikliğine işaret eder.

İnsan doğayla ya da başka insanlarla ilişki kurarken çoğu zaman, totaliter rejimlerin de özü olan yıkım gündeme gelir. Arendt'in totaliter rejimler ile homo faber arasında kurduğu ilişki değinilmeye değer. Ona göre “şiddeti uygulama ve şiddetin kendisi, bütün yapım etkinliğinde bulunur ve insan yapısının yaratıcısı olan homo faber, her zaman doğayı tahrip eden”dir. Yıkım, totaliter rejimlerin özüdür. Şiddeti araç değil de rejimin kendisine dönüştüren totalitarizmde her şey rejimi “korumak” için gerçekleştirilir. Bu eylemlerden biri ve belki de en göze çarpanı, insanları kitle toplumu içine hapsetmedir.

Buradan bakıldığında totaliter bir yapıyı yansıtan emperyalizm, özel ve rekabetçi eylemleri yaygınlaştırıp, kamusal konuların ilkesi haline getirerek tehlike yaratır. Arendt'e göre bu işleyiş, “hukuk ve düzen tarafından zapturapt altına alınmazsa dünyanın yıkımına yol açar” (s. 153).

Bu arada insan, köleye dönüştürülüp her türlü politik topluluktan uzaklaştırıldığında onurunu da yitirir. Onur yitimi Arendt için “kişinin politik olarak dışlanması ve eyleme yetisinin elinden alınmasıdır.” Böyle bir insan da “doğal” olarak “gereksiz” sıfatıyla anılmaya başlar.

“Canlı ceset” konumuna gelen “gereksiz” insanların ortadan kaldırılması ya da tecrit edilmesinin yolu kolaylıkla açılabilir Arendt'e göre. Ortadan kaldırma işlemi mutlaka öldürmeye dayanmaz, kişinin ahlâki anlamda yok edilmesi yani vicdanın silinmesi de, bir bakıma yok etme demektir.
İnsan anlamsızlık tehdidiyle bir kez yaşamaya başladığında, davranışlarını denetleyecek her türlü mekanizmaya da boyun eğebilir.

ÖZGÜR BİREYE ULAŞMA YOLU
Thomas Dürr, Arendt'in söylemine değinirken eylem ve sözlerin yitişini ve bir anlamda insanın denetlenişini şöyle özetler: “Her yeri saran anlamsızlık koşulları altında ve iş yerini kaybetme karşısında totaliter terör, akla gelebilecek her türlü tekniği icat ederek, insanların davranışlarını öngörülebilir hale getirerek elinden geleni yapınca, birbirinden yalıtılmış bireylerden oluşan bir dünya ile karşılaşıyoruz. Bu dünyada artık hiç kimse birbiriyle konuşmuyor ve birlikte eylemde bulunmuyor ve böylece kendi dünyasının gerçekliğinden emin olamıyor” (s. 167). Yok oluşun kapısı da ardına kadar açılıyor böylelikle.

Bunların yanında, insanların programlanmış makinelere dönüştürülmesi de bir başka yok edilme biçimi. İşte Arendt'in modernizme yönelik eleştirisinin temelinde de bu yatıyor. Dürr'ün Arendt'ten yaptığı alıntı her şeyi açıklıyor: “Modernizm ve özellikle onun ekonomi sektörü, insanlara bir eşya gibi davranan yapıları yaratır ve eşyalar, üretilip yok edilebilir” (s. 181). Tüm bunların ardından insan, insanlıktan dışlanır. Yalnızlaşması, kitle içine hapsedilmesi, kendini gereksiz hissetmesi onda bir kaçıklık durumu yaratır.

Hayatının tamamını ve söyleminin bütününü, insana; onun baskı altında ezilişine karşı geliş, onur ve değeri üzerine kuran Arendt, eleştirelliği ve sorgulamayı hiç ötelemez. İnsanı “gereksiz” ve “değersiz” hale getiren ne varsa eşeler.

Onun bir başka özelliği kalemini korkak alıştırmaması ve ele aldığı tüm çarpıklıkların düzeltilmesi adına zihinleri kışkırtması. Hapsedilen, kapatılan, totaliter rejimlerce baskı altına alınan insanın avukatlığını yapmaktan geri durmaması.

Arendt'in bu edimlerinin zemininde ise özgürlük bulunur. Kitle toplumunda kıstırılmış insandan özgürlüğe sahip bireye ulaşma çabası içeren zorlu yolda Arendt önemli bir özne olarak karşımıza çıkıyor.

Söylemini eylem, totalitarizm eleştirisi, şiddet, modernizm sorgulamaları, özgürlük ve politika gibi izlekler üzerine kuran bu önemli düşünür, Doğumunun 100. Yılında Hannah Arendt adlı kitapla anılırken, okuyucuyu insanlar arasındaki insanın ya da insanlığın, yeniden nasıl ayağa kaldırılabileceğine dair açılımlarla baş başa bırakıyor.

Doğumunun 100. Yılında Hannah Arendt/ Yayıma Hazırlayan: Sanem Yazıcıoğlu/ Yapı Kredi Yayınları/ 228 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 03.12.2009

29 Kasım 2009 Pazar

SANAL ORTAMA DÜŞMELER (*)
ALİ BULUNMAZ

Yalnızca kitap sayfalarının geri dönüşü vardır, yaşamınkilerin, yok.”
José Saramago

Blog (“internet günlüğü” biçiminde çevirirsek yanlış olmaz) yazarlığı, dünyanın nispeten yeni tanıdığı ve alışmaya başladığı bir alan. Bir başka deyişle, hızla yayılan ve büyüyen bir depolama merkezi.

İnternet müdavimlerinin büyük bölümünün blog'u var; hali pür melalini anlattığı, atıştığı, kimi zaman duygusallaştığı bir alan bu. Saramago'nun Not Defterimden başlıklı kitabı, kendisine ayrılan blog'da biraz zorlamayla biraz merakla ama sonradan hoşlanarak yazdıklarından oluşuyor.

GÜNLERİN GETİRDİĞİ
Saramago blog'unun ilk satırlarını Lizbon'a ayırmış. Bu kente yazdığı bir mektupla başlıyor her şey. Tarihinden, geçmişinden, geleceği ve şimdiden söz ederken belli oranda zamana yenilişinden dem vuruyor. Saramago'nun kent ya da yere dair belirlemesi; insan-yer ilişkisine bakışı dikkate değer:

“Yer oradadır, kişi ortaya çıkar, sonra kişi gider, yer orada olmaya devam eder, yer kişiyi oluşturur, kişi yeri dönüştürür.” Lizbon da diğer tüm kentlerin kaderini paylaşıyor bu bağlamda.

Saramago, politikaya da uzak durmuyor. Bush'tan, Amerika'dan ya da Berlusconi'den bahsediyor. Bush'a “çapsız” diyen Saramago, onun dönemini “devasa cehalet” biçiminde niteliyor. Bir belirlemesi daha var: “Yetkin bir yalancı” olan ve yalanın, “döneminde meşru hale geldiği” Bush ve arkadaşlarından tarihin hesap soracağına inanır. Belusconi'ye ne demeli? Blog'da onun rüşvetçiliği ile yasakçılığı ve keyfiliğine vurgu var.

Saramago'nun internet günlüğünden zihni kılçıklandıran sorular da çıkabiliyor, işte onlardan biri: Boşanmalar kütüphanelerin artışını tetikliyor mu? Ama şunu da unutmamak gerektiğini vurguluyor: Ekonomik kriz boşanmaları zorlaştırıyor, bu da Saramago'ya göre yeni kütüphanelerin açılmasını en hafif deyimle sekteye uğratıyor. Buradan bakınca, keskin düşünce akla zarar ve ayrıksı. Kısacası Saramago'nun blog yazıları ilginç.

Özellikle 11 Eylül sonrası ABD için geçerli olan ya da daha doğrusu ağırlık kazanan bir belirleme söz konusu: “ABD için herhangi bir kişi, ister göçmen olsun ister turist, mesleki faaliyetine bakılmaksızın, Kafka'daki gibi, neyle suçlandığını bilmeksizin suçsuzluğunu kanıtlamak zorunda olan potansiyel bir suçludur; onur, saygınlık ve ün, ülkenin kapısını bekleyen ceberrut bekçiler için komik sözlerdir” (s. 32).

Saramago'nun yakındığı bir konu da saldırganlık ve bunun dışavurumu. Tüketim çağında yaşayan insanoğlu, ona göre basit hedonizme sırtını dayarken öte yandan da aynı hazcılıkla şiddetin kışkırtılmasını izliyor. Her yanda ahlak kumkumalığına soyunulmuşken, alttan alta da şiddet körükleniyor. Bu, Saramago için “tek gerçek ölümcül günah” olan ikiyüzlülüktür.

Güncel değinmelerin dışında, kimi önemli sanatçı ve şairlerin de ismini anıyor Saramago: Carlos Fuentes, Jorge Amado, Eduardo Lourenço, Federico Mayor Zaragoza ve Fernando Pessoa... Yazılarında, Zaragoza'nın barıştan yana tavrına özel bir parantez açıp şiirleriyle “dünyanın bilincine çağrı yaptığını” söylüyor. Dahası da var: “Zaragoza, şiirsel ve yaşamsal olarak başka bir bavuldan, tükenmek bilmez iyiliğinin, olağanüstü sadeliğinin hazinesini saklayan o bavuldan beslenir” (s. 57).

Ancak Zaragoza'nın bavulundan haberdar olmayanlar “Medeniyetler Çatışması” gibi kandırmacalarla “siyah altın” bölgelerine yerleşme çabasındadır. Hepsinden öte, insanlık suçu işlerler Saramago'ya göre; insanlık suçu denen şey yalnızca soykırım, ölüm kampı, işkence, çevre kirliliği ya da aşağılama değildir. Bir başka insanlık suçu daha söz konusudur ki bu, ABD'nin finansal ve ekonomik güçlerinin kimi hükümetlerle işbirliğine girişerek ellerindeki az miktarda birikimi de kaybetme tehdidiyle yüz yüze olan milyonlarca kişiye karşı işlediği suçtur. Buna karşı sesini yükselten Zaragoza, Francisco Altemir, Roberto Savio, Mario Soares, José Vidal Beneyto ve Saramago “değişim” ve “adalet” der, Saramago'nun blog'unda ortaklaşa bir bildiriye imza atarlar.

Bildiriyi tamamlayan soru ise Almeida Garrett'ten alıntılanır: “Bir zengin yaratmak için kaç kişiyi sefalete, orantısız çalışmaya, ahlaksızlığa, aşağılanmaya, cehalete, üstesinden gelinemez talihsizliğe ve mutlak yoksulluğa mahkûm etmeniz gerektiğini hesapladınız mı?” (s. 77).

YAZARIN KADERİ: “SÖZLERİ SORGULAMAK”
Yaşam, ölüm ve umut... Saramago'nun blog'unda hepsine yer var. Küçük bir karamsarlık kaplıyor ortalığı ve Saramago şöyle diyor: “Gençlerin umutları asla, en azından şimdiye kadar dünyayı daha iyi yapmayı başaramadı, yaşlıların yenilenmiş hırçınlıkları da dünyayı daha da kötüleştirecek dereceye varmadı.”

Blog'da kimi zaman isyan alevleniyor kimi zaman bir dinginlik beliriyor. Bazen de bir yolculuk; örneğin Brezilya: Güncel ve geçmiş arasında gidip gelinen zaman dilimi. Şili'de Pinochet'nin vahşeti ve ona karşı yıllar sonra başlatılabilen hukuk mücadelesi...

Hemen ardından Arjantin'de Borges'nin anıtı önünde buluveriyoruz kendimizi. Borges'nin kalem tutan sağ elinin doğrudan kalıbı anıtlaşıyor. Saramago bunu, belki de bir yazarı en iyi şekilde yansıttığı için, sade ve tüm heykel ya da büstlerden daha yaratıcı olarak niteliyor.

Yakın dostlarından Juan José Tamayo'nun ilginç bir sözü de yazdıkları arasında kendine yer buluyor: “Tanrı evrenin sessizliğidir ve insan bu sessizliğe anlam veren çığlık” (s. 116). Saramago, buna bir dipnot düşüyor: “İnananlar tanrılarından besleniyor, gelecek Noel'e kadar, gelecek yemeğe kadar hep tatminsiz bir maddi ve mistik bir açlıkla onu yutuyor, hazmediyor, yok ediyor.”

Aklın imbiğinden süzülüp gelen ifadelerle donatılmış yazılar internet günlüğünü kaplıyor. Saramago bir yazar ve bunları kaleme alırken yazarın ne yapması gerektiğinin de ayırdında. “Sözleri sorgulamak yazarın kaderi” derken, yol haritasını da çiziveriyor.

Peki, yalnızca sözleri mi sorgular yazar? Saramago'nun blog'undaki konu çeşitliliğine bakılırsa, hayatta ne olup bitiyorsa hemen hepsi bu sorgulamanın içine giriyor ama en başta geçmiş, şimdi ve gelecek. Yazılarıyla geçmişi eşeliyor, bugünü eleştirip gelecek için bir taş koyuyor.

Dünyayı kasıp kavuran diktatörlükler, yalancı politikacılar, kıyımlar, ikiyüzlülük, dolgun ve içi boşaltılan edebiyat... Tümü Saramago'nun yazılarının konusuna dönüşüyor.

Her şey bir kenara, cesur değinmeler hiç peşimizi bırakmıyor metinlerde. Pek çok kişinin ele almaya cesaret edemediği din konusu örneğin. Saramago, dinlerin insanları birbirinden uzaklaştırdığını söylüyor: “Dinler, birbirleriyle beraber yaşamı anlık ve geçici taktik nedenlerle faydalı olarak değerlendiren bütün sahte-evrensellik nutuklarına rağmen, sürekli bir karşılıklı düşmanlık durumunda yaşıyor.” Saramago'nun çözüm önerisi kışkırtıcı: “Herkes ateist olursa, gezegen daha barışçıl olabilir” (s. 152).

Saramago'nun yarım yılını kapsayan bu blog ve oradaki yazıların içeriği çok çeşitli. Bir başka deyişle, Not Defterimden başlığıyla yayımlanan kitap tematik bir özellik taşımıyor. Daha çok konudan konuya geçen yazılar toplamı.

Ama kişisel görüşlerinin yanı sıra Saramago, güncelliği de atlamıyor. Ne de olsa bir günlük bu. İnternet günlüğü olması onu, istenilen anda değiştirilen ve çabucak yeni görüşler eklenebilen bir hale sokuyor.

Kitabın özgün yanı, metinlerin hemen herkesin istediği anda ulaşabileceği bir yerden (blog'dan) sayfalara dökülmüş olması. Saramago, zihninden blog'una oradan da kitap sayfalarına işlediği, zaman zaman kendisiyle ilgili, çoğunlukla da güncel soru ve sorunlara ilişkin görüşleriyle buluşuyor okurla. Not Defterimden, hayatta olup biten ne varsa ona dair sade fikirleri yansıtıyor en yalın anlatımla.

Not Defterimden/ José Saramago/ Çeviren: Nesrin Akyüz/ Turkuvaz Kitap/ 176 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 26.11.2009

20 Kasım 2009 Cuma

'TARİHİ İKİ KERE OKUYUN' (*)
ALİ BULUNMAZ

Bugün hemen her şeyin uzun ya da kısa tarihine girmek, onu eşelemek moda haline geldi. Neyin tarih ya da gerçek olduğunu kestirmek güç. Çünkü pek çok şey birbirine karıştı. Gerçeğin üstü örtülüverdi. Geçmişte olup biteni tüm çıplaklığıyla görmek de zor çoğu zaman.

Buradan bakıldığında önümüzde hem eğlenceli hem de ilgi çekici ve yergilerle bezenmiş bir kitap duruyor: Lars Morris'in kaleminden Şarlatanlığın Tarihi. “Tarihi iki defa okuruz” diyen Morris, kitabında, insanları böylesine bir okumaya çağırıyor ve kışkırtıyor: Gerçekten ne kadar ilerledik?

DİKKAT ŞARLATAN VAR!
Morris, kitabını yedi başlıkla kurgulamış: “Ve İnsan”, “Hurafeler Tarihi”, “Hadlerini Fazlasıyla Aşanlar”, “Saçmalama Sanatı”, “Sosyal ve Ekonomik Hatalar”, “Dini Hatalar” ve “Teknoloji Her Zaman İyi Sonuçlar Vermedi.”

Tüm bu başlıkların kesişim noktası, tarihin kimi gerçeklerine farklı ve eleştirel bir gözle bakmak. Eğlenceli ama sorgulayıcı bir bakış açısı: İşte tüm anlatılanlardan çıkarılabilecek sonuç veya kitabın ana fikri.

Güzellik için kullanılan korsenin, bedeni nasıl esir aldığı ve adeta öldürürcesine sıkan bir “zorba” olduğu örneğiyle yola koyuluyor Morris. Kadın bedenini tüketim alanı şeklinde gören güzellik endüstrisinin, aslında nasıl ölümcül hatalara düştüğü üzerinde de duruyor. Bedenin, güzelleşmek bir yana, giderek çirkinleştiği gözler önüne seriliyor.

Tıbbi şarlatanlık örnekleri bugün de rastlanan türden ve trajikomik hikâyelerle dolu. Morris burada birkaç isimden söz açıyor: Veremi, merhemiyle “iyileştiren” John Long; gayrıresmi reçetelerine “bu hapı ya da damlayı almadan önce arkadaşlarınızla konuşup vasiyetinizi belirtin” diyen Joshua Ward; frengiyi civayla “tedavi edenlere” karşı yeni yöntem geliştirip özel bir ağaçtan toz haline getirilen maddeyle hastaları frengiden beter eden Ulrich von Hutten...

Morris, “Hurafeler Tarihi” adlı bölümde Mısır'a yoğunlaşmış. Herkesin bugün büyük bilgin ve araştırmacı edasıyla peşinden koşturduğu Tutankamon ile işe başlamış. Tutankamon'un mezarını bulan Howard Carter'ı ve kendisinden sonrakileri tek tek tarumar eden “laneti” sayfalara dökmüş. Art arda gelen ölümleri, garip olay ve şanssızlıkların, mezarla ilgili çalışma yapılması sonucunda oluşan “lanetle” ilişkilendirilişini anlatan Morris'e göre, iş Tutankamon'dan çıkıp tüm mumyalara döner ve şu inanış (ya da hurafe) belirir: “Kim bir mumyayı mezarında rahatsız ederse, mumya o kişiden intikamını alır!” Ancak o zaman keşfedilemeyen ya da gözden kaçan, bölgedeki radon gazı ve küf sporlarının asıl “lanet” olduğu da çok sonra anlaşılır.
“Mısır'ın musibetleri” biçiminde yaftalananlar ise aslında son derece normal doğa olaylarıdır: Nil'in taşması, dolu yağışı, güneş tutulması, kuraklık... Yaşanan ne varsa, Morris'in deyişiyle “hayal ürünü ve musibet değil, döngüdür.”

“Mumya laneti” gibi hikâye ya da mitlerin benzerleri vampir öyküleriyle de benzerlik gösterir. Morris'in hurafelerle ilgili anlatımlarında buna da yer vermesi hiç şaşırtıcı değil. Ender görülen bazı hastalıklara yakalanan insanlara “vampir” denilmesiyle ortaya çıkan hurafe veya mitlerin, nasıl bir komediye dönüştüğü de Morris'in ifadelerinden rahatça görülebiliyor.

ZEKÂ MI APTALLIK MI?
Şarlatanlığın Tarihi'nin “Hadlerini Fazlasıyla Aşanlar” başlıklı bölümünde ise sayfalardan ilginç isimler geçiyor: Ekzantirik İtalyan asker ve şair Gabriele D'Annunzio, Haçlı Seferleri'nin kötü çocuğu zorba şövalye Raimond de Châtillon, 15. yüzyılda 10 yaşında İngiltere tahtına adaylığını koyan ve halkı kendisinin bir soylu olduğuna inandıran Lambert Simnel.

Abraham Lincoln'ün “Herkesi her zaman aptal yerine koyamazsınız” sözüne atıfta bulunan Morris, kitabıyla şu zihin jimlastiğini yaptırıyor bir yerde: Şarlatanlar kendi zekâlarını mı ortaya koyuyor yoksa onlara inananların aptallığını mı? Bu, her ne kadar yumurta-tavuk ilişkisine benzer şekilde karmaşık ya da içinden çıkılması zor bir yapı gibi görünse de, ağır basan şarlatanların hipnozuna tutulan aptallar sanki.

Morris'in 17. yüzyılda Hollanda'da başgösteren lale histerisini okura sunuşu, aptallığın ağır basışının güzel örneklerinden biri. Ona göre, “rasyonel düşüncenin yerini alan” ve Hollanda ekonomisini felce uğratan bu saplantı, insanları bir günde zengin eden ya da bütün servetini buharlaştıran saçmalık halini alır.

Sınıf atlamanın göstergesine dönüşen kök lale alımı, altın ve gümüşe sahip olmanın önüne geçer. Lale tüccarları, en fakir insanların aklını çelip, onları lale sahibi yapmaya kalkışınca elde avuçta ne varsa bu bitkiye yatırılır. Fityatlar yükselince, profesyonel borsacılar ellerindeki laleleri piyasaya sürer ve ani fiyat düşüşü iflasları getirir.

İngilizlerin, yağ sıkıntısını aşmak için Doğu Afrika'ya yollanması ve buradaki halka “ekonominizi geliştireceğiz” sözüyle yaklaşmasının sonucu gelen felaket, Hollanda'nın yaşadığıyla benzeşiyor. En azından Morris'in anlattıklarından bunu çıkarmak mümkün. 25 milyon sterlin harcayıp, 2 bin ton yer fıstığı hasat etmek, İngiliz ekonomisinin duvara toslaması demekti. Öte yandan Doğu Afrika ekonomisi de bir yer fıstığı boyu yol alamamış hatta gerilemişti. 1951'de vazgeçilen yer fıstığı projesi her şeyin üstüne tuz biber ekmişti.

Kitapta yer alan “Dini Hatalar” bölümü, “din” adına yaşanan gerginliklerin, gerçekleşen savaş ve kuşatmaların, gerçekte ne denli saçma biçimde başladığını gösteriyor. Morris'in anlatımında önemli yer tutan olayların başında Haçlı Seferleri geliyor.

“İman”la ve “din” adamlarının kışkırtmalarıyla kotarılan seferler ve sonunda gelen hüsranın betimlendiği olayların en dikkat çekeni “Çocukların Haçlı Seferi” adındaki hikâye. Stephen isimli çobanın “İsa tarafından yazıldığını” söylediği mektupla ve hitabet yeteneği sayesinde binlerce genci etrafında toplaması şarlatanlığın kilometre taşlarından.

Stephen'a göre “Marsilya'ya varınca deniz yarılıp Hıristiyanlara yol verecek ve hedefe doğru ilerlenecektir.” Elbette beklenen olmaz ama yedi gemi, Stephen ve müritlerinden kalanları kutsal topraklara taşımayı teklif eder ve sonuçta bu kişilerden on sekiz yıl boyunca haber alınamaz. Stephen ve beraberindekilerin, Afrika'da köle ticaretinde alınıp satıldıkları sonradan ortaya çıkar.

Peki, ya cadı hurafesine ne demeli? “Lanet okumak”, “büyü yapmak”, “bebek öldürüp yemek” ve “çalı süpürgesiyle uçmak” gibi nitelikler yüklenen “tuhaf” görünümlü insanların -özellikle yaşlı kadınların- uzun süre cezalandırılması, şarlatanların işgüzarlığı değil de ne?

Morris'in ifadesine göre cadılığın kadınlara yapıştırılmasının altında “erkeklerin karşı cinse duyduğu korku ve evlilik aracılığıyla onları denetleme çabasında yatıyor”; çoğu erkeğin gözünde kadın, “hayat verici olduğu kadar kolayca ölümü getiren de olabilirdi.”

Daha da tuhaflık barındıran hikâye, kadının testisi olmadığı için yemini ve şahitliğinin kabul edilmeyişi. O dönemde sağlamlığın ve güvenilirliğin yolu, testis sahibi olmaktan geçiyordu. 17. yüzyılda hâlâ geçerliliğini koruyan bu inanışla beraber, erkeklik organının büyüklüğü de cesareti simgeleyen bir özelliğe sahipti.

Morris, kitabın son bölümü “Teknoloji Her Zaman İyi Sonuçlar Vermedi”de, tekniğin ilerlemeye katkısıyla beraber bazen nasıl olumsuz sonuçlar doğurduğunu aktarıyor. Örneğin böceklere karşı kullanılan DDT'nin, insanı sivrisinekten kurtarırken, hıyarcıklı veba taşıyan fareleri palazlandırışı anlatılıyor.

Efsanevi altın kenti El Dorado'nun aranışı, Martin Frosbisher'ın Kuzeybatı Geçidi'ni bulabilme macerası ve hükümet destekli korsanlık faaliyeti ile İspanyol işgalcilere karşı giriştiği mücadelenin, Kuzeybatı Geçidi'ni bulma adına gerçekleştirdiği seferlerin yarattığı mali krizleri unutturuşu da bu bölümün konuları arasında.

Mısır'da yapımı için 1950'lerde düğmeye basılan Asvan barajının, planlama ve uzağı görüş eksikliği taşıyan hırs nedeniyle bir dizi ekolojik felakete yol açması, Morris'in kitabındaki ayrıntıların en önemlilerinden. R101 kodlu zeplinin, pek çok hata, aceleye getirilen ve baskılarla verilen uçuş izni yüzünden 4 Ekim 1930'da yere çakılması, Morris'in kitaba nokta koyuşunu simgeliyor.

Lars Morris'in kitabını bitirip kapağı kapattığınızda zihninizi kurcalayan “tarihi ikinci kez okuma” fikri, eseri oluşturan örneklerle daha da güçleniyor. Tarihte ne kadar şarlatan, yanlış hesap ve hurafe barındığını ama bunların da geçmişin (tamamen geçmişte kalmamış; bugün farklı şekil ve kişiliklerle yine karşımıza dikilen) gerçekleri olduğu sonucuna ulaşıyorsunuz.

Şarlatanlığın Tarihi/ Lars Morris/ Çeviren: Ayşe Kumrular, Fahri Özdemir/ Kırmızı Yayınları/ 284 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 19.11.2009

13 Kasım 2009 Cuma

İŞGALLERE KARŞI HAKLI BİR TAVIR (*)
ALİ BULUNMAZ

İnsanın iktidara karşı mücadelesi, hafızanın unutmaya karşı mücadelesidir.”
Milan Kundera


Yirminci yüzyılın ikinci yarısından bu yana, Ortadoğu'dan başlayıp tüm dünyayı etkileyen bir sorun var: Filistin-İsrail çatışması. İsrail, kendine “vaadedilmiş topraklarda” hayat sürme iddiasında. Filistin'in buna karşı geliştirdiği bir direniş var.

İsrail, haklı olduğunu savunuyor, direnişe “terör” adını veriyor. Filistin ve duyarlı her insan İsrail'in eylemlerinin yayılmacı bir politikaya denk düştüğünün farkında. Ortada tam bir kısırdöngü var. Merkezde ise Edward Said'e göre ABD. Said hemen her seferinde şunu demişti: “Kadim Filistin’ davası kaybedilmiştir artık, fakat tam da aynı sebeplerle, ‘kadim İsrail’ davası da kaybedilmiştir. Üstelik bugün, Ortadoğu’da kalıcı bir çözüm bulunmasının önündeki engel, ne Arafat gibi beceriksiz Arap liderleri ne Şaron gibi zalim İsrail yöneticileri ne de sayıları her gün artan yerleşimlerdir. Asıl engel, ABD'nin ta kendisidir. Benim öngörebildiğim çözüm, güçlü tarafın, yani İsraillilerin cömertliğine bağlı olarak, gizli müzakerelerle ve kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıkları kovalamak değil, iki halkın tek bir devlet çatısı altında barış içinde ve birbirlerinin haklarını tanıyarak bir arada yaşayabilmesinin koşullarını yaratmaktır.”

1967 Arap-İsrail savaşıyla eylemciliğini öne çıkaran Said, ölümüne değin Filistin-İsrail çatışmasına ilişkin görüş bildirmekten kaçınanların sesini yükseltmesi adına çabaladı. David Barsamian'la konuşmalarının toplamından oluşan Kültür ve Direniş'te de yine gür bir sesle dünyaya çağrıda bulunuyor Said.

DİRENİŞ VE “SAVUNMA” (!)
Barsamian-Said konuşmasının başlangıcı, Said'in kitaplarının örtük sansürüne ilişkin tartışmayla başlıyor; kendisinin ABD'de istenmeyen adam ilan edildiğini ve bunun sonrasında gelişen sansür hareketiyle, daha da tanınır hale geldiğini söylüyor. Tıpkı çoğu zaman gerçeklerin görülmek istenmediği Filistin-İsrail sorununda olduğu gibi.

İsrail'in koyulduğu ve Filistinlileri azınlık haline getiren işgal, iki ulusun bir arada yaşamasını engellemediğini ancak gerilimin arttığını ifade eden Said'in soruna dair çözüm önerisi son derece yalın: İki uluslu devlet. Bunun, şimdiki (konuşmaların yapıldığı 2003'teki) koşullar devam ettiği sürece bir ütopya olduğunu belirten Said, İsrail'in tarihsel anlatısının güçlülüğüne değiniyor. Filistinlileri görünmez kılan ve “göçebe” gibi gösteren anlatı, çözümün önündeki en büyük engellerden olan Siyonizmin de başat ilkesi durumunda.

Böylece dönüp dolaşıp 1948'e geliriz ki, Said'e göre 1948'de olanları çözümlemeden bugün yaşananları anlamlandırmak mümkün değil. O yıl, yurtlarında yabancı ve azınlığa dönüştürülen Filistinlilerin toprak sahibi olması da 1967'ye kadar sistematik biçimde engellenir. 1967, İsrail'in fethini tamamladığı yıldır aynı zamanda ve sorunun çetrefilleştiği tarihtir. 1948, Said'e göre, askeri güçle ele geçirdiği topraklar, İsrail'in kanla yazdığı ve terörle beslediği olaylar zincirinin başlangıcıdır.

İsrail, bu tarihten sonra, işgal ettiği ve kendisine büyük çoğunlukla taş atanlardan oluşan Filistinlilere karşı “savunmaya” geçer, ordusuna “İsrail Savunma Güçleri” adını verir. “Savunma”nın geçtiği topraklar da yine Filistin sınırları içinde kalır. Said, durumu şöyle formüle eder: “İsrailliler ezen; İsrailliler, Filistinlilere karşı aralıksız saldırı düzenleyen taraf” (s. 41).

TERORİZME YÖNELİK GERÇEK ELEŞTİRİ ZORUNLULUĞU
Said, İsraillilerin politikasını açığa vurur ve onun “geleceği gören, demokratik, cömert ve şefkatli taraf olarak” sunulmasını eleştirirken, bunun Batı'nın “liberal” vicdanına dönük bir hareket olduğunu da vurgular. “Barış” süreçlerinde de hep bu yönlerle gözler boyanır. Ama gerçek barışın koşulları ve o noktada gözden kaçırılmaması gerek şeyler Said'e göre farklı: “İsrail'in siyasal bakımdan kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olması gerektiği kesinlikle tartışılmaz bir durumdur. Fakat bu hak, askeri yollarla güvence altına alınamaz. Bu, uzun vadeli bir politika olamaz. Tek seçenek barıştır ve bu, güçlü güçlü tarafın zayıf tarafa dayattığı bir barış olmaktan ziyade, eşitler arasında sağlanmış gerçek bir barış olmalıdır” (s. 58).

Eşitliğin sağlanabilmesinin koşulu, buna zihinleri hazırlamaktan geçiyor. Ancak Siyonizm burada büyük bir engel. Said, İsrail'den öte Amerikan Siyonizminin tehlikeli tutumunu gün ışığına çıkarırken, Filstinlilere bakışı ve barışa köstek olan tutumu da çözümlüyor: “Filitinlileri kendi tarihlerinden ayrı bir yere oturtan, 1948'de Filistin toplumunun yok edildiğini ve 1967'den beri askeri işgal altında tutulduğunu bilmezlikten gelen Amerikan Siyonistinin aklı, İsrail'deki Siyonizmden çok daha tehlikeli işler. Çünkü Filistinlilerin gerçekte hiç olmadıkları, dolayısıyla kendilerine mikrop muamelesi yapılabileceği, en iyi ihtimalle bir ideolojik kurgu olarak görülebilecekleri gibi bir fanteziye dayalı bir akıldır onlarınki” (s. 68).

ABD'deki pek çok gazete ve dergide İsrail'in yaşadığı “acıklı tarihe” gönderme yapılırken, İsrail'in gerçekleştirdiği terör eylemlerine ve meşru saydığı işkencelere değinenlerin azlığı dikkat çekiyor. Said bu gözü pek ve sayısı az kişileri övmeden edemiyor, çünkü riskli bir mücadeleye giriştiklerini düşünüyor.

Aynı şekilde ABD terorizmini gerçek anlamda eleştirenler de bir elin parmağını geçmiyor. Terorizm, özellikle de uğradığı ya da zarar gördüğü terorizm, ABD için bir paravan Said'e göre. Aklına eseni yapabilmesi ve mazeret üretebilmesi için vazgeçilmez bir malzeme. ABD, terorizmle “küresel çaptaki isteklerini meşru göstermeye çalışıyor; halkına kalıcı korku salarak, onun kendisini güvensiz hissetmesini sağlayıp insanları ağa düşürüyor” (s. 102). Küresel hesaplar da böylelikle bir bir hayata geçiriliyor. ABD'nin kendi çıkarlarına karşı hareket edenleri yola getirmek adına herkesi aynı hizaya sokmak için seferber olduğu bilinen bir gerçek. Bunun doğal sonucu da ABD'ye yönelen nefret. Özellikle Ortadoğu'da ve İslam dünyasında içten içe büyüyen bir kin ve öç alma isteği var.

Gerek ABD'nin teröre karşı yarattığı karşı-terör gerekse emperyalist politikalar ve küreselleşmenin yaydığı amblajlama “kültürü” karşısında Said, entelektüellerin muhalif tavır takınması gerektiğini belirtiyor. Ona göre muhaliflik “seçim yapan ve bir özne olarak eyleyen bir işlevin tekrar bireye atfedilebileceği şekilde yargıda bulunma, eleştirme ve tercih yapma kapasitesi” yaratma demek (s. 114). Said, bunları zor ama başarılması imkânsız olmayan hedefler şeklinde değerlendirilmesini istiyor.

ÇÖZÜMÜ İSTEMEK
Said, terorizmin kökenlerine dair görüşlerini açıklarken bir zamanlar “Allahsız komünistlere” karşı beslenen yeşil kuşağın, işlevsiz kalıp da bir köşeye atılınca düşman kesilişinden söz ediyor. Bir başka anlatımla ABD'nin beslediği terör, daha sonra kendisine dönen ve emperyalist politikalarını gerçekleştirmenin bahanesi haline gelen bir bumeranga evriliyor.

Said'e göre terorizmi Usame bin Ladin'le sınırlamak anlamsız. ABD'nin destek verdiği İsrail'in eylemleri de pekâlâ terör kapsamına girer nitelikte. Said aynı şekilde İsrail'in işgali, abluka ve uyguladığı ambargoyu da terör olarak değerlendirir. İsrail'in Filistinlilerin direnişini ısrarla “terör” biçiminde etiketlemesi ve bunu gerekçe gösterip her türlü barış girişimini çoğunlukla ve bir şekilde yokuşa sürmesi, kendi terör eylemlerini meşru kılma çabasının açıklaması gibi. Bir anlamda duvar örmek demek bu: Barışa, iki uluslu devlete ve tüm anlaşma girişimlerine...

Bu öyle bir duvar ki, Filistinlilerin insanca yaşama koşullarını elinden almakla kalmıyor aynı zamanda bölgedeki gerginliği en üst seviyeye çıkarıyor. İsrail'in “savunma” anlayışını safsata ve zırvalık olarak değerlendiren Said'e göre bu politika “ABD'nin İsrail'in arkasında durmaması halinde hemen çökecek” (s. 156).

ABD, Ortadoğu'da temelde iki çıkar peşinde: İsrail'in güvenliğini sağlamak ve Suudi petrolünün akışının kesilmesini engellemek. Bu doğrultuda İsrail terörüne ve Suudi rejimine göz yumuluyor. İsrail de elindeki güçlü kartlarla hedeflediği Ortadoğu haritasını çizmeye yöneliyor. Kendini her şeyin üstünde ve istisnai konumlandıran iki ülke, İsrail ve ABD, Ortadoğu'da kartları kendisi karıyor, oyunun kurallarını kendi çıkarlarına göre her an değiştiriyor dolayısıyla.

İsrail'in hem bir güvenlik-polis devleti olarak kurulması hem de İkinci Dünya Savaşı'nda Yahudilerin başına gelenlerden sonra ona sınırsız kredi açılması, Filistinlilerin çektiği acıların kaynağını oluşturuyor. Çünkü İsrail, “vaadedilmiş topraklarda” kendisini yaşatmak için “her şey yapılabilir” ilkesine göre hareket ediyor.

Said'in Filistin direnişinin kilit noktalarından biri olarak gösterdiği şey kültür ve o, tüm kültür ürünleriyle baskı ve terörün tehdit edilebileceğini söylüyor. ABD'nin Irak işgalini izleyen günler ve yıllarda, ABD'deki şairlerin çoğu bu yıkımın karşısında durur. ABD, karşı politika üretiminde “kültürü” kullanır. İşgale karşı direnenlerin önemli bir tutamağı da kültür. Kısacası kültür ve ürünleri, yaratıcılarıyla direnişi besler ve büyütür. İşte Filistinlilerin direnişinin şiire, edebiyat ve müzik ile diğer sanat ürünlerine yansımasının altında bu yatar.

Said, unutmanın bireysel olabileceğini ama bunun halklara söylenemeyeceğini düşünür. Birisi çıkıp Filistinlilere “çektiğiniz acıları geride bırakın” derse, bunun ne kadar anlamsız ve yersiz olacağı açıktır. Böyle bir durumda resmi anlatılarla kitapların yanı sıra gayrı resmi hatıralar da aktarılarak belleğin diri tutulmasını sağlayabilir.

Bugün Filistin'de ve Irak'ta bir direniş var. ABD'ye, İsrail'e bir karşı koyuş bu. Buna rağmen hâlâ işgallerin dehşeti ve hasarlarını yok sayma anlayışı da pompalanıyor. Her şey unutturulmaya çalışılıyor. Said'e göre her şey “sterilize edilip, dehşeti çağrıştıran ne varsa ortadan kaldırılarak CNN tarzı bir aktarım yaratılıyor” (s. 209). Diğer bir ifadeyle işgal ve baskı “çok uzaklarda” gösteriliyor, üstelik gerçekler çarpıtılıyor ve tüm bunlar “haklı” bir savaşmış gibi yansıtılıyor. Bu, hem Filistin hem de Irak işgali için geçerli.

Hemen herkes Filistin-İsrail gerilimi ve çatışmasını merak ve heyecanla izliyor. Hatta kışkırtıcıların sayısı da hayli fazla. Ama sorunun çözümüne dair somut şeyler ortaya koyan da bir o kadar az. Edward Said çözümden yana zar atan bir aydındı. Bunu eylemleri ve diğer kitaplarının yanında Kültür ve Direniş'te de görmek mümkün.

Kültür ve Direniş/ Edward Said/ Çeviren: Osman Akınhay/ Agora Kitaplığı/ 235 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 12.11.2009

8 Kasım 2009 Pazar

‘İFLAH OLMAZ’ BİR AYDININ KALEMİNDEN (*)
ALİ BULUNMAZ

Latife Tekin’i nasıl bilirsiniz? Doğruluğuna inandığını söyleyen ve tavır alan bir aydın kimliği çıkıyor Tekin’in ismini duyunca. Özdemir Asaf’ın güzel bir sözü var, diyor ki:

“Bir çağda, bir toplumda, düşündüklerinin karşıtını yapanlar bir yönde, yaptıklarının karşıtını düşünenler öbür yönde birleşirse, bu uçlardan birine yönelmeyip duranlara aydın derler.”

Başkaca söylenecek olursa, “öteki”dir aydın. Tersler, terslenir. Saldırıya da uğrar bu yüzden. Latife Tekin de onlardan biri. Bu kez gerçek aydın kimliğinden gelen muhalifliğini, kuru ya da içi boş; kısacası kof olmayan eleştirelliği Rüyalar ve Uyanışlar Defteri’yle yüzüne vuruyor görmek istemeyenlerin.

MÜZELİK OLMAYAN MASUMİYET
Tekin’in bu kimliği, kitabın sayfalarına insana ve doğaya saygı gibi temalarla yansıyor. Rüyaların dili, siyanürle altın aranacak doğayı anlatıyor bazı bazı, ne idüğü belirsiz nükleer santralin karşısına da dikiliveriyor. Küreyi ısıtanlara ve “devletin tüccarlığına” da karşı çıkış bu yükselen ses.

Kadına yönelik ayırımcılık sızıyor rüya satırlarının arasına, “moda” diye pazarlanan türban ve erkek öncelikli toplum yapısı… Tekin, kadınlara “kurtulun” çağrısı gönderirken, “özgürlük cesaret ister” diyor.

Rüya bu ya, siyasete de bulaşıyor. İç politika, dış politika; ne var ne yoksa uyku seline kapılıyor. Kıtalararası seyahate çıkıp, en üst düzey politikanın bam teline vuruyor. Seçenekler, seçeneksizlikler ve adına “strateji” denen teslim olmuşluk silkeliyor insanı.

Yoksulluk, kırık dökük çocukluk-çocuklar sayfalarda rastlanan konulardan. Tekin, masumiyeti her şeyin üstüne koyarken, sınıfsal kalkanları ancak o zaman indirebileceğini belirtiyor. Masumiyetin ışığının önemli olduğunu ekliyor. O müzelik olmayan masumiyet, Tekin’e “yanmış ormanları âşıklara verin” cümlesini kurduruyor.

Onun üzerine titrediği masumiyeti alıp götüren ve “en”leri belirleyen yarışma “kültürü”, sonunda şiddeti de doğruyor ona göre. “En iyi”, “en doğru” ve “en güzel” var mı? Yazar soruyor, okur düşünüyor.

Tekin’in bir sorusu daha var: “Doğanın, başa çıkılamaz asıl büyük düşman ilan edilmesindeki sır, mağlupların galiplerin gücünü tanımazlıktan gelmelerinde yatıyor olabilir mi?”

Düşünme kalıplarını zorlayan, düş ve düşmeler çiziktirmiş Tekin. Örneklerden biri: “İnsan doğup büyür, yaşlanıp ölmez, hayır delirir ölmeden önce, bir devresi daha var ömrün, ölüm de canlıdır.” Hemen ardından cümlenin sonuna yine bir soru işareti yapışıyor: “Ölümü bertaraf edip hayatı temize çıkarma düşüncesi, ölüm nerededir ki savaşalım onunla?”

Bir kentin; İstanbul’un, ölüp de yerine başka bir İstanbul’un doğuşunu anlatıyor son satırlar. Geleni gideni ve gizleneniyle; bozuluşu ve tekrar kuruluşuyla bir şehir… Gecekondu kentin acı veren kimliğine isyan dilleniyor.

“Milyonlarca insanıyla kimsesiz İstanbul”, yaşananı özetliyor; “biz bu şehre üzgünüz” ise son söz olup dilden boşluğa, ardından da kalemden kâğıda dökülüyor.

AKINTIYA KARŞI YOL ALAN BİR AYDIN
Dalgalanan, çalkalanıp içten içe kaynayan ülke gündemine, olaylara dışarıdan değil, tam ortasından bakıyor Latife Tekin. Kitap, rüyaların diliyle oluşturulmuş olsa da, ayık bir zihin ve alabildiğine açık gözlerle izleyip yorumlanıyor ne varsa. Bir bakıma sorumluluk bu.

Kişisel gibi görünen ayrıntıların anlatımı bile önünde sonunda tavır takınan yazarın neyi nasıl yorumladığını; zarı, doğrudan ve insandan yana nasıl attığını gözümüze sokuyor.

Dolayısıyla Tekin’in üzerinde durduğu ne varsa, bazen ucundan köşesinden ama genelde pek çok yönüyle herkesi ilgilendiren ve hepimizin bir şekilde yoğunlaşması gereken güncel sorunlara edebi bir yaklaşımı yansıtıyor.

Rüyalar ve Uyanışlar Defteri’ni okuyunca insan bir kez daha soruyor: Nasıl biliriz Latife Tekin’i? Tavrıyla, tarafsız değil; insanın ve doğanın yanında duran, “iflah olmaz” bir aydın ve muhalif…

Sahi, iflah olsa ne aydınlığı ne muhalifliği kalır kişinin; Latife Tekin de öyle. “İflah olsa”, bugün piyasada bolca bulunan örnekleri gibi yumuşak ve “sözleşmeli aydın” olur.

Ama değil işte. Doğru bildiğini söylemekten sakınmayan; yani akıntıya karşı yol alan bir tavır Tekininki. Rüyalar ve Uyanışlar Defteri de bunu koyuyor orta yere. Özellikle insan ve doğadan yana isyan bayrağını açıveriyor.

(*) Cumhuriyet Kitap, 05.11.2009
SUR VE GÖLGE (*)
ALİ BULUNMAZ

Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun yeni öykü kitabı Sur ve Gölge’de üç uzun öykü karşılıyor bizi: Esere adını veren “Sur ve Gölge”, “Bir Başka Işık” ve “Yüzün Tamamlayıcısı.” Bu öykülerin her biri önemli isimlere ithaf edilmiş.

“Sur ve Gölge” Nurse Duruel’e; “Bir Başka Işık” Semih Gemalmaz, Atila Ergür ve Türkel Minibaş’a; “Yüzün Tamamlayıcısı” ise Sadık Aslankara’ya armağan biçiminde kaleme alınmış Saçlıoğlu tarafından.

ANAHTARI OLMAYAN KAPI
Kitabın isim öyküsü “Sur ve Gölge”de mekân Karabıçak Meyhanesi ve meyhanenin sahibi Barba ise hemen içeride, bulaşıkçı Ömer ile Çingene saz takımı da. Rus grup ve Türk Sanat Musikisi topluluğu, meyhanenin müdavimleri ve aynı zamanda çalışanları. Müşteriler turistler, meyhanenin sadık isimleri ve bir de takım elbiseli; Barba’ya göre tekinsiz; bellerine silah kuşanmış adamlar orada o gün.

Van’dan Kumkapı’ya uzanan hikâyesiyle bulaşıkçı Ömer, meyhanenin ekmek parası için canla başla çalışan elemanı. Beri yandan Barba’nın komilik teklifini “kendini buna hazır hissetmediğini” belirterek, ama daha da önemlisi bulaşıkhanede türkü söyleyebildiği için reddeden bir isim.

Eski İstanbul ve Kumkapı’da geçen öyküde başka isimler de var: Ömer’in evinde kaldığı, “ayaklı meyhane” Mişon’un oğlu Moiz ve Şef garson Avadis… Rakı ve balığın kardeşliğini perçinleyen Kumkapı: Ermeni, Rum ve Türkleri buluşturan mekânlar toplamı. Saçlıoğlu, öyküde uzun uzadıya bu birlikteliklerden söz açıyor. Tarihi, Kumkapı’nın çekici geçmişini okurlara sunuyor.

Öykü, tarihin ardından Ömer’in ilk kez âşık oluşuna dümen kırıyor. Birbirini hiç tanımayan iki insanın aşkı bu. Meyhanedeki şen şakrak hava da sürüyor bu sırada. Avadis’in, tekinsiz herifleri zehirleme girişimi ise sarsıcı. Peşrevin kulakları okşamasının ardından, Ermeni ve Türk havalarının karışımı, en sonunda da hiç kimsenin işitmediği yepyeni tınılar…

Tekinsiz adamlardan damat adayının müstakbel eşidir Ömer’in tanımadığı ve âşık olduğu kadın. Ortalık da tekinsiz heriflerin midesi de çalkalanır. Sonrası kaçış; Ömer ve “Leyla” Karin’in uzaklaşması. Surlara sığınan ve ebedi karanlıkla örtülen, yığıntılar içinde kalan ikili. Gölgelerin gizlediği iki aşık; Ömer ve “Leyla” Karin. Anahtarı olmayan kapının kilitlediği iki insan. Kaçış, sığınış ve kısılıp kalışın öyküsü…

KURGUNUN SULARINDA
Saçlıoğlu’nun ikinci öykü durağı karşı yaka bu defa, Moda. Tarihi yarımadanın, Moda saflarından görünüşü ilkin gözleri kamaştıran. Hikâyenin anlatıcısı bir öykü kotarmakla meşgul.

İki masa uzağında ya da yakınındaki adama ilişen bakış ve korkulu gözlerden etkileniş. Anlatıcıdan korkan adam. Korkusunun kaynağı, anlatıcıyı, Kemal’i başka biri sanmasıdır Selim’in.

Tanışma faslı geçip, korkular ve anlama çabaları aşıldığında, sohbet koyulaşır. Kim, kimdir, ne yapmaktadır? Selim sorar Kemal yanıtlar; sonra roller değişir, soru soran ve yanıtlayan tersine döner. Kemal’in yazar olduğunu keşfeder Selim. Rahatsızdır Kemal, “yazdıklarıyla övünenlere, iki kitap yayımlatıp kendini yazardan sayanlardan sıkılmıştır” epey zamandır ve bu yüzden yazar sıfatını isminin önüne kolay kolay yapıştırmaz.

Selim Kemal’i tanır; kitaplarını okumuştur. En çok, en az satan kitabını beğenmiştir üstelik. Oradaki bir öykü Selim’i derinden etkilemiş, Kemal’e anlatmaktadır yazarın kendi hikâyesini. Hemen sonrasında zihinler Kemal’in çay bahçesinde karalamaya başladığı öyküye takılır. Hüzünle karışık mutluluğun üstüne Selim, hayat dersi verir gibidir:

“Mutluluğa ilişkin çoğu şey aslında aklın işidir. Mutlu olduğumuzda duygularınız öylesine egemen olur ki aklınız kimi zaman kenarda kalır. Ama aslında mutluluğu gerçekten görmek akılla mümkündür. Mutlu olmak değil, mutlu olduğunuzu anlamak gösterir ışığı.”

İleriki satırlarda okur Kemal’le birlikte, Selim’in de yazar olduğunu öğrenir; hem de Kemal’in, onu takma adından tanıdığı bir yazardır. Uzun konuşma boyunca Selim’in kurguladıkları veya Kemal’in deyişiyle “uydurdukları”, yazarcadır. Deftere çiziktirilen öykünün bam teli olan ışık da, Selim’in elinin değdiği bir kurmacadır. Okura bir sürprizdir burada sunulan ve o, gerçekle kurgu arasında gider gelir.

HEDEFTEKİ KİM?
Cemal, Haluk ve Hüseyin’in hikâyesinin merkezi ise Antakya. İstanbul’a uzanan üçgeni tamamlayan kentler İzmir ve Malatya. “Yüzün Tamamlayıcısı”, iyimser ve umutlu Cemal’in; İzmir’den gelen ve zengin olma hayaliyle yanıp tutuşan Haluk ile hayattan çok şey beklemeyen Hüseyin’in öyküsü.

Aynı yerde girilen yetenek sınavıyla kesişen hayatlar ve bir süre sonra ev arkadaşı haline gelen üç isim. Doludizgin geçen üniversite yılları. Küçük işler, mezuniyet ve hayaller…

Hüseyin’in Antakya’da düzenlenen aile yemeğine katılışı, orada âşık oluşu ve nişan hazırlıkları, üç arkadaşın geleceğine dair yeni bir sayfa demek. Nişanlanacağı kız Zeynep ile İstanbul arasında kalan Hüseyin için Antakya ağır basar. Hatta nikah günü bile bellidir artık. İstanbul’da kalan iki arkadaşı da gelecektir Antakya’ya.

Ancak üniversiteden hocaları Hikmet’in babasının ölümü tüm planları bozar. Cemal cenazeye, Haluk Antakya’ya düğüne gitmeye karar verir. Cemal’i cenazede bir sürpriz bekler. Hocası onu, yeni mezun olan genç bir kızla tanıştırır. İnsanın hayallerinden, güzel sanatlar okumuş olmanın verdiği bilgilenmişlikle caminin mimarisine kadar pek çok konuda konuşurlar. En acılı anlarda ortaya gülünç şeyler çıkabileceğini de fark ederler. Hocası, düğüne yetişsin diye uçak bileti ayarlamıştır Cemal’e. İlk kez uçağa binecektir, korku ve endişe vardır içinde.

Hocasının tanıştırdığı Aygül’ün fotoğrafını çeker ayrılırken; düğün sonrası buluşmak üzere sözleşirler. Bu sırada Haluk’un Antakya’ya doğru yola çıkışı karşılar okuyucuyu. Otobüsteki yolcuların, daha önceki seyahatlerindekilerden farklı oluşu Haluk’a ilginç gelir, yanındaki adamın kimi sözleri de: “Geceni sesten uzak tut” ya da “Sabahın aydın olsun” bunlardan bazılarıdır.
İki arkadaş; Haluk ile Hüseyin, Antakya Harbiye’de buluşur, Hüseyin evliliğe hazır olmadığını hisseder ve evliliği “mezara girmekle” bir tutar.

Cemal de yoldadır; nikâh kıyılmış, düğüne geçilmek üzeredir. Yolculuk arkadaşıyla sohbeti ilerletir, işin içine Antakya tarihi girer. Düğün yemeğine yetişen Cemal, Haluk ve Hüseyin’in sevinci, düğün neşesi, şarkılar ve çakırkeyifliğin tadı okura arı biçimde hissettirilir.

Ve düğünden bir kare: Sevinç içinde ateşlenen bir silah ile dört kişi: Haluk, Cemal, Hüseyin ve eşi Zeynep… Saçlıoğlu tam burada noktayı koyar ve öykünün sonunu açık tutar: O tek kurşun, dört kişinin bulunduğu yere doğru ilerlerken, kimi hedef alacağını okura bırakır bir bakıma.

Üç uzun öykü Saçlıoğlu’nun kaleminden dökülen. Tarih, mekân-mitoloji ilişkisi, tesadüf, ütopya ve kurgu içinde kurgu ya da öykü içinde öykü; hepsi üç uzun hikâyenin okura sunumunda ortaya çıkan özellikler. Merak içinde ne olacağını, neyin nereye; hangi olay ve kişilerin neye bağlanacağını bekletiyor anlatılanlar.

Öykülerde öne çıkan önemli bir özellik olay, mekân ve tarih arasında kurulan bağlantı. Hemen her satırda bununla karşılaşmak olası. Öykülerin dili de son derece sade. İç içe geçmiş pek çok olayın anlatımına eklenen tarihsel, mitolojik bilgiler ve mekânlara ilişkin notların harmanlandığı hikâyeler başından sonuna dek bir solukta okunuyor.

Zor olan yalınlığı yakalayan anlatım dili, bayağılıktan uzak, ne vermek istiyorsa onu okura sadelikle ama aynı zamanda derinliği de tutturarak veriyor. Şunu demek de mümkün: Okur, öykülerden kopuk değil, aksine merkezde; yani kendinden bir şeyler bulabileceği kurguya dâhil oluyor. Saçlıoğlu’nun anlatımı ve öykülerin güçlü altyapısı buna imkân tanıyor.

Kahramanlar herkese hem çok yakın hem de metinlerin içinde hiç sırıtmadan yol alıyor. Bu yönüyle Sur ve Gölge’de yer alan öyküler kitabı eline alanları ele geçiriyor.

Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun, Sur ve Gölge’de yer alan öyküleri okuru, düşünce ile düş arasında gidip gelen; çağrışım, tarih ve mekân resimlemeleriyle örülü ve karakterlerin sağlam yerleşiminden oluşan bir yapıyla karşı karşıya getiriyor.

Sur ve Gölge/ Mehmet Zaman Saçlıoğlu/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 132 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 05.11.2009

27 Ekim 2009 Salı

TARİHSEL YANILGININ PEŞİNDE (*)
ALİ BULUNMAZ

Yalnızca gelecek, 1933’te hakiki Almanya’nın hangisi ve gerçek Almanların da kimler olduğunu söyleyebilecektir: Zamanın az ya da çok materyalist-mitik ırkçı önyargılarını onaylayanlar mı yoksa geçmişteki Almanların hürmet edip ebedileştirdikleri geleneklerin mirasçısı olan kalbi ve aklı temiz Almanlar mı?”
Edmund Husserl, 4 Mayıs 1933

“Delirmesine ramak kalmak, delilikten beter. Deliren kaçar. Çekip gider. Delirmesine ramak kalansa, bir parçasını geride, gerçekler dünyasında bırakır. Bu kalan parça dehşetin varlığından haberdar eder onu. Onda dehşeti soruşturma arzusu uyandırır.”
José Pablo Feinmann


Tarih denilen koca kitap, biraz da yanılgıların; hata ve yanlışların satırlarını sunmaz mı kendisini okumak isteyenlere? Yaşanmışlıkların önemini ve yanılgı (tarihsel hata) olup olmadığını insanoğluna yine zaman gösterir.

Varoluşçu felsefenin ağır toplarından Martin Heidegger’in yaptıkları da zaman mahkemesinde değerlendirilmiş, belli tartışmalarla beraber onunla ilgili kimi fikirlerin oluşmasını sağlamıştır. Heidegger’i felsefi söylemiyle birlikte tartışılır kılan, 1933’teki rektörlük konuşmasıdır. Bu konuşmayı anlamanın yolu, o dönem Almanya’da olup bitenleri kavramaktan geçer.

REKTÖRLÜK KONUŞMASI
1933’te Hitler iktidarı ele geçirdiğinde tüm kurumlarla beraber üniversite de baskı altına alınır. Nasyonal Sosyalist Parti, üniversitelerden “ulusal devrimi” desteklemesini isterken aynı zamanda Yahudi araştırmacı ve öğretilerden kurtulmasını da emreder.

Freiburg Üniversitesi rektörünün protesto amaçlı istifası sonrasında öğretim üyeleri bu göreve oybirliği ile Heidegger’i seçer. Rektörlük konuşması, onun Nazizme destek konuşması biçiminde değerlendirilir. “Alman Üniversitesi’nin Kendini Doğrulaması” başlığını taşıyan konuşma, o dönem ve ileriki yıllarda büyük fırtına koparır.

Nazi kültür politikalarına yenilmeyen, felsefesini de tam anlamıyla benimsemeyen Heidegger, Hitlerciliği sonradan “insanlığın yapısal bir hastalığının tarihsel bir patlayışı” şeklinde ifade etse de, rektörlük konuşması ve Hitler’e yazdığı mektupta yer alan “Führerim, siz bizim insanlığımızın ihtiyaç duyduğu kurtarıcısınız” satırları onu hep kovalar.

José Pablo Feinmann, Heidegger’in Gölgesi isimli romanında düşünürün tartışmalı yaşamı ve eylemlerinden bir kesitle birlikte, ondan etkilenerek Nasyonal Sosyalizme yönelen bir babayı, onun itiraflarını ve oğlunun, o dönemi ve babasını anlamak üzere savaş sonrasında Heidegger’e ulaşma çabasını okurla buluşturuyor.

HER ŞEYİ DURDURAN FIRTINA
Dehşetin sayfaları rektörlük konuşmasıyla açılır. Anlatıcı, oğluna Martin ismini koyuşunu da Nasyonal Sosyalist oluşunu da Heidegger’in o konuşmasına borçlu olduğunu belirtir. Ne de olsa Heidegger’in konuşmada geçen son sözü her şeyi açıklar: “Bütün büyük şeyler fırtınada durur.”

O günler, Hitler’in “ulusal gurur” olarak görüldüğü günlerdir aynı zamanda. Büyük bir savaşta alınan yenilgi sonrası “umut” aranan ve bulunan; Nazizmin yayılıp insanları hipnotize ettiği zamanlar. Beri yandan Heidegger’in yükseliş dönemi. Felsefi söylemi, kitapları ve seminerleri gençleri peşinden sürüklüyor. Varlık ve Zaman, o günlerin kült eseri, elden ele dolaşır. Anlatıcı Dieter Müller oğluna yazdığı mektupta, Varlık ve Zaman’ın kendisini “kör ettiğini” söylüyor ve bu kitabı okumadan dünyadan göçüp gitmemesini öğütlüyor. Tüm bunlar olurken, Heidegger’in “Almanya’yı kurtaracak” hareketin “metafizik ruhu” biçiminde algılanışı da anlatıcı Müller’e göre aynı zamana denk geliyor.

Romanın ilk sayfalarında geçen “Tarihin bu yol kavşağında insanları tanımak mümkün mü? (…) Hepimiz bizi aşan, sürükleyen olaylar ağında yaşamıyor muyduk?” (s. 26) sözü, fırtınalı günleri tanımlıyor gibi.

“Üstat” Heidegger, Rainer, Müller… Tam anlamıyla tanınıyor muydu? Keşmekeşin içinde kimin kim olduğunu anlamak güç. Anlatıcı böyle diyor. Bir de şunu: 1930’lar Almanya’nın kaderinin sokaklarda çizildiği yıllardı. Rainer ve Dieter düşmanı iyi tanıyordu: Bolşevizm. “Ülkeyi kurtarmak” adına girişilen bir mücadelenin parçasıydı ikisi de. En azından öyle hissediyorlardı. Yahudi kapitalizminin Almanya’yı Sovyetlere teslim edeceğinden emindiler.

Luger marka tabanca bu noktada devreye giriyor; okuyucu onu masanın üstünde dururken görüyor. Nefretin tetiğini çeken, Dieter Müller’in yol ayrımına gelişini gösteren ve Rainer’in SA’ları bir varlık olarak; nefretin meşrulaştırılma aracı biçiminde gördüğü bir silahlanmadır, öfke patlamasıdır büyüyen. Filozofların savaşçılara “gerçek var oluşu ve ölüme yönelik varlığı öğretecek öğretmenler” gibi görüldüğü bir ortam aynı zamanda gelip karşımıza dikilen (s. 38).

Heidegger’in Nazizmin öncüsü; rektörlük konuşması ve partiye üyeliğiyle gerçek anlamda felsefi bir önder olarak görüldüğü anlaşılıyor. Hiç olmazsa Rainer ve belli oranda Müller için. Şu söz bunu gayet iyi açıklıyor: “Heidegger bizi köklerimize götürdü; Alman büyüklüğünün gerçek köklerine, Eski Yunan’a” (s. 53). Hitler “kurtarıcı” iken, Heidegger de “asalet” kazandırır Almanya’ya göre; manevi bir aristokrasi yaratır.

Romanın ilk bölümü Müller’in oğluna itirafları, açıklama ve olayları sıralayışını yansıtır. Pek çok şey arka arkaya sıralanır: Nazilerin iktidara gelişi, Heidegger’in rektör seçilişi ve yaptığı konuşma, ertesi yıl rektörlükten ayrılışı; onun Nasyonal Sosyalizmin teorisyeni ya da “Freiburg Führeri” olarak görülüşü… “Üstat” Heidegger’in “ulusumuzun tarihsel misyonu Batı’nın merkezinde bulunmak” sözü, bu bakış açısını doğruluyor Müller’e göre (s. 99).

Belli bir süre sonra Müller’in Nasyonal Sosyalizmin bayağılıklarından tiksinip, bunlara “felsefe” demekten vazgeçişi ve Almanya’yı terk edişi de sıraladığı olaylardan biri.

Oğluna bıraktığı mektubun sonuna doğru Arjantin’de bulunduğu anlaşılan Müller, savaşın bitişini ve insanların o günkü koşullarının “ölüme aşık olma” durumunu gözler önüne serer; Nazilerin düşmanları değil, nesne haline getirilen insanları öldürüşünü vurgular. “Bağışlanmaya ihtiyacım var” deyişi de bu yüzden belki. Suç ortaklığı; doğrudan olmasa bile verdiği destekle dolaylı biçimde öldürüm makinesine arka çıkıştan ötürü, gaz odalarına giden insanlar tarafından affedilmek istiyor. Oğluna da aynı nedenle yazıyor mektubu: Bağışlanmak için. Oğlunun da onu affetmesi için.

SESSİZLİĞE SIĞINMAYAN GENÇ BİR ADAM
Romanın ikinci bölümü genç; oğul Müller’in hikâyesi. Martin Müller, Heidegger’e çok yalın bir soru ile yaklaşıyor tüm olup bitenlerin ardından: “Ne yapmayı düşünüyorsunuz?” Luger burada yine soluk alıp vermeye başlıyor; genç Müller, Heidegger’i öldürme niyetinde olmadığını, sadece onu tetikte tutmak amacıyla tabancayı ortaya çıkardığını söylüyor.

Babasının ölümünden üç yıl sonra Heidegger’le yüzleşiyor. Foucault’nun yardımıyla “insanın ölümü” söylemini sorguluyor. Bir anlamda hümanizmin ölümünün, insanın ölümü demek olduğunu düşünüyor.

Hümanizmin ve dolayısıyla insanın ölümü, öldürülüşü karşısında tavır almamakla eleştirdiği Heidegger’e önemli bir suçlama yöneltir genç Müller: “Sessizliğe sığındınız. Sessizlik bir tür ölüm değil midir? Sözünüzün ebediyen duyulmayacağı uçsuz bucaksız bir toprak, Üstat, sessizliğinizin ifadesi değil mi?” (s. 147). Sonraki satırlarda okuyucu, genç Müller aracılığıyla bir başka soruyla karşı karşıya bırakılır: Sessiz kalmanız, suçunuzu görmezden gelmek için mi?

Oğul Müller, babasından kalan mektupla Heidegger’in peşine düşüp iz sürüyor ve “benim size yaptığım yolculuk, aslında babama yolculuktur” diyerek, ne tür bir keşif için yollara koyulduğunu duyuruyor; babasını anlamaya çabalıyor.

Babasının, mektubunda gaz odasına götürülen bir adama ithaf ettiği son satırları genç Müller’i yaşananların ne anlama geldiğini sorgulamaya itiyor öte taraftan: “Çöpsün, çöpler arasında öleceksin. Senden bağışlanmayı diliyorum. Sana karşı suçluyum. Seni neye çevirdilerse ben oyum. Senin gibi ben de çöplükte çöpüm. Ya da daha kötüsüyüm. Çünkü kendini masum sanan, bilmemeyi, adıma, adımıza, Almanya’nın adına sana yapılandan haberdar olmamayı seçen biriyim. Öyleyse ben de seninle çöp gibi çöplükte öleceğim kurtuluş yok” (s. 159).

Bu satırlar, genç Müller’e miras kalan ve babasının intiharında başrolü oynayan Luger’in neden hep sayfaların gizli kahramanı olduğunu da açıklıyor sanki: Luger, Heidegger’e doğru uzanıyor ve o soru yine tekrarlanıyor: “Ne yapmayı düşünüyorsunuz?”

Genç Müller, yaşadığı Arjantin’de kurulan cuntanın insanları kaybedişini, öldürüşünü ve işkenceden geçirişini, Nasyonal Sosyalizmin eylemlerine benzetir. “Her şey Tanrı adına” veya “bozguncuları dize getirmek” için yapılıyordu! Tıpkı Nazilerin Almanya’da yaptığı gibi: “Kötülüğe karşı verilen savaşta yapılması gerekenler kutsaldır” deyişi de buradan türetilmişti.

1976’da Heidegger, Arjantin’deki en kanlı dönemde öldüğünde, genç Müller, ülkesinde gerçekleşenlerle 1930 ve 40’lı yılların Almanya’sında olanları Nasyonal Sosyalizmin devamı şeklinde nitelendirir. Baskı artınca Freiburg’a dönen Müller kazazede gibi karşılanır. Bir zamanlar babasının ders verdiği Tarih Felsefesi kürsüsüne atanır. Pardösösünün cebindeki Luger’i nehre fırlatır; yakın geçmişte dehşeti ve kıyımı sürükleyen o nehir, Luger’i içine alıp akar gider.

İtiraflar, pişmanlıklar, kayıp ve hesaplaşmalar; yanıtı, alınmak istenen kişi tarafından verilmeyen o soru; “Ne yapmayı düşünüyorsunuz?” sorusu kalır sadece. Sessizliğin ağırlığı, silahın nehre düşüşüyle çıkan ses sayesinde bozulur.

Feinmann, romanı entelektüel yanılgı üzerine kurgularken, baba Müller’in itirafları, pişmanlıkları ve oğul Müller’in sorgulamaları; babasının ve Heidegger’in peşinden gidişini okuyucuya sunar. Bu sürükleniş onu, tarihsel gerçeklerle, zamanın yargılayıcılığıyla ve geçmişe dönük hesaplaşmalarla buluşturur.

Babasını, Heidegger’i ve o dönem gerçekleşen eylemleri anlamaya çalışan genç Müller, aynı zamanda tarihin akışını da kavramaya çabalar. Hataları ya da o zamanın “doğrularını” irdelemeye koyulur.

Babadan kalan mektup ve silah, oğlun bunları sahiplenip yakın geçmişte; bir başka deyişle gölgede kalanları ve sessizlik ile mektubun satırlarında yükselen çığlığı eşelemesi romanın bam telinin yarattığı tınıdır. İnsanları “çöp”e dönüştürenlere yönelik önemli bir isyanı barındırır bu tını. Geç kalmış olsa da.

Heidegger, her ne kadar kaçamak yanıtlar verse ve çoğu zaman sessiz kalsa da ona yakın birinden gelen, yanılgıyı ortaya koyan ve genç bir adamın geleceğe taşıdığı haklı bir yergi ve itiraftır karşımıza çıkan.

Heidegger’in Gölgesi/ José Pablo Feinmann/ Çeviren: A. Cengiz Büker/ Doğan Kitap/ 172 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 22.10.2009

21 Ekim 2009 Çarşamba

KİTAP İNSANI DEĞİŞTİREBİLİR (*)
ALİ BULUNMAZ

İnsani gelişimin merkezinde yer alan kitap, yeri ve önemini yitiriyor mu? Lindsay Waters'ın sözcüklerini kullanırsak, akademi ve akademik dünyanın kalbi kitap, piyasaya yeniliyor mu?

Kâr amacının ötesinde, yayınevinin kendi kendini döndürmesini ve kitabın değerinin kavranması gerektiği üzerinde duran Waters, yayıncıların salt kâr güdüsüyle çalışmaya yönelmesini eleştiriyor. Waters'ın temel izleği, kitabın insanları değiştirebileceği.

KÂR DEYİNCE AKAN SULAR DURUR
1984'ten bu yana Harvard Üniversitesi'nin İnsan Bilimleri Yayınları'nın yönetmenliğini yapan Waters, söze başlarken ABD'de Californiya, Duke, Stanford gibi kimi üniversitelerin insan bilimleri yayınlarına yönelik ciddi kesintilere gittiğini ifade ediyor.

Waters, “Kitaplar ne işe yarar? Yayınlar ne içindir?” diye sorduktan sonra, Akademinin Düşmanları'nı yazış amacını duyuruyor: “Burada, huzurunuzda bulunuyor olma nedenim kitaplara karşı beslediğim ölçüsüz sevgi. Onları neredeyse insanları sevdiğim kadar seviyorum” (s. 9).

Waters karşılaştığı ilginç bir soruyu aktarıyor: “Nasıl olur da sistemi eleştirebilirsiniz? Harvard Üniversitesi Yayınevi olarak sistem siz değil misiniz?”

Bu soruların yanında, parayı kitaba yatıranın sistem ve piyasa için iş yapmadığında çoğunlukla kaybedişi, yayıncıların önünde kaba bir gerçek olarak duruyor. Üniversite yayınevlerinin kâr sağlamayı düşünmesi de bu nedenle hayalciliğin ötesine geçmiyor. Kaldı ki Waters da bunun karşısında. Üniversitelerin tefecilere bırakılması genel anlamda rahatsızlığı körüklüyor. Waters'a göre bu kişiler üniversiteleri şirketleştiriyor, kitapların ve yayınların içini boşaltarak, özellikle insan bilimlerinde “söz” sahibi oluyor.

Akademik sürecin temel yapı taşı yayıncılık ya da yayın faaliyeti de, bahsedilen tehlikenin kollarında Waters'a göre. İnsan bilimlerinde bir kriz söz konusu ve bunu yaratan da, neyin değerli olduğuna dair sayılara dayanan varsayımlar: “Kitaplar da nicelik belirten nesnelere dönüşünce, insan bilimlerinin çalıştığı diğer bütün şeyler de değerini yitiriyor” Waters'ın gelip dayandığı soru ve buna yanıt arama süreci de hayli ilgi çekici: “Acaba akademi dünyası Amerikan toplumunun büyük kısmını saran bulaşıcı sahtekârlığın kendisine de sirayet etmesine izin mi verdi?” (s. 14).

UYUMLU OL, BOZULUŞA AYAK UYDUR!
Waters, insan bilimcileri krize iten şeyin “bilim insanının kaç tane yayın yapması gerektiğine dair mantıksız beklenti” olduğunu savunur: “Mesele, nasıl algılandığına bakılmaksızın sadece üretime yoğunlaşılması. Bu iki öge -üretim ve algılanış- arasındaki denge kaybolup gitti. Yapmamız gereken bu ikisi arasındaki ahengi yeniden inşa etmek.”

Bugün özgür olduğunu sanan akademisyenler ve özellikle de insan bilimciler, çok daha üretken ya da elli yıl öncesine göre daha iyi işler çıkarıyor gibi görünebilir. Waters, bunun sadece yayın sayısındaki bir artış olduğunu dile getiriyor. Kısacası bu bir cila. Üstelik kadro silahı üniversitede, üretimi etkileyen bir belirleyici konumunda. Waters, bugünkü şartlarda bir yardımcı doçentin iyi bir kitap yazabilmesi için, olağanüstü yeteneklere sahip olması gerektiğini söyler: “Bir yardımcı doçent başına kadro silahı dayanmışken ve üretkenliği ile ilgili beklentiler yükselmişken her şey olabilir ama özgür olamaz.”

Üniversitelerin, zihnin özgür kullanımına karşı duvarlar ördüğünü belirten Waters, yönetim kadrolarının yenilik ve içeriğin ayrıntılarıyla uğraşmaktan yana olmadığına dikkat çeker. Günün gerçeği ve geçerli olan ilkesi uyumluluktan başka bir şey değil. Özgüvene ve eleştirelliğe “panzehir” olarak geliştirilen bu ilke, çoğu alandakine benzer şekilde akademik dünyada da yükselmenin koşulu haline getirildi. Böylesine bir bozulmanın insan bilimlerini etkilemesi ise kaçınılmazdı. Waters, “bilinç, tecrübe ve hakikat” gibi kelimelerin son otuz yılda insan bilimciler için “utanç kaynağına dönüştüğünü” söylerken bu bozulmuşluğa işaret eder.

Waters, “yok edici” olarak tanımladığı günümüzün sistemi ya da bireyin rolünün hiçe sayıldığı hâkim ortodokside, kişinin “gerek bilim insanı gerekse sıradan bir vatandaş olsun, sistematik şekilde yok edilmesini emredildiğini” belirtir. Sistem böyle olunca, hem akademinin hem de akademik yayıncılığın çözülüşü kaçınılmazdır.

Kitaplar, hâlâ insanları değiştirecek güce sahip mi? Waters bu konuda umutlu. Pragmatistler, kelimeler ve kitapları “macuna” benzetir; bu ikisi onlar için “insanlara hükmetmek amacıyla şekillendirilebilecek şeylerdir.” Aynı pragmatistler eleştirel okumayı kişilerin, metinler ve insanlar üzerindeki iradesini denetlemek adına fırsat olarak görür.

Waters, pragmatistlerin maskesini düşürmesinin ardından bilimin sessizliğini eşeler. Wittgenstein'ın “doğurgan sessizliği” değildir adını geçirdiği; kabulleniş ve bir anlamda yok oluştur: “Kadro alabilmek için 'yüksek' üretkenliğin kural ve hedeflerine itaat etmeli ve bağımsız bir zihin olmadığını ispatlamalısınız” (s. 79).

Waters'ın nitelikli yayın ve piyasaya boyun eğen üniversiteler türünden sorunlara yalın bir çözüm önerisi var: İnsan bilimciler, yeniden yargı koyar hale gelmeli ve sistem karşısındaki mutlu yüz ifadesini değiştirmeli.

Waters'ın, piyasa-akademi ekseninde geliştirdiği eleştirileri ve akademik dünyanın piyasalaştığına dair yergileri, ABD'de sistem için üst düzey yönetici yetiştirme göreviyle tanınan (bu anlamda bir marka olan) Harvard Üniversitesi çatısı altında dillendirmesi kitabı daha da ilgi çekici kılıyor. Kısacası Waters, okuyucuya içeriden biri olarak sesleniyor.

Akademinin Düşmanları/ Lindsay Waters/ Çeviren: Müge Özbek/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi/ 84 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.10.2009
DURMAYIN, BİR ADIM ATIN (*)

Aslı ULUŞAHİN
Ali BULUNMAZ

Wittgenstein'ın güzel bir sözü var: “İlkin gezginliğe çıkman gerek, sonra yurduna dönebilir ve oradakileri anlayabilirsin.” Bu söz, ister düşünsel bir gezinti ister yolculuk biçiminde ele alınsın, insanın ele avuca sığmaz devingenliğini yansıtıyor sanki.

İnsanoğlu hep hareket halinde. Yaşama katıldığı günden bu yana bir şekilde gezginliğe bulaşmış. Kendini, gidişini, dönüşünü, içeriyi ve dışarıyı anlamak ve görmek adına sürekli yollara düşmüş. Kimi zaman meraktan kimi zaman bir kaçış yaratmak için çantasını sırtına almış. Kısacası yollara koyulmuş; görmeye, keşfetmeye, öğrenip bilmeye yönelmiş.

Gezginler İçin Unutulmaz Yolculuklar, Yürüyüşler, Şeyler, Yerler, Adalar adlı dizi dünyanın dört bir yanına yapılan seyahatleri yazarlarının gözünden anlatırken, insanları yenileri için deyim yerindeyse kışkırtıyor.

Bilgi ve iletişim çağında hemen her şeyi elinin altına alan (ya da aldığını sanan) insan, gezginliği de sanal boyuta taşımayı seçiyor çoğunlukla bugünlerde. Dizinin yazarlarından Steve Watkins ve Clare Jones'un buna itirazı var: “Yolculuğa çıkmayı tercih etmeyenler için en iyisi, dünyayı başkalarının gözünden izlemektir. Oysa web sayfalarında ne kadar dolaşırsanız dolaşın, ne kadar dergi, kitap ya da gazete okursanız okuyun, televizyonda ne kadar gezi programı izlerseniz izleyin hiçbir şey gerçek bir yolculuğun yerini tutamaz.” Watkins ve Jones, coğrafyaları masa başında tanımanın olanaksızlığından dem vurarak “adım atın” demeye getiriyor sözü. Bir anlamda “önce gezginliğe çıkın...” öğüdünü veriyor.

BOTLAR, YOLCULUKLAR
Coğrafya atlasını hatmetmek veya internette yolculuğa çıkmak, kimseyi gezgin ya da bilgin yapmıyor. Önemli olan yolculuğun kendisi, yani bir çeşit deneyim. Yabanıl yaşamdan dünyanın kentlerine; tarihe ve kültüre dek sürülen izler. Bostwana'da doğal ortamın içine dalmak veya Patagonya'da bir buzulu adımlamak...

Yolculuk özünde keşfetmeye dayanıyor. “Unutulmaz” dizisinin hemen her kitabının tüm sayfalarında bunu görmek mümkün. Avustralya'daki ırmak gezintisi, Fransa'daki Midi Kanalı ve ABD'deki 66. Otoyol seyahati, önünde sonunda keşfetmenin kapısını aralıyor. İsveç'in Laponya'sında Ren Geyiklerini görmek de aynı kapıya çıkıyor, İpek Yolu'nda; Pekin'den Semerkand'a uzanan serüven de.

“Kara Kıta”nın Ruanda'sında gorillerle yüz yüze gelmek ya da Kanada'nın Yukan Irmağı'nda bir zamanların altın avcılarının izini sürmek, yine eşsiz kaşifliğin bir parçası. Mimar Gaudi'nin Barcelona'daki yapılarını görmek, insanı Avrupa ile yüzleştiriyor; doğa-kent uyumunu beğenilere sunuyor.

Meksika'nın Sierra Madre dağlarındaki 653 kilometrelik tren yolculuğu macerası ise, 4 bin metreden dünyaya bakış gibi Watkins ve Jones'a göre. İrlanda Wiclow'daki atlı karavan seyahati ise tam bir dinginliği çağrıştırıyor. Orta Amerika'da Kosta Rika'nın Pacuare Irmağı'nda gerçekleşen rafting, tam bir adrenalin yüklemesi. Watkins ve Jones için bu yüklemenin gerçekleştiği Nicoya Yarımadası da sağlam bir bedenin test edilmesi demek.

Watkins ve Jones'un uğraklarından biri de Uzakdoğu: Singapur, Malezya ve Tayland'a Doğu ve Şark Ekspresi'yle yapılan gezi. Tropik ormanlar, çeltik tarlaları ve kireçtaşı kayaları arasındaki egzotik yolculuk.

Fas'ın Dra Vadisi'ni ziyaret ise çöl kentleri ya da çölün kendisini hissetmek demek. Göçebeler, deve kervanları, kasaba ve vahalar... Afrika'nın kuzeyindeki çekici ortam. Madalyonun diğer yüzü ise buz çölü; Antartika. Üç ay güneş yüzü görmeyen, sessizliğin kıtası. Watkins ve Jones Antartika için “macera yolculuğunun doruğu” ifadesini kullanıyor.

Aynı ikilinin kaleme aldığı, “Unutulmaz” dizisinin bir başka kitabı Yürüyüşler, koşturmacada bir soluklanış gibi algılanabilir. Onlara göre yürüyüş “yavaş seyahat”; “keskin bir görüş ve ayağı daha yere basan gezginlik” demek.

Watkins ve Jones bu kitaba 30 yürüyüş almış. Ortalama forma sahip bir insanın tüm bu gezileri rahatlıkla gerçekleştirebileceğini söylüyor iki yazar ve ekliyor: “Seyahat etmenin bir yolu olarak yürümeyi seçmek, belki de yalnızca hafif bir ayak izi bırakarak çevre sorunlarına verebileceğimiz geçici bir yanıttır.”

ABD'deki Yellowstone Ulusal Parkı'ndan başlayan yürüyüş, İtalya'nın Amalfi Sahili'ne uzanıyor. İskoçya'yı geçip, Japonya'nın Kyoto kentine gelince, eski imparatorluğun içine dalıyor okuyucu ve tapınaklar meraklıları bekliyor.

Yağmur ormanlarıyla bezeli Dominika bir başka durak. Flemenko'nun anavatanı Endülüs-İspanya'daki celep yolları, doğal koridorlarıyla yürüyüşe girişenleri selamlıyor. Batı Avrupa'nın çatısı olarak nitelenen Mont Blanc da zorlu bir yolculuk demek.

Fransa'da Somme Savaş Alanları'ndaki adımlar ise 1916'daki büyük çarpışmalarda hayatlarını kaybedenler için saygı anlamına geliyor. 93 yıl öncesinin 19 bin kaybını gün ışığıyla buluşturuyor bu yürüyüş.

Amsterdam kanalları, hareketli kent yaşantısının durgun sularını kazıyor zihinlere. Watkins ve Jones kanallar için “su yolları boyunca yürümek, kanallarla şekillenmiş bir şehrin teklifsiz çekiciliğini içine çekmenin en mükemmel yolu” diyor.

Güneye, yine “Kara Kıta”ya, Tanzanya'daki Kilimanjaro Dağı'na tırmanış, Watkins ve Jones'un aktardığı gibi beş ayrı iklimi yaşatıyor. Takesi Parkuru'yla Bolivya üzerinden İnkalara ulaşmak mümkün, Arizona'da Coyote Tepeleri'nde soluklanmak da. Tepeler, Watkins ve Jones'a göre “Dali'nin bile hayal edemeyeceği gerçeküstü” bir mekân. Botların bağcıkları bu tepelerden inince çözülüyor.

YERLER, ŞEYLER
Yakın dönemde ekranlara gelen bir reklam filmi vardı hani. Önce ne monoton bir hayat yaşadığımızı yüzümüze vuruyor, ardından, ömrünüzü geçirdiğimiz alan işte şu A ile B arasındaki mesafe kadarcık diyordu. Ekrana, film oyuncusunun çok uzaklardaki bir adada gülümseyen yüzü yansıdığındaysa, sinir olmak düşüyordu biz erkan başındakilere.

Steve Davey imzalı Gezginler İçin Unutulmaz Yerler isimli kitap da aynı sinir bozukluğunu yaratıyor doğrusu. Dünya üzerinde gidip görülmesi gereken -ama çoğumuzun henüz görmediği- ne muhteşem yerler olduğunun böyle bir sunumla gözlerimizin önüne getirilmesi, insanın kendini kaplumbağa gibi hissetmesini sağlıyor. Oysa mesele de burada yatıyor. Yani kaplumbağalıktan vazgeçmekte, evden başını çıkarıp yalnızca yaşadığın yere değil, tüm dünyaya bakmakta, çekip gitmekte... Tıpkı Thelma ve Lousie’nin yaptığı gibi...

Hatırlarsınız onları... Yaşadıkları hayattan öyle sıkılmışlardı ki, atlayıp otomobile uzaklara doğru gaza bastı. Yolda başlarına gelen olaylar bir kenara, 1991 yapımı filmin kahramanı bu iki kadın, yolculuk sırasında kendini buluyor, adeta yeniden keşfediyordu. Zaten yolculuk bu anlama gelmez mi? Başka yerlerle birlikte kendini keşfetmek... Filmin sonunda, Thelma ve Louise, Büyük Kanyon’a sürerler otomobillerini. Ancak bu bir final değil, yeni bir başlangıç, özgürlüğü uçuştur sanki.. Thelma’nın eşarbı keyifle uçuşurken, otomobilin gökyüzünde süzüldüğünü hayal edersiniz. Kitapta yer alan, Kanyon’un fotoğraflarına bakarken, yönetmenin onları neden buraya kadar kovaladığını anlıyorsunuz. Kanyon, uçsuz bucaksız görüntüsüyle, özgürlüğü ve sonsuzluğu çağrıştırıyor.

Davey’in kitabında, siluetine aşina olduğumuz başka mekanlar da var. Tac Mahal, aşk adası Santorini, Rio de Jenairo ve Manhattan gibi... Bunların dışında, “ölmeden önce görülecek yerler” listesine dahil edilmeyen, ancak kitabın sayfaları arasında dolaşınca, Steve Davey’in onları neden unutulmazlar arasında saydığını anladığınız başka yerler de var. Örneğin Hindistan’daki Caisalmer Kalesi, Peru’daki Machu Picchu, Hırvatistan’daki Dobrovnik ya da Tanzanya gibi... İnsanların geçmişlerini ve kültürlerini, yaşadıkları binalara, tapınaklarına nasıl desen desen işlediğini görmek içinizi coşkuyla dolduruyor. Tüm desenler bir araya gelince ortaya çıkan büyük resmin hayali ise göz kamaştırıyor.

Her yolculuktan sonra bir “şey” kalır aklınızda. Bir tat, bir koku, bir duygu ya da bir insan yüzü... O şey her ne ise, tüm yolculuğunuzun özeti gibidir; gezip gördüğünüz her yeri; tüm fotoğrafları, duyguları, anları, anıları akla getiren bir imgedir bu. İmgeyi yaratan ise, yolculuğunuzun doruk noktasındaki bir deneyimdir. Bu nedenle, Steve Watkins ve Clare Jones’un hazırladığı, serinin diğer kitabına, gayet doğru bir seçimle “Şeyler” adı verilmiş.

Kitapta kırk tane “şey” yer alıyor. Bazıları, hayli lüks deneyimler olduğu için, hemen yarın yaşanması mümkün görünmese de, fotoğrafları ve sunum yazıları bile sizi alıp götürüyor. Masa başında hayallere daldırıyor. Öyleyse şimdi, isterseniz, hayal kuralım birlikte. Zaten yolculuklar da hayal kurmakla başlamaz mı?

İtalya’nın Verona kentindeyiz. Dünyanın en eski antik mekanlarından biri olan, Verona’nın kalbindeki açık-hava amfiteatrı Arena, yoğun bir renk ve ses cümbüşü içinde. Sahnedeki onlarca kişi hayli süslü kostümler giymişler. Canlandırılan dönem Mısır’ın en şaşaalı zamanları. İzlediğimiz operanın adı ise Aida. Öyle renkli, öyle etkili bir dünyanın içindeyiz ki, zaman, mekan, her şey birbirine karışıyor, uçuşuyor. Kulaklarımız dinlediği sesten, gözlerimiz sahnede gördüklerinden, zihnimiz hem İtalya’nın hem Mısır’ın büyüsünden memnun. Hal böyle olunca, yolculuğumuzun bu anını “unutulmazlar” arasına ekleyiveriyoruz.

Şimdiki durağımız İsveç. Donmuş köknar ormanları, buz gölleri ve alçak dağlar arasındaki, etrafında ren geyiklerinin gezindiği, yırtıcı kuşların başınızın üzerinde dönüp durduğu Klocka köyündeyiz. Amacımız köpeklerin çektiği kızağa binip karla kaplı bu dingin coğrafyanın keyfini sürmek. Husky denilen köpekler büyük bir karmaşa içinde kızağa koşuluyor. Öyle hareketli, öyle neşeliler ki, kazak çekmek onların en sevdiği oyunmuş gibi. Zaten kızakçımız da “Onlara kızağı çekmeyi değil, durmayı öğretmelisiniz” diye fısıldıyor kulağımızı. Her şey hazır olunca, dar orman patikaları arasında dolaşmaya başlıyoruz. Doğanın sessizliği, karın büyücü, köpeklerin güçlü ve hevesli koşusuyla hoş bir tezat oluşturuyor. Gün batımının kızıllığı karların üzerinde düştüğünde ise, aklımızdan hiç çıkmayacak bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.

Kızakla giderken soğuk iliklerinize işlediyse, buyurun Guatemala’daki Pacaya Yanardağı’na. Antigua şehri yakınlarındaki bu yanardağa tırmanmak pek kolay değil. Yaklaşık üç dört saatlik bir yürüyüş gerektiriyor. Ancak doruğa yaklaştığınızda karşılaşacağımız manzara için buna değer. Çünkü burada bir yanardağın patlamasına şahit olacağız. Tırmanış sırasında, gök gürültüsünü andıran sesler, dağın içindeki hafiyeti haber veriyor. Ardından sıcaklık hissedilir şekilde yükselmeye başlıyor. Doruğa yaklaştığınızda ise dağın kızgın lavlarla renklenmiş başını ve havai fişek gösterilerini andıran lav patlamalarını izliyor ve bu görüntüyü de, unutulmaz deneyimler arasına ekliyoruz.

“İŞ YERİNE HAVAALANINA GİDİN”
Serinin diğer kitabı, doğanın değişik yollarla yarattığı ve insanlara sunduğu bir armağan olan adalara ayrılmış. Kitap, Steve Davey ile Marc Schlossman imzasını taşıyor ve dünyanın her köşesinden onlarca adaya ilişkin bilgiler veriyor. Bazılarının üzerinde büyük limanlar, heybetli tapınaklar, şehir yaşamının bütün karmaşıklığı ve koşuşturmacası var. Bazıları ise, tıpkı hayallerimizde canlandırdığımız gibi...

Bu cennet köşelerinden biri Fiji, bir diğeri Filipinler’deki Palawan Adası. Bir de Seyşeller’deki Cousine ve Praslin adaları var ki, fotoğraflarına bakarken bile bir rüyada olduğunuzu sanıyorsunuz. Altın renkli kumlar ve granit kayalarla çevrili kumsala vuran berrak dalgalarla, yüksek palmiyeler ve adayı mesken tutmuş değişik canlılarla, fotoğraflara yansıyan tüm ayrıntılar, hayalinizdeki cennet imgesine uyuyor.

Stave Davey sunum yazısında şöyle diyor: “Hangi adaya gitmeyi seçerseniz seçin, oraya seyahat etmek her zamankinden daha kolay. Evden ayrılmanızı izleyen 72 saat içinde kendinizi dünyanın öbür ucunda bulabilirsiniz. Yeter ki isteyin. Televizyon almak yerine uçak bileti alın. İşe gitmek yerine havaalanına gidin. Masa başında bir hafta geçirmek yerine cennette bir hafta geçirin.”

Serinin editörü Celal Üster ise keyifli bir öykü aktarıyor. “Öykü bu ya”, diyor Üster, “seneler seneler evvel bir ressam varmış, uğraşı haritalar çizmek olan bir ressam. Gel gör ki, ne zaman bir dünya haritası çizmeye kalksa, karısı hemen atılır, ‘Sevgilim, şuracığa bir ada konduruver, yalnız benim olsun!’ dermiş. Ressam da karısının bu masum isteğine boyun eğer, küçücük bir ada imgesi kondururmuş haritaya. Enginlerde bir serap, bir düşlem, bir gönül adası.”

Keşke hayat Davey’in söylediği gibi olsa, keşke işe gitmek yerine Fiji’ye gidebilsek. O zamana kadar “Adalar” kitabının her sayfası, her fotoğrafı şimdilik bir serap, bir düşlem, bir gönül adası.

Gezginler İçin Unutulmaz Yolculuklar, Yerler, Şeyler, Yürüyüşler, Adalar/ Steve Watkins, Clare Jones, Marc Schlossman, Steve Davey / Çeviren: Celal Üster, Ayça Sabuncuoğlu, Seçkin Selvi/ Boyut Yayıncılık/ 1280 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.10.2009