31 Mart 2009 Salı

SAVAŞI YAZMAK, SAVAŞTA YAZMAK (*)
Ali BULUNMAZ


Silahlar arasında yasalar susar.”
(Cicero)

“Savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir.”
(Bertrand Russell)


İnsalık tarihi, savaşların tarihidir bir yerde. Hatta savaşlar, başlı başına bir tarihtir de denilebilir. İnsanın yaşadığı her dönemde savaş vardı. Ama topyekûn savaş kavramı ile ancak 20. yüzyılda tanışıldı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları; daha doğru bir deyişle Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşı, topyekûn savaşın ne olduğunu insanoğluna tam anlamıyla öğretti.

Steinbeck, Bir Savaş Vardı'yla bu topyekûn çılgınlığın ya da paylaşım mücadelesinin ikincisine askerlerin gözünden ışık tutuyor ve izlenimlerini okuyucuya aktarıyor. Bir diğer ifadeyle, tarihe not düşüyor.

MUHABİR STEİNBECK
Steinbeck kendini, “savaşan bir ulusun muhabiri” biçiminde tanıtarak başlıyor kalem oynatmaya (s. 7). Komutanların, savaş muhabirlerinden hiç hoşlanmadığını ve sansürün (özellikle de oto sansürün) varlığını hissettirdiğini de ekliyor.

İsimsiz bir savaş gemisinin adsız askerlerinin nereye yollandıklarını bilmeden cepheye gidişlerini betimlerken, askerleri birbirinden ayıran yalnızca kasklarındaki rakamlardır: “Bu gemide askerleri birer birey olarak ele almak olanaksız. Dikey olsun yatay olsun, her biri 1.80'e 1.00 metrelik yer kaplayan birer eşya” (s. 16).

Savaş gemisi veya uçağı olsun, Steinbeck için ilk satırlardan başlayarak ana eksende hep askerler var; isimsiz, memleketinden uzakta ve bir savaşın; savaşı yönetenlerin bilinmeze sürüklediği askerler. Steinbeck, o askerlerden bazılarının okuduğu gazete yorumlarını algılayışını aktarıyor okuyucuya: “Bizim sinirlerimiz çeliktenmiş, hiç korkmazmışız, bizden daha cesuru yokmuş” (s. 29).

Savaşın debdebesinde, askerler için düzenlenen eğlenceler de notlar arasında bulunuyor. Steinbeck, askerlerin eğlence öncesi bir geçit töreninden söz açıyor: “Askerler Londra'da geçit törenine katıldı; giydirilmiş makineler gibiydi hepsi: Heybetli, tüfekleri gibi dimdik (...) Daha düne kadar kasap, memur, veznedardılar. Ama artık kahramanlar. Birbirini tutmayan adımlarıyla yüce bayraklarının ardından ayaklarını sürüyerek yürüyorlar” (s. 43).

Lala Anderson'un ünlendirdiği, Norbert Schultze ve Hans Leit tarafından yazılan “Lilli Marlene” adlı şarkıyı anımsatıyor Steinbeck; tanıdığı onca subay arasından bir ere aşık olan genç kızın öyküsünü anlatan şarkı aracılığıyla şu yorumu yapıyor: “Savaş şarkılarının savaşa dair olması, savaşı anlatması şart değil ki. Zaten savaş şarkılarının çoğu kadınlara ve aşka dair (...) 'Lilli Marlene' ölümsüz, bir askere olan aşkı yalnız Almanları ilgilendirmiyor. Şarkılar siyasete benzemiyor, sınırları kolayca aşabiliyor” (s. 61-62).

Steinbeck'in o dönem ile ilgili önemli izlenimlerinden biri de, askerlerin savaş halinden çok savaş sonrasından korkmasıdır. Teknolojinin gelişmesi ve otomasyon nedeniyle savaşın ardından işsiz kalacak pek çok asker bulunmaktadır. Savaş, ironik biçimde “tatil gibidir” o günlerde (s. 72).

“KARA KITA”
İngiltere'deki notlarını tamamlayan Steinbeck, Afrika'da defterlerine kaydettiklerini karıştırmaya koyulur. Kuzey Afrika ilk duraktır. Steinbeck'in Cezayir gözlemleri, bu kentin durgunluğunu yansıtır. Çölün sıcağı, rüzgârın hafifletici etkisi ve şarap değindiği ilk konulardır.

Kuzey Afrika'daki imzalı banknot geleneği dikkatini çeker. Önemli kişiler paraların üzerini imzalar buralarda. Steinbeck, bunun yararını şöyle açıklar: “İnsan kolay kolay yirmi dolarlığı, yüz dolarlığı harcamıyor. Ya biriktiriyor ya da önemli bir ihtiyacının karşılığı olarak kullanıyor” (s. 124).

Kendisini etkileyen tank mezarlığından hareketle Steinbeck, bir yorumda daha bulunuyor: “Modern savaş hiç mi hiç acımıyor. Öteki savaşlarda olduğu kadar çok insan ölmüyor bu savaşta; ama her zamankinden çok silah mahvoluyor. İnsanla insanın savaşı değil bu, silahla silahın savaşı” (s. 126).

İTALYA'DA
Askerlerin yaptıkları provalarda hemen her ayrıntıyı öğrendiklerini aktaran Steinbeck, yalnızca bir şeyin eksik kaldığını belirtir, o da “düşman ateşi”dir: Düşman ateşiyle karşılaşacakları zamana kadar asker değiller” (s. 134).

Savaş, ölüm demektir biraz da. Ölümle yaşam arasındaki ince çizginin ortaya çıktığı anlardır çarpışma anları. Steinbeck'in bu konuya yaklaşımı da ilgi çekicidir: “Savaşta adam ölmez ki. Savaşta adam ölseydi, savaş çıkar mıydı hiç? Kimse ölmez. Ama herkes birbirinin yüzüne bakıyor, birbirinin yüzünde ölümü görüyor” (s. 135).

Steinbeck, İtalya'nın Akdeniz kıyılarında, 12 Ekim 1943 günü şunları düşer defterine: “Almanların dünyayı ele geçirmek, İngilizlerin İngiltere'yi savunmak, Amerikalıların da hatıra eşya toplamak için savaştıklarını söylerler” (s. 145). Bunu ona yazdıran, İtalyan kentlerinde dolaşan Amerikan askerlerinin, sevdiği kıza “tarihi taş” götürebilmek adına seferber olmasıdır.

İtalya'da faşizmin zirvede olduğu yıllarda Steinbeck, Amerikan askerleriyle beraber oradadır. Halkın arasına karışmış sorular sormaktadır, bunlardan en belirgini ise “Siz faşist misiniz?”dir. Yanıtlar hemen hemen aynıdır: “Evet, faşist olmayanlara iş verilmiyor, iş verilmeyince çocuğumuza nasıl bakacağız; biz de partiye kaydımızı yaptırdık” (s. 150).

Steinbeck, askerlerin savaşta kendilerine “uğur” getireceğine inandığı bazı şeyleri yanında taşıdığını gözlemler. Peki, savaşta “uğur getirmek” ne demektir? Steinbeck'in yanıtı şöyledir: “Askerlerin yaralanmaması” (s. 169).

İnciller, tavşan ayakları ve taşlar, cephede “uğur getirdiği” düşünülen şeylerin başında gelmektedir. Aynı şekilde yakınların fotoğrafları da, bu nedenle ceplerde taşınmaktadır. Paralar, yüzükler, iğneler de.

Savaşın yıkıcılığında ölmek veya yaralanmak gibi düşüncelerin ya da gerçeklerin, askerlerin zihninden bir an bile çıkmaması çok doğaldır. Steinbeck'in notları da bunu yansıtır: “İlk kurşunla yaralanmak vardı. İlk kurşunla ölmek vardı. Bir de ilk kurşunun kendisine hiç değmemesi vardı. En iyisi de buydu galiba. Sonra ölmek yaralanmaktan, uzun süre acı çekmekten daha iyiydi” (s. 194).

SAVAŞI ANLAMAK
Steinbeck'in anlatımında dikkat çeken bir nokta da, izlenimlerine konu olan çoğu mekânın “bir yer” şeklinde adlandırılmasıdır. Olayların geçtiği yerleri unutmuş olmasından kaynaklanır bu adlandırma. Notlarını sonradan kitap haline getirmesinden dolayı pek çok yerin ismi hafızasından silinmiştir.

Steinbeck, savaşa hazırlığı ve savaşın kendisini korkunun ürünü olarak görür ve ardından şöyle der: “Havayı nasıl bomba denemeleriyle zehirliyorsak, ruhlarımızı da korkuyla zehirliyoruz.”

Steinbeck'in, kitabın ilk satırlarındaki belirlemesi son söz olarak da değerlendirilebilir: “Kazaları unutmak belki de gereklidir, savaşlar da birer kazadan başka nedir ki? Kazalardan ders alırsak, anılarımızı canlı tutabiliriz, ama kimsenin ders aldığı yok.”

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, Steinbeck'in bu sözünden hareket edildiğinde bir kazadır. İnsanlık, topyekûn iki savaştan ne kadar ders çıkardı kendine, orası tartışılabilir. Ancak gerçek olan şu ki Steinbeck, kitaplaştırdığı notlarında, cephedeki askerlerin yanında yer alarak olup biteni onların gözünden aktararak, savaşı hem anlamaya hem de anlatmaya çabalıyor.

Bir Savaş Vardı, Steinbeck'in savaş notları değil yalnızca; aynı zamanda bir hatırlatma, savaşı bire bir yaşayanlarla kimileri için uzakta kalmış olanı bir anımsatma.

Bir Savaş Vardı/ John Steinbeck/ Çeviren: Ülkü Tamer/ Remzi Kitabevi/ 198 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 26.03.2009

20 Mart 2009 Cuma

BİR ÇOCUĞUN GÖZÜNDEN BABA (*)
Ali BULUNMAZ

Baba imgesi, çocuğun gözünden bakıldığında daha da ayrı bir önem kazanır. Baba kimdir? Çocuğun yaşamında nasıl bir yere sahiptir? Çocuğun hayatında baba hangi noktalarda etkindir? En önemlisi baba, çocuk için ne ifade eder?

Bu ve benzeri soruların yanıtları zaman içinde verilir. Jean-Louis Fournier, kendi gözünden babasını, hayatından kesitler sunarak anlattığı kitabı Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam'ı annesine ithaf etmiş.

KÜÇÜKLÜK FİGÜRÜ
Fournier'in babasıyla sorunlu bir ilişkisi olduğu kitabın daha ilk satırlarından anlaşılıyor. Biraz korku, biraz öfke barındıran bu ilişki, kimi noktalarda anlık da olsa nefrete de bürünüyor. Noel'de, babasını öldürmek üzere hediye olarak silah istemesi de bunu açıklıyor sanki.

İçki içen kötü adam algılamasına rağmen, Fournier babasının ailede kimseyi dövmediğini ifade ediyor. Babasının ona tek bir tokat attığını; bunun da “doğumu sırasında nefessiz kalmasından kaynaklandığını” belirtiyor (s. 13). Fournier, babasının kendisini fazla sevmediğini hissetse de, hiç şiddet görmemiş, babası kızgınlığını ona hep sözcüklerle dile getirmiştir.

Küçüklüğüne dair bir fotoğrafı anlatan Fournier, babasının o yaşlarda kendisine huzur veren bir kimliğe büründüğüne değinir. Ama bunun kısa sürdüğü de açıktır. Çünkü doktor olan ve fakir insanları tedavi eden babasının, annesine kötü davrandığını hatta “annesini kardeşlerini ve kendisini öldüreceğini söylediğini hatırladığını” vurgular (s. 15). Fournier bunu da, içkinin onu değiştirmesine bağlar.

DOKTOR BABA
Babasının başarılarına, kazandığı bir yarışmaya atıfta bulunan Fournier, bununla gurur duyduğunu aktarır. Mesleğinde sözü geçen ve kendisine hep başvurulan bir doktordur. Evin kapısındaki levhada “fakülte ödülüne layık görülmüştür” yazısının bulunması da bunun kanıtıdır. Ama Fournier, levhada babası hakkında “yalnızca iyi şeylerin yazılı olduğundan” yakınır gibidir (s. 17).

Babasının pek çok kez intihara kalkıştığını okuyucuya duyuran Fournier, bunun herkesin içinde ve çok “normal” bir durummuş gibi gerçekleştiğini de ekler. Bir başka deyişle, intihar girişimleri aile içinde adeta şaka gibi algılanmaya başlanmıştır.

Fournier, “hastaların babasını gördüğünde artık ölmek istemediklerini söylediğini”, çünkü “neşeli olduğunu, bilgiçlik taslamadığını ve surat asmadığını” (s. 27); hastalarına karşı iyimser ve başarılı bir doktor olan babasının, aynı zamanda herkes tarafından “yüz yıl yaşayacak kadar güçlü bir adam” biçiminde algılandığını da anlatır (s. 31).

Baba, savaş yıllarının direnişçisidir beri yandan. Bu nedenle silahı da vardır. Ama bu silah, annelerini öldüreceğini söylemesinden dolayı çocukları korkutur. Bu korku evde sürekli canlıdır, çünkü Fournier'in babası sık sık bu düşüncesini yüksek sesle dile getirmektedir.

Fournier, babasının korkutuculuğundan dem vururken “iki ayrı kişiliğe sahip olmasından şikayetçidir” (s. 38): Onun filmlerdeki gibi olmasını çok istemektedir; filmler çoğunlukla en sonunda iyilerin kaldığı ve kazandığı bir kurgudur.

DUYGUSALLIĞIN EŞİĞİNDE
Babasının duygusallığını, sanki bir umuda sarılmışçasına betimleyen Fournier, bunu çok daha iyi anlamasını sağlayan olayın Fransa Bisiklet Şampiyonası'nı, sevdiği bisikletçinin kazanmasıyla ağlamaya başlaması şeklinde not eder (s. 55).

Fournier babasının kendisinden hoşlanmadığını anlatırken, belki de ilk kez ilgi göstermesini sevinçle karşıladığı bir olayı da es geçmez. Babasıyla kafenin birinde aralarında gerçekleşen konuşma, Fournier için unutulmazdır: “O gün babam benimle ilgilendi, bana ileride ne yapmak istediğimi sordu (...) bir adamla konuşur gibi konuştu benimle” (s. 70). Yalın, katıksız ve bir o kadar da tarihi bir sevinçtir bu.

Fournier, babasının artık hasta bir adam olduğunu ve sanatoryuma yattığını okuyucuya duyurur. Tedavisi devam eden, zaman zaman da sanatoryumdan kaçan babasını betimlerken, iyileştiğine ilişkin herhangi bir belirtinin göze çarpmadığını imler.

Fournier, sevdiği masaldaki Kaptan Haddock karakterinin oğlu olma isteğini açıkça dile getirir: “Kaptan Haddock'un oğlu olmayı çok isterdim. Öncelikle, şatoda oturuyor olurdum ve en önemlisi Kaptan Haddock içtiğinde her zaman komik oluyordu. Hiç kimseyi rahatsız etmiyordu.” Fournier'in bu isteğini, geçmişe ve içinde bulunduğu duruma dair bir sorgulamaya ve hesaplaşmaya ilişkin bir soru izler: “Acaba babam hiç evlenmeyip, dört çocuk sahibi olmasaydı daha mı iyi olurdu?” (s. 73).

EKSİK KALAN
“Mutluluk çok kolay” diyor Fournier; babasının bir an bile olsa annesine iyi davranışını ve onu güldürmesini küçük mutluluğun kaynağı haline getiriyor. Ona göre “babasının ailesine iyi davranması mutlu olmaları için yeterlidir” (s. 74). Fakat Fournier, evde olmasının babasını mutlu etmediğini, çünkü “arkadaşlarıyla sürdüğü hayatın, onun gerçek hayatı ve asıl mutluluğu olduğunun” üzerinde durur (s. 75).

Ölümüyle birlikte, gazetelerde babasına ilişkin yer alan şu yorum göze çarpar: “Kendini bütün insanları sevmeye adamış biri aramızdan ayrılıyor” (s. 77). Fournier burada eksik bir şeyler olduğunu hissettirir. En azından dışarıdan bakanların pek de ayırdına varamayacağı türden bir eksikik.

Mezarın başındayken şunu düşünür: “Büyük olarak yaşamım kötü başlıyor” (s. 79). İçtiği ilk sigaranın ciğerlerini yakmasından ya da tam olarak babasını kaybetmesinden kaynaklanmaz bu kaygı ve sıkıntı.

ÇÖZÜMLEME
Fournier, babasını anlatırken bir bakıma ruhsal çözümlemelere de girişir. Örneğin doğrudan dile getirmiyorsa da, bir doktor olarak hastalarına son derece iyi davranan babasının, ailesine karşı neden olumlu tavır takınmadığını sorguluyor. En azından parçaları ortaya saçarak, okuyucuya yap bozu birleştirmesi için olanak sağlıyor.

Kitabı annnesine ithaf etmiş olması, belli yönlerde babasıyla hesaplaşması, annesini yüceltmesi ve adeta geçmişte olup bitenler için, babası adına annesinin gönlünü alması şeklinde yorumlanabilir.

Fournier'in metninin bir özelliği de kısa, yalın ve son derece anlaşılır biçimde kaleme alınmış olmasıdır. Adeta bir çocuğun anlatımıdır okuyucuyu karşılayan. Bu yalın anlatımda doktorluğunun sık sık vurgulanıyor oluşu, babada iyi yönler arama ve bulmaya yönelim gibi bir sonuca ulaşmayı pekâlâ sağlayabilir.

Doktorluğun toplumda yardımseverlik, iyi niyetlilik ve sağlam bir konum biçiminde yerleştiği düşünüldüğünde, Fournier'in babasına karşı duyduğu ve derinlerde yer alan sevginin yansıması da denebilir söz konusu vurguya.

Yaşanmamışlıkların, bazı zamanlarda yaşanmışlıklardan daha büyük travma ve üzüntüleri beraberinde getirdiği göz önüne alınmalıdır. Küçük bir çocuğun babasıyla, çoğunlukla iletişimsizlik üzerine kurulu ilişkisi, hem çocuğun babayı hem de babanın çocuğu tanımamasına yol açabilir.

İşte, babası öldüğünde on beş yaşında olan Fournier, kendi hesabına en büyük eksikliğin onu daha iyi tanıyamaması olduğunu, ama bu yüzden babasına herhangi bir şekilde kızmadığını da belirtir.

Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam/ Jean-Louis Fournier/ Çeviren: Zafer Demez/ Yapı Kredi Yayınları/ 80 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 19.03.2009

13 Mart 2009 Cuma

DOĞUDAN BAKINCA (*)
Ali BULUNMAZ

Garbiyatçılık, Batı'yı nasıl görüyor? Bu bakış açısında eksik, yanlış ve sakat yönler var mı? Soruları tersine çevirmek de olanaklı: Şarkiyatçılık, Doğu'ya bakarken neleri eksik bırakıyor? Oryantalist (Şarkiyatçı) bakış açısına karşı Garbiyatçı (Oksidentalist) bakış açısının geliştirilmesinin altında yatan, sözü geçen eksik ve kalıplaşmış yargılardır belki de. Ama her iki görüş de bir noktadan sonra, sadece kendi dayatmalarını geçerli kılma adına çabalamıştır.

ŞARKİYATÇILIĞA KARŞI GARBİYATÇILIK
Edward Said'in eleştirileriyle gündeme oturan Oryantalizm (Şarkiyatçılık), kendince kurguladığı Doğu'yu “kurtarma”nın “meşru” zemine çekilmesine dayanır. Said'e ve belli başlı eleştirmenlere göre Batı, yarattığı Doğu üzerinden kendini tanımlamaktadır.

Said, Şarkiyatçılığın nesnel bir bilgi olmadığını; Batı sömürgeciliğinin Doğu üzerinde hegemonya geliştirmek amacıyla oluşturulduğunu vurgular. “Tüm olumlu değerlerin taşıyıcısı olan Batı” Şarkiyatçılar tarafından, olumsuzluklarla boğuşan Doğu'yu kurtaracak güç biçiminde tanımlanır.
Bir başka deyişle, “Doğu'yu adam etmek” en önde gelen amaçtır. Garbiyatçılık ise, Şarkiyatçılığın ortaya koyduğu önyargılı bakış açısına karşı, genel anlamda Batı'yı, ama özellikle Avrupa'yı eleştiren hatta bir yerden sonra kötüleyen ve basmakalıplara dayanan görüşler toplamına verilen addır.

Avrupa “eleştirisi”, rasyonalizm, bireyselcilik ve endüstrileşmeyi yermeye ve oradan da tüm bunlara karşı tavır takınmaya kadar ilerler. Batı sömürgeciliğinin çıkış noktası olarak alındığı Garbiyatçılık, hemen ardından Batı düşmanlığına dek vardırılır.

BATI'YLA SAVAŞMAK
Modernlik ile Batı'yı, özellikle de Avrupa'yı özdeşleştirip, bunun Doğu'nun manevi kültürünün parçalayıcısı olduğunu söylemek, Garbiyatçılığı ateşli biçimde savunan ve benimseyenlerin hemen girmeyi tercih ettiği yoldur. Buradaki tutamak “Batı pop kültürünü, küresel kapitalizmi, ABD dış politikasını, büyük şehirleri ya da cinsel serbestliği bahane ederek Batı'ya savaş açma arzusudur” (s. 12). Diğer bir deyişle, bunları kullanarak taraftar edinmek ve böylelikle kendi savaşımını güçlendirmek ana amaçtır.

Buruma ve Margalit, pek çok “izm” gibi Garbiyatçılığın (Oksidentalizmin) da Avrupa'da doğduğunu savunur. Bugün Garbiyatçılığın çağdaş biçimleri Amerika'ya yoğunlaştığından “anti-Amerikanizmin, belirli Amerikan politikalarının, İsrail ya da çokuluslu şirketler ile IMF ve küreselleşmenin doğal sonucu olarak” algılanmakta ve nitelenmektedir (s. 14).

Garbiyatçılık tüm bunlar göz önüne alındığında, tam anlamıyla anti-Amerikanizm midir? Buruma ve Margalit'in bu soruya yanıtı olumsuzdur. Garbiyatçılık, kendi karşıtı olan ve kendisini savunduğu Şarkiyatçılık gibi “insancıllığın içinden insanı silmiştir”; o da Şarkiyatçılık gibi “bağnaz ve indirgemecidir.” Kısacası arı bir ötekileştirmeyi kurar ve işletir; buradan güç kazanmaya çabalar.

Buruma ve Margalit'in “Garbiyatçılık damarı” dediği şey de böylece kendini açığa vurur. Bu “damar”, “köksüzlük imgesiyle (...) Şehire; bilim ve akılcılıkta kendini gösteren Batı düşüncesine, burjuvaya ve saf inanca dünyada yer açabilmek için kafası ezilmesi gereken kafirlere düşmanlık”tır (s. 16).

ŞEHİR
İşte 11 Eylül saldırıları da “Garbiyatçılığın damarı”ndan beslenen bir örnek ya da eylem olarak tanımlanabilir. Buruma ve Margalit, bunun “günah şehrinin yok edilmesi mitosuna işlev kazandırdığını” belirtir (s. 19).

Garbiyatçılık için Batı şehri pek de olumlu anlamlar taşımaz: “Şehir dev bir pazaryeri olarak algılandığından, her şey ve herkes satılıktır; oteller, genelevler ve büyük marketler iyi hayat düşleri satar. Para, insanlara içinde doğmuş oldukları bir hayat tarzıyla davranabilme olanağı verir. Şehirlilerin hepsi yalancı görüntüsü yansıtır.” Garbiyatçılar, şehir, kapitalizm ve Batılı makine uygarlığını “doymak bilmez bir otomat olan ruhsuz bir orospu” şeklinde tanımlar (s. 22).

11 Eylül'de “intikam alınan semboller de “böyle” bir şehirde bulunuyordu: “New York, Amerikan İmparatorluğu'nun başkentiydi; bütün ırk, millet ve inançların bir arada olduğu küresel kapitalizmin hizmetinde çalışanların doluştuğu İkiz Kuleler, 'kutsal savaşçıların' nefret ettiği en büyük modern İnsan Şehri'nin temsilcisiydi” (s. 24).

Şehir bir bakıma ayartıcı havanın hüküm sürdüğü yerdir ve iğrenç şehvetleri kolayca tetikleyebilir. Burada vurgulanan saldırganlığın doğal sonucu öç almadır ve kendisinden öç alınacak olan da şehir insanlarıdır. Şehir insanlarına insanca davranmamak gerekir, çünkü onlar ruhlarını kaybetmiştir. Buruma ve Margalit'e göre “politik ve dinsel ya da onların karışımı” pek çok yıkıcı “devrim”, “şehirden etkilenmemiş şehirlilerin fikri olarak şehirde doğmuştur” (s. 41).

SOMBART'IN KİTABI
Buruma ve Margalit, Garbiyatçılığın kökenlerini Avrupa ve Batı'da ararken, önemli bir kitabı, Alman sosyal bilimci Werner Sombart'ın, 1916'da yayımlanan Tacirler ve Kahramanlar isimli eseri kendileri için kaynak gösterir.

Sombart, kitabına “savaşı varoluşsal bir değerlendirme yaparak” başlar ve savaşın “yalnızca milletler arasında değil, kültürler ve dünya görüşleri arasında sürdüğünü” ifade eder (s. 46).

Sombart, hazzı, rahatlığı ve tacir mantığını eleştirir ve insanın ruhsal yanına gönderim yapar; Batılı tacirleri “para delisi” olmakla suçlar. Ona göre “tacirlerin idealleri yoktur ve tacir, her bakımdan yüzeyseldir; onlar “dünyanın yüksek ahlak anlayışının ve ideallere inanmanın dibine dinamit koyar, bireysel hazların tatmininden başka şeyle ilgilenmez” (s. 48).

Sombart'ın açtığı yol, uygarlığın, özgürlük ve barışın, bir halk, devlet ya da dinin yüceliğini yok etmeye yöneleceğinin söylenmesine de kapı aralar. Bu da, savaşacak hatta ölmeye hazır kahramanların yaratılmasını hızlandırır: Irkçılar, Kamikaze pilotları, intihar eylemcileri ve özel birlikler, hep bu ve benzeri söylemlerin ürünüdür.

Garbiyatçılığın buradan beslenen tehdit algılaması, dinci köktencilerin, rahip kralların, saflık ve yiğitlikle beraber kurtuluş arayanların “Batılı liberalizmin kahramanlık taşımayan, ütopik karakterlerden uzak haline karşı” düşmanlığa dönüşür (s. 61).

BATI'NIN DÜNYA GÖRÜŞÜ
Buruma ve Margalit, “Batı'ya saldırmanın aslında Batı'nın düşünce tarzına saldırmak” olduğunu vurguluyor ve Garbiyatçılığın, Batı düşüncesini “yüksek ahmaklık şeklinde betimlediğini” de ekliyor.

Garbiyatçılığa göre “Batı düşünce tarzıyla, büyük başarılar sağlanabilir, yüksek teknoloji geliştirilip sunulabilir ama bu düşünce, maneviyattan pay almamış ve insani acıları anlamaktan uzak olduğundan hayattaki çok önemli şeyleri kavrayamaz” (s. 63).

Garbiyatçılık, Batı'nın, “akılla kavranamayan düşünceyi anlamlandıramadığını” belirtir ve bu düşüncenin varlığını yadsıma utanmazlığı ve küstahlığı içine düşmüştüğünü” söyler (s. 64). Garbiyatçılar için Batı düşüncesi “doğruyu bulmada” yetersizdir. O sadece, belli bir hedefe ulaşmanın iyi bir yolunu bilebilir.

Garbiyatçıların büyük bölümü “Batı'nın burjuva düşüncesinin, bir hareketten; hiç olmazsa önem taşıyan bir eylemden kaçınma kusurlusu olduğuna dikkat çeker” (s. 75). Garbiyatçılık, “aklın üstünlüğüne dayalı Batı'nın saldırgan güç gösterisine acı bir kızgınlık ifadesini” merkezde tutar (s. 77). Garbiyatçılar bu bağlamda, yalnız Batı'yı değil, kendi toplumlarındaki Batı yanlılarını da düşman beller.

TANRI'YI KIZDIRMAK
Belirli bir devlet ya da ırk adına savaşanlar ile din veya politik inançlar için savaşanlar arasındaki fark, Buruma ve Margalit'e göre şudur: “İlki yabancıyı dışlar, kendini seçilmiş kişiler olarak görür. İkincisi, eylemini çoğunlukla evrensel kurtuluşla ilişkilendirir” (s. 81).

İslamcı ideolojinin Batı'yı “putperest barbar” biçiminde nitelemesi; Batı ve oradan da insanlığı “kurtuluşa” götürecek savaşlar yürütme çabası, Garbiyatçılığı da güçlendiren öğelerin başında gelir. Putperestlik ve kibirlilik, Garbiyatçı mitosta “Tanrı'nın gazabı” için yeterli koşulları sağlar. Bu nedenle böyle bir “cahilliye”den sıyrılmak zorunludur. Bugünün “şer ekseni” ya da yakın geçmişin “kötülük imparatorluğu” etiketleri de, aynı sınıflama içinde pekâlâ düşünülebilir.

Garbiyatçılar için “Batı maddeye tapar” ve “dini de maddiyattır” (s. 85). Bir başka deyişle “madde Batı'nın Tanrısı ve maddiyatçılık da dinidir” (s. 86). “Kötülük yayan Batı'ya” karşı savaşma fikri de aslında buradan türetilmiştir.

Garbiyatçılığı temele alan dincilere göre Batı, “yalancı ve tamamen çürümüş maddiyatçılık Tanrısının kölesidir” (s. 90). Bu söylem, yıkıcı dinciliğin (örneğin Vahabiliğin) doğuşunda etkin rol üstlenmiş, Garbiyatçılığın kendi topraklarına ürkünç biçimde dönüşünü imlemiştir.

VARILAN NOKTA
Batı sömürgeciliğine başkaldıranların çoğu ve onların yerel temsilcileri, Batı düşüncesinden yararlanmıştır. Buruma ve Margalit'e göre “hiçbir Garbiyatçı, en ateşli kutsal savaşçı bile, Garp'tan bütünüyle azade değildir” (s. 112).

Buruma ve Margalit, bir düşünsel tuzaktan kaçınılmasının önemine işaret eder: “Avrupa ve Amerika tarihleri her ne kadar kanla dolu olsa da bunun, eski kolonilerinde vahşetin egemenliğini körüklemesine kayıtsız kalınmamalıdır; diktatörlere, ABD yayılmacılığına, küreselleşmeye ve İsrail'in yaptıklarına karşı din savaşlarına ya da intihar eylemlerine karşı sessizlik bozulmalıdır”(s. 114).

Gerek Şarkiyatçılık gerekse ona “panzehir” olabilmesi için ortaya atılan Garbiyatçılığın olaylara, insanlara ve kültüre bakışta ne denli dar bir açıyı tercih ettiği son derece ortada. Buruma ve Margalit'in Garbiyatçılık adlı kitabı, kimi noktalardaki eksik ve yanlış değerlendirmelerine rağmen, konuyu özetleyip tartışması bakımından önemli bir kaynak olma özelliği taşıyor.

Garbiyatçılık/ Ian Buruma, Avishai Margalit/ Çeviren: Güven Turan/ Yapı Kredi Yayınları/ 122 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 12.03.2009

6 Mart 2009 Cuma

HAMDOLSUN AÇIZ (*)
Ali BULUNMAZ

Edebiyatın gülmece türünde ürün verenlerin işi bir anlamda zor görünüyor. Çünkü insanları bunalıma sürüklemenin ve gözyaşı döktürmenin son derece kolay olduğu düşünülürse, güldürmek de o denli zahmetli.

Aziz Nesin, Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyade isimli kitabı için zamanında şunu yazmıştı: “Kendi yazdıklarıma gülemem ama senin yazdıklarına güldüm; hani ‘acı acı gülmek’ diye bir deyiş var ya, işte öyle güldüm.”

Aslında olan bitene kendi biçeminizi katıp eserler verebiliyorsanız ve elbette özgün bir tarz yaratabilmişseniz, okuyucuyu gülmecenin kapısından içeri sokabilirsiniz. Tıpkı Muzaffer İzgü gibi. Donumdaki Para, Dayak Birincisi, Deliye Her Gün Bayram, Devletin Malı Deniz, Dandini Vatandaş Dandini, Demokrasimiz Kaç Para Eder gibi gülmece öykülerinin; Zıkkımın Kökü, İlyas Efendi, Dilber, İçimde Çiçekler Açınca gibi romanların yazarı İzgü, Hamdolsun Açız adlı kitabıyla gerçeklere ve olaylara mizahi biçimde yaklaşarak, en yeni gülmece öykülerini okuyucuyla buluşturuyor.

Türkiye gibi, mizahın malzemesinin bol, ancak kendisinin her zaman tehdit altında olduğu bir ülkede, politikacıların yapıp etmeleri ya da söylemlerinin mizahi yergiye konu olması da adeta bir gelenek. İşte Hamdolsun Açız da, perdelerini böylesine bir örnekle aralıyor.

HAMDET!
Şükretme “kültürünün” özenle yerleştirilmeye çalışıldığı bir coğrafyada, olup bitene ses çıkarmanın neredeyse ayıp sayılması; açlık, yokluk ve haksızlık karşısında suskunluk çemberinin genişlemesine yol açıyor.

“Hamdetme”, yokluğa alıştırmanın, sadaka dağıtmanın ve öte yandan bunları “başaranların” büyüyüp palazlanmasının alt yapısını hazırlaması bakımından da ağırlığını hissettiriyor. İzgü de zaten bunu vurguluyor:

“Evladım, hamdetmek değil o sözcük, hammetmektir. Buldun mu hemen ham edeceksin. Deniz feneri mi olur, arsa kapatmak mı olur, yüzde almak mı olur; yani evladım lüpleteceksin, lüpleteceksin” (s. 13).

İzgü’nün toplumsal gerçekliğe, yaşananlara ve günlük yaşama mizahi bakışını yansıtan öyküleri, gündemin çemberinden çıkmadan sorguluyor ve eleştiriyor. Üstü örtülen yolsuzluklar, çalıp çırpmalar, kriz ve yoksulluk öykülerin pek çoğunun ortak noktası olarak karşımıza çıkıyor.

TOPLUMCU GERÇEKLİK
Gülmecenin, toplumcu gerçeklik içinde var olanları ince zekâyla ve işe mizahı katarak yansıttığı şüphe götürmez. Geçmiş ile şimdi arasında kurulan bağ, değişimin çarpıcılığını vurgulaması açısından önem taşır. İzgü’nün Hamdolsun Açız isimli kitabında, bu alana dönük kimi ögeler bulmak da mümkün.

Geçmişten bugüne dek yaşanan değişimin, gülmeceyi besleyen bir unsur olduğu da unutulmamalı. Belki şöyle de denebilir: Yoğun ve hızlı değişim yanında, aynı kalan pek çok şey, gülmecenin belli bir düzeye erişmesini de sağlıyor.

Yasaklar, baskı, ekonomik yoksunluk gibi konular gülmecenin seyir defterindeki belirgin konulardan. İzgü’nün öykülerinde bunların izdüşümünü rahatlıkla görebiliyor okuyucu.

GÜLMECEYE DEVAM!
Her dönem kendi gülmecesini yaratıyor. Gülmece yazarı, gündemin sıkı takipçisiyse, buradan önemli maddeler yakalayabiliyor. Önemli olan, bunları yalın bir dille aktarabilmek.

“Gözü açıklığın politikacı olmanın yeter koşulu sayıldığı” Türkiye betimlemesine (s. 66), “suskunluğun, görmezliğin ve duymazlığın insanı mutlu kılacağına dair inancın” ağırlığına dek (s. 73) saptamalar, İzgü’nün öykülerinde öne çıkıyor.

Bir başka deyişle, insanların bir çok şeyin geçeceğine inandırıldığı ortamda, gülmece olayları teğet geçmiyor; olup bitenin tam merkezinde kendine yer buluyor. Ne olursa olsun, gülmeceye bir şey olmuyor.

“Sosyal yardımın” sadakaya dönüştürüldüğü, “sosyal devlet” olgusunun enikonu sadaka dağıtıcılığına eşitlendiği günümüzde, bu gerçekler de gülmecenin konusu haline geliyor doğal olarak. İzgü de öykülerinde, söz konusu temaları işlemeyi ihmal etmiyor.

İzgü, Türkiye’nin gerçeklerini mizahla harmanladığı öykülerinde okuyucuyu dar ve karanlık sokaklara da sokuyor. Gündemden düşmeyen mafya ya da çete konusu, İzgü’nün izlekleri arasında yer alıyor. Silahı, “mikroskopla ameliyat yapan beyin cerrahı gibi kullanan” karanlık yüzlerden söz açıyor.

İzgü’nün kitapta yer alan öykülerindeki kahramanlar ya da merkezde konumlanan kişiler, ağırlıklı olarak emekçiler ve yoksullar. Bunun yanında gazeteciler ve memurlar da öykülerde yer buluyor. “Yaz” denildiğinde yazan ve övgüsünü esirgemeyen “üstatlar” ile “işini bilmeyi öğrenen” memurlardır onlardan bazıları.

Özetle söylemek gerekirse, Muzaffer İzgü’nün Hamdolsun Açız isimli kitabında yer alan tüm öyküler, hem kendi içinde hem de bir bütün olarak, bu ülkenin insanından ve olaylarından uzaklaşmadan okuyucunun beğenisine sunuluyor.

Demokrasinin, yakın geçmişteki ismiyle alaturka, bugünkü biçimiyle yandaş demokrasisi olduğu, daimi yoksulluğun yanında, yolsuzluğun yola dönüştüğü, “bize bir şey olmaz” mantığının ve hamdetmenin hep geçerliliğini koruduğu bir ülkede gülmecenin kendisine zengin bir kaynak bulması yadırganabilir mi?

İzgü de, bu varsıl coğrafyadan sonuna kadar yararlanıyor. Hamdolsun Açız isimli kitabıyla, Türkiye’nin kendine özgü toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeninden beslenen; insanı kimi zaman dolu dolu kimi zaman da acı acı güldüren, yalın öykülerle okuyucuya sesleniyor.

Bir başka deyişle öyküler, emekli, işçi, işsiz, çalan, çalamayan, genci ve yaşlısıyla ülkenin tüm katmanlarını günün gerçeklerinden kopmadan sadelikle betimliyor. Hamdolsun Açız kitabındaki öyküler, gülmecenin İzgü düşümünü yansıtıyor.

Hamdolsun Açız/ Muzaffer İzgü/ Bilgi Yayınevi/ 212 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 05.03.2009