29 Kasım 2009 Pazar

SANAL ORTAMA DÜŞMELER (*)
ALİ BULUNMAZ

Yalnızca kitap sayfalarının geri dönüşü vardır, yaşamınkilerin, yok.”
José Saramago

Blog (“internet günlüğü” biçiminde çevirirsek yanlış olmaz) yazarlığı, dünyanın nispeten yeni tanıdığı ve alışmaya başladığı bir alan. Bir başka deyişle, hızla yayılan ve büyüyen bir depolama merkezi.

İnternet müdavimlerinin büyük bölümünün blog'u var; hali pür melalini anlattığı, atıştığı, kimi zaman duygusallaştığı bir alan bu. Saramago'nun Not Defterimden başlıklı kitabı, kendisine ayrılan blog'da biraz zorlamayla biraz merakla ama sonradan hoşlanarak yazdıklarından oluşuyor.

GÜNLERİN GETİRDİĞİ
Saramago blog'unun ilk satırlarını Lizbon'a ayırmış. Bu kente yazdığı bir mektupla başlıyor her şey. Tarihinden, geçmişinden, geleceği ve şimdiden söz ederken belli oranda zamana yenilişinden dem vuruyor. Saramago'nun kent ya da yere dair belirlemesi; insan-yer ilişkisine bakışı dikkate değer:

“Yer oradadır, kişi ortaya çıkar, sonra kişi gider, yer orada olmaya devam eder, yer kişiyi oluşturur, kişi yeri dönüştürür.” Lizbon da diğer tüm kentlerin kaderini paylaşıyor bu bağlamda.

Saramago, politikaya da uzak durmuyor. Bush'tan, Amerika'dan ya da Berlusconi'den bahsediyor. Bush'a “çapsız” diyen Saramago, onun dönemini “devasa cehalet” biçiminde niteliyor. Bir belirlemesi daha var: “Yetkin bir yalancı” olan ve yalanın, “döneminde meşru hale geldiği” Bush ve arkadaşlarından tarihin hesap soracağına inanır. Belusconi'ye ne demeli? Blog'da onun rüşvetçiliği ile yasakçılığı ve keyfiliğine vurgu var.

Saramago'nun internet günlüğünden zihni kılçıklandıran sorular da çıkabiliyor, işte onlardan biri: Boşanmalar kütüphanelerin artışını tetikliyor mu? Ama şunu da unutmamak gerektiğini vurguluyor: Ekonomik kriz boşanmaları zorlaştırıyor, bu da Saramago'ya göre yeni kütüphanelerin açılmasını en hafif deyimle sekteye uğratıyor. Buradan bakınca, keskin düşünce akla zarar ve ayrıksı. Kısacası Saramago'nun blog yazıları ilginç.

Özellikle 11 Eylül sonrası ABD için geçerli olan ya da daha doğrusu ağırlık kazanan bir belirleme söz konusu: “ABD için herhangi bir kişi, ister göçmen olsun ister turist, mesleki faaliyetine bakılmaksızın, Kafka'daki gibi, neyle suçlandığını bilmeksizin suçsuzluğunu kanıtlamak zorunda olan potansiyel bir suçludur; onur, saygınlık ve ün, ülkenin kapısını bekleyen ceberrut bekçiler için komik sözlerdir” (s. 32).

Saramago'nun yakındığı bir konu da saldırganlık ve bunun dışavurumu. Tüketim çağında yaşayan insanoğlu, ona göre basit hedonizme sırtını dayarken öte yandan da aynı hazcılıkla şiddetin kışkırtılmasını izliyor. Her yanda ahlak kumkumalığına soyunulmuşken, alttan alta da şiddet körükleniyor. Bu, Saramago için “tek gerçek ölümcül günah” olan ikiyüzlülüktür.

Güncel değinmelerin dışında, kimi önemli sanatçı ve şairlerin de ismini anıyor Saramago: Carlos Fuentes, Jorge Amado, Eduardo Lourenço, Federico Mayor Zaragoza ve Fernando Pessoa... Yazılarında, Zaragoza'nın barıştan yana tavrına özel bir parantez açıp şiirleriyle “dünyanın bilincine çağrı yaptığını” söylüyor. Dahası da var: “Zaragoza, şiirsel ve yaşamsal olarak başka bir bavuldan, tükenmek bilmez iyiliğinin, olağanüstü sadeliğinin hazinesini saklayan o bavuldan beslenir” (s. 57).

Ancak Zaragoza'nın bavulundan haberdar olmayanlar “Medeniyetler Çatışması” gibi kandırmacalarla “siyah altın” bölgelerine yerleşme çabasındadır. Hepsinden öte, insanlık suçu işlerler Saramago'ya göre; insanlık suçu denen şey yalnızca soykırım, ölüm kampı, işkence, çevre kirliliği ya da aşağılama değildir. Bir başka insanlık suçu daha söz konusudur ki bu, ABD'nin finansal ve ekonomik güçlerinin kimi hükümetlerle işbirliğine girişerek ellerindeki az miktarda birikimi de kaybetme tehdidiyle yüz yüze olan milyonlarca kişiye karşı işlediği suçtur. Buna karşı sesini yükselten Zaragoza, Francisco Altemir, Roberto Savio, Mario Soares, José Vidal Beneyto ve Saramago “değişim” ve “adalet” der, Saramago'nun blog'unda ortaklaşa bir bildiriye imza atarlar.

Bildiriyi tamamlayan soru ise Almeida Garrett'ten alıntılanır: “Bir zengin yaratmak için kaç kişiyi sefalete, orantısız çalışmaya, ahlaksızlığa, aşağılanmaya, cehalete, üstesinden gelinemez talihsizliğe ve mutlak yoksulluğa mahkûm etmeniz gerektiğini hesapladınız mı?” (s. 77).

YAZARIN KADERİ: “SÖZLERİ SORGULAMAK”
Yaşam, ölüm ve umut... Saramago'nun blog'unda hepsine yer var. Küçük bir karamsarlık kaplıyor ortalığı ve Saramago şöyle diyor: “Gençlerin umutları asla, en azından şimdiye kadar dünyayı daha iyi yapmayı başaramadı, yaşlıların yenilenmiş hırçınlıkları da dünyayı daha da kötüleştirecek dereceye varmadı.”

Blog'da kimi zaman isyan alevleniyor kimi zaman bir dinginlik beliriyor. Bazen de bir yolculuk; örneğin Brezilya: Güncel ve geçmiş arasında gidip gelinen zaman dilimi. Şili'de Pinochet'nin vahşeti ve ona karşı yıllar sonra başlatılabilen hukuk mücadelesi...

Hemen ardından Arjantin'de Borges'nin anıtı önünde buluveriyoruz kendimizi. Borges'nin kalem tutan sağ elinin doğrudan kalıbı anıtlaşıyor. Saramago bunu, belki de bir yazarı en iyi şekilde yansıttığı için, sade ve tüm heykel ya da büstlerden daha yaratıcı olarak niteliyor.

Yakın dostlarından Juan José Tamayo'nun ilginç bir sözü de yazdıkları arasında kendine yer buluyor: “Tanrı evrenin sessizliğidir ve insan bu sessizliğe anlam veren çığlık” (s. 116). Saramago, buna bir dipnot düşüyor: “İnananlar tanrılarından besleniyor, gelecek Noel'e kadar, gelecek yemeğe kadar hep tatminsiz bir maddi ve mistik bir açlıkla onu yutuyor, hazmediyor, yok ediyor.”

Aklın imbiğinden süzülüp gelen ifadelerle donatılmış yazılar internet günlüğünü kaplıyor. Saramago bir yazar ve bunları kaleme alırken yazarın ne yapması gerektiğinin de ayırdında. “Sözleri sorgulamak yazarın kaderi” derken, yol haritasını da çiziveriyor.

Peki, yalnızca sözleri mi sorgular yazar? Saramago'nun blog'undaki konu çeşitliliğine bakılırsa, hayatta ne olup bitiyorsa hemen hepsi bu sorgulamanın içine giriyor ama en başta geçmiş, şimdi ve gelecek. Yazılarıyla geçmişi eşeliyor, bugünü eleştirip gelecek için bir taş koyuyor.

Dünyayı kasıp kavuran diktatörlükler, yalancı politikacılar, kıyımlar, ikiyüzlülük, dolgun ve içi boşaltılan edebiyat... Tümü Saramago'nun yazılarının konusuna dönüşüyor.

Her şey bir kenara, cesur değinmeler hiç peşimizi bırakmıyor metinlerde. Pek çok kişinin ele almaya cesaret edemediği din konusu örneğin. Saramago, dinlerin insanları birbirinden uzaklaştırdığını söylüyor: “Dinler, birbirleriyle beraber yaşamı anlık ve geçici taktik nedenlerle faydalı olarak değerlendiren bütün sahte-evrensellik nutuklarına rağmen, sürekli bir karşılıklı düşmanlık durumunda yaşıyor.” Saramago'nun çözüm önerisi kışkırtıcı: “Herkes ateist olursa, gezegen daha barışçıl olabilir” (s. 152).

Saramago'nun yarım yılını kapsayan bu blog ve oradaki yazıların içeriği çok çeşitli. Bir başka deyişle, Not Defterimden başlığıyla yayımlanan kitap tematik bir özellik taşımıyor. Daha çok konudan konuya geçen yazılar toplamı.

Ama kişisel görüşlerinin yanı sıra Saramago, güncelliği de atlamıyor. Ne de olsa bir günlük bu. İnternet günlüğü olması onu, istenilen anda değiştirilen ve çabucak yeni görüşler eklenebilen bir hale sokuyor.

Kitabın özgün yanı, metinlerin hemen herkesin istediği anda ulaşabileceği bir yerden (blog'dan) sayfalara dökülmüş olması. Saramago, zihninden blog'una oradan da kitap sayfalarına işlediği, zaman zaman kendisiyle ilgili, çoğunlukla da güncel soru ve sorunlara ilişkin görüşleriyle buluşuyor okurla. Not Defterimden, hayatta olup biten ne varsa ona dair sade fikirleri yansıtıyor en yalın anlatımla.

Not Defterimden/ José Saramago/ Çeviren: Nesrin Akyüz/ Turkuvaz Kitap/ 176 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 26.11.2009

20 Kasım 2009 Cuma

'TARİHİ İKİ KERE OKUYUN' (*)
ALİ BULUNMAZ

Bugün hemen her şeyin uzun ya da kısa tarihine girmek, onu eşelemek moda haline geldi. Neyin tarih ya da gerçek olduğunu kestirmek güç. Çünkü pek çok şey birbirine karıştı. Gerçeğin üstü örtülüverdi. Geçmişte olup biteni tüm çıplaklığıyla görmek de zor çoğu zaman.

Buradan bakıldığında önümüzde hem eğlenceli hem de ilgi çekici ve yergilerle bezenmiş bir kitap duruyor: Lars Morris'in kaleminden Şarlatanlığın Tarihi. “Tarihi iki defa okuruz” diyen Morris, kitabında, insanları böylesine bir okumaya çağırıyor ve kışkırtıyor: Gerçekten ne kadar ilerledik?

DİKKAT ŞARLATAN VAR!
Morris, kitabını yedi başlıkla kurgulamış: “Ve İnsan”, “Hurafeler Tarihi”, “Hadlerini Fazlasıyla Aşanlar”, “Saçmalama Sanatı”, “Sosyal ve Ekonomik Hatalar”, “Dini Hatalar” ve “Teknoloji Her Zaman İyi Sonuçlar Vermedi.”

Tüm bu başlıkların kesişim noktası, tarihin kimi gerçeklerine farklı ve eleştirel bir gözle bakmak. Eğlenceli ama sorgulayıcı bir bakış açısı: İşte tüm anlatılanlardan çıkarılabilecek sonuç veya kitabın ana fikri.

Güzellik için kullanılan korsenin, bedeni nasıl esir aldığı ve adeta öldürürcesine sıkan bir “zorba” olduğu örneğiyle yola koyuluyor Morris. Kadın bedenini tüketim alanı şeklinde gören güzellik endüstrisinin, aslında nasıl ölümcül hatalara düştüğü üzerinde de duruyor. Bedenin, güzelleşmek bir yana, giderek çirkinleştiği gözler önüne seriliyor.

Tıbbi şarlatanlık örnekleri bugün de rastlanan türden ve trajikomik hikâyelerle dolu. Morris burada birkaç isimden söz açıyor: Veremi, merhemiyle “iyileştiren” John Long; gayrıresmi reçetelerine “bu hapı ya da damlayı almadan önce arkadaşlarınızla konuşup vasiyetinizi belirtin” diyen Joshua Ward; frengiyi civayla “tedavi edenlere” karşı yeni yöntem geliştirip özel bir ağaçtan toz haline getirilen maddeyle hastaları frengiden beter eden Ulrich von Hutten...

Morris, “Hurafeler Tarihi” adlı bölümde Mısır'a yoğunlaşmış. Herkesin bugün büyük bilgin ve araştırmacı edasıyla peşinden koşturduğu Tutankamon ile işe başlamış. Tutankamon'un mezarını bulan Howard Carter'ı ve kendisinden sonrakileri tek tek tarumar eden “laneti” sayfalara dökmüş. Art arda gelen ölümleri, garip olay ve şanssızlıkların, mezarla ilgili çalışma yapılması sonucunda oluşan “lanetle” ilişkilendirilişini anlatan Morris'e göre, iş Tutankamon'dan çıkıp tüm mumyalara döner ve şu inanış (ya da hurafe) belirir: “Kim bir mumyayı mezarında rahatsız ederse, mumya o kişiden intikamını alır!” Ancak o zaman keşfedilemeyen ya da gözden kaçan, bölgedeki radon gazı ve küf sporlarının asıl “lanet” olduğu da çok sonra anlaşılır.
“Mısır'ın musibetleri” biçiminde yaftalananlar ise aslında son derece normal doğa olaylarıdır: Nil'in taşması, dolu yağışı, güneş tutulması, kuraklık... Yaşanan ne varsa, Morris'in deyişiyle “hayal ürünü ve musibet değil, döngüdür.”

“Mumya laneti” gibi hikâye ya da mitlerin benzerleri vampir öyküleriyle de benzerlik gösterir. Morris'in hurafelerle ilgili anlatımlarında buna da yer vermesi hiç şaşırtıcı değil. Ender görülen bazı hastalıklara yakalanan insanlara “vampir” denilmesiyle ortaya çıkan hurafe veya mitlerin, nasıl bir komediye dönüştüğü de Morris'in ifadelerinden rahatça görülebiliyor.

ZEKÂ MI APTALLIK MI?
Şarlatanlığın Tarihi'nin “Hadlerini Fazlasıyla Aşanlar” başlıklı bölümünde ise sayfalardan ilginç isimler geçiyor: Ekzantirik İtalyan asker ve şair Gabriele D'Annunzio, Haçlı Seferleri'nin kötü çocuğu zorba şövalye Raimond de Châtillon, 15. yüzyılda 10 yaşında İngiltere tahtına adaylığını koyan ve halkı kendisinin bir soylu olduğuna inandıran Lambert Simnel.

Abraham Lincoln'ün “Herkesi her zaman aptal yerine koyamazsınız” sözüne atıfta bulunan Morris, kitabıyla şu zihin jimlastiğini yaptırıyor bir yerde: Şarlatanlar kendi zekâlarını mı ortaya koyuyor yoksa onlara inananların aptallığını mı? Bu, her ne kadar yumurta-tavuk ilişkisine benzer şekilde karmaşık ya da içinden çıkılması zor bir yapı gibi görünse de, ağır basan şarlatanların hipnozuna tutulan aptallar sanki.

Morris'in 17. yüzyılda Hollanda'da başgösteren lale histerisini okura sunuşu, aptallığın ağır basışının güzel örneklerinden biri. Ona göre, “rasyonel düşüncenin yerini alan” ve Hollanda ekonomisini felce uğratan bu saplantı, insanları bir günde zengin eden ya da bütün servetini buharlaştıran saçmalık halini alır.

Sınıf atlamanın göstergesine dönüşen kök lale alımı, altın ve gümüşe sahip olmanın önüne geçer. Lale tüccarları, en fakir insanların aklını çelip, onları lale sahibi yapmaya kalkışınca elde avuçta ne varsa bu bitkiye yatırılır. Fityatlar yükselince, profesyonel borsacılar ellerindeki laleleri piyasaya sürer ve ani fiyat düşüşü iflasları getirir.

İngilizlerin, yağ sıkıntısını aşmak için Doğu Afrika'ya yollanması ve buradaki halka “ekonominizi geliştireceğiz” sözüyle yaklaşmasının sonucu gelen felaket, Hollanda'nın yaşadığıyla benzeşiyor. En azından Morris'in anlattıklarından bunu çıkarmak mümkün. 25 milyon sterlin harcayıp, 2 bin ton yer fıstığı hasat etmek, İngiliz ekonomisinin duvara toslaması demekti. Öte yandan Doğu Afrika ekonomisi de bir yer fıstığı boyu yol alamamış hatta gerilemişti. 1951'de vazgeçilen yer fıstığı projesi her şeyin üstüne tuz biber ekmişti.

Kitapta yer alan “Dini Hatalar” bölümü, “din” adına yaşanan gerginliklerin, gerçekleşen savaş ve kuşatmaların, gerçekte ne denli saçma biçimde başladığını gösteriyor. Morris'in anlatımında önemli yer tutan olayların başında Haçlı Seferleri geliyor.

“İman”la ve “din” adamlarının kışkırtmalarıyla kotarılan seferler ve sonunda gelen hüsranın betimlendiği olayların en dikkat çekeni “Çocukların Haçlı Seferi” adındaki hikâye. Stephen isimli çobanın “İsa tarafından yazıldığını” söylediği mektupla ve hitabet yeteneği sayesinde binlerce genci etrafında toplaması şarlatanlığın kilometre taşlarından.

Stephen'a göre “Marsilya'ya varınca deniz yarılıp Hıristiyanlara yol verecek ve hedefe doğru ilerlenecektir.” Elbette beklenen olmaz ama yedi gemi, Stephen ve müritlerinden kalanları kutsal topraklara taşımayı teklif eder ve sonuçta bu kişilerden on sekiz yıl boyunca haber alınamaz. Stephen ve beraberindekilerin, Afrika'da köle ticaretinde alınıp satıldıkları sonradan ortaya çıkar.

Peki, ya cadı hurafesine ne demeli? “Lanet okumak”, “büyü yapmak”, “bebek öldürüp yemek” ve “çalı süpürgesiyle uçmak” gibi nitelikler yüklenen “tuhaf” görünümlü insanların -özellikle yaşlı kadınların- uzun süre cezalandırılması, şarlatanların işgüzarlığı değil de ne?

Morris'in ifadesine göre cadılığın kadınlara yapıştırılmasının altında “erkeklerin karşı cinse duyduğu korku ve evlilik aracılığıyla onları denetleme çabasında yatıyor”; çoğu erkeğin gözünde kadın, “hayat verici olduğu kadar kolayca ölümü getiren de olabilirdi.”

Daha da tuhaflık barındıran hikâye, kadının testisi olmadığı için yemini ve şahitliğinin kabul edilmeyişi. O dönemde sağlamlığın ve güvenilirliğin yolu, testis sahibi olmaktan geçiyordu. 17. yüzyılda hâlâ geçerliliğini koruyan bu inanışla beraber, erkeklik organının büyüklüğü de cesareti simgeleyen bir özelliğe sahipti.

Morris, kitabın son bölümü “Teknoloji Her Zaman İyi Sonuçlar Vermedi”de, tekniğin ilerlemeye katkısıyla beraber bazen nasıl olumsuz sonuçlar doğurduğunu aktarıyor. Örneğin böceklere karşı kullanılan DDT'nin, insanı sivrisinekten kurtarırken, hıyarcıklı veba taşıyan fareleri palazlandırışı anlatılıyor.

Efsanevi altın kenti El Dorado'nun aranışı, Martin Frosbisher'ın Kuzeybatı Geçidi'ni bulabilme macerası ve hükümet destekli korsanlık faaliyeti ile İspanyol işgalcilere karşı giriştiği mücadelenin, Kuzeybatı Geçidi'ni bulma adına gerçekleştirdiği seferlerin yarattığı mali krizleri unutturuşu da bu bölümün konuları arasında.

Mısır'da yapımı için 1950'lerde düğmeye basılan Asvan barajının, planlama ve uzağı görüş eksikliği taşıyan hırs nedeniyle bir dizi ekolojik felakete yol açması, Morris'in kitabındaki ayrıntıların en önemlilerinden. R101 kodlu zeplinin, pek çok hata, aceleye getirilen ve baskılarla verilen uçuş izni yüzünden 4 Ekim 1930'da yere çakılması, Morris'in kitaba nokta koyuşunu simgeliyor.

Lars Morris'in kitabını bitirip kapağı kapattığınızda zihninizi kurcalayan “tarihi ikinci kez okuma” fikri, eseri oluşturan örneklerle daha da güçleniyor. Tarihte ne kadar şarlatan, yanlış hesap ve hurafe barındığını ama bunların da geçmişin (tamamen geçmişte kalmamış; bugün farklı şekil ve kişiliklerle yine karşımıza dikilen) gerçekleri olduğu sonucuna ulaşıyorsunuz.

Şarlatanlığın Tarihi/ Lars Morris/ Çeviren: Ayşe Kumrular, Fahri Özdemir/ Kırmızı Yayınları/ 284 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 19.11.2009

13 Kasım 2009 Cuma

İŞGALLERE KARŞI HAKLI BİR TAVIR (*)
ALİ BULUNMAZ

İnsanın iktidara karşı mücadelesi, hafızanın unutmaya karşı mücadelesidir.”
Milan Kundera


Yirminci yüzyılın ikinci yarısından bu yana, Ortadoğu'dan başlayıp tüm dünyayı etkileyen bir sorun var: Filistin-İsrail çatışması. İsrail, kendine “vaadedilmiş topraklarda” hayat sürme iddiasında. Filistin'in buna karşı geliştirdiği bir direniş var.

İsrail, haklı olduğunu savunuyor, direnişe “terör” adını veriyor. Filistin ve duyarlı her insan İsrail'in eylemlerinin yayılmacı bir politikaya denk düştüğünün farkında. Ortada tam bir kısırdöngü var. Merkezde ise Edward Said'e göre ABD. Said hemen her seferinde şunu demişti: “Kadim Filistin’ davası kaybedilmiştir artık, fakat tam da aynı sebeplerle, ‘kadim İsrail’ davası da kaybedilmiştir. Üstelik bugün, Ortadoğu’da kalıcı bir çözüm bulunmasının önündeki engel, ne Arafat gibi beceriksiz Arap liderleri ne Şaron gibi zalim İsrail yöneticileri ne de sayıları her gün artan yerleşimlerdir. Asıl engel, ABD'nin ta kendisidir. Benim öngörebildiğim çözüm, güçlü tarafın, yani İsraillilerin cömertliğine bağlı olarak, gizli müzakerelerle ve kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıkları kovalamak değil, iki halkın tek bir devlet çatısı altında barış içinde ve birbirlerinin haklarını tanıyarak bir arada yaşayabilmesinin koşullarını yaratmaktır.”

1967 Arap-İsrail savaşıyla eylemciliğini öne çıkaran Said, ölümüne değin Filistin-İsrail çatışmasına ilişkin görüş bildirmekten kaçınanların sesini yükseltmesi adına çabaladı. David Barsamian'la konuşmalarının toplamından oluşan Kültür ve Direniş'te de yine gür bir sesle dünyaya çağrıda bulunuyor Said.

DİRENİŞ VE “SAVUNMA” (!)
Barsamian-Said konuşmasının başlangıcı, Said'in kitaplarının örtük sansürüne ilişkin tartışmayla başlıyor; kendisinin ABD'de istenmeyen adam ilan edildiğini ve bunun sonrasında gelişen sansür hareketiyle, daha da tanınır hale geldiğini söylüyor. Tıpkı çoğu zaman gerçeklerin görülmek istenmediği Filistin-İsrail sorununda olduğu gibi.

İsrail'in koyulduğu ve Filistinlileri azınlık haline getiren işgal, iki ulusun bir arada yaşamasını engellemediğini ancak gerilimin arttığını ifade eden Said'in soruna dair çözüm önerisi son derece yalın: İki uluslu devlet. Bunun, şimdiki (konuşmaların yapıldığı 2003'teki) koşullar devam ettiği sürece bir ütopya olduğunu belirten Said, İsrail'in tarihsel anlatısının güçlülüğüne değiniyor. Filistinlileri görünmez kılan ve “göçebe” gibi gösteren anlatı, çözümün önündeki en büyük engellerden olan Siyonizmin de başat ilkesi durumunda.

Böylece dönüp dolaşıp 1948'e geliriz ki, Said'e göre 1948'de olanları çözümlemeden bugün yaşananları anlamlandırmak mümkün değil. O yıl, yurtlarında yabancı ve azınlığa dönüştürülen Filistinlilerin toprak sahibi olması da 1967'ye kadar sistematik biçimde engellenir. 1967, İsrail'in fethini tamamladığı yıldır aynı zamanda ve sorunun çetrefilleştiği tarihtir. 1948, Said'e göre, askeri güçle ele geçirdiği topraklar, İsrail'in kanla yazdığı ve terörle beslediği olaylar zincirinin başlangıcıdır.

İsrail, bu tarihten sonra, işgal ettiği ve kendisine büyük çoğunlukla taş atanlardan oluşan Filistinlilere karşı “savunmaya” geçer, ordusuna “İsrail Savunma Güçleri” adını verir. “Savunma”nın geçtiği topraklar da yine Filistin sınırları içinde kalır. Said, durumu şöyle formüle eder: “İsrailliler ezen; İsrailliler, Filistinlilere karşı aralıksız saldırı düzenleyen taraf” (s. 41).

TERORİZME YÖNELİK GERÇEK ELEŞTİRİ ZORUNLULUĞU
Said, İsraillilerin politikasını açığa vurur ve onun “geleceği gören, demokratik, cömert ve şefkatli taraf olarak” sunulmasını eleştirirken, bunun Batı'nın “liberal” vicdanına dönük bir hareket olduğunu da vurgular. “Barış” süreçlerinde de hep bu yönlerle gözler boyanır. Ama gerçek barışın koşulları ve o noktada gözden kaçırılmaması gerek şeyler Said'e göre farklı: “İsrail'in siyasal bakımdan kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olması gerektiği kesinlikle tartışılmaz bir durumdur. Fakat bu hak, askeri yollarla güvence altına alınamaz. Bu, uzun vadeli bir politika olamaz. Tek seçenek barıştır ve bu, güçlü güçlü tarafın zayıf tarafa dayattığı bir barış olmaktan ziyade, eşitler arasında sağlanmış gerçek bir barış olmalıdır” (s. 58).

Eşitliğin sağlanabilmesinin koşulu, buna zihinleri hazırlamaktan geçiyor. Ancak Siyonizm burada büyük bir engel. Said, İsrail'den öte Amerikan Siyonizminin tehlikeli tutumunu gün ışığına çıkarırken, Filstinlilere bakışı ve barışa köstek olan tutumu da çözümlüyor: “Filitinlileri kendi tarihlerinden ayrı bir yere oturtan, 1948'de Filistin toplumunun yok edildiğini ve 1967'den beri askeri işgal altında tutulduğunu bilmezlikten gelen Amerikan Siyonistinin aklı, İsrail'deki Siyonizmden çok daha tehlikeli işler. Çünkü Filistinlilerin gerçekte hiç olmadıkları, dolayısıyla kendilerine mikrop muamelesi yapılabileceği, en iyi ihtimalle bir ideolojik kurgu olarak görülebilecekleri gibi bir fanteziye dayalı bir akıldır onlarınki” (s. 68).

ABD'deki pek çok gazete ve dergide İsrail'in yaşadığı “acıklı tarihe” gönderme yapılırken, İsrail'in gerçekleştirdiği terör eylemlerine ve meşru saydığı işkencelere değinenlerin azlığı dikkat çekiyor. Said bu gözü pek ve sayısı az kişileri övmeden edemiyor, çünkü riskli bir mücadeleye giriştiklerini düşünüyor.

Aynı şekilde ABD terorizmini gerçek anlamda eleştirenler de bir elin parmağını geçmiyor. Terorizm, özellikle de uğradığı ya da zarar gördüğü terorizm, ABD için bir paravan Said'e göre. Aklına eseni yapabilmesi ve mazeret üretebilmesi için vazgeçilmez bir malzeme. ABD, terorizmle “küresel çaptaki isteklerini meşru göstermeye çalışıyor; halkına kalıcı korku salarak, onun kendisini güvensiz hissetmesini sağlayıp insanları ağa düşürüyor” (s. 102). Küresel hesaplar da böylelikle bir bir hayata geçiriliyor. ABD'nin kendi çıkarlarına karşı hareket edenleri yola getirmek adına herkesi aynı hizaya sokmak için seferber olduğu bilinen bir gerçek. Bunun doğal sonucu da ABD'ye yönelen nefret. Özellikle Ortadoğu'da ve İslam dünyasında içten içe büyüyen bir kin ve öç alma isteği var.

Gerek ABD'nin teröre karşı yarattığı karşı-terör gerekse emperyalist politikalar ve küreselleşmenin yaydığı amblajlama “kültürü” karşısında Said, entelektüellerin muhalif tavır takınması gerektiğini belirtiyor. Ona göre muhaliflik “seçim yapan ve bir özne olarak eyleyen bir işlevin tekrar bireye atfedilebileceği şekilde yargıda bulunma, eleştirme ve tercih yapma kapasitesi” yaratma demek (s. 114). Said, bunları zor ama başarılması imkânsız olmayan hedefler şeklinde değerlendirilmesini istiyor.

ÇÖZÜMÜ İSTEMEK
Said, terorizmin kökenlerine dair görüşlerini açıklarken bir zamanlar “Allahsız komünistlere” karşı beslenen yeşil kuşağın, işlevsiz kalıp da bir köşeye atılınca düşman kesilişinden söz ediyor. Bir başka anlatımla ABD'nin beslediği terör, daha sonra kendisine dönen ve emperyalist politikalarını gerçekleştirmenin bahanesi haline gelen bir bumeranga evriliyor.

Said'e göre terorizmi Usame bin Ladin'le sınırlamak anlamsız. ABD'nin destek verdiği İsrail'in eylemleri de pekâlâ terör kapsamına girer nitelikte. Said aynı şekilde İsrail'in işgali, abluka ve uyguladığı ambargoyu da terör olarak değerlendirir. İsrail'in Filistinlilerin direnişini ısrarla “terör” biçiminde etiketlemesi ve bunu gerekçe gösterip her türlü barış girişimini çoğunlukla ve bir şekilde yokuşa sürmesi, kendi terör eylemlerini meşru kılma çabasının açıklaması gibi. Bir anlamda duvar örmek demek bu: Barışa, iki uluslu devlete ve tüm anlaşma girişimlerine...

Bu öyle bir duvar ki, Filistinlilerin insanca yaşama koşullarını elinden almakla kalmıyor aynı zamanda bölgedeki gerginliği en üst seviyeye çıkarıyor. İsrail'in “savunma” anlayışını safsata ve zırvalık olarak değerlendiren Said'e göre bu politika “ABD'nin İsrail'in arkasında durmaması halinde hemen çökecek” (s. 156).

ABD, Ortadoğu'da temelde iki çıkar peşinde: İsrail'in güvenliğini sağlamak ve Suudi petrolünün akışının kesilmesini engellemek. Bu doğrultuda İsrail terörüne ve Suudi rejimine göz yumuluyor. İsrail de elindeki güçlü kartlarla hedeflediği Ortadoğu haritasını çizmeye yöneliyor. Kendini her şeyin üstünde ve istisnai konumlandıran iki ülke, İsrail ve ABD, Ortadoğu'da kartları kendisi karıyor, oyunun kurallarını kendi çıkarlarına göre her an değiştiriyor dolayısıyla.

İsrail'in hem bir güvenlik-polis devleti olarak kurulması hem de İkinci Dünya Savaşı'nda Yahudilerin başına gelenlerden sonra ona sınırsız kredi açılması, Filistinlilerin çektiği acıların kaynağını oluşturuyor. Çünkü İsrail, “vaadedilmiş topraklarda” kendisini yaşatmak için “her şey yapılabilir” ilkesine göre hareket ediyor.

Said'in Filistin direnişinin kilit noktalarından biri olarak gösterdiği şey kültür ve o, tüm kültür ürünleriyle baskı ve terörün tehdit edilebileceğini söylüyor. ABD'nin Irak işgalini izleyen günler ve yıllarda, ABD'deki şairlerin çoğu bu yıkımın karşısında durur. ABD, karşı politika üretiminde “kültürü” kullanır. İşgale karşı direnenlerin önemli bir tutamağı da kültür. Kısacası kültür ve ürünleri, yaratıcılarıyla direnişi besler ve büyütür. İşte Filistinlilerin direnişinin şiire, edebiyat ve müzik ile diğer sanat ürünlerine yansımasının altında bu yatar.

Said, unutmanın bireysel olabileceğini ama bunun halklara söylenemeyeceğini düşünür. Birisi çıkıp Filistinlilere “çektiğiniz acıları geride bırakın” derse, bunun ne kadar anlamsız ve yersiz olacağı açıktır. Böyle bir durumda resmi anlatılarla kitapların yanı sıra gayrı resmi hatıralar da aktarılarak belleğin diri tutulmasını sağlayabilir.

Bugün Filistin'de ve Irak'ta bir direniş var. ABD'ye, İsrail'e bir karşı koyuş bu. Buna rağmen hâlâ işgallerin dehşeti ve hasarlarını yok sayma anlayışı da pompalanıyor. Her şey unutturulmaya çalışılıyor. Said'e göre her şey “sterilize edilip, dehşeti çağrıştıran ne varsa ortadan kaldırılarak CNN tarzı bir aktarım yaratılıyor” (s. 209). Diğer bir ifadeyle işgal ve baskı “çok uzaklarda” gösteriliyor, üstelik gerçekler çarpıtılıyor ve tüm bunlar “haklı” bir savaşmış gibi yansıtılıyor. Bu, hem Filistin hem de Irak işgali için geçerli.

Hemen herkes Filistin-İsrail gerilimi ve çatışmasını merak ve heyecanla izliyor. Hatta kışkırtıcıların sayısı da hayli fazla. Ama sorunun çözümüne dair somut şeyler ortaya koyan da bir o kadar az. Edward Said çözümden yana zar atan bir aydındı. Bunu eylemleri ve diğer kitaplarının yanında Kültür ve Direniş'te de görmek mümkün.

Kültür ve Direniş/ Edward Said/ Çeviren: Osman Akınhay/ Agora Kitaplığı/ 235 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 12.11.2009

8 Kasım 2009 Pazar

‘İFLAH OLMAZ’ BİR AYDININ KALEMİNDEN (*)
ALİ BULUNMAZ

Latife Tekin’i nasıl bilirsiniz? Doğruluğuna inandığını söyleyen ve tavır alan bir aydın kimliği çıkıyor Tekin’in ismini duyunca. Özdemir Asaf’ın güzel bir sözü var, diyor ki:

“Bir çağda, bir toplumda, düşündüklerinin karşıtını yapanlar bir yönde, yaptıklarının karşıtını düşünenler öbür yönde birleşirse, bu uçlardan birine yönelmeyip duranlara aydın derler.”

Başkaca söylenecek olursa, “öteki”dir aydın. Tersler, terslenir. Saldırıya da uğrar bu yüzden. Latife Tekin de onlardan biri. Bu kez gerçek aydın kimliğinden gelen muhalifliğini, kuru ya da içi boş; kısacası kof olmayan eleştirelliği Rüyalar ve Uyanışlar Defteri’yle yüzüne vuruyor görmek istemeyenlerin.

MÜZELİK OLMAYAN MASUMİYET
Tekin’in bu kimliği, kitabın sayfalarına insana ve doğaya saygı gibi temalarla yansıyor. Rüyaların dili, siyanürle altın aranacak doğayı anlatıyor bazı bazı, ne idüğü belirsiz nükleer santralin karşısına da dikiliveriyor. Küreyi ısıtanlara ve “devletin tüccarlığına” da karşı çıkış bu yükselen ses.

Kadına yönelik ayırımcılık sızıyor rüya satırlarının arasına, “moda” diye pazarlanan türban ve erkek öncelikli toplum yapısı… Tekin, kadınlara “kurtulun” çağrısı gönderirken, “özgürlük cesaret ister” diyor.

Rüya bu ya, siyasete de bulaşıyor. İç politika, dış politika; ne var ne yoksa uyku seline kapılıyor. Kıtalararası seyahate çıkıp, en üst düzey politikanın bam teline vuruyor. Seçenekler, seçeneksizlikler ve adına “strateji” denen teslim olmuşluk silkeliyor insanı.

Yoksulluk, kırık dökük çocukluk-çocuklar sayfalarda rastlanan konulardan. Tekin, masumiyeti her şeyin üstüne koyarken, sınıfsal kalkanları ancak o zaman indirebileceğini belirtiyor. Masumiyetin ışığının önemli olduğunu ekliyor. O müzelik olmayan masumiyet, Tekin’e “yanmış ormanları âşıklara verin” cümlesini kurduruyor.

Onun üzerine titrediği masumiyeti alıp götüren ve “en”leri belirleyen yarışma “kültürü”, sonunda şiddeti de doğruyor ona göre. “En iyi”, “en doğru” ve “en güzel” var mı? Yazar soruyor, okur düşünüyor.

Tekin’in bir sorusu daha var: “Doğanın, başa çıkılamaz asıl büyük düşman ilan edilmesindeki sır, mağlupların galiplerin gücünü tanımazlıktan gelmelerinde yatıyor olabilir mi?”

Düşünme kalıplarını zorlayan, düş ve düşmeler çiziktirmiş Tekin. Örneklerden biri: “İnsan doğup büyür, yaşlanıp ölmez, hayır delirir ölmeden önce, bir devresi daha var ömrün, ölüm de canlıdır.” Hemen ardından cümlenin sonuna yine bir soru işareti yapışıyor: “Ölümü bertaraf edip hayatı temize çıkarma düşüncesi, ölüm nerededir ki savaşalım onunla?”

Bir kentin; İstanbul’un, ölüp de yerine başka bir İstanbul’un doğuşunu anlatıyor son satırlar. Geleni gideni ve gizleneniyle; bozuluşu ve tekrar kuruluşuyla bir şehir… Gecekondu kentin acı veren kimliğine isyan dilleniyor.

“Milyonlarca insanıyla kimsesiz İstanbul”, yaşananı özetliyor; “biz bu şehre üzgünüz” ise son söz olup dilden boşluğa, ardından da kalemden kâğıda dökülüyor.

AKINTIYA KARŞI YOL ALAN BİR AYDIN
Dalgalanan, çalkalanıp içten içe kaynayan ülke gündemine, olaylara dışarıdan değil, tam ortasından bakıyor Latife Tekin. Kitap, rüyaların diliyle oluşturulmuş olsa da, ayık bir zihin ve alabildiğine açık gözlerle izleyip yorumlanıyor ne varsa. Bir bakıma sorumluluk bu.

Kişisel gibi görünen ayrıntıların anlatımı bile önünde sonunda tavır takınan yazarın neyi nasıl yorumladığını; zarı, doğrudan ve insandan yana nasıl attığını gözümüze sokuyor.

Dolayısıyla Tekin’in üzerinde durduğu ne varsa, bazen ucundan köşesinden ama genelde pek çok yönüyle herkesi ilgilendiren ve hepimizin bir şekilde yoğunlaşması gereken güncel sorunlara edebi bir yaklaşımı yansıtıyor.

Rüyalar ve Uyanışlar Defteri’ni okuyunca insan bir kez daha soruyor: Nasıl biliriz Latife Tekin’i? Tavrıyla, tarafsız değil; insanın ve doğanın yanında duran, “iflah olmaz” bir aydın ve muhalif…

Sahi, iflah olsa ne aydınlığı ne muhalifliği kalır kişinin; Latife Tekin de öyle. “İflah olsa”, bugün piyasada bolca bulunan örnekleri gibi yumuşak ve “sözleşmeli aydın” olur.

Ama değil işte. Doğru bildiğini söylemekten sakınmayan; yani akıntıya karşı yol alan bir tavır Tekininki. Rüyalar ve Uyanışlar Defteri de bunu koyuyor orta yere. Özellikle insan ve doğadan yana isyan bayrağını açıveriyor.

(*) Cumhuriyet Kitap, 05.11.2009
SUR VE GÖLGE (*)
ALİ BULUNMAZ

Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun yeni öykü kitabı Sur ve Gölge’de üç uzun öykü karşılıyor bizi: Esere adını veren “Sur ve Gölge”, “Bir Başka Işık” ve “Yüzün Tamamlayıcısı.” Bu öykülerin her biri önemli isimlere ithaf edilmiş.

“Sur ve Gölge” Nurse Duruel’e; “Bir Başka Işık” Semih Gemalmaz, Atila Ergür ve Türkel Minibaş’a; “Yüzün Tamamlayıcısı” ise Sadık Aslankara’ya armağan biçiminde kaleme alınmış Saçlıoğlu tarafından.

ANAHTARI OLMAYAN KAPI
Kitabın isim öyküsü “Sur ve Gölge”de mekân Karabıçak Meyhanesi ve meyhanenin sahibi Barba ise hemen içeride, bulaşıkçı Ömer ile Çingene saz takımı da. Rus grup ve Türk Sanat Musikisi topluluğu, meyhanenin müdavimleri ve aynı zamanda çalışanları. Müşteriler turistler, meyhanenin sadık isimleri ve bir de takım elbiseli; Barba’ya göre tekinsiz; bellerine silah kuşanmış adamlar orada o gün.

Van’dan Kumkapı’ya uzanan hikâyesiyle bulaşıkçı Ömer, meyhanenin ekmek parası için canla başla çalışan elemanı. Beri yandan Barba’nın komilik teklifini “kendini buna hazır hissetmediğini” belirterek, ama daha da önemlisi bulaşıkhanede türkü söyleyebildiği için reddeden bir isim.

Eski İstanbul ve Kumkapı’da geçen öyküde başka isimler de var: Ömer’in evinde kaldığı, “ayaklı meyhane” Mişon’un oğlu Moiz ve Şef garson Avadis… Rakı ve balığın kardeşliğini perçinleyen Kumkapı: Ermeni, Rum ve Türkleri buluşturan mekânlar toplamı. Saçlıoğlu, öyküde uzun uzadıya bu birlikteliklerden söz açıyor. Tarihi, Kumkapı’nın çekici geçmişini okurlara sunuyor.

Öykü, tarihin ardından Ömer’in ilk kez âşık oluşuna dümen kırıyor. Birbirini hiç tanımayan iki insanın aşkı bu. Meyhanedeki şen şakrak hava da sürüyor bu sırada. Avadis’in, tekinsiz herifleri zehirleme girişimi ise sarsıcı. Peşrevin kulakları okşamasının ardından, Ermeni ve Türk havalarının karışımı, en sonunda da hiç kimsenin işitmediği yepyeni tınılar…

Tekinsiz adamlardan damat adayının müstakbel eşidir Ömer’in tanımadığı ve âşık olduğu kadın. Ortalık da tekinsiz heriflerin midesi de çalkalanır. Sonrası kaçış; Ömer ve “Leyla” Karin’in uzaklaşması. Surlara sığınan ve ebedi karanlıkla örtülen, yığıntılar içinde kalan ikili. Gölgelerin gizlediği iki aşık; Ömer ve “Leyla” Karin. Anahtarı olmayan kapının kilitlediği iki insan. Kaçış, sığınış ve kısılıp kalışın öyküsü…

KURGUNUN SULARINDA
Saçlıoğlu’nun ikinci öykü durağı karşı yaka bu defa, Moda. Tarihi yarımadanın, Moda saflarından görünüşü ilkin gözleri kamaştıran. Hikâyenin anlatıcısı bir öykü kotarmakla meşgul.

İki masa uzağında ya da yakınındaki adama ilişen bakış ve korkulu gözlerden etkileniş. Anlatıcıdan korkan adam. Korkusunun kaynağı, anlatıcıyı, Kemal’i başka biri sanmasıdır Selim’in.

Tanışma faslı geçip, korkular ve anlama çabaları aşıldığında, sohbet koyulaşır. Kim, kimdir, ne yapmaktadır? Selim sorar Kemal yanıtlar; sonra roller değişir, soru soran ve yanıtlayan tersine döner. Kemal’in yazar olduğunu keşfeder Selim. Rahatsızdır Kemal, “yazdıklarıyla övünenlere, iki kitap yayımlatıp kendini yazardan sayanlardan sıkılmıştır” epey zamandır ve bu yüzden yazar sıfatını isminin önüne kolay kolay yapıştırmaz.

Selim Kemal’i tanır; kitaplarını okumuştur. En çok, en az satan kitabını beğenmiştir üstelik. Oradaki bir öykü Selim’i derinden etkilemiş, Kemal’e anlatmaktadır yazarın kendi hikâyesini. Hemen sonrasında zihinler Kemal’in çay bahçesinde karalamaya başladığı öyküye takılır. Hüzünle karışık mutluluğun üstüne Selim, hayat dersi verir gibidir:

“Mutluluğa ilişkin çoğu şey aslında aklın işidir. Mutlu olduğumuzda duygularınız öylesine egemen olur ki aklınız kimi zaman kenarda kalır. Ama aslında mutluluğu gerçekten görmek akılla mümkündür. Mutlu olmak değil, mutlu olduğunuzu anlamak gösterir ışığı.”

İleriki satırlarda okur Kemal’le birlikte, Selim’in de yazar olduğunu öğrenir; hem de Kemal’in, onu takma adından tanıdığı bir yazardır. Uzun konuşma boyunca Selim’in kurguladıkları veya Kemal’in deyişiyle “uydurdukları”, yazarcadır. Deftere çiziktirilen öykünün bam teli olan ışık da, Selim’in elinin değdiği bir kurmacadır. Okura bir sürprizdir burada sunulan ve o, gerçekle kurgu arasında gider gelir.

HEDEFTEKİ KİM?
Cemal, Haluk ve Hüseyin’in hikâyesinin merkezi ise Antakya. İstanbul’a uzanan üçgeni tamamlayan kentler İzmir ve Malatya. “Yüzün Tamamlayıcısı”, iyimser ve umutlu Cemal’in; İzmir’den gelen ve zengin olma hayaliyle yanıp tutuşan Haluk ile hayattan çok şey beklemeyen Hüseyin’in öyküsü.

Aynı yerde girilen yetenek sınavıyla kesişen hayatlar ve bir süre sonra ev arkadaşı haline gelen üç isim. Doludizgin geçen üniversite yılları. Küçük işler, mezuniyet ve hayaller…

Hüseyin’in Antakya’da düzenlenen aile yemeğine katılışı, orada âşık oluşu ve nişan hazırlıkları, üç arkadaşın geleceğine dair yeni bir sayfa demek. Nişanlanacağı kız Zeynep ile İstanbul arasında kalan Hüseyin için Antakya ağır basar. Hatta nikah günü bile bellidir artık. İstanbul’da kalan iki arkadaşı da gelecektir Antakya’ya.

Ancak üniversiteden hocaları Hikmet’in babasının ölümü tüm planları bozar. Cemal cenazeye, Haluk Antakya’ya düğüne gitmeye karar verir. Cemal’i cenazede bir sürpriz bekler. Hocası onu, yeni mezun olan genç bir kızla tanıştırır. İnsanın hayallerinden, güzel sanatlar okumuş olmanın verdiği bilgilenmişlikle caminin mimarisine kadar pek çok konuda konuşurlar. En acılı anlarda ortaya gülünç şeyler çıkabileceğini de fark ederler. Hocası, düğüne yetişsin diye uçak bileti ayarlamıştır Cemal’e. İlk kez uçağa binecektir, korku ve endişe vardır içinde.

Hocasının tanıştırdığı Aygül’ün fotoğrafını çeker ayrılırken; düğün sonrası buluşmak üzere sözleşirler. Bu sırada Haluk’un Antakya’ya doğru yola çıkışı karşılar okuyucuyu. Otobüsteki yolcuların, daha önceki seyahatlerindekilerden farklı oluşu Haluk’a ilginç gelir, yanındaki adamın kimi sözleri de: “Geceni sesten uzak tut” ya da “Sabahın aydın olsun” bunlardan bazılarıdır.
İki arkadaş; Haluk ile Hüseyin, Antakya Harbiye’de buluşur, Hüseyin evliliğe hazır olmadığını hisseder ve evliliği “mezara girmekle” bir tutar.

Cemal de yoldadır; nikâh kıyılmış, düğüne geçilmek üzeredir. Yolculuk arkadaşıyla sohbeti ilerletir, işin içine Antakya tarihi girer. Düğün yemeğine yetişen Cemal, Haluk ve Hüseyin’in sevinci, düğün neşesi, şarkılar ve çakırkeyifliğin tadı okura arı biçimde hissettirilir.

Ve düğünden bir kare: Sevinç içinde ateşlenen bir silah ile dört kişi: Haluk, Cemal, Hüseyin ve eşi Zeynep… Saçlıoğlu tam burada noktayı koyar ve öykünün sonunu açık tutar: O tek kurşun, dört kişinin bulunduğu yere doğru ilerlerken, kimi hedef alacağını okura bırakır bir bakıma.

Üç uzun öykü Saçlıoğlu’nun kaleminden dökülen. Tarih, mekân-mitoloji ilişkisi, tesadüf, ütopya ve kurgu içinde kurgu ya da öykü içinde öykü; hepsi üç uzun hikâyenin okura sunumunda ortaya çıkan özellikler. Merak içinde ne olacağını, neyin nereye; hangi olay ve kişilerin neye bağlanacağını bekletiyor anlatılanlar.

Öykülerde öne çıkan önemli bir özellik olay, mekân ve tarih arasında kurulan bağlantı. Hemen her satırda bununla karşılaşmak olası. Öykülerin dili de son derece sade. İç içe geçmiş pek çok olayın anlatımına eklenen tarihsel, mitolojik bilgiler ve mekânlara ilişkin notların harmanlandığı hikâyeler başından sonuna dek bir solukta okunuyor.

Zor olan yalınlığı yakalayan anlatım dili, bayağılıktan uzak, ne vermek istiyorsa onu okura sadelikle ama aynı zamanda derinliği de tutturarak veriyor. Şunu demek de mümkün: Okur, öykülerden kopuk değil, aksine merkezde; yani kendinden bir şeyler bulabileceği kurguya dâhil oluyor. Saçlıoğlu’nun anlatımı ve öykülerin güçlü altyapısı buna imkân tanıyor.

Kahramanlar herkese hem çok yakın hem de metinlerin içinde hiç sırıtmadan yol alıyor. Bu yönüyle Sur ve Gölge’de yer alan öyküler kitabı eline alanları ele geçiriyor.

Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun, Sur ve Gölge’de yer alan öyküleri okuru, düşünce ile düş arasında gidip gelen; çağrışım, tarih ve mekân resimlemeleriyle örülü ve karakterlerin sağlam yerleşiminden oluşan bir yapıyla karşı karşıya getiriyor.

Sur ve Gölge/ Mehmet Zaman Saçlıoğlu/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 132 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 05.11.2009