30 Haziran 2011 Perşembe

GÜZEL İNSANDI SEMPRÚN (*)
ALİ BULUNMAZ

“Ölüm bizim sadece yan yana bulunduğumuz, sıyırtıp geçtiğimiz, sağ çıkılan bir kazadan kurtulur gibi uğrayıp da sağ kaldığımız bir şey değil. Bizler onu yaşadık. Biz kurtulanlar değil, mezardan geri dönenleriz; hortlaklarız yani.”

“Gerçekliğin çoğu kez uydurmaya, uydurulmaya ihtiyacı vardır, hakikat olabilmek için… Yani akla yakın, inanılabilir olmak için…”

“Hayat henüz yaşanabilir bir şeydi. Unutmak yeterliydi bunun için, şiddetle ve azimle buna karar vermek yeterliydi. Seçim basitti: Ya yazmak ya da yaşamak… Bu bedeli ödeyecek cesareti ya da kendime karşı zalimliği gösterebilecek miydim?”
Jorge Semprún


Kitleleri etkilemiş biri öldüğünde klişelere başvurmak insan için güvenli bir liman. İsteyerek ya da istemeden, bazen hüzünle bazen de boşluğu doldurma niyetiyle bir şeyler söylemek adına cümleler sıralıyoruz. Böylece, andığımız veya andığımızı sandığımız kişinin özgün taraflarını elimizin tersiyle bir kenara itiyoruz. Geriye “görev gereği” ortalığa saçılan iki üç söz kalıyor.
Jorge Semprún, 7 Haziran 2011 günü öldü. Arkasından ne söylemeli de onun ağırlığına uygun davranmalı? Aslında uzağa gitmeye gerek yok, çünkü Semprún yaşamı ve yapıtlarıyla insana seslenerek geride zemini sağlam bir yapı bıraktı.

KENDİSİ KALAN BİR TANIK
İspanya’nın en önemli yazarları arasında sayılan Semprún’un hayatı epey hareketliydi. 1937’de iç savaştan kaçıp Fransa’ya göç edip orada “İspanyol kızılı” diye nitelendiğinde henüz on dört yaşında bir delikanlıydı. Beş yıl sonra, Nazizm karşıtlığı yüzünden Gestapo tarafından özgürlüğüne el konmasıyla tüm düzeni değişecekti.

Yalnızca “bacadan kaçılabilen; duman olup uçulabilen” ölüm merkezi Buchenwald Toplama Kampı’nda 11 Nisan 1945’e dek kalacaktı. Nazilerin “eğitim merkezi” olarak adlandırdığı mekân, Semprún’un yapıtlarında, aynı yaşamında olduğu gibi büyük iz bıraktı. Yıllar sonra, hayatta kalmanın anlamını yine bu kamptan damıtarak aktardı:

“Hiçbirimiz sağ kalmayı özellikle hak etmemiştik. Ölmeyi de tabii. Canlı olmak bir üstünlük değildi. Ölseydik, ölü olmak da bir üstünlük olmayacaktı. Başkalarının sağ kalmayı benden daha çok hak ettiğini düşünseydim, kendimi suçlu hissedebilirdim. Ama sağ kalmak bir erdem veya üstünlük değil, şans işiydi ya da şanssızlık, görüşe göre. Yaşamak, zar atılınca ne geldiğine bağlıydı, başka bir şeye değil. ‘Şans’ sözcüğünün asıl anlamı da budur zaten. Benim zarım iyi ‘düşmüştü’, hepsi bu.”

Kimi “eleştirmenler”, kamp anlatımlarını göz önüne alarak Semprún’un kısır temalarla yola çıktığını savunup hemen arkasından ne zaman demokrasiye, insan haklarına, geçmişin despotizminin tasvirine, İspanya’nın başına gelenlere ve acı çekmiş bir yazar portresine ihtiyaç duysa koca bir ikiyüzlülükle ona selam vermeyi de ihmal etmedi.

Semprún’un yapıtları büyük oranda, kendi siyasi görüşlerini ve militanlık öyküsünü konu alır. Yazar, işin içine felsefi öğeleri katar ve hız hiç eksik olmaz. Bu sürat, ahlaki sorgulamaları da ötelemez.

Kitaplarında kahramanlarının ağzından bize seslenen Semprún, bazen Federico Sánchez, bazen Salagnac, Sorel ya da Artigas adıyla karşımıza çıkar. Özellikle militan Sánchez olarak yüzleştiğimiz Semprún sadece anılarıyla değil, beri yandan dünyayı ve sosyalizmi Parti’den bağımsız biçimde ele alır; bir ölçüde makineleşmeye başkaldırır. Tabii bunu yaparken “İnsan ya da insanlık kendini nasıl tüketir?” sorusu zihnini hep kurcalar. Tüm eylemlerinde; yazdığı romanlar, yaptığı konuşmalar ve çağrılarda bunu anlama ve çözme çabasının izlerine rastlarız.

Semprún, var oluş sorunlarını masa başında didikleyen ya da şavullayan çakma adamların aksine, insan onurunu ayaklar altına alan her türlü tezgâhtan geçmiş bir isimdi. Bu nedenle anlattıklarının sırıtan bir tarafı yoktu. Çünkü zemindeki güçlü felsefi ve ahlaki yön onun önünü açmıştı. Bunun en önemli göstergelerinden biri, Wittgenstein’ın “Ölüm bir yaşam olayı değildir, ölüm yaşanmaz” sözünü, evirip çevirip kaybettiği dostlarının ardından yorumlayışı: “Benim ölümüm yaşamımın bir olayı değildir, kendi ölümümü yaşayamam.”

Bütün hayatını altüst eden kapatılmanın izlerini yazıp deneyimlediklerini anlatarak silmeye uğraşan Semprún’un, tükendiğini hissettiği anlarda yardımına o karanlık tünelden hareketle kurduğu yaşama sevinci yetişir. Buradan bakınca, yazmanın kendisi için özel bir anlamı olduğunu duyurur:

“Yazmak, bir oyundan veya ödül peşinde koşmaktan fazla bir şey olmak istiyorsa, ancak uzun, sonu gelmez bir çile çalışması, kendini üstlenerek kendinden el çekmenin bir yolu olabilir: Yani aslında hep kendisi olan ‘öteki’ni tanıdığı, dünyaya getirdiği için kendi kendisi kalarak.”

“GERÇEK OLAN YALNIZ KAMPTIR”

Semprún’la beraber akla gelen bir başka şey sürgün edebiyatı. Konuyu sulandırıp bulandırmadan, deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı roman ve anı-romanlarıyla denemelerinde o sıkıntının; yaratıcılığı tetikleyebilen tuhaf olayın nasıl ortaya konabileceğini gösteriyor.

Evet, Semprún sürgün bir yazardı; ne tam İspanyol ne de bütünüyle bir Fransız. Yurdundan uzaklık, özlem ve yeni yerine uyum aşaması, ona nasıl dünya vatandaşı olunacağını öğretti desek herhalde ileri gitmeyiz. Paris’in rehberliğinde kültür, siyaset ve edebiyatla harmanlanmış bir dünya vatandaşlığı. Acıların kıyıdan takipte olduğu bir yaşama uğraşı… Paris’te Rimbaud, Baudelaire ve Gide ona yoldaşlık eder; yeni dilini öğrenmesine yardımcı olur, siyasi görüşleri ve hayatla, edebiyatın açtığı kapıdan girerek hesaplaşmaya koyulur.

Yıllar sonra, başına gelenlerin ardından “kötülüğün uğursuz yayılışına karşı duran kardeşlik fikri”ne gönülden bağlandığını yazan Semprún, kendisine “hayatın kapısını açan parola”nın da aynı fikir olduğunu söyler. Bunun en arı biçimini, kampta yoksunluk ve pisliğin içinden çıkardığı ironik mutluluk anlatımında bulabiliyoruz:

“Küçük Kamp’ın hela barakası bayağı konuksever ve rahatlatıcı bir yer; insanın vatandaşlarıyla, mahalle arkadaşları veya dağdaki direnişçi yoldaşlarıyla buluşabildiği bir tür sığınaktı. Haberler, anılar, gülüşler, birkaç tutam tütün, biraz umut gibi şeylerin, kısacası yaşamın değiş tokuş edilebildiği bir mekân. Uzun lafın kısası, Küçük Kamp’ın iğrenç helası bir özgürlük ortamıydı.”

Ruhunu yaralayan tutsaklık döneminin Semprún’u ve oradan sağ kurtulan az sayıdaki arkadaşını hemen her gün izlediğini unutmamalı. Kendisi ve kurtulanlar bunu hep hatırlamaya adeta mahkûm olmuştu:

“O bunaltı tekrar ortaya çıktığında her şey kaosa dönüşür. İnsan kendini bir yokluk burgacının, gri ve bulanık bir boşluk bulutunun ortasında bulur. Artık bunun ne anlama geldiğini bilir. Günlük yaşamın yanar döner yüzeyinin altında hep bu biliş, bu bilinç vardır. Bir kesinlik hemen elinin altındadır: Gerçek olan yalnız kamptır, geri kalan her şey o zamandan beri görülen bir rüyadan ibarettir. Gerçek olan yalnız Buchenwald krematoryumunun dumanıdır, yanık et kokusudur, açlıktır, kar altında yapılan yoklama ve sayımlardır, falakaya yatırılmalardır, Maurice Halbwachs ve Diego Morales’in ölümüdür, Küçük Kamp’ın kenefinin öğürtü veren ama kardeşçe kokusudur.”

Olgunluk döneminde savunduğu temel tez, yıkımı yaşayan Avrupa’nın barış ve demokrasiden yana tavır alması gerektiğidir. Ona göre, insanlığı düze çıkaracak tek şey “hümanist ideallerle kurulacak bir düzen”di; güven, adalet ve umutla yelkenini şişiren bir Avrupa ve dünya. “Daha” demesi bundandı; küreselleşme değil, beklenti yaratacak, sağlam ve içi dolu evrensel projeler oluşturup bunları sunmanın yollarının nasıl bulunabileceğini ısrarla paylaşmaktan da geri durmadı.

Hayatı boyunca yaratılarıyla ve eylemleriyle pragmatizm denen o zinciri söküp atmayı; insanın hareket alanını kısıtlayan ve ona sanal bir özgürlük sunan yapının karşısına dikilmeyi ve gücü ölçüsünde onu kırmak için didinmeyi sorumluluk olarak gören Semprún, hep “daha iyiye, daha büyük ve şık olana”, kısacası kişiye yakışana, onun ağırlığı ve özgünlüğüne denk düşene ulaşmaya, en azından bu yolda bir kapı aralamaya gayret etti. Ne diyelim, güzel insandı Semprún…

28 Haziran 2011 Salı

GAMLI POE’NUN “KUZGUN”U (*)
Ali BULUNMAZ

Dedikodu ruhun gıdası. Akıllarda yer etmiş bir eserin oluşumunu açık eden bir metinle karşılaşmak da ucundan köşesinden edebi dedikoduya girdiğinden bünyeye yararlı.

Edebiyatın “kaçık” ismi Edgar Allan Poe’nun bir dolu ünlü yapıtı var ama “Kuzgun” adlı hayli uzun şiiri üstüne yazılıp çizilenlerde bir yoğunlaşma göze çarpıyor.

İşin edebi dedikodusuna girilecek olursa önümüze bir sürü ilginç ayrıntı çıkıyor. Öncelikle Poe’nun etrafından başlamalı. Örneğin komşuları, “Kuzgun” yayımlanana dek Poe’nun yazar olduğunun farkında bile değilmiş ya da buna inanmak istememiş. Eleştirmenlerin pek çoğu ise “Kuzgun” ortaya çıkınca Poe’yu ciddiye almaya başlamış. Onların genel kanısı, şiirin “uzun bir bilgelik düşünüşü” olduğu yönünde. Şiirin öbür özelliği, yası yansıtan bir ilahi olması.

Dizelerdeki “kuş” imgesi, yalnızlığı ve kederi arttıran bir unsur. Siyah renkli ve gizemli kuzgun, hep süren yası simgeliyor: Poe’nun gamlı halinin sözcüklerdeki izdüşümü. Matematik teoremi oluşturur gibi adım adım ve incelikle yazılan şiirin dışarıdan görünüşü böyle.

Peki, yazımı Milton ve Sofokles’i bile çileden çıkaracak hesaplaşmalar yüzünden uzun süren “Kuzgun” için Poe ne söyler? Bunu da Oğuz Baykara’nın derleyip çevirdiği, içinde Poe’nun o ünlü makalesi “Yazı Sanatının Felsefesi”nin de bulunduğu ve şiiri “Kuzgun”la aynı adı taşıyan kitapta bulmak mümkün.

“Kuzgun”un 1845’teki yayımının hemen ertesi yılı Poe, “Yazın Sanatının Felsefesi”ni okurun önüne atar. “Kuzgun”un nasıl oluştuğuyla ilgili ipuçları veren bu metin, aynı zamanda sanatsal yaratının, bir şairin ve şiirinin özeli bağlamında bilgiler de veriyor.

Poe’nun yazarken de “Kuzgun”un oluşum sürecini anlatırken de bir mühendis gibi çalışması ya da davranışı dikkat çeker. Anlatmak istediklerini tam yansıtabilmek adına aşırı titizlendiği şiirin imgeselliğini kotarırken de aynı özeni gösterdiğini, hatta epey sıkıntılı günler geçirdiğini söylüyor.

Kuzgunun, “meşum ve uğursuz” bir kuş olduğunu bile bile onu dizelerine yerleştiren Poe’nun, “ölüm” gibi büyük bir acıyı, bu evrensel hüznü, şiirselleştirme aşaması makalesinin ana izleği. Güzel bir kadının ölümünü kâğıda dökmek, Poe’nun güzelliği ve ölümü bir potada eritme uğraşıyla beraber, sevgilisini yitiren adamın yaktığı ağıt biçiminde bize yansır.

Acılı sevgili ve ona sürekli “asla” diyen bir kuzgun, Poe’nun tuhaf imgeleminde inim inim inleyen iki ana karaktere işaret eder.

Kuzgun, “asla” dedikçe kaybettiğini geri alamayacağını kavrayan ve gerçeklerle yüzleşen sevgilinin hüznünü aktaran Poe, “derinliği elden bırakmamaya çalıştığını” söylediği bir eser yarattığını belirtir. Kuzgun, Poe’nun dizelerinde acının evrensel simgesine dönüşür; yas tutan adamın (yaslı tüm insanların da denilebilir buna) yüreğindeki o kara deliğin temsili haline gelir:

(…)

“Ey kuş!” dedim, “Acayipsin, ya bir iblis ya kâhinsin,
Üstte Tanrı altta insan, hepimiz taparız ona,
Söyle bu kederli ruha, var mı ikinci bir vuslat,
Melek gibi Lenor’umu kucaklar mıyım acaba?

Sarar mıyım onu şöyle, yine mazideki gibi?
O an kuzgun dile geldi, cevap verdi, “Asla” dedi.


Feryat ettim: ey iğrenç kuş! Pis sözüne lanet olsun!
Senin elin kanat çırpar, yolun cehenneme kadar!
Sözlerinin hepsi yalan, haydi şimdi git buradan!
Beni dertlerimle bırak, bir kara tüy bırakmadan!

Çek pençeni yüreğimden, gelme artık buralara!
O an kuzgun dile geldi, cevap verdi, “Asla” dedi.

(…)


Kuzgun/ Edgar Allan Poe/ Derleyen ve Çeviren: Oğuz Baykara/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi/ 36 s.

(*) Sabit Fikir, 23.06.2011 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/gamli-poe-nun-%E2%80%9Ckuzgun%E2%80%9Du]

23 Haziran 2011 Perşembe

OKUYALIM, ‘MUZIRLANALIM’! (*)
ALİ BULUNMAZ

Beat Kuşağı, “ahlaksız” insanlardan oluşan bir hareketi simgeliyor. Hiç kimse “normal” şeyler yazmasını beklememeliydi onlardan, zaten öyle de oldu. “Neden?” diye soranlara, “normal”e karşı çıkma; dayatılan ve kan kokan konformist düzeni benimsememe, cetvelle çizilen sınır ve kuralları kabul etmedeki “beceriksizlik” sıralanabilir.

Böylece haybeye yazıp çizmedikleri ortaya çıkıyor. Günün birinde şaka gibi gerekçelerle, üstelik topraklarından hayli uzakta yargılanacakları söylense ne derlerdi acaba? “Muzır” bulunup “toplumun ar ve hayâ duygularını incitmekle suçlanan” Beatler, zamanında kendilerini tu kaka etmeye uğraşan ahlak kumkumalarına gereken dersi vermişti.

Onları “ahlaka mugayir” diye yaftalayanların cesaretini toplayıp az geriye bakması zorunlu. Baktıklarında, görebilirlerse pek çok isimle karşılaşacaklar. O zaman da kafalarında bir soru canlanacak: Kim bu Beat Kuşağı? Bunlar ne yapmaya çalıştı?

“MUZIR” DEĞİL MUZİP
Beat Kuşağı Antolojisi, ahlak mühendisliğine soyunanlara neyi anlamadıklarını gösterme babında ilginç bir kaynak; hem işi kolaylaştırabilecek hem de yazılıp çizilenlerden örneklerle sıkı eleştirel bakış açısını yansıtarak onları suçlayanları darlayabilecek nitelikte.

“Kendi duvarlarına baskı uygulayan” ya da yeri geldiğinde meteliğe kurşun atarken bahse giren Beatler, kimliklerinin anlamını da böyle örmüştü. “Uslu” çocukların karşısına dikilmeyi görev bilip alicengiz oyunları karşısında olduğu gibi; kendinden ödün vermeden duran tiplerdi. Kayıp Kuşak’tan ayrıldıkları nokta da buydu: Antoloji’nin tamamına bakıldığında, kaybetmişliği ya da mahrumiyeti kabullenme değil, rasgele veya içten geldiği gibi yaşayarak karşı çıkma dürtüsünün baskınlığı göze çarpar. Bu anlamda hareketsizleri, kanı donmuşları veya düzeni içselleştirenleri rahatsız ederler. Beat Kuşağı, yeri gelir ağzını bozar, bazen üstünüze yürür ve sizi tepeler, ara sıra da aynaya bakmanızı sağlar. Ama tüm bunları fikir kavgasına tutuşarak ya da fikirlerle eğlenerek yaparlar. Söz konusu eylem, arayışlarının ürünü. Eh, bu da “suçsa”, “suçlular” elbet!

Yeni isyan çağının kapısını aralayan Beat Kuşağı’nı “muzırlıkla” suçlayanlar, onların muzipliğini ya da “kaçık bilgeliğini” süzememiş. Peki, bu kaçık bilgeler kim? Antoloji’de “Halis Beat Kuşağı”nı William S. Burroughs, Jack Kerouac ve Allen Ginsberg temsil ediyor. Onlara bir bakıma merkez komite veya matruşkanın çekirdeği demek de mümkün.

Sonrasında bir dallanıp budaklanma göze çarpıyor: Örneğin “Frisco Arsları” Peter Orlovsky, Lawrence Ferlinghetti, Gary Snyder, Richard Brautigan ve elbette Gregory Corso geliyor. “San Francisco Rönesansçıları”, “Black Mountain Ekolü”, “New York Okulu”yla “Haight-Ashbury Tayfası ve Aktivist Kuşağı”nı (Frank O’Hara, Charles Olson, Ed Sanders, Robert Duncan, Philip Whalen ve diğerlerini) da sıralamalı.

Bir de Beat Kuşağı’nın kadın şairleri var ki, aralarında Lenore Kandel, Brenda Frazer, Denise Levertov, Diane di Prima, Anne Waldman, Jan Kerouac, Carolyn Cassamdy, Joyce Johnson ve Hettie Jones bulunuyor. Tüm bu isimler, kimin Beat Kuşağı’nda yer alıp almadığını da gösteriyor aslında.

YAŞASIN HAYALGÜCÜ!
San Francisco’dan yola koyulup pek çok mekânda önümüze çıkan Beat Kuşağı, sunulan kalıp “özgürlüğe” yüz çeviren, taşmalar yaşayan ve yaşatan, duygu bozukluklarını su yüzüne çıkaran, beş parasız kalmayı dert etmeyen ve yeraltında gezinen bir hareket.

Hayalgücü eksikliğine fazlasıyla gıcık olan bir akım bu. Diane di Prima’nın “tek savaş, hayal gücüne karşı savaştır” dizesindeki savaş açılan taraftalar. Kim bilir, “muzır” bulunuşlarının nedeni de aynıdır, olamaz mı?

Beat Kuşağı’nın kirli oyunları yüzünden politikacılarla sürtüştüğü düşünülürse, kendilerini nerede konumlandırdığı; devlet tarafından sindirilmeye yanaşmadığı da anlaşılır. Bunu, Burroughs’un “politikacılar sadece bir kez gerçeği söylesinler ve sonsuza dek çenelerini kapasınlar” cümlesinde yakalayabiliyoruz.

Beat Kuşağı Antolojisi’nin sayfalarında beyninizi haşlarken “düzen”in karşısına pervasızca dikilen insanlarla yüzleşiyorsunuz: Yargılanırken yargılayan ve çıkıntılıklarıyla salaklığa bayrak açma cesaretini yüklenen bir sürü isim…

Hâlâ anlamamakta direnenler ve Beat Kuşağı’nı şekle sokmaya uğraşanlar için Antoloji’de “can sıkıcı” bilgiler ve örnekler konuşlanmış. Okuyalım, “muzırlanalım.” İyi yolculuklar…

Beat Kuşağı Antolojisi/ Yayıma Hazırlayan: Şenol Erdoğan/ Sel Yayıncılık, Altıkırkbeş Yayın/ 432 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 23.06.2011

17 Haziran 2011 Cuma

RANCİÉRE DOĞRU YOLDA MI? (*)
ALİ BULUNMAZ

Tarih üzerine yazılan ve söylenenlerin haddi hesabı yok. Bu, biraz da tarihin nerede konumlandırıldığıyla, neyle ilişkilendirildiğiyle ya da nasıl anlamlandırıldığıyla ilgili. Philip Guedella’nın yolundan gidecekseniz “tarihin kendini, tarihçilerin de birbirini tekrar ettiğini” kabulleniyorsunuz demektir.

Jorge Luis Borges ise “evrensel tarihin, birkaç metaforun tarihi” olduğunu söylediğine tanıklık edersiniz. Tocqueville de şöyle buyurur: “Tarih birkaç hakiki resimle çok sayıda kopyanın bulunduğu bir galeridir.”

Karl Popper daha keskin ve “acımasız”: “İnsanlık tarihi diye bir şey yoktur, yalnızca insan yaşamının çeşitli yönlerinin birçok tarihi vardır. Bunlardan biri de siyasal iktidarın tarihidir. Siyasal iktidarın tarihi, dünya tarihinin yerini almıştır.”

Bugün, bilgi olan-olmayan ayrımının önem kazandığı; hatta bu ikisinin birbirine karıştığı dünyada, tarihten ne anladığımız ve onu nereye koyduğumuz da dikkatle incelenmeli. Verili olanı alma veya laf salatasını kabul etme mi öne çıkacak, yoksa en bozulmamış ya da girilmemiş kaynaklara mı yönelmemiz gerekecek?

Yeri gelmişken Thomas Carlyle’ın “tarih, söylentilerin damıtılmasıdır” çıkmasını hatırlatmalı. O zaman soralım: Tarih hikâyelerden mi oluşur? Az önce tarihin öğrenimine dair birkaç yol göründü ama şimdi iş anlatma boyutuna geldi dayandı, yani tarihyazımına. Ranciére burada Tarihin Adları kitabıyla araya giriyor; kendi söylemiyle beraber, yöntem ve tarihyazımı tartışmalarında kılıç sallamaya başlıyor.

SIYRIK TARİHE AYAR MI ÇEKSEK?
Ranciére’in sıkıntısı, tarih üzerine nasıl konuşulduğuyla ilgili. Kısacası söylemle haşır neşir: “Geçmiş” olarak tarihten çok, ona dair neler yumurtlandığına kafa yoruyor. Bu noktada tarihle bir şekilde dirsek temasında bulunan felsefe, sosyoloji ve özellikle edebiyat gibi alanlara da dalıyor.

Düşünürün izlediği yolda kuşkuyla yaklaştığı birkaç kişi ve grup var. Onlardan biri, tarihi istatistiklere gömmekle ve sosyal bilimlerin kuyruğuna yapıştırmakla suçladığı Annales’cılar. Ranciére, Marksist tarihçilere de çatıyor; onların söylemini olaylardan, özneden ve siyasi anlamdan çözülmüş biçimde oluşturduğunu belirtiyor.

Ranciére’in derdi, söylenenin ve verilenin altında, bir yerlerde gizli kalanı veya karartılanı ortaya saçmak. Tamam ama tarih üzerine ortaya konanları, Ranciére’in eleştirdiklerini, toptan yanlış saymak mı gerekiyor? O kadar da uzun boylu değil. Böyle davranmak, düşünürün eleştirdiği kimi yönlere kapılmak anlamına gelebilir. Aynı toptancılık, Ranciére’in söyleminin bütün yönlerini çukura atmakla da sonuçlanabilir.

İşin hikâyesinin es geçilmesine karşı duran Ranciére’e şunu sormak gerek: Hikâye, gerçekleri, Ranciére’in deyimiyle olanı, tamamen yansıtır mı? Madem eleştirel bir söylemden bahsediyoruz, karşı cenahtakiler ona bu okları mutlaka fırlatacak.

Ranciére, tarihin sosyal bilimlere dönüştürülme çabasının altında yatan nedenin “tarihsel olayların gerçekliğinin inkâr edilmek istenmesi” olduğunu iddia eder. Netameli bir konu bu, Ranciére’in ifadesi de epey toz kaldıracak türden. Fakat şuna da kulak vermeli: Ranciére, tarihin bilime dönüştürülmesini eleştirirken onun, anlatıyla ve edebiyatla bağının koparılmaya çalışılmasına köpürür aslında. Hatta biraz daha ileri giderek, edebiyatın tarihte hakikati anlatan güçlü bir öğe olduğunu da savunur.

Annales’cıları eleştirdiği nokta da bu: Hikâyelerin aldatıcı dilinden vazgeçen, matematiğin evrensel diline yönelen Annales’cılar Ranciére’e göre ölümcül bir yola sapar. Annales’cılar, bir dönemi anlatırken o zaman diliminin baskın karakteri bir kralın ölümünü de bu nedenle olay dizisinin dışında konumlandırmaya yönelir. Ranciére’in takıldığı soru şu biraz da: Tarih, hikâyesinden sıyrılmış, bilimsel şekilde değerlendirilecek kâğıt yığınları olarak mı kalmaya devam edecek yoksa kendi hikâyesini dikkate alacak mı?

REVİZYONİST, AYAĞA KALK!
Ranciére’in yaptığı bir bakıma yeniden yorumlama. Revizyonist damgası yemesi aslında herhangi bir sorun oluşturmuyor, çünkü yaptığı tam anlamıyla bu.

Tarihteki revizyonizmden ne anladığını kavrayabilmenin yolu, Ranciére’in şu belirlemesinin üzerinde durmayı gerektiriyor: “Tarihteki revizyonizm, siyasi tarafgirliğin veya paradokslara zihinsel düşkünlüğün dolaylı sonucu değil. Sosyal bilimlerin (ne kadar çok itirazla karşılaşırlarsa o kadar şiddetli biçimde) bilime aidiyetlerini teşhir etmelerinin aracısı olan o şüphe politikasının son noktasıdır. Tarihin özel hassasiyeti, onu bu şüphenin sınırdaki, nesnesinin var olmadığını ilan etme haline maruz bırakır. Revizyonist formülasyonun çekirdeği genellikle basit bir formüle sığdırılabilir: ‘Söylenmiş olduğu gibi olan bir şey hiç olmamıştır.’ Bundan çıkarılan sonuçlar, ‘gibi-olmayan-şey’ ile onu çeken ‘hiç’ arasındaki mesafeyi arttırma ya da azaltma çabasına bağlı olarak farklı biçimler alabilir.”

Tarihyazımına ilişkin revizyonist eyleme kapı açan Ranciére, tartışılacak bazı görüşler ortaya atıyor: “Tarihyazımına dönüşen tarih, siyaset biliminin bir dalı, gelişim bozukluklarını inceleyen bilim, bir teratoloji yani meşru siyasetin çatlaklarında söz olayının üremesi sapkınlığının incelenmesini konu alan bir cin kovma ilmi, bir demonoloji haline gelir. Bilimci tarihçiliğe inancın son noktası, sosyolojiye veya siyaset bilimine dönüşen tarihin ortadan kaldırılmasıdır.”

Ranciére’in kaygılarından biri, tarihyazımının bir tür arındırma; sayfayı beyazlatma eylemine dönüşmesini sağlayabilecek oluşu. Annales’cıları kıyasıya eleştirisinin zemininde çoğunlukla bu yatıyor. Geçmiş görüntüyü “telafi” etmek ya da eleyerek sunmak, modern tarihyazımını Raciére’e göre hataya sürükler. “Hakikat, olgu ve rakamların doğruluğundan, kaynakların güvenilirliği ve çıkarsamaların titizliğinden çok daha fazlasını ifade eder”; bu yüzden Ranciére için tarihyazımında böylesine bir “hakikat” önem kazanır: “Tarihin hakikat söylemi olarak kuruluşu, tarih duygusunun kalbindeki çifte yokluğu olumlu biçimde birbirine bağlama imkânına dayanır. Tarih vardır, çünkü bir geçmiş ve kendine özgü bir geçmiş tutkusu vardır. Öte yandan tarih vardır, çünkü kelimelerle şeylerin, adlarla adlandırılanların yokluğu söz konusudur.”

Paranteze alan ya da dışarıda bırakmaya yönelen tarihyazımı pek çok eksikliği içinde barındırır. Ancak yine bir soru doğuyor: Acaba Ranciére, kimi eleştirileriyle bazı tarih yorumları ya da tarihyazımlarını çember dışına hiç itmiyor mu?

Ranciére’e göre tarihin rasyonelliği iki cephede savaş verir: “Bir yandan olayların ateşböceği pırıltılarına ve kralların, elçilerin ve yoksulların gevezeliğine karşı; öte yanda da iktisadi yasaların ve sosyal bilgilerin muzaffer rasyonelliğine karşı.”

Düşünürümüz için buradan çıkarmamız gereken bir sonuç var: Galipler tarih yapmakla övünürken tarihe özgü anlaşılırlığı olanaklı kılan tarih-dışı kaideyi ise “mağluplar” ortaya koyar.

“BİLGİ POETİKASI” MI DEDİNİZ?
Ranciére, tarihin “ne olduğu” ya da “ne olabileceği” üzerine düşünür ve bir çerçeve çizerken bu disiplinin “hakikat muammaları yerine, deneylerin ve bilim nesnelerinin inşa kurallarıyla ilgili içsel delilleri koyan pozitivist imkândan sonsuza dek yoksun” olduğunu vurgular.

Durum böyleyken Ranciére, kendince tutunacak bir dal bulur; “bilgi poetikası” dediği bu can simidi, romanın ve tarihin elveda dediği destana ve hikâyeye geri dönüşe işaret eder. Rakam ve istatistiklere gömülmek istenen tarih, Ranciére’e göre edebiyat başlığı altında veya en geniş anlamıyla bilgi poetikasıyla kendi dilini yeniden kurabilir. Ranciére’in söyleminde ana sorun, “tarihçinin edebiyat yapmasının gerekip gerekmediği değil, nasıl bir edebiyat yaptığı”dır.

Ranciére, uzun uzun anlatır, Annales’cılar ve Marksist tarihçilere yüklü eleştiriler getirirken “bilimsellik uğruna tarihin feda edilmesine” karşı bayrak açar. Tarihin, “hikâyesiyle barışması gerektiği” savını da bu yüzden ortaya atar. Bunun daha açık anlamı, tarihin sosyal bilimler ya da genel olarak bilimin gölgesinde sinikleşmesini kabullenmeyişidir.

Ranciére, Tarihin Adları’nda söylemini; “bilgi poetikası”nı kurarken kavramları kafasında yüzde yüz oturtmuş mu, orada bir soru işareti bulunuyor. Hikâyeye bu denli büyük rol biçmesi, kesinlik ve bilimsellik konusunda koyu çizgiler çekmesi, belli bir iç tutarlılık barındırıyor elbette ama “bilimcilik” ve “sapkınlık” gibi terimlerle hatta ithamlarla yürümesi aklında netleştiremediği şeyler bulunduğunu da gösteriyor. Tüm bunlar da bizi “Ranciére doğru yolda mı?” sorusuna ulaştırıyor.

Tarihin Adları/ Jacques Ranciére/ Çeviren: Cemal Yardımcı/ Metis Yayınları/ 140 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 16.06.2011

10 Haziran 2011 Cuma

ORWELL İSPANYA’DAN BİLDİRİYOR (*)
ALİ BULUNMAZ

George Orwell’i tanıyanlar onun, 1984 ve Hayvan Çiftliği kitaplarıyla söze başlar. Çoğunlukla o söz orada tıkanır kalır. Oysa Orwell’in bu ikisinden başka, hani neredeyse pek çok kişi tarafından pas geçilen kitapları da var.

Örneğin 1922-1928 arası, İngiliz İmparatorluğu Polis Teşkilatı’ndaki yıllarını anlattığı ve istifasının ardından yazmaya başladığı Burma Günleri (1933). Paris ve Londra’da geçirdiği günleri yansıtan Down and Out in Paris (1933) de yine ıskalanan çalışmalarından. Katalonya’ya Selam da az önce bahsedilen kitapları gibi 1984 ve Hayvan Çiftliği’nin gölgesinde kaldı. 1938’de yayımlanan Katalonya’ya Selam, Orwell’in İspanya İç Savaşı’ndaki izlenimlerini aktardığı bir eser. Savaşa milis olarak katılan yazar, görüp yaşadıklarını kâğıda dökerken İspanya’daki hareketliliği, Cumhuriyetçi Cephe’de anarşistlerle komünistler arasındaki çekişmeleri tarihe not düşüyor.

“DÜRÜSTLÜK İÇİN…”
Önce gazeteci sonra da milis olarak İspanya İç Savaşı’na dalan ve hayli ciddi şekilde yaralanan Orwell’in, sosyalist görüşü benimsemesinde cephelerde ve çatışmalardaki tanıklıklarının önemli rol oynadığı bir gerçek. Katalonya’ya Selam’ı biraz da böyle okumak gerek.

Orwell’in cepheye hazırlanırken dikkatini çeken ilk şey, kampta ezici çoğunlukta bulunan Katalanların dürüstlüğü. Karşılaştığı onca sahtekâra rağmen söz konusu kamp Orwell’in hayata bakışını derinden etkiliyor.

Eline silah alana kadar sakin geçen hazırlık aşamasının sonlarında Orwell’in savaş üzerine kaygıları da baş gösteriyor: “Bana göre harp, gümbürdeyen top gülleleri ve sıçrayan çelik parçaları; her şeyden önce çamur, bit, açlık ve soğuk demekti.”

Yazarın İspanya’ya geldiği günlerde ülkenin durumundan da siyasi ayrıntılardan da çok haberdar olduğu söylenemez. Kendisi, sürüp giden savaşa girişini de iki nedenle açıklar: “Faşizme karşı ve dürüstlük için çarpışmak.” Bahsettiği çarpışmada, tamamen eşitlik ve özgürlük vurgusu yapan anarşistlerle merkeziyetçilik ve etkililiği savunan komünistler arasında derin açmazlar bulunur.

Milis’e katılmış savaşmayı bekleyen Orwell, çarpışmalar sürerken elinde silahıyla duran; kendi deyişiyle “soğuk ve uykusuzluktan çekmediği kalmayan bir çeşit pasif nesne olarak yaşamaktan başka bir şey yapmayan biri”dir. Tabii bu arada onu endişelendiren ve hayrete düşüren bazı olaylar da gelişir. Örneğin komünistlerle anarşistler arasındaki sürtüşmenin sertleşmesinden rahatsızlık duyar. Beri yandan İspanyolların harekete geçmeye kesin olarak karar vermelerinin ardından müthiş bir gayretle yan yana gelmesine de şaşırır. Orwell’e göre savaş ortamında hayat bulan çelişkilerdir bunlar.

SAVAŞIN İRONİK “GÖRKEMLİLİĞİ”
Ağır yaralanan Orwell, kendi durumunu tuhaf bir anlatımla aktarırken ölüme yakın olduğunu hisseder ve hissettirir; yolun sonuna geldiğini düşünüp aklından normal zamanda geçirmediği pek çok şeyi bir çırpıda sayıp döker. O garip anda ağzından çıkan sözcükler de ilginç; tüm acayipliğine rağmen “savaşın görkemli bir şey” olduğunu mırıldanır. Elbette yaralanma, ölüm ve öldürmenin de dahil olduğu ironik bir “görkemlilik” bu.

Orwell, tanıklık ettiklerinden hareketle bazı ahlaki çıkarımlar da yapar: “Kocaman kanlı bir savaşın ortasında tek bir bireyin ölümü üstüne fazla lakırdı etmenin faydasız olduğunu biliyorum. Kalabalık bir caddenin ortasına düşen uçak bombası, bir sürü siyasi zulüm ve işkenceden çok daha fazla acı doğurur (…) Bir çarpışmada ölmeye evet; böyle bir şey normal karşılanır ama hayali bir suçlama nedeni bile olmadan, sırf işgüzarlık olsun diye kodese atılmak ve yalnız başına ölüme terk edilmek, bu bambaşka bir mesele.”

Katalonya’ya Selam, Orwell’in savaşta tuttuğu ve romanlaştırdığı bir günce daha çok. Ayrıca kitapta, yazarın muhabir yönü romancılığının bir boy önünde. Savaşa tutuşmayanlara ya da daha doğrusu, çatışmalar arasında kalmayanlara bu durumu anlatmak çok zor. Belki de bu yüzden savaşa göz yuman veya anlamsızca kan dökülürken hiç ses çıkarmayanlara Orwell’in ufak bir hatırlatması var: “Korkarım ki bu uykudan bombaların gürüldemesini duyarak yatağımızdan fırlamadıkça bir türlü uyanmayacağız.” Daha ne denir ki…

Katalonya’ya Selam/ George Orwell/ Çeviren: Jülide Ergüder/ BGST Yayınları/ 262 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 09.06.2011

6 Haziran 2011 Pazartesi

KİTAP DEDİĞİN “SAKINCALI” ŞEY (*)
ALİ BULUNMAZ

José Ortega y Gasset, İspanya’nın en tuhaf ve en sancılı dönemlerini görmüş bir aydın. Üstelik öğrencisi olduğu Unamuno gibi bir ustayla beraber ülkenin en önemli iki düşünürü arasında sayılageldi hep. Bunun nedeni İspanyol kültüründe sırtlandığı “yüktü.” Tavır koyan, daha da ötesi, döneminin “düşünen insanı” olmasıyla hep takdir edildi. İnsanı sarıp sarmalayan ne varsa hepsine büyük bir titizlikle yaklaşmayı denedi. Çalkantılı İspanya’da özgür düşünce ortamı için didinip durdu.

Razón histórica (tarihsel akıl) ve arkasından razón vital (yaşamsal akıl) diyerek mekanikleşen insana çelme taktı. Bu anlamda aydındı; Gasset, aydının görevini ne pahasına olursa olsun “gerçeği araştırıp anlatmak, sevilmeyeceğini bile bile fikir yürütmek ve karşı çıkmak” biçiminde açıkladı. Dolayısıyla en başta döneminin siyasal partilerine, onların salt retoriğe dayanan söylemine başkaldırmıştı.

Gasset’nin başkaldırısının ürünlerinden biri, 1934’te Paris’te sunduğu ve aynı adla kitap olarak Türkçede yayımlanan Kütüphanecinin Görevi (Mission du Bibliotecaire) başlığını taşıyan bildiri. Bunun, Avrupa’yı yakıp yıkmaya başlayacak; kitapları infaz edecek Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm dalgasının sesinin gürleştiği günlerde dillendirdiğini de not edelim.

Hem kütüphaneyi hem de kütüphaneciliği “tarihsel bir şey” olarak nitelemesi, Gasset’nin felsefi söylemiyle uyuşuyor. Buradan hareketle kütüphane ve kütüphaneciliğin geçmişine dair felsefi açıklamalar sıralıyor. Kütüphanecinin “ne olarak” algılandığı ya da bilindiğine de değiyor o belirlemeler; kimi zaman “muhafız”, kimi zaman “avcı”, bazen de “serbest meslek erbabı.”

On dokuzuncu yüzyılda kitabın “oksijen tüpü” işlevi gördüğünü ve “demokratik toplumların kitabın çocuğu” olduğunu söyleyen Gasset, kültürün olgunlaşmasının itici gücünü de aynı kaynağa bağlar. Kısacası “kitleleri yığın olmaktan kurtarmada” kitap önemli bir role sahip. Gasset’ye göre belleği ve düşünceyi koruyup sağlıklı tutmanın yolu kitaptan geçer. Sonuçta kütüphaneci de bu yolda rehberlik görevini üstlenir. Haliyle, “tehlike yaratan” kitapla ilgilenmek ve onu kılavuz kabul etmek de “tehlikeli” olarak algılanır bazılarınca.

Gasset’nin kütüphaneciye “kitabın terbiyecisi” ve “kaynakça belirleyicisi” görevlerini yüklediğini de belirtmeli. Ona göre kütüphaneci, kitabın yerine getirdiği yaşamsal işlevi düzenlemekten de sorumlu; yani, sözün eyleme dönmüş ve onun yazıya geçirilmiş halini düzenleme.

Gasset’nin görüşlerini “1930’ların külüstür anlayışı” diyerek kenara atmaya girişenler olabilir. Ama şunu da unutmamalı: Eldeki tarihsel bir metin; kitap üzerine düşünmeyi harekete geçiriyor hiç yoksa. Üstelik kitap yakıcılarının türemeye başladığı 1930’ların Avrupası’nda, Gasset’nin söyledikleri, hem erken uyarı anlamı taşıyor hem de önceki yüzyılın ve kendi yakın geçmişinin resmini çiziyor.

Kütüphanecinin Görevi/ José Ortega y Gasset/ Çeviren: M. Türker Acaroğlu/ Türk Kütüphaneciler Derneği Yayınları/ 56 s.

(*) Sabit Fikir, Sayı: 4, Haziran 2011.

2 Haziran 2011 Perşembe

SIRADAKİ GELSİN BEYLER! (*)
ALİ BULUNMAZ

Üniversitede okuduğu yıllarda yazar olmayı hiç aklından geçirmeyen, 1996’da bir edebiyat grubuna katılışı ve “Project Mayhem” (Kargaşa Projesi) adlı kısa hikâyeyi kaleme alışıyla yazarlığa ilk adımı atan Chuck Palahniuk’u (CP), zirveye taşıyan kitap hiç kuşkusuz, “Kargaşa Projesi”nin romana dönüşmesiyle ortaya çıkan Dövüş Kulübü. Filmleştirilmesiyle hem kitap hem de CP ününe ün kattı, deyim yerindeyse uçtu. Beat Kuşağı’nın en çok okunduğu yıllarda (1962’de) dünyaya gelen CP’nin sorun ve çalkantılarla geçen çocukluğunun, bugünkü yaratılarına etkisi mutlaka olmuştur ama onun asıl yeteneği, hayal gücünü kurguya hatırı sayılır biçimde yedirmesi ve karanlık dehlizlerde sıkı biçimde dolaşması. Yeraltı edebiyatının önemli ismi sayılması da buna bağlanabilir.

Günümüzdeki ünü ve saygınlığına rağmen, ilk kitabını yayımlatabilmek için kapının önünde epey dikildiğini hatırlatmalı. Bu, onu daha karanlık yazmaya iter, ilk romanı Dövüş Kulübü söz konusu gecikmenin ardından büyük bir patlama yapar.

Tekinsiz, arızalı, hayatı zorlayan ve hayatta zorlanan sarsıcı anti-kahramanlar yaratmayı başaran CP, Ölüm Pornosu’nda da aynı hızla bunu sürdürüyor. Damızlık erkekleri, CP’nin ilk kitabının yayımlanma hikâyesine benzer şekilde kapıda bekleten porno kraliçesi Cassie Wright bir tarafta, kapıyı zorlayan Bay 72, Bay 137 ve Bay 600 başta olmak üzere, tam altı yüz erkek bir tarafta.

Hepsinin bir hayat hikâyesi var. Rekor kırmaya çalışan; altı yüz erkekle seks yaparak erişilmesi güç bir sayıya ulaşmaya çabalayan Wright, bu hayat hikâyelerinin ortaya çıkmasını sağlayan bir kadın konumunda. Anlayacağınız CP, zihni “yoruyor” yine, rahatsız etmeyi deniyor, tabuları yokluyor.

ALTI YÜZ DAMIZLIK ADAM
Porno deyince her yana hatırı sayılır bir kitle dökülür. CP’nin, romanda bu endüstrinin damarlarında dolaşması ve çekimlere okuru katması, (tam da istediği gibi) rahatsızlık uyandırıp büyük bir kalabalığı sıkıntıya sokabilir.

Kitapta gizlisi saklısı kalmayan bu sektörün işleyişi kahramanların gözünden anlatılırken bir bakıma yarışmaya dönüşen çekimler anlatı yarışı haline de geliyor. Hemen herkes rüştünü ispat etmek istiyor yani.

İşin şakayla karışık yönü, daha en başta çizilmiş: “Bir pilici porno filmde oynatmak istiyorsanız, ona bir milyon dolar teklif etmelisiniz. Bir herifi oynatmak istiyorsanız, ona sadece sormanız yeter!”

Bekleme salonunu andıran film setinde, porno sektörünün çaylak, dinozor ve kaşarlarının kümelendiği alanda, herkesin gözü birbirinin üzerinde: Hazırlık yapan, kendi terinde boğulmak üzere olan, rahatlığıyla tüylerini kabartanlar ve koridorun sonundaki kraliçe. CP, bu çokluğun içinde kahramanlarına sektörün gelmişini geçmişini ve püf noktalarını anlattırıyor. Tabii altı yüz tane damızlık adam, bir o kadar hikâye de demek.

Bir odada bekleyen onca adam için bir porno çekiminde yer almak, hayatlarının deneyimi gibi görünürken CP, kraliçe Wright için bunun intihardan farksız olduğunu birkaç kez tekrarlatıyor. Hem okur hem de kalabalıktakiler doğal olarak aynı şeyi soruyor: Cassie Wright ölmek mi istiyor? Bunun örnekleri de yok değil; sektörün intihar ve cinayetlerle dolu olduğunu anlatan kahramanlar, çocuğunun kendisini bağışlaması amacıyla Wright’ın altın vuruş yapıp buradan kazandığını ona bırakmayı istediğini seziyor: “Çocuğunu o kadar zengin edecek ki kart Cassie’yi affedebilecek. Hamile kalışından ötürü, bebeği evlatlık verişinden ötürü. Yanı sıra içine ederek, sıçıp batırarak, üzücü bir şekilde heba ettiği hayatından ve ölümünden ötürü. Cassie Wright altı yüz herifle kefaretini yerine getirirse affedilecek.”

Bekleyen kalabalıktaki damızlıklardan biri; elinde güllerle etrafa bakınan Bay 72, bu hikâyeyi en iyi bilenlerden biri olduğunu düşünüyor. Çünkü kendini “porno bebeği”, yani çekimlerde meydana gelen kaza sonrası doğanlardan biri olarak görüyor. CP, Bay 72’nin elinde güllerle setteki o odada neden beklediğini burada, kahramanın ağzından açıklıyor: Öz annesini (ya da annesi sandığı kadını) görmeye gelen bir delikanlı!

KARA KOMEDİ
Bu arada asistanı, Wright’a gelen yüzlerce mektuptan ve bir dolu çocuktan söz açıyor: “Mektup yazan genç adamlar onunla buluşmak istiyor. Bir ay geçtikten sonra bir kez daha mektup gönderiyorlar, yalvarıyorlar, sonra tehdit ediyorlar. Genetik geçmişlerini ve kalıtsal hastalıklara eğilimleri olup olmadığını öğrenmek istediklerini söylüyorlar. Diyabet’e, Alzheimer’a. Bazısı, kendisine daha iyi bir hayat verdiği için Bayan Wright’a teşekkür etmek istediğini veya en doğru olanı yaptığını görsün diye başarılarından bahsetmek niyetinde olduğunu söylüyor (…) İzleyici kitlesi, Wright’ın şişme bebeklerini ve imzalı iç çamaşırlarını sanki kutsal emanetmişçesine topluyor. Hiç sahip olmadıkları gerçek annelerinin, mükemmel annelerinin yadigârlarını. Onları yeterince öven, destekleyen, seven annelerinin Frankeştayn parçalarını veya dini totemlerini bulmak için hayatlarının sonuna kadar çabalamaya hazırlar.”

Wright’ın peşindeki genç ve kart adamlar dikkate alındığında mektuplar, hediyeler, izlemeler ve onun piyasaya sürülen eşyalarını edinmeler pek de önemli görünmeyebilir ama işin bir de gerçeği öğrenme yanı var ki, mektuplar onun kanıtı.

CP, damızlık erkeklerin kendi arasındaki muhabbetlerden, deneyimli oyuncuların çaylak ve adayları kıstırmasından, Wright ile elinde numaralar ve kronometreyle etrafta dolanan asistanın bileşiminden hareketle canlı bir ortam kotarmış. Araya sıkıştırdığı efsane ve abartılı hikâyelerle kenar süsünü de tamamlamış. Hem endişeli hem de heyecanlı bekleyişe, hafif yollu sorgulamalar da eklemiş: “Bütün kimliğiniz bir anda yok olursa ne yaparsınız? Bütün hayat hikâyeniz bir yanlıştan ibaret oluverirse, bu durumla nasıl başa çıkarsınız?”

CP’nin okuru sürprizlere hazırladığı da bir gerçek. Tıpkı polisiye romanlarda katil olduğu düşünülen kişinin elde patlayıp cinayeti başkasının işlediğini fark etmeye benziyor bu. Onca kurgunun ve kahramanın içinde CP, esas oğlanı (ya da kızı) bir anda önümüze atıveriyor. Gerçekte kim olduğunu bilmeyen, kim olduğunun ayırdına varan ve aslında neler olup bittiğini en baştan beri bilen kişiler arasında dönüyor konuşmalar.

CP’nin kitaptaki ayrıntılı anlatımına bakılırsa, porno sektörüyle ilgili hayli bilgi sahibi olduğu görülür. Bu da, romanı yazmaya başlamadan önce etraflı bir araştırma yaptığı konusunda pek şüphe bırakmıyor.

Tüm bunlar yaşanırken, kronometrenin işleyişi CP tarafından, hem zamanın kısıtlılığını hem de gerçeğe hızla nasıl yaklaşıldığını gösteriyor. Romanı okuyanın tepesinde, duvara fırlatılıp paramparça olana dek, adeta Demokles’in kılıcı gibi bir sağa bir sola sallanıyor.

CP, adına uygun biçimde ölüm pornosuna dönüşen film seti ve çekimlerinde, birbiriyle kesişen hayatları sayfalara taşımış. Bu anlamda, tahmin edilen veya edilemeyen, şaşkınlık yaratan ya da kolayca kabullenilebilen olaylarla örülü kitaba kara komedi nitelemesi kolayca kondurulabilir.

Sette bekleyen altı yüz adam, “porno ancak hiç ümidin kalmadığında yapabileceğin bir iştir” sözünü doğrularcasına, çıkış yolu için toplananların durumunu özetliyor. Üstelik bu adamlar, isimlerinden önce numaralarıyla anılıyor: Bay 72, Bay 137 ve Bay 600 bunlardan sadece üçü.

Damızlık erkeklerin adlarından önce numaralarıyla zihnimize kazınması, CP’nin onları rakamların yan yana gelişinden ibaret yarışmacı “kimliğiyle” öne çıkarmasını sağlamış. Bir bakıma hepsi figüran.

Gerçek adı ve kimliğinden sıyrılmış kahramanlarla yola çıkan CP, kaybedenler kulübüne porno sektörünü merkeze alarak ya da onun aracılığıyla yaklaşıyor. Kazanmak için bu alanın her aşamasında ne varsa yaşamayı göze almış ve böylece kendine sahte bir dünya yaratmış ama gerçekle de yine burada yüzleşen kral, kraliçe ve figüranlarla CP, hayatın arka sokaklarını kurcalayıp önümüze koyuyor.

***

“Muzır Kurulu”, William S. Burroughs'un Yumuşak Makine'sinden sonra Palahniuk'un Ölüm Pornosu'na da el attı ve kitaba soruşturma açıldı. Roporda, “muzır” kitaptan yapılan “alıntılarla” güçlendirilen “cinsi arzuları istismar” gerekçesi ve kitabın dilinin “kaba argo” oluşu öne çıkıyor. Yasak ve soruşturmalarla yükselişe geçen “ileri demokrasi”nin cümlemize hayırlar getirmesi dileğiyle...

Ölüm Pornosu/ Chuck Palahniuk/ Çeviren: Funda Uncu/ Ayrıntı Yayınları/ 190 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 02.06.2011