27 Ekim 2009 Salı

TARİHSEL YANILGININ PEŞİNDE (*)
ALİ BULUNMAZ

Yalnızca gelecek, 1933’te hakiki Almanya’nın hangisi ve gerçek Almanların da kimler olduğunu söyleyebilecektir: Zamanın az ya da çok materyalist-mitik ırkçı önyargılarını onaylayanlar mı yoksa geçmişteki Almanların hürmet edip ebedileştirdikleri geleneklerin mirasçısı olan kalbi ve aklı temiz Almanlar mı?”
Edmund Husserl, 4 Mayıs 1933

“Delirmesine ramak kalmak, delilikten beter. Deliren kaçar. Çekip gider. Delirmesine ramak kalansa, bir parçasını geride, gerçekler dünyasında bırakır. Bu kalan parça dehşetin varlığından haberdar eder onu. Onda dehşeti soruşturma arzusu uyandırır.”
José Pablo Feinmann


Tarih denilen koca kitap, biraz da yanılgıların; hata ve yanlışların satırlarını sunmaz mı kendisini okumak isteyenlere? Yaşanmışlıkların önemini ve yanılgı (tarihsel hata) olup olmadığını insanoğluna yine zaman gösterir.

Varoluşçu felsefenin ağır toplarından Martin Heidegger’in yaptıkları da zaman mahkemesinde değerlendirilmiş, belli tartışmalarla beraber onunla ilgili kimi fikirlerin oluşmasını sağlamıştır. Heidegger’i felsefi söylemiyle birlikte tartışılır kılan, 1933’teki rektörlük konuşmasıdır. Bu konuşmayı anlamanın yolu, o dönem Almanya’da olup bitenleri kavramaktan geçer.

REKTÖRLÜK KONUŞMASI
1933’te Hitler iktidarı ele geçirdiğinde tüm kurumlarla beraber üniversite de baskı altına alınır. Nasyonal Sosyalist Parti, üniversitelerden “ulusal devrimi” desteklemesini isterken aynı zamanda Yahudi araştırmacı ve öğretilerden kurtulmasını da emreder.

Freiburg Üniversitesi rektörünün protesto amaçlı istifası sonrasında öğretim üyeleri bu göreve oybirliği ile Heidegger’i seçer. Rektörlük konuşması, onun Nazizme destek konuşması biçiminde değerlendirilir. “Alman Üniversitesi’nin Kendini Doğrulaması” başlığını taşıyan konuşma, o dönem ve ileriki yıllarda büyük fırtına koparır.

Nazi kültür politikalarına yenilmeyen, felsefesini de tam anlamıyla benimsemeyen Heidegger, Hitlerciliği sonradan “insanlığın yapısal bir hastalığının tarihsel bir patlayışı” şeklinde ifade etse de, rektörlük konuşması ve Hitler’e yazdığı mektupta yer alan “Führerim, siz bizim insanlığımızın ihtiyaç duyduğu kurtarıcısınız” satırları onu hep kovalar.

José Pablo Feinmann, Heidegger’in Gölgesi isimli romanında düşünürün tartışmalı yaşamı ve eylemlerinden bir kesitle birlikte, ondan etkilenerek Nasyonal Sosyalizme yönelen bir babayı, onun itiraflarını ve oğlunun, o dönemi ve babasını anlamak üzere savaş sonrasında Heidegger’e ulaşma çabasını okurla buluşturuyor.

HER ŞEYİ DURDURAN FIRTINA
Dehşetin sayfaları rektörlük konuşmasıyla açılır. Anlatıcı, oğluna Martin ismini koyuşunu da Nasyonal Sosyalist oluşunu da Heidegger’in o konuşmasına borçlu olduğunu belirtir. Ne de olsa Heidegger’in konuşmada geçen son sözü her şeyi açıklar: “Bütün büyük şeyler fırtınada durur.”

O günler, Hitler’in “ulusal gurur” olarak görüldüğü günlerdir aynı zamanda. Büyük bir savaşta alınan yenilgi sonrası “umut” aranan ve bulunan; Nazizmin yayılıp insanları hipnotize ettiği zamanlar. Beri yandan Heidegger’in yükseliş dönemi. Felsefi söylemi, kitapları ve seminerleri gençleri peşinden sürüklüyor. Varlık ve Zaman, o günlerin kült eseri, elden ele dolaşır. Anlatıcı Dieter Müller oğluna yazdığı mektupta, Varlık ve Zaman’ın kendisini “kör ettiğini” söylüyor ve bu kitabı okumadan dünyadan göçüp gitmemesini öğütlüyor. Tüm bunlar olurken, Heidegger’in “Almanya’yı kurtaracak” hareketin “metafizik ruhu” biçiminde algılanışı da anlatıcı Müller’e göre aynı zamana denk geliyor.

Romanın ilk sayfalarında geçen “Tarihin bu yol kavşağında insanları tanımak mümkün mü? (…) Hepimiz bizi aşan, sürükleyen olaylar ağında yaşamıyor muyduk?” (s. 26) sözü, fırtınalı günleri tanımlıyor gibi.

“Üstat” Heidegger, Rainer, Müller… Tam anlamıyla tanınıyor muydu? Keşmekeşin içinde kimin kim olduğunu anlamak güç. Anlatıcı böyle diyor. Bir de şunu: 1930’lar Almanya’nın kaderinin sokaklarda çizildiği yıllardı. Rainer ve Dieter düşmanı iyi tanıyordu: Bolşevizm. “Ülkeyi kurtarmak” adına girişilen bir mücadelenin parçasıydı ikisi de. En azından öyle hissediyorlardı. Yahudi kapitalizminin Almanya’yı Sovyetlere teslim edeceğinden emindiler.

Luger marka tabanca bu noktada devreye giriyor; okuyucu onu masanın üstünde dururken görüyor. Nefretin tetiğini çeken, Dieter Müller’in yol ayrımına gelişini gösteren ve Rainer’in SA’ları bir varlık olarak; nefretin meşrulaştırılma aracı biçiminde gördüğü bir silahlanmadır, öfke patlamasıdır büyüyen. Filozofların savaşçılara “gerçek var oluşu ve ölüme yönelik varlığı öğretecek öğretmenler” gibi görüldüğü bir ortam aynı zamanda gelip karşımıza dikilen (s. 38).

Heidegger’in Nazizmin öncüsü; rektörlük konuşması ve partiye üyeliğiyle gerçek anlamda felsefi bir önder olarak görüldüğü anlaşılıyor. Hiç olmazsa Rainer ve belli oranda Müller için. Şu söz bunu gayet iyi açıklıyor: “Heidegger bizi köklerimize götürdü; Alman büyüklüğünün gerçek köklerine, Eski Yunan’a” (s. 53). Hitler “kurtarıcı” iken, Heidegger de “asalet” kazandırır Almanya’ya göre; manevi bir aristokrasi yaratır.

Romanın ilk bölümü Müller’in oğluna itirafları, açıklama ve olayları sıralayışını yansıtır. Pek çok şey arka arkaya sıralanır: Nazilerin iktidara gelişi, Heidegger’in rektör seçilişi ve yaptığı konuşma, ertesi yıl rektörlükten ayrılışı; onun Nasyonal Sosyalizmin teorisyeni ya da “Freiburg Führeri” olarak görülüşü… “Üstat” Heidegger’in “ulusumuzun tarihsel misyonu Batı’nın merkezinde bulunmak” sözü, bu bakış açısını doğruluyor Müller’e göre (s. 99).

Belli bir süre sonra Müller’in Nasyonal Sosyalizmin bayağılıklarından tiksinip, bunlara “felsefe” demekten vazgeçişi ve Almanya’yı terk edişi de sıraladığı olaylardan biri.

Oğluna bıraktığı mektubun sonuna doğru Arjantin’de bulunduğu anlaşılan Müller, savaşın bitişini ve insanların o günkü koşullarının “ölüme aşık olma” durumunu gözler önüne serer; Nazilerin düşmanları değil, nesne haline getirilen insanları öldürüşünü vurgular. “Bağışlanmaya ihtiyacım var” deyişi de bu yüzden belki. Suç ortaklığı; doğrudan olmasa bile verdiği destekle dolaylı biçimde öldürüm makinesine arka çıkıştan ötürü, gaz odalarına giden insanlar tarafından affedilmek istiyor. Oğluna da aynı nedenle yazıyor mektubu: Bağışlanmak için. Oğlunun da onu affetmesi için.

SESSİZLİĞE SIĞINMAYAN GENÇ BİR ADAM
Romanın ikinci bölümü genç; oğul Müller’in hikâyesi. Martin Müller, Heidegger’e çok yalın bir soru ile yaklaşıyor tüm olup bitenlerin ardından: “Ne yapmayı düşünüyorsunuz?” Luger burada yine soluk alıp vermeye başlıyor; genç Müller, Heidegger’i öldürme niyetinde olmadığını, sadece onu tetikte tutmak amacıyla tabancayı ortaya çıkardığını söylüyor.

Babasının ölümünden üç yıl sonra Heidegger’le yüzleşiyor. Foucault’nun yardımıyla “insanın ölümü” söylemini sorguluyor. Bir anlamda hümanizmin ölümünün, insanın ölümü demek olduğunu düşünüyor.

Hümanizmin ve dolayısıyla insanın ölümü, öldürülüşü karşısında tavır almamakla eleştirdiği Heidegger’e önemli bir suçlama yöneltir genç Müller: “Sessizliğe sığındınız. Sessizlik bir tür ölüm değil midir? Sözünüzün ebediyen duyulmayacağı uçsuz bucaksız bir toprak, Üstat, sessizliğinizin ifadesi değil mi?” (s. 147). Sonraki satırlarda okuyucu, genç Müller aracılığıyla bir başka soruyla karşı karşıya bırakılır: Sessiz kalmanız, suçunuzu görmezden gelmek için mi?

Oğul Müller, babasından kalan mektupla Heidegger’in peşine düşüp iz sürüyor ve “benim size yaptığım yolculuk, aslında babama yolculuktur” diyerek, ne tür bir keşif için yollara koyulduğunu duyuruyor; babasını anlamaya çabalıyor.

Babasının, mektubunda gaz odasına götürülen bir adama ithaf ettiği son satırları genç Müller’i yaşananların ne anlama geldiğini sorgulamaya itiyor öte taraftan: “Çöpsün, çöpler arasında öleceksin. Senden bağışlanmayı diliyorum. Sana karşı suçluyum. Seni neye çevirdilerse ben oyum. Senin gibi ben de çöplükte çöpüm. Ya da daha kötüsüyüm. Çünkü kendini masum sanan, bilmemeyi, adıma, adımıza, Almanya’nın adına sana yapılandan haberdar olmamayı seçen biriyim. Öyleyse ben de seninle çöp gibi çöplükte öleceğim kurtuluş yok” (s. 159).

Bu satırlar, genç Müller’e miras kalan ve babasının intiharında başrolü oynayan Luger’in neden hep sayfaların gizli kahramanı olduğunu da açıklıyor sanki: Luger, Heidegger’e doğru uzanıyor ve o soru yine tekrarlanıyor: “Ne yapmayı düşünüyorsunuz?”

Genç Müller, yaşadığı Arjantin’de kurulan cuntanın insanları kaybedişini, öldürüşünü ve işkenceden geçirişini, Nasyonal Sosyalizmin eylemlerine benzetir. “Her şey Tanrı adına” veya “bozguncuları dize getirmek” için yapılıyordu! Tıpkı Nazilerin Almanya’da yaptığı gibi: “Kötülüğe karşı verilen savaşta yapılması gerekenler kutsaldır” deyişi de buradan türetilmişti.

1976’da Heidegger, Arjantin’deki en kanlı dönemde öldüğünde, genç Müller, ülkesinde gerçekleşenlerle 1930 ve 40’lı yılların Almanya’sında olanları Nasyonal Sosyalizmin devamı şeklinde nitelendirir. Baskı artınca Freiburg’a dönen Müller kazazede gibi karşılanır. Bir zamanlar babasının ders verdiği Tarih Felsefesi kürsüsüne atanır. Pardösösünün cebindeki Luger’i nehre fırlatır; yakın geçmişte dehşeti ve kıyımı sürükleyen o nehir, Luger’i içine alıp akar gider.

İtiraflar, pişmanlıklar, kayıp ve hesaplaşmalar; yanıtı, alınmak istenen kişi tarafından verilmeyen o soru; “Ne yapmayı düşünüyorsunuz?” sorusu kalır sadece. Sessizliğin ağırlığı, silahın nehre düşüşüyle çıkan ses sayesinde bozulur.

Feinmann, romanı entelektüel yanılgı üzerine kurgularken, baba Müller’in itirafları, pişmanlıkları ve oğul Müller’in sorgulamaları; babasının ve Heidegger’in peşinden gidişini okuyucuya sunar. Bu sürükleniş onu, tarihsel gerçeklerle, zamanın yargılayıcılığıyla ve geçmişe dönük hesaplaşmalarla buluşturur.

Babasını, Heidegger’i ve o dönem gerçekleşen eylemleri anlamaya çalışan genç Müller, aynı zamanda tarihin akışını da kavramaya çabalar. Hataları ya da o zamanın “doğrularını” irdelemeye koyulur.

Babadan kalan mektup ve silah, oğlun bunları sahiplenip yakın geçmişte; bir başka deyişle gölgede kalanları ve sessizlik ile mektubun satırlarında yükselen çığlığı eşelemesi romanın bam telinin yarattığı tınıdır. İnsanları “çöp”e dönüştürenlere yönelik önemli bir isyanı barındırır bu tını. Geç kalmış olsa da.

Heidegger, her ne kadar kaçamak yanıtlar verse ve çoğu zaman sessiz kalsa da ona yakın birinden gelen, yanılgıyı ortaya koyan ve genç bir adamın geleceğe taşıdığı haklı bir yergi ve itiraftır karşımıza çıkan.

Heidegger’in Gölgesi/ José Pablo Feinmann/ Çeviren: A. Cengiz Büker/ Doğan Kitap/ 172 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 22.10.2009

21 Ekim 2009 Çarşamba

KİTAP İNSANI DEĞİŞTİREBİLİR (*)
ALİ BULUNMAZ

İnsani gelişimin merkezinde yer alan kitap, yeri ve önemini yitiriyor mu? Lindsay Waters'ın sözcüklerini kullanırsak, akademi ve akademik dünyanın kalbi kitap, piyasaya yeniliyor mu?

Kâr amacının ötesinde, yayınevinin kendi kendini döndürmesini ve kitabın değerinin kavranması gerektiği üzerinde duran Waters, yayıncıların salt kâr güdüsüyle çalışmaya yönelmesini eleştiriyor. Waters'ın temel izleği, kitabın insanları değiştirebileceği.

KÂR DEYİNCE AKAN SULAR DURUR
1984'ten bu yana Harvard Üniversitesi'nin İnsan Bilimleri Yayınları'nın yönetmenliğini yapan Waters, söze başlarken ABD'de Californiya, Duke, Stanford gibi kimi üniversitelerin insan bilimleri yayınlarına yönelik ciddi kesintilere gittiğini ifade ediyor.

Waters, “Kitaplar ne işe yarar? Yayınlar ne içindir?” diye sorduktan sonra, Akademinin Düşmanları'nı yazış amacını duyuruyor: “Burada, huzurunuzda bulunuyor olma nedenim kitaplara karşı beslediğim ölçüsüz sevgi. Onları neredeyse insanları sevdiğim kadar seviyorum” (s. 9).

Waters karşılaştığı ilginç bir soruyu aktarıyor: “Nasıl olur da sistemi eleştirebilirsiniz? Harvard Üniversitesi Yayınevi olarak sistem siz değil misiniz?”

Bu soruların yanında, parayı kitaba yatıranın sistem ve piyasa için iş yapmadığında çoğunlukla kaybedişi, yayıncıların önünde kaba bir gerçek olarak duruyor. Üniversite yayınevlerinin kâr sağlamayı düşünmesi de bu nedenle hayalciliğin ötesine geçmiyor. Kaldı ki Waters da bunun karşısında. Üniversitelerin tefecilere bırakılması genel anlamda rahatsızlığı körüklüyor. Waters'a göre bu kişiler üniversiteleri şirketleştiriyor, kitapların ve yayınların içini boşaltarak, özellikle insan bilimlerinde “söz” sahibi oluyor.

Akademik sürecin temel yapı taşı yayıncılık ya da yayın faaliyeti de, bahsedilen tehlikenin kollarında Waters'a göre. İnsan bilimlerinde bir kriz söz konusu ve bunu yaratan da, neyin değerli olduğuna dair sayılara dayanan varsayımlar: “Kitaplar da nicelik belirten nesnelere dönüşünce, insan bilimlerinin çalıştığı diğer bütün şeyler de değerini yitiriyor” Waters'ın gelip dayandığı soru ve buna yanıt arama süreci de hayli ilgi çekici: “Acaba akademi dünyası Amerikan toplumunun büyük kısmını saran bulaşıcı sahtekârlığın kendisine de sirayet etmesine izin mi verdi?” (s. 14).

UYUMLU OL, BOZULUŞA AYAK UYDUR!
Waters, insan bilimcileri krize iten şeyin “bilim insanının kaç tane yayın yapması gerektiğine dair mantıksız beklenti” olduğunu savunur: “Mesele, nasıl algılandığına bakılmaksızın sadece üretime yoğunlaşılması. Bu iki öge -üretim ve algılanış- arasındaki denge kaybolup gitti. Yapmamız gereken bu ikisi arasındaki ahengi yeniden inşa etmek.”

Bugün özgür olduğunu sanan akademisyenler ve özellikle de insan bilimciler, çok daha üretken ya da elli yıl öncesine göre daha iyi işler çıkarıyor gibi görünebilir. Waters, bunun sadece yayın sayısındaki bir artış olduğunu dile getiriyor. Kısacası bu bir cila. Üstelik kadro silahı üniversitede, üretimi etkileyen bir belirleyici konumunda. Waters, bugünkü şartlarda bir yardımcı doçentin iyi bir kitap yazabilmesi için, olağanüstü yeteneklere sahip olması gerektiğini söyler: “Bir yardımcı doçent başına kadro silahı dayanmışken ve üretkenliği ile ilgili beklentiler yükselmişken her şey olabilir ama özgür olamaz.”

Üniversitelerin, zihnin özgür kullanımına karşı duvarlar ördüğünü belirten Waters, yönetim kadrolarının yenilik ve içeriğin ayrıntılarıyla uğraşmaktan yana olmadığına dikkat çeker. Günün gerçeği ve geçerli olan ilkesi uyumluluktan başka bir şey değil. Özgüvene ve eleştirelliğe “panzehir” olarak geliştirilen bu ilke, çoğu alandakine benzer şekilde akademik dünyada da yükselmenin koşulu haline getirildi. Böylesine bir bozulmanın insan bilimlerini etkilemesi ise kaçınılmazdı. Waters, “bilinç, tecrübe ve hakikat” gibi kelimelerin son otuz yılda insan bilimciler için “utanç kaynağına dönüştüğünü” söylerken bu bozulmuşluğa işaret eder.

Waters, “yok edici” olarak tanımladığı günümüzün sistemi ya da bireyin rolünün hiçe sayıldığı hâkim ortodokside, kişinin “gerek bilim insanı gerekse sıradan bir vatandaş olsun, sistematik şekilde yok edilmesini emredildiğini” belirtir. Sistem böyle olunca, hem akademinin hem de akademik yayıncılığın çözülüşü kaçınılmazdır.

Kitaplar, hâlâ insanları değiştirecek güce sahip mi? Waters bu konuda umutlu. Pragmatistler, kelimeler ve kitapları “macuna” benzetir; bu ikisi onlar için “insanlara hükmetmek amacıyla şekillendirilebilecek şeylerdir.” Aynı pragmatistler eleştirel okumayı kişilerin, metinler ve insanlar üzerindeki iradesini denetlemek adına fırsat olarak görür.

Waters, pragmatistlerin maskesini düşürmesinin ardından bilimin sessizliğini eşeler. Wittgenstein'ın “doğurgan sessizliği” değildir adını geçirdiği; kabulleniş ve bir anlamda yok oluştur: “Kadro alabilmek için 'yüksek' üretkenliğin kural ve hedeflerine itaat etmeli ve bağımsız bir zihin olmadığını ispatlamalısınız” (s. 79).

Waters'ın nitelikli yayın ve piyasaya boyun eğen üniversiteler türünden sorunlara yalın bir çözüm önerisi var: İnsan bilimciler, yeniden yargı koyar hale gelmeli ve sistem karşısındaki mutlu yüz ifadesini değiştirmeli.

Waters'ın, piyasa-akademi ekseninde geliştirdiği eleştirileri ve akademik dünyanın piyasalaştığına dair yergileri, ABD'de sistem için üst düzey yönetici yetiştirme göreviyle tanınan (bu anlamda bir marka olan) Harvard Üniversitesi çatısı altında dillendirmesi kitabı daha da ilgi çekici kılıyor. Kısacası Waters, okuyucuya içeriden biri olarak sesleniyor.

Akademinin Düşmanları/ Lindsay Waters/ Çeviren: Müge Özbek/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi/ 84 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.10.2009
DURMAYIN, BİR ADIM ATIN (*)

Aslı ULUŞAHİN
Ali BULUNMAZ

Wittgenstein'ın güzel bir sözü var: “İlkin gezginliğe çıkman gerek, sonra yurduna dönebilir ve oradakileri anlayabilirsin.” Bu söz, ister düşünsel bir gezinti ister yolculuk biçiminde ele alınsın, insanın ele avuca sığmaz devingenliğini yansıtıyor sanki.

İnsanoğlu hep hareket halinde. Yaşama katıldığı günden bu yana bir şekilde gezginliğe bulaşmış. Kendini, gidişini, dönüşünü, içeriyi ve dışarıyı anlamak ve görmek adına sürekli yollara düşmüş. Kimi zaman meraktan kimi zaman bir kaçış yaratmak için çantasını sırtına almış. Kısacası yollara koyulmuş; görmeye, keşfetmeye, öğrenip bilmeye yönelmiş.

Gezginler İçin Unutulmaz Yolculuklar, Yürüyüşler, Şeyler, Yerler, Adalar adlı dizi dünyanın dört bir yanına yapılan seyahatleri yazarlarının gözünden anlatırken, insanları yenileri için deyim yerindeyse kışkırtıyor.

Bilgi ve iletişim çağında hemen her şeyi elinin altına alan (ya da aldığını sanan) insan, gezginliği de sanal boyuta taşımayı seçiyor çoğunlukla bugünlerde. Dizinin yazarlarından Steve Watkins ve Clare Jones'un buna itirazı var: “Yolculuğa çıkmayı tercih etmeyenler için en iyisi, dünyayı başkalarının gözünden izlemektir. Oysa web sayfalarında ne kadar dolaşırsanız dolaşın, ne kadar dergi, kitap ya da gazete okursanız okuyun, televizyonda ne kadar gezi programı izlerseniz izleyin hiçbir şey gerçek bir yolculuğun yerini tutamaz.” Watkins ve Jones, coğrafyaları masa başında tanımanın olanaksızlığından dem vurarak “adım atın” demeye getiriyor sözü. Bir anlamda “önce gezginliğe çıkın...” öğüdünü veriyor.

BOTLAR, YOLCULUKLAR
Coğrafya atlasını hatmetmek veya internette yolculuğa çıkmak, kimseyi gezgin ya da bilgin yapmıyor. Önemli olan yolculuğun kendisi, yani bir çeşit deneyim. Yabanıl yaşamdan dünyanın kentlerine; tarihe ve kültüre dek sürülen izler. Bostwana'da doğal ortamın içine dalmak veya Patagonya'da bir buzulu adımlamak...

Yolculuk özünde keşfetmeye dayanıyor. “Unutulmaz” dizisinin hemen her kitabının tüm sayfalarında bunu görmek mümkün. Avustralya'daki ırmak gezintisi, Fransa'daki Midi Kanalı ve ABD'deki 66. Otoyol seyahati, önünde sonunda keşfetmenin kapısını aralıyor. İsveç'in Laponya'sında Ren Geyiklerini görmek de aynı kapıya çıkıyor, İpek Yolu'nda; Pekin'den Semerkand'a uzanan serüven de.

“Kara Kıta”nın Ruanda'sında gorillerle yüz yüze gelmek ya da Kanada'nın Yukan Irmağı'nda bir zamanların altın avcılarının izini sürmek, yine eşsiz kaşifliğin bir parçası. Mimar Gaudi'nin Barcelona'daki yapılarını görmek, insanı Avrupa ile yüzleştiriyor; doğa-kent uyumunu beğenilere sunuyor.

Meksika'nın Sierra Madre dağlarındaki 653 kilometrelik tren yolculuğu macerası ise, 4 bin metreden dünyaya bakış gibi Watkins ve Jones'a göre. İrlanda Wiclow'daki atlı karavan seyahati ise tam bir dinginliği çağrıştırıyor. Orta Amerika'da Kosta Rika'nın Pacuare Irmağı'nda gerçekleşen rafting, tam bir adrenalin yüklemesi. Watkins ve Jones için bu yüklemenin gerçekleştiği Nicoya Yarımadası da sağlam bir bedenin test edilmesi demek.

Watkins ve Jones'un uğraklarından biri de Uzakdoğu: Singapur, Malezya ve Tayland'a Doğu ve Şark Ekspresi'yle yapılan gezi. Tropik ormanlar, çeltik tarlaları ve kireçtaşı kayaları arasındaki egzotik yolculuk.

Fas'ın Dra Vadisi'ni ziyaret ise çöl kentleri ya da çölün kendisini hissetmek demek. Göçebeler, deve kervanları, kasaba ve vahalar... Afrika'nın kuzeyindeki çekici ortam. Madalyonun diğer yüzü ise buz çölü; Antartika. Üç ay güneş yüzü görmeyen, sessizliğin kıtası. Watkins ve Jones Antartika için “macera yolculuğunun doruğu” ifadesini kullanıyor.

Aynı ikilinin kaleme aldığı, “Unutulmaz” dizisinin bir başka kitabı Yürüyüşler, koşturmacada bir soluklanış gibi algılanabilir. Onlara göre yürüyüş “yavaş seyahat”; “keskin bir görüş ve ayağı daha yere basan gezginlik” demek.

Watkins ve Jones bu kitaba 30 yürüyüş almış. Ortalama forma sahip bir insanın tüm bu gezileri rahatlıkla gerçekleştirebileceğini söylüyor iki yazar ve ekliyor: “Seyahat etmenin bir yolu olarak yürümeyi seçmek, belki de yalnızca hafif bir ayak izi bırakarak çevre sorunlarına verebileceğimiz geçici bir yanıttır.”

ABD'deki Yellowstone Ulusal Parkı'ndan başlayan yürüyüş, İtalya'nın Amalfi Sahili'ne uzanıyor. İskoçya'yı geçip, Japonya'nın Kyoto kentine gelince, eski imparatorluğun içine dalıyor okuyucu ve tapınaklar meraklıları bekliyor.

Yağmur ormanlarıyla bezeli Dominika bir başka durak. Flemenko'nun anavatanı Endülüs-İspanya'daki celep yolları, doğal koridorlarıyla yürüyüşe girişenleri selamlıyor. Batı Avrupa'nın çatısı olarak nitelenen Mont Blanc da zorlu bir yolculuk demek.

Fransa'da Somme Savaş Alanları'ndaki adımlar ise 1916'daki büyük çarpışmalarda hayatlarını kaybedenler için saygı anlamına geliyor. 93 yıl öncesinin 19 bin kaybını gün ışığıyla buluşturuyor bu yürüyüş.

Amsterdam kanalları, hareketli kent yaşantısının durgun sularını kazıyor zihinlere. Watkins ve Jones kanallar için “su yolları boyunca yürümek, kanallarla şekillenmiş bir şehrin teklifsiz çekiciliğini içine çekmenin en mükemmel yolu” diyor.

Güneye, yine “Kara Kıta”ya, Tanzanya'daki Kilimanjaro Dağı'na tırmanış, Watkins ve Jones'un aktardığı gibi beş ayrı iklimi yaşatıyor. Takesi Parkuru'yla Bolivya üzerinden İnkalara ulaşmak mümkün, Arizona'da Coyote Tepeleri'nde soluklanmak da. Tepeler, Watkins ve Jones'a göre “Dali'nin bile hayal edemeyeceği gerçeküstü” bir mekân. Botların bağcıkları bu tepelerden inince çözülüyor.

YERLER, ŞEYLER
Yakın dönemde ekranlara gelen bir reklam filmi vardı hani. Önce ne monoton bir hayat yaşadığımızı yüzümüze vuruyor, ardından, ömrünüzü geçirdiğimiz alan işte şu A ile B arasındaki mesafe kadarcık diyordu. Ekrana, film oyuncusunun çok uzaklardaki bir adada gülümseyen yüzü yansıdığındaysa, sinir olmak düşüyordu biz erkan başındakilere.

Steve Davey imzalı Gezginler İçin Unutulmaz Yerler isimli kitap da aynı sinir bozukluğunu yaratıyor doğrusu. Dünya üzerinde gidip görülmesi gereken -ama çoğumuzun henüz görmediği- ne muhteşem yerler olduğunun böyle bir sunumla gözlerimizin önüne getirilmesi, insanın kendini kaplumbağa gibi hissetmesini sağlıyor. Oysa mesele de burada yatıyor. Yani kaplumbağalıktan vazgeçmekte, evden başını çıkarıp yalnızca yaşadığın yere değil, tüm dünyaya bakmakta, çekip gitmekte... Tıpkı Thelma ve Lousie’nin yaptığı gibi...

Hatırlarsınız onları... Yaşadıkları hayattan öyle sıkılmışlardı ki, atlayıp otomobile uzaklara doğru gaza bastı. Yolda başlarına gelen olaylar bir kenara, 1991 yapımı filmin kahramanı bu iki kadın, yolculuk sırasında kendini buluyor, adeta yeniden keşfediyordu. Zaten yolculuk bu anlama gelmez mi? Başka yerlerle birlikte kendini keşfetmek... Filmin sonunda, Thelma ve Louise, Büyük Kanyon’a sürerler otomobillerini. Ancak bu bir final değil, yeni bir başlangıç, özgürlüğü uçuştur sanki.. Thelma’nın eşarbı keyifle uçuşurken, otomobilin gökyüzünde süzüldüğünü hayal edersiniz. Kitapta yer alan, Kanyon’un fotoğraflarına bakarken, yönetmenin onları neden buraya kadar kovaladığını anlıyorsunuz. Kanyon, uçsuz bucaksız görüntüsüyle, özgürlüğü ve sonsuzluğu çağrıştırıyor.

Davey’in kitabında, siluetine aşina olduğumuz başka mekanlar da var. Tac Mahal, aşk adası Santorini, Rio de Jenairo ve Manhattan gibi... Bunların dışında, “ölmeden önce görülecek yerler” listesine dahil edilmeyen, ancak kitabın sayfaları arasında dolaşınca, Steve Davey’in onları neden unutulmazlar arasında saydığını anladığınız başka yerler de var. Örneğin Hindistan’daki Caisalmer Kalesi, Peru’daki Machu Picchu, Hırvatistan’daki Dobrovnik ya da Tanzanya gibi... İnsanların geçmişlerini ve kültürlerini, yaşadıkları binalara, tapınaklarına nasıl desen desen işlediğini görmek içinizi coşkuyla dolduruyor. Tüm desenler bir araya gelince ortaya çıkan büyük resmin hayali ise göz kamaştırıyor.

Her yolculuktan sonra bir “şey” kalır aklınızda. Bir tat, bir koku, bir duygu ya da bir insan yüzü... O şey her ne ise, tüm yolculuğunuzun özeti gibidir; gezip gördüğünüz her yeri; tüm fotoğrafları, duyguları, anları, anıları akla getiren bir imgedir bu. İmgeyi yaratan ise, yolculuğunuzun doruk noktasındaki bir deneyimdir. Bu nedenle, Steve Watkins ve Clare Jones’un hazırladığı, serinin diğer kitabına, gayet doğru bir seçimle “Şeyler” adı verilmiş.

Kitapta kırk tane “şey” yer alıyor. Bazıları, hayli lüks deneyimler olduğu için, hemen yarın yaşanması mümkün görünmese de, fotoğrafları ve sunum yazıları bile sizi alıp götürüyor. Masa başında hayallere daldırıyor. Öyleyse şimdi, isterseniz, hayal kuralım birlikte. Zaten yolculuklar da hayal kurmakla başlamaz mı?

İtalya’nın Verona kentindeyiz. Dünyanın en eski antik mekanlarından biri olan, Verona’nın kalbindeki açık-hava amfiteatrı Arena, yoğun bir renk ve ses cümbüşü içinde. Sahnedeki onlarca kişi hayli süslü kostümler giymişler. Canlandırılan dönem Mısır’ın en şaşaalı zamanları. İzlediğimiz operanın adı ise Aida. Öyle renkli, öyle etkili bir dünyanın içindeyiz ki, zaman, mekan, her şey birbirine karışıyor, uçuşuyor. Kulaklarımız dinlediği sesten, gözlerimiz sahnede gördüklerinden, zihnimiz hem İtalya’nın hem Mısır’ın büyüsünden memnun. Hal böyle olunca, yolculuğumuzun bu anını “unutulmazlar” arasına ekleyiveriyoruz.

Şimdiki durağımız İsveç. Donmuş köknar ormanları, buz gölleri ve alçak dağlar arasındaki, etrafında ren geyiklerinin gezindiği, yırtıcı kuşların başınızın üzerinde dönüp durduğu Klocka köyündeyiz. Amacımız köpeklerin çektiği kızağa binip karla kaplı bu dingin coğrafyanın keyfini sürmek. Husky denilen köpekler büyük bir karmaşa içinde kızağa koşuluyor. Öyle hareketli, öyle neşeliler ki, kazak çekmek onların en sevdiği oyunmuş gibi. Zaten kızakçımız da “Onlara kızağı çekmeyi değil, durmayı öğretmelisiniz” diye fısıldıyor kulağımızı. Her şey hazır olunca, dar orman patikaları arasında dolaşmaya başlıyoruz. Doğanın sessizliği, karın büyücü, köpeklerin güçlü ve hevesli koşusuyla hoş bir tezat oluşturuyor. Gün batımının kızıllığı karların üzerinde düştüğünde ise, aklımızdan hiç çıkmayacak bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.

Kızakla giderken soğuk iliklerinize işlediyse, buyurun Guatemala’daki Pacaya Yanardağı’na. Antigua şehri yakınlarındaki bu yanardağa tırmanmak pek kolay değil. Yaklaşık üç dört saatlik bir yürüyüş gerektiriyor. Ancak doruğa yaklaştığınızda karşılaşacağımız manzara için buna değer. Çünkü burada bir yanardağın patlamasına şahit olacağız. Tırmanış sırasında, gök gürültüsünü andıran sesler, dağın içindeki hafiyeti haber veriyor. Ardından sıcaklık hissedilir şekilde yükselmeye başlıyor. Doruğa yaklaştığınızda ise dağın kızgın lavlarla renklenmiş başını ve havai fişek gösterilerini andıran lav patlamalarını izliyor ve bu görüntüyü de, unutulmaz deneyimler arasına ekliyoruz.

“İŞ YERİNE HAVAALANINA GİDİN”
Serinin diğer kitabı, doğanın değişik yollarla yarattığı ve insanlara sunduğu bir armağan olan adalara ayrılmış. Kitap, Steve Davey ile Marc Schlossman imzasını taşıyor ve dünyanın her köşesinden onlarca adaya ilişkin bilgiler veriyor. Bazılarının üzerinde büyük limanlar, heybetli tapınaklar, şehir yaşamının bütün karmaşıklığı ve koşuşturmacası var. Bazıları ise, tıpkı hayallerimizde canlandırdığımız gibi...

Bu cennet köşelerinden biri Fiji, bir diğeri Filipinler’deki Palawan Adası. Bir de Seyşeller’deki Cousine ve Praslin adaları var ki, fotoğraflarına bakarken bile bir rüyada olduğunuzu sanıyorsunuz. Altın renkli kumlar ve granit kayalarla çevrili kumsala vuran berrak dalgalarla, yüksek palmiyeler ve adayı mesken tutmuş değişik canlılarla, fotoğraflara yansıyan tüm ayrıntılar, hayalinizdeki cennet imgesine uyuyor.

Stave Davey sunum yazısında şöyle diyor: “Hangi adaya gitmeyi seçerseniz seçin, oraya seyahat etmek her zamankinden daha kolay. Evden ayrılmanızı izleyen 72 saat içinde kendinizi dünyanın öbür ucunda bulabilirsiniz. Yeter ki isteyin. Televizyon almak yerine uçak bileti alın. İşe gitmek yerine havaalanına gidin. Masa başında bir hafta geçirmek yerine cennette bir hafta geçirin.”

Serinin editörü Celal Üster ise keyifli bir öykü aktarıyor. “Öykü bu ya”, diyor Üster, “seneler seneler evvel bir ressam varmış, uğraşı haritalar çizmek olan bir ressam. Gel gör ki, ne zaman bir dünya haritası çizmeye kalksa, karısı hemen atılır, ‘Sevgilim, şuracığa bir ada konduruver, yalnız benim olsun!’ dermiş. Ressam da karısının bu masum isteğine boyun eğer, küçücük bir ada imgesi kondururmuş haritaya. Enginlerde bir serap, bir düşlem, bir gönül adası.”

Keşke hayat Davey’in söylediği gibi olsa, keşke işe gitmek yerine Fiji’ye gidebilsek. O zamana kadar “Adalar” kitabının her sayfası, her fotoğrafı şimdilik bir serap, bir düşlem, bir gönül adası.

Gezginler İçin Unutulmaz Yolculuklar, Yerler, Şeyler, Yürüyüşler, Adalar/ Steve Watkins, Clare Jones, Marc Schlossman, Steve Davey / Çeviren: Celal Üster, Ayça Sabuncuoğlu, Seçkin Selvi/ Boyut Yayıncılık/ 1280 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.10.2009
AÇLIĞIN HİKÂYESİNİ ANLATAN ŞARKI (*)
ALİ BULUNMAZ

Romanın kahramanı küçük Ethel. Zamandaşlarına göre varlıklı bir ailenin kızı. Hatta yakın arkadaşı Xénia'nın hayatına; yoksulluğuna, gelecek kaygısına ve dar yaşamına imrenen biri.

1930'lar, Paris. Ethel'in yaşadığı, hayatı tanımaya başladığı yıllar. Gösterişin hakim olduğu bir ortam. Aynı zamanda yoksulluğun. Her şey iç içe, yan yana. Yaklaşan savaşın ayak sesleri. Avrupa'nın ortasında hafiften kaynamaya başlamış bir kazan.

Hitler'in, iktidara geldiği ve Fransa'da da adının sıkça telaffuz edildiği günlerde, Ethel'in ailesi ve yakın çevresinde “şansölye” veya “Almanya devlet başkanı” biçiminde anılışı. Radyodan duyduğu ses, Hitler'in sesi, Ethel'in kimi arkadaşlarına ürperti veriyor. Salon konuşmaları da, tıpkı parazitli radyo yayınları gibi karmakarışık. Fikirler, düşünce ve görüşler havada uçuşuyor. Alaycı bir tavır var etrafta. Çöküşün daha derin yaşanacağının belirtisi belki de bunlar.

Bir yanda Nazi hayranlığı öte yanda şüphe ve tartışmalar. Kötüleşmeye başlayan ekonomik durum. Yahudi, Bolşevik ve yabancı düşmanlığının serpilmesi de cabası. Almanya'dan yayılan bu virüs, belli miktarda Fransa'ya da bulaşıyor.

Tüm bu yaşananlar ve koyulaşan hava insanlarda, günlük hayatın sürmesine rağmen belli belirsiz bir boşluk yaratıyor: “İnsan gidiyor, geliyor, bir şeyler yapabiliyor, alışverişe çıkabiliyor, piyano dersi alabiliyor, kız arkadaşlarıyla buluşabiliyor (…) gazete okuyabiliyor ve politikayla ilgilenebiliyor, radyoda Alman şansölyesinin (…) yaptığı konuşmayı dinliyordu, şansölyenin öfkeli, patetik, komik, tehlikeli sesi, 'Özgürlük Almanya'yı bir gül bahçesi haline getirdi!' derken tizlerde titriyordu. Ama bunlar boşluğu gidermiyor, yaranın ağzını kapatamıyor, insanın her yıl biraz daha boşalan ve havaya karışan özünü dolduramıyordu” (s. 100-101).

Ethel ve ailesi için çöküş başlamıştı. Babasının dolandılışı yüzünden sıkıntılı duruma düşmüşlerdi. İflas eden baba, tüm servetini dağıtmaya koyuluyordu.

Montpernasse Bulvarı'nda gezinen Ethel, buradaki umursamaz havayı da zihnine kaydeder. Kalabalık mekânlar, yürüyen ve eğlenenler ona şunu düşündürür: “Bütün bu insanlar kayıtsız, herkes kendi sabun köpüğünün içinde (…) Gerçek anlamda kimse kimseyi dert etmiyor” (s. 131).

Arkadaşı Xénia'nın söyledikleri Ethel'i duvara mıhlıyor adeta: “Sen çok rahat bir hayat yaşadın, çok paran var, her şeyin çok fazla, bu nedenle ne istediğini bilmiyorsun. Dünya ya kazanmak ya da kaybetmek içindir, bu da sadece sana bağlı.” Xénia çok bencildi Ethel'e göre, kendi dışındakiler onun için yoktu. Hasta, bulantılı dünyada geçen konuşmalardı bunlar.

Bu sırada radyoda yine o korkunç ses yükselmeye; tehditler savurmaya devam eder. Münih'te, Berlin'de, Viyana'da alkışlar kulakları sağırlaştırır. “Kudret, deha; kurtarıcı güç” gibi yakıştırmalar Paris'te de duyulmaya başlamıştır çoktan. Ethel için kaçıklıktır bu. İcra memurlarının, evlerindeki eşyaları birer birer toplaması da aynı oranda deliliktir. “Güzel zamanların hatıraları” ağır ağır uzaklaşmaktadır. Piyanosunda çaldığı Chopin Noktürn'ü, anılarının ete kemiğe büründüğü eşyalara veda parçasıdır.

Artık farklı bir yaşamdır sürüp giden. Paris'te sessizlik hakimdir. Savaş şiddetini arttırmış, kentin her yanına izlerini bırakmaktadır. Almanlarla yakınlaşmaya başlayan Fransa çelişkiler içindedir. Ethel gibi bu durumdan tiksinti duyanlar da vardır elbet, ama sayıları beklenenden azdır. Yahudiler için çember daralırken, Almanya'nın Fransa üzerindeki etkisi günden güne artar.

Güneye göçerken, ilk anda kendisi ve ailesine mülteci ya da sığınmacı denileceğini aklına bile getirmez Ethel: Ülkesinde mülteci veya sığınmacı olmak onur kırıcıdır. Yollandığı bu yerde gördükleri onu dehşete düşürür: Sokaklarda yiyecek artıkları toplayanlar, açlık ve yoksulluk. Zamanında Hitler'e destek veren ama sonra ülkesinde yabancı haline gelen Fransızlar... Yeni bir dünya arayan ve soyluluklarıyla övünenler, bir anda “ikinci sınıf”a dönüşür. Ethel'e göre olanları anlayamamış, olacakları görememiştir onlar.

İnsanlar durmadan ölür bu arada; “İngilizlerin, Amerikalıların bombalarından değil, yiyecek bulamadığından, nefes alamamaktan, serbest olamamaktan, hayal kuramamaktan...” [s. 152] (…) savaş vardı, en nezih semtlerde insanlar açlıktan kırılıyordu, yosmalar sefil düşmüş, badem gözlü yakışıklılar huysuz ihtiyarlara dönüşmüştü” (s. 158).

Ethel'i Fransa ve Paris'ten ayırıp Kanada'ya, Toronto'ya savuran savaş, ona “bu topraklara beni bağlayan hiçbir şey yok” diye düşündürür. Doğru, kalmamıştır da. Savaş yılları hemen her şeyi süpürmüştür. Şehrinden kovulmuş, yakınlarından kopmuştur. Uzun yıllar sonra Paris'e ziyarete geldiğinde anıları canlanır, savaş günleri, ailesiyle geçirdiği zamanlar aklına takılır.

Kulağında Bolero; açlığın şarkısı çınlar: “O bir kehanet; bir öfkenin, bir açlığın hikâyesini anlatıyor. Gürültü kıyamet sona erdiğinde, arkadan çöken sessizlik hayatta kalıp sersemleyenler için korkunç oluyor” (s. 192).

Hatırlıyor Ethel; geçen günlerini, Bolero'yu, arkadaşlarını ve mekânları. Bir de açlığı. Zaten açlık onun için hem unutulmayan hem de yaşananları hatırlatan bir şey. O günlere ait anı ve tüm hayatını sarsan bir hatıra olarak kalıyor.

Açlığın Şarkısı/ J. M. Le Clézio/ Çeviren: Aysel Bora/ Turkuvaz Kitap/ 192 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.10.2009

9 Ekim 2009 Cuma

YİRMİ SEKİZ YAZAR, YİRMİ SEKİZ ODA (*)
ALİ BULUNMAZ

Otel odası seyahatin bir durağını veya yalnızlığı çağrıştırabilir. Yeni tanışıklıkları da. Önünde sonunda yeni bir mekân, dört duvar arasındaki düşlemlerin de tetikleyicisi olur kimi zaman. Olivier Rolin ve yirmi sekiz arkadaşı, yaşanan ya da kurgulanan otel odası veya imgesiyle okurları buluştururken, deneyim ve hayalleri katıyor işin içine.

“HER ŞEYİN OLUP BİTTİĞİ YER”
Çocukluğu Senegal'de geçen, felsefe ve edebiyat öğrenimi gören; 1968'de sol kanadın önderlerinden olan, Fort-Sudan adlı kitabıyla 1994'te Femina Ödülü'nü kazanan ve roman, gezi güncesi ile anlatı gibi türlerde eserler veren Rolin, hemen başta Odalar'ın ne anlama geldiğini; ne olup ne olmadığını duyurmakla koyuluyor yola: “Odalar'ın hiçbir iddiası yok, bir akımın manifestosu değil kesinlikle, saygıdan biraz öte bir şeylerin birbirine bağladığı yazarlar arasında oynanan bir oyun sadece” (s. 13). Bir bakıma dostların buluşması; yaratılan, gerçekten olmuş veya en azından olması istenenlerin kağıda dökülmüş biçimi.

Pek çok şehir ve bir dolu kentteki otel odası kazınıyor okurun zihnine. Tek tek sıralamak ne kadar anlamlı bilinmez ama birkaçı şöyle: Hong Kong, Berlin, Montevideo, Malabo, Saraybosna, Tromso, Sevilla, New York... Bunlara ek olarak bilinmeyen, hatta hiç kurulmamış şehirlerdeki oteller ve odaları da var.

Yazarların yaptığı enikonu resim çizmek: Sözcüklerle resmedilen odalar var elde. Gezilen onca yerin sonunda bellekte iz bırakan odaların çizimi bu. Mekân üzerine düşünmek mi? Evet ama fazla oyalanmadan okurun zihninde bir imge uyandırmak aslında soyunulan. Bir an evvel sağlam adımlarla anlatılmak isteniyor olup biten. Çünkü malzeme yüklü. Nereden bakılırsa bakılsın yaşanmış; elde ve zihinde kalanlar söz konusu.

Burada gün ışığına çıkan, benzerlikler mi yoksa ayrılıklar mı? Her odanın birbirine yakın yanları var ama yaşanmışlıklar onları farklılaştırıyor. Düzen üç aşağı beş yukarı aynı belki ancak olay ve anılar çok ayrı. Pencerenin bayrak açtığı manzara, kapı, yatak, odayı kaplayan eşyalar ve içeri girene dek görülen yüzler... Tamamı farklı anlatılarda.

Otel odası kimi vakit Emmanuel Carére'in dediği gibi “her şeyin olup bittiği yere de dönüşür. Carére'in anlatımında, beraber yaşadığı sevgilisi Héléne'in kız kardeşi Juliette'in ölümüne dair notlardır aktarılan; bir geceyarısı, sayfalara ilişen karalamalar. Sinemacı kimliğini metne yansıtan Carére, ustalaştığı dram anlatımını bu kez kısa öykü biçimine getirmiş. Konuşmanın mümkün olmadığı, zihni zorlayan bir suskunluğun doldurduğu tasvirle birleşen ve sabahın dördünde kapıyı çalan ölüm gerçeği, “her şeyin olup bittiği” odanın nasıl bir havya büründüğünü gözler önüne serer. Konakladığı otel odaları ve orada yaşadıkları, Carére'in filmlerini kurgulamasına yardım eder; anlattıkları bu yöndedir.

Hayatın; hayatların olduğu gibi odaların da rengi var. Solgun, sararmış olanların ötesinde canlı renkler de dikiliyor karşımıza. Otel odaları yaşamları barındırıyor. Tatmini, doymamışlığı, özlemi ve kırgınlıkları. Soru sormuyor odalar, sorduruyor ve sonunda yazdırıyor. Hayata karışıyor; hayatla karışıyor.

Michéle Deguy, otel odasına bir başka gözle bakıyor; onu içe dönüklük ve felsefilik açısından değerlendiriyor: “Otel odası koridor ve rüyanın ayrıcalıklı bir ilişkisi vardır (...) Koridor Thales teoreminin sezgisidir (...) Odanın içi labirent oluşturur, bir açmazdan ötekine gidilir (...) Oda felsefidir; olabilecek en iyinin yürek darlığını verir” (s. 60-61).

GEZİLEN KENT, UYUNAN KENT
Sabit mekânların yanında bir gemi kamarası da otel odaları arasına sızıyor. Yolculuğun bir durağı değil, kendisi orası. Yolcuğun sonlanışıyla, kamara ve gemiden ayrılış ve karaya ayak basış yeni bir yollanmanın habercisi gibi.

Kimi yazarlar salaş otellere götürüyor bizi. Donuk duvarlarla çevrili, havalandırmasız ve ışıksız bir ortam. Tam karşıtı da mevcut elbet: Her şeyiyle zenginlik kokan otel odaları. Mobilyalar pırıl pırıl, içerisi temiz ve her şey bakımlı. Yüzer oda da olabiliyor bu sözü geçen, ayakları yere basan da.

Tiphaine Samoyault, otelleri “gezginliğin uğrağı” biçiminde tanımlarken, kısa süreliğine de olsa oraların “ev” haline geldiğini söyler. Oda dinlence ve uyku yeridir. Samoyoult'nun “uyumadığım kentleri görmemişimdir, çünkü insan sadece uyurken doğru dürüst görür kentleri; o kentlerin içinde uyurken” deyişi, aktarmak istediğini arı şekilde verir okura (s. 163). Pekin ve orada kaldığı otel, böyle bir anlam taşır onun için: Kalınan, uyunan ve adımlanan bir şehir.

Onun ifadesi, kenti tam anlamıyla yaşamanın, orada tam bir gün geçirmekle eşdeğer oluşuna ilişkin. Kenti anlamak demek, orada kalmak demek; onunla soluk almak ve sonunda günü onunla bitirmek demek biraz da. Samoyault, bunu anlatmaya çabalıyor.

Tek tek betimlemelerden bazı sonuçlar çıkarmak mümkün. Örneğin otelleri şehirlere benzetme gibi yollara giriyor kimi anlatıcı kimisi de odaları kabuğuna çekilmiş insanlarla bir araya getiriyor. Suskunluğun ifadesi olabiliyor odalar, bazen de isyanın içten içe yanan ateşi. Her iki durumda da yaşamdan kopmaz bir parça.

Odanın kapısı, terk edilmişlik duygularına da açılıyor arada bir. En azından Jorge Semprun için böyle; Hostal Don Diego'nun odalarından biri ona bunu çağrıştırıyor: Soğuk, küçük, ahşap eşyalarla döşeli mekân. Benzer odalar, geçmişe dönük hesaplaşmaları gündeme getirebiliyor; tarihsel ve kişisel hesaplaşmaları.

YOLDAKİ YAZARLAR
Odalar'da dikkati çeken en önemli öge, yoğun betimleme ve benzetmelerin bulunması. En ince ayrıntılara varıncaya değin gerçekleşen oda tasvirleri, kimi zaman yaşama kimi zaman da insan ve insanlık hallerine benzetiliyor.

Örneğin anlatıcılardan Arlette Farge, odanın durumunu aşıklarla özdeşleştirmiş: “Sağda pembeye çalan, hareli kumaş yastıklı uzun bir kanepe. Buruşuk, uçucu ve ölgün beyaz çaputlarla, dantellerle, kıvrıntılı gipürlerle dolu üstü, bazısı yere serilmiş, atılmış gibi adeta. İster istemez aşıkların zaman zaman büründükleri o özensiz hava geliyor akla; aynı zamanda mutluluğun, son kertesinde hissettirmeden azalmaya başladığı anları da andırıyorlar” (s. 88).

Gil Courtemonche ise girdiği odada gördüklerini betimlerken şu ifadeleri kullanır: “Hafif solmuş bu sefil sarıyı sevmiyorum, ışıltısız, parıltısız bir sarı bu. Mobilyalardan söz etmedim size, koltuklar gri, yalandan köylü tarzı biçiminde yapılmış çalışma masası ve masalar cilalı ahşap. İnsanları betimleyemezken, neden nesneler betimlensin ki?” (s. 55).

Kitabın bir diğer özelliği, ardına kattığı rüzgârla okuyucuyu odadan odaya, kentten kente ve kıtadan kıtaya sürüklemesi. Olan ve yaşananların yanı sıra kurgular da göze çarpıyor metinlerde. Rolin'in deyişiyle “atlaslarda bulunmayan” yerlerle de yüzleştiriliyor okur kimi sayfalarda. Bulunmayan kent, otel ve odalar öyle tasvir edilmiştir ki, gerçekten var olmadığını sezmek neredeyse imkânsızdır.

Olivier Rolin'in öncülüğünde kaleme alınan Odalar'ı yazan yirmi sekiz yazarın kimlik kartına bakıldığında, ilgi ve üretim alanının hayli geniş olduğu bir liste ile karşılaşıyoruz: Deneme yazarları, tarihçiler, sinemacılar, bilim kurgu yazarları, üniversite öğretim üyeleri, tiyatrocular, gizli ajanlar, psikanalistler, gazeteciler...

Tüm bu meslek gruplarına dâhil olan anlatıcılar dikkate alındığında şu sonuca ulaşmak mümkün: Yirmi sekiz farklı yazar, yirmi sekiz farklı odayı anlatıyor. Beri yandan yirmi sekiz göz, bir o kadar mesleki pencereden bakarak otel odalarını eşeliyor.

Kısa, etkili ve hepsinden önemlisi ilginç ayrıntı ve yaşanmışlıklarla süslenen betimlemeler, ana uğraşı yazarlık olsun olmasın, bir araya kolay gelemeyecek isimleri tek kitapta buluşturuyor.

Odalar/ Olivier Rolin/ Çeviren: Orçun Türkay/ Can Yayınları/ 212 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 08.10.2009

3 Ekim 2009 Cumartesi

ANNENİZ ÖLSE NE YAPARDINIZ? (*)
ALİ BULUNMAZ

Şimdiyse cesaret yaşamayı istemek demektir...”
Roland Barthes

Sartre'ın Edebiyat Nedir? adlı kitabının satırları arasında gezindiğimizde şu cümleyle yüzleşiriz: “Herkesin kendine göre bir nedeni vardır yazmak için. [Yazmak] şunun için kaçış öbürü için ele geçirme yolu. Ama insan keşişliğe, deliliğe, ölüme de sığınabilir; ele geçirme silahla da yapılabilir. Neden ille de yazmak?”

Buna herkesin kendince vereceği bir yanıt vardır elbet. Kaçmak için yazabilir insan, kovalamak için de; unutmak ya da hatırlamak adına da. Felsefeci, göstergebilimci, edebiyat eleştirmeni, edebiyat ve toplum teorisyeni olan; Sorbonne'da öğrenim gören, Collége de France'ta göstergebilim dersleri veren Roland Barthes'ın Yas Günlüğü'nü nereye koymalı o zaman?

Yazdığı onca metin arasına bu günlüğü sıkıştırır; onun oluşturulma nedeni ölümdür. 25 Ekim 1977 günü, 62 yıldır birlikte yaşadığı annesi ölür. Benliğindeki çöküntüyü satırlara döker.

Barthes, annesinin ölümünün hemen ertesinde, 26 Ekim 1977'den, 15 Eylül 1979'a kadar bu günlüğü tutar. Aynı zamana denk düşen pek çok yapıtının izine rastlamak da mümkündür bu sayfalarda.

KEDERİN DALGALI DENİZİNDE
Notları toparlayan ve metnin yayımlanmasını sağlayan Nathalie Léger, Barthes'ın Yas Günlüğü'nün temeli olan fişlerin, kısa ve özlü bir anlatımı gözler önüne serdiğini ifade eder: “Yas Günlüğü tamamlanmış bir kitap değil, yazmayı arzuladığı bir kitabın varsayımsal biçimi. Günlük haliyle o sıralarda kaleme aldığı yapıtların hazırlanmasına katkıda bulunur ve bu özelliğiyle onları aydınlatır.”

Barthes'ın, ölümüyle sarsıldığı annesi Henriette Binger 1893'te doğar. Henüz yirmi yaşında Louis Barthes'la evlenen Binger, iki yıl sonra anne olur. Yirmi üç yaşında, savaşta kocasını kaybeder ve dul kalır. Barthes'ın günlüğünde, ölümüyle yasa büründüğü annesinin çok kısa biçimdeki yaşam öyküsü böyledir.

Annesinin ölümü, günlüğü tutmaya başladığı 26 Ekim 1977'de ona şöyle yazdırır: “Evliliğin ilk gecesi. Peki, ama yasın ilk gecesi?” Acının sayfaları böylece açılır.

Barthes'ın “kadın bedenini tanımadınız siz; annemin bedenini tanıdım ben, o hastayken, sonra da ölüm döşeğinde” deyişi de aynı acının izdüşümü.

Barthes, notlarında içten içe, tuttuğu yası okura sezdirirken öte yandan “yas”ın kendisi üzerine de yoğunlaşır; onu eşeler ve “yas”ın ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışır. Bir ölçüsü var mı yasın? Barthes satır aralarında, tanımlama çabalarına ek olarak bunu da sorgular. Belli ki çok acı çeker. Yazdıkları, hem bunu yansıtma hem de yatıştırma anlamı taşır: “Bu notlardaki şaşırtıcı yan, zihin çevikliğinin pençesinde yıkıma uğramış bir öznenin var olması” (s. 38).

Tuttuğu yas kaotiktir, ifadeler bunun açıklamasıdır. Yaratım sürecindeki özne ve kendisini kıskıvrak yakalayan acı... Barthes, bu gerilimi aşmaya gayret eder. Ama acı ve yasın kendisi pek çok şeyi aydınlatır, gerçek anlamını bulmasını sağlar: “Çok şey, beni huzursuz eden şeylerin önemsizliğini anladım. Benim tuttuğum yas, bir yaşam düzeninin değil, sevgi ilişkisinin yası” (s. 47).

Annesiyle ilişkisini, ona duyduğu sevgiyi, annesinin son dönemlerinde Barthes'ın çektiği sıkıntıyı ve ölümünden sonra oluşan gel gitleri açar okuyucuya Yas Günlüğü. Kimi zaman da rollerin değişimini: “Aylarca annesi oldum ben onun. Sanki kızımı kaybetmişim gibi. Bundan daha büyük acı olur mu?” (s. 64).

Barthes, yaşadığı acının etkisiyle kurcaladığı yasın, sürekli olmaması ve kimi zaman üstünün örtülmesi nedeniyle kolayca aşınmadığı sonucuna varır. Dolayısıyla yas, onun için daha yıkıcı bir kimliğe bürünür ve “kendi yolculuk düzenine sahiptir.”

Annesinin ölümünü izleyen süreçte her nereye gitse, hangi seyahate çıksa, keder ve yas Barthes'la beraber yürür: Marakeş, Kazablanka, Mehioula, Yunanistan... Bütün hepsi acıyı peşinde sürüklediği coğrafyalardır. Acıyı yanında taşıdığı tüm bu seyahatlerine karşın, kendine hep “Neden yolculuk yapmaya katlanamıyorum?” diye sorar; o artık kaybolmuş bir çocuk gibi evine dönmek isteyen bir adamdır.

Barthes, yaşadığı acı ve yasa karşın, bunların nasıl aşılabileceğine dair bir tutamak da bulur: “Büyük krizlerden çıkmayı sağlayan çalışma öyle çarçabuk tasfiye edilmemeli; bana göre bu ancak yazıda ve yazıyla gerçekleştirilir” (s. 141).

UNUTUŞUN ACISINA KARŞI KOYMAK
Barthes'ın yaşadığının, zaman geçtikçe yasın ötesinde keder ve yasın daha çok psikanalitik bir kavram olduğunu söyleyişiyle karşılaşırız. Yaşadıklarına dayanarak 18 Temmuz 1978'de fişlerine şunu yazar: “Herkesin kendi keder ritmi vardır” (s. 172).

Sözünü ettiği “keder ritmi”, annesinin ölümüyle hayatına eşlik eder bir hâl alır ve tüm zamanını kaplar. Yazma ve okuma eylemlerini etkiler. Sonunda ona bir edebiyat tanımı yaptırır: “[Edebiyat] acı çekmeden, gereklerden soluk tıkanmasına uğramadan okuyamayacağım bir şey.” Barthes kedere hastalıkmış gibi bakmaz. Onu insana yabancı bir şey gibi görmez. Hele depresyon benzeri bir ruh haliyle hiç eşleştirmez. Keder Barthes için, “özde var olan kişisel bir durum”dur.

Yas, keder ve acı Barthes'ın kimi zaman korkuya; ölüm korkusuna tutulmasına neden olur. Korkunun üzerine gider ve onu yenmeye çalışır. Diğer taraftan, annesinin ölümü, uzakta duran “bütün insanların ölümlü olduğu” düşüncesini ona anımsatır. Günlükte ortaya çıkan bir başka yön, annesini kaybedişinin üzerinden geçen bir yılda yas notlarının git gide seyrekleşmeye başlaması. Tarihlerin arası açılır, fişlerin sayısı azalır.

Barthes'ın notlarında gözden kaçırılmaması gerek bir şey var: Yaşamdan belli oranda kopmuş ve içine kapanmış bir adam duruyor karşımızda. Buna rağmen yazı ve üretim, onun ayakta kalmasını sağlıyor. Edebiyat ve yazı, onun için nefes almanın bir başka adı; hatırlamanın ve yaşama devam etmenin yolu oluyor. Buradan hareketle, insanın “unutmadığını ama içine boş bir şey yerleştiğini” söylüyor (s. 237).

Barthes'ın annesini yitirişiyle kaleme aldığı notlardan kesif bir acı süzülüyor. “Bir taş gibi boynumda, içimin derinliklerinde” diye anlattığı keder, yoğun şekilde birkaç yıl hayatını işgal ediyor. Onu etkisi altına alan “sıradanlık” (ki burada sıradanlıktan kastettiği bungun ve durgun ruh hali), Barthes'a yıkkın satırları yazdırır.

Ama onun Yas Günlüğü'nü asıl yazma gerekçesi 11 Nisan 1978 günkü satırlarında kendini açığa vuruyor: “Anımsamak için mi yazmalı? Anımsamak için değil de mutlak olarak beliren unutmanın acısına karşı koyabilmek için yazmalı” (s. 122).

Yas Günlüğü'nün sayfalarından okuyucuya aktarılan yalnızlıktır bir ölçüde. Barthes, istemediği ama ruhunu sarsan kaybedişle tek başınalığa sürüklenmiş gibidir. Bu süreç, onun düşünmesine; durumuyla ilgili yorum yapmasına yardımcı olur. Yalnızlığı istemediğini ancak buna gereksinim duyduğu sonucuna varır.

Zamanın öldürücü, geride kalana da (en azından başlarda) yoğun biçimde acı veren bir öge olduğunu da anlarız Barthes'ın yazdıklarından. Zaman, uzun ve yakıcı; bir o kadar da yaraları soğutan özelliğe sahip. Günlüğün satır aralarında bunlar da gizli.

Günlükten, Barthes'ın ömrünün büyük bölümünü beraber geçirdiği annesinde iyi yürekliliği, soyluluğu, masumiyeti ve yumuşaklığı bulduğu kavranıyor. Ölümüyle yol ayrımına geldiği annesine tüm iyi nitelikleri yüklüyor. Bu yüzden hayatının en büyük çöküntüsünü yaşıyor.

Barthes'ın günlüğünde anlatılanlar için okuyucu, “bunlar bizi ilgilendirmez” de diyebilir. Ama burada üzerinde durulan pek çok nokta kişisel bir yas tutmanın ya da öznel bir kederin önüne geçip hemen herkese, günün birinde eline kalemi aldırabilecek yaşanmışlığa doğru yol alıyor. Nihayet notlar, iki kişi arasındaki bağı ve ilişkiyi aşıyor.

Barthes, örtük olarak soruyor: Anneniz ölse ne yapardınız? Yanıtı günlükte: Ben içimden geçenleri; kederin beni sürükleyişini sayfalara döktüm. Siz ne yapardınız?..

Yas Günlüğü/ Roland Barthes/ Çeviren: Mehmet Rifat, Sema Rifat/ Yapı Kredi Yayınları/ 266 s.

(*) 01.10.2009, Cumhuriyet Kitap