27 Ekim 2009 Salı

TARİHSEL YANILGININ PEŞİNDE (*)
ALİ BULUNMAZ

Yalnızca gelecek, 1933’te hakiki Almanya’nın hangisi ve gerçek Almanların da kimler olduğunu söyleyebilecektir: Zamanın az ya da çok materyalist-mitik ırkçı önyargılarını onaylayanlar mı yoksa geçmişteki Almanların hürmet edip ebedileştirdikleri geleneklerin mirasçısı olan kalbi ve aklı temiz Almanlar mı?”
Edmund Husserl, 4 Mayıs 1933

“Delirmesine ramak kalmak, delilikten beter. Deliren kaçar. Çekip gider. Delirmesine ramak kalansa, bir parçasını geride, gerçekler dünyasında bırakır. Bu kalan parça dehşetin varlığından haberdar eder onu. Onda dehşeti soruşturma arzusu uyandırır.”
José Pablo Feinmann


Tarih denilen koca kitap, biraz da yanılgıların; hata ve yanlışların satırlarını sunmaz mı kendisini okumak isteyenlere? Yaşanmışlıkların önemini ve yanılgı (tarihsel hata) olup olmadığını insanoğluna yine zaman gösterir.

Varoluşçu felsefenin ağır toplarından Martin Heidegger’in yaptıkları da zaman mahkemesinde değerlendirilmiş, belli tartışmalarla beraber onunla ilgili kimi fikirlerin oluşmasını sağlamıştır. Heidegger’i felsefi söylemiyle birlikte tartışılır kılan, 1933’teki rektörlük konuşmasıdır. Bu konuşmayı anlamanın yolu, o dönem Almanya’da olup bitenleri kavramaktan geçer.

REKTÖRLÜK KONUŞMASI
1933’te Hitler iktidarı ele geçirdiğinde tüm kurumlarla beraber üniversite de baskı altına alınır. Nasyonal Sosyalist Parti, üniversitelerden “ulusal devrimi” desteklemesini isterken aynı zamanda Yahudi araştırmacı ve öğretilerden kurtulmasını da emreder.

Freiburg Üniversitesi rektörünün protesto amaçlı istifası sonrasında öğretim üyeleri bu göreve oybirliği ile Heidegger’i seçer. Rektörlük konuşması, onun Nazizme destek konuşması biçiminde değerlendirilir. “Alman Üniversitesi’nin Kendini Doğrulaması” başlığını taşıyan konuşma, o dönem ve ileriki yıllarda büyük fırtına koparır.

Nazi kültür politikalarına yenilmeyen, felsefesini de tam anlamıyla benimsemeyen Heidegger, Hitlerciliği sonradan “insanlığın yapısal bir hastalığının tarihsel bir patlayışı” şeklinde ifade etse de, rektörlük konuşması ve Hitler’e yazdığı mektupta yer alan “Führerim, siz bizim insanlığımızın ihtiyaç duyduğu kurtarıcısınız” satırları onu hep kovalar.

José Pablo Feinmann, Heidegger’in Gölgesi isimli romanında düşünürün tartışmalı yaşamı ve eylemlerinden bir kesitle birlikte, ondan etkilenerek Nasyonal Sosyalizme yönelen bir babayı, onun itiraflarını ve oğlunun, o dönemi ve babasını anlamak üzere savaş sonrasında Heidegger’e ulaşma çabasını okurla buluşturuyor.

HER ŞEYİ DURDURAN FIRTINA
Dehşetin sayfaları rektörlük konuşmasıyla açılır. Anlatıcı, oğluna Martin ismini koyuşunu da Nasyonal Sosyalist oluşunu da Heidegger’in o konuşmasına borçlu olduğunu belirtir. Ne de olsa Heidegger’in konuşmada geçen son sözü her şeyi açıklar: “Bütün büyük şeyler fırtınada durur.”

O günler, Hitler’in “ulusal gurur” olarak görüldüğü günlerdir aynı zamanda. Büyük bir savaşta alınan yenilgi sonrası “umut” aranan ve bulunan; Nazizmin yayılıp insanları hipnotize ettiği zamanlar. Beri yandan Heidegger’in yükseliş dönemi. Felsefi söylemi, kitapları ve seminerleri gençleri peşinden sürüklüyor. Varlık ve Zaman, o günlerin kült eseri, elden ele dolaşır. Anlatıcı Dieter Müller oğluna yazdığı mektupta, Varlık ve Zaman’ın kendisini “kör ettiğini” söylüyor ve bu kitabı okumadan dünyadan göçüp gitmemesini öğütlüyor. Tüm bunlar olurken, Heidegger’in “Almanya’yı kurtaracak” hareketin “metafizik ruhu” biçiminde algılanışı da anlatıcı Müller’e göre aynı zamana denk geliyor.

Romanın ilk sayfalarında geçen “Tarihin bu yol kavşağında insanları tanımak mümkün mü? (…) Hepimiz bizi aşan, sürükleyen olaylar ağında yaşamıyor muyduk?” (s. 26) sözü, fırtınalı günleri tanımlıyor gibi.

“Üstat” Heidegger, Rainer, Müller… Tam anlamıyla tanınıyor muydu? Keşmekeşin içinde kimin kim olduğunu anlamak güç. Anlatıcı böyle diyor. Bir de şunu: 1930’lar Almanya’nın kaderinin sokaklarda çizildiği yıllardı. Rainer ve Dieter düşmanı iyi tanıyordu: Bolşevizm. “Ülkeyi kurtarmak” adına girişilen bir mücadelenin parçasıydı ikisi de. En azından öyle hissediyorlardı. Yahudi kapitalizminin Almanya’yı Sovyetlere teslim edeceğinden emindiler.

Luger marka tabanca bu noktada devreye giriyor; okuyucu onu masanın üstünde dururken görüyor. Nefretin tetiğini çeken, Dieter Müller’in yol ayrımına gelişini gösteren ve Rainer’in SA’ları bir varlık olarak; nefretin meşrulaştırılma aracı biçiminde gördüğü bir silahlanmadır, öfke patlamasıdır büyüyen. Filozofların savaşçılara “gerçek var oluşu ve ölüme yönelik varlığı öğretecek öğretmenler” gibi görüldüğü bir ortam aynı zamanda gelip karşımıza dikilen (s. 38).

Heidegger’in Nazizmin öncüsü; rektörlük konuşması ve partiye üyeliğiyle gerçek anlamda felsefi bir önder olarak görüldüğü anlaşılıyor. Hiç olmazsa Rainer ve belli oranda Müller için. Şu söz bunu gayet iyi açıklıyor: “Heidegger bizi köklerimize götürdü; Alman büyüklüğünün gerçek köklerine, Eski Yunan’a” (s. 53). Hitler “kurtarıcı” iken, Heidegger de “asalet” kazandırır Almanya’ya göre; manevi bir aristokrasi yaratır.

Romanın ilk bölümü Müller’in oğluna itirafları, açıklama ve olayları sıralayışını yansıtır. Pek çok şey arka arkaya sıralanır: Nazilerin iktidara gelişi, Heidegger’in rektör seçilişi ve yaptığı konuşma, ertesi yıl rektörlükten ayrılışı; onun Nasyonal Sosyalizmin teorisyeni ya da “Freiburg Führeri” olarak görülüşü… “Üstat” Heidegger’in “ulusumuzun tarihsel misyonu Batı’nın merkezinde bulunmak” sözü, bu bakış açısını doğruluyor Müller’e göre (s. 99).

Belli bir süre sonra Müller’in Nasyonal Sosyalizmin bayağılıklarından tiksinip, bunlara “felsefe” demekten vazgeçişi ve Almanya’yı terk edişi de sıraladığı olaylardan biri.

Oğluna bıraktığı mektubun sonuna doğru Arjantin’de bulunduğu anlaşılan Müller, savaşın bitişini ve insanların o günkü koşullarının “ölüme aşık olma” durumunu gözler önüne serer; Nazilerin düşmanları değil, nesne haline getirilen insanları öldürüşünü vurgular. “Bağışlanmaya ihtiyacım var” deyişi de bu yüzden belki. Suç ortaklığı; doğrudan olmasa bile verdiği destekle dolaylı biçimde öldürüm makinesine arka çıkıştan ötürü, gaz odalarına giden insanlar tarafından affedilmek istiyor. Oğluna da aynı nedenle yazıyor mektubu: Bağışlanmak için. Oğlunun da onu affetmesi için.

SESSİZLİĞE SIĞINMAYAN GENÇ BİR ADAM
Romanın ikinci bölümü genç; oğul Müller’in hikâyesi. Martin Müller, Heidegger’e çok yalın bir soru ile yaklaşıyor tüm olup bitenlerin ardından: “Ne yapmayı düşünüyorsunuz?” Luger burada yine soluk alıp vermeye başlıyor; genç Müller, Heidegger’i öldürme niyetinde olmadığını, sadece onu tetikte tutmak amacıyla tabancayı ortaya çıkardığını söylüyor.

Babasının ölümünden üç yıl sonra Heidegger’le yüzleşiyor. Foucault’nun yardımıyla “insanın ölümü” söylemini sorguluyor. Bir anlamda hümanizmin ölümünün, insanın ölümü demek olduğunu düşünüyor.

Hümanizmin ve dolayısıyla insanın ölümü, öldürülüşü karşısında tavır almamakla eleştirdiği Heidegger’e önemli bir suçlama yöneltir genç Müller: “Sessizliğe sığındınız. Sessizlik bir tür ölüm değil midir? Sözünüzün ebediyen duyulmayacağı uçsuz bucaksız bir toprak, Üstat, sessizliğinizin ifadesi değil mi?” (s. 147). Sonraki satırlarda okuyucu, genç Müller aracılığıyla bir başka soruyla karşı karşıya bırakılır: Sessiz kalmanız, suçunuzu görmezden gelmek için mi?

Oğul Müller, babasından kalan mektupla Heidegger’in peşine düşüp iz sürüyor ve “benim size yaptığım yolculuk, aslında babama yolculuktur” diyerek, ne tür bir keşif için yollara koyulduğunu duyuruyor; babasını anlamaya çabalıyor.

Babasının, mektubunda gaz odasına götürülen bir adama ithaf ettiği son satırları genç Müller’i yaşananların ne anlama geldiğini sorgulamaya itiyor öte taraftan: “Çöpsün, çöpler arasında öleceksin. Senden bağışlanmayı diliyorum. Sana karşı suçluyum. Seni neye çevirdilerse ben oyum. Senin gibi ben de çöplükte çöpüm. Ya da daha kötüsüyüm. Çünkü kendini masum sanan, bilmemeyi, adıma, adımıza, Almanya’nın adına sana yapılandan haberdar olmamayı seçen biriyim. Öyleyse ben de seninle çöp gibi çöplükte öleceğim kurtuluş yok” (s. 159).

Bu satırlar, genç Müller’e miras kalan ve babasının intiharında başrolü oynayan Luger’in neden hep sayfaların gizli kahramanı olduğunu da açıklıyor sanki: Luger, Heidegger’e doğru uzanıyor ve o soru yine tekrarlanıyor: “Ne yapmayı düşünüyorsunuz?”

Genç Müller, yaşadığı Arjantin’de kurulan cuntanın insanları kaybedişini, öldürüşünü ve işkenceden geçirişini, Nasyonal Sosyalizmin eylemlerine benzetir. “Her şey Tanrı adına” veya “bozguncuları dize getirmek” için yapılıyordu! Tıpkı Nazilerin Almanya’da yaptığı gibi: “Kötülüğe karşı verilen savaşta yapılması gerekenler kutsaldır” deyişi de buradan türetilmişti.

1976’da Heidegger, Arjantin’deki en kanlı dönemde öldüğünde, genç Müller, ülkesinde gerçekleşenlerle 1930 ve 40’lı yılların Almanya’sında olanları Nasyonal Sosyalizmin devamı şeklinde nitelendirir. Baskı artınca Freiburg’a dönen Müller kazazede gibi karşılanır. Bir zamanlar babasının ders verdiği Tarih Felsefesi kürsüsüne atanır. Pardösösünün cebindeki Luger’i nehre fırlatır; yakın geçmişte dehşeti ve kıyımı sürükleyen o nehir, Luger’i içine alıp akar gider.

İtiraflar, pişmanlıklar, kayıp ve hesaplaşmalar; yanıtı, alınmak istenen kişi tarafından verilmeyen o soru; “Ne yapmayı düşünüyorsunuz?” sorusu kalır sadece. Sessizliğin ağırlığı, silahın nehre düşüşüyle çıkan ses sayesinde bozulur.

Feinmann, romanı entelektüel yanılgı üzerine kurgularken, baba Müller’in itirafları, pişmanlıkları ve oğul Müller’in sorgulamaları; babasının ve Heidegger’in peşinden gidişini okuyucuya sunar. Bu sürükleniş onu, tarihsel gerçeklerle, zamanın yargılayıcılığıyla ve geçmişe dönük hesaplaşmalarla buluşturur.

Babasını, Heidegger’i ve o dönem gerçekleşen eylemleri anlamaya çalışan genç Müller, aynı zamanda tarihin akışını da kavramaya çabalar. Hataları ya da o zamanın “doğrularını” irdelemeye koyulur.

Babadan kalan mektup ve silah, oğlun bunları sahiplenip yakın geçmişte; bir başka deyişle gölgede kalanları ve sessizlik ile mektubun satırlarında yükselen çığlığı eşelemesi romanın bam telinin yarattığı tınıdır. İnsanları “çöp”e dönüştürenlere yönelik önemli bir isyanı barındırır bu tını. Geç kalmış olsa da.

Heidegger, her ne kadar kaçamak yanıtlar verse ve çoğu zaman sessiz kalsa da ona yakın birinden gelen, yanılgıyı ortaya koyan ve genç bir adamın geleceğe taşıdığı haklı bir yergi ve itiraftır karşımıza çıkan.

Heidegger’in Gölgesi/ José Pablo Feinmann/ Çeviren: A. Cengiz Büker/ Doğan Kitap/ 172 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 22.10.2009

Hiç yorum yok: