21 Ekim 2009 Çarşamba

DURMAYIN, BİR ADIM ATIN (*)

Aslı ULUŞAHİN
Ali BULUNMAZ

Wittgenstein'ın güzel bir sözü var: “İlkin gezginliğe çıkman gerek, sonra yurduna dönebilir ve oradakileri anlayabilirsin.” Bu söz, ister düşünsel bir gezinti ister yolculuk biçiminde ele alınsın, insanın ele avuca sığmaz devingenliğini yansıtıyor sanki.

İnsanoğlu hep hareket halinde. Yaşama katıldığı günden bu yana bir şekilde gezginliğe bulaşmış. Kendini, gidişini, dönüşünü, içeriyi ve dışarıyı anlamak ve görmek adına sürekli yollara düşmüş. Kimi zaman meraktan kimi zaman bir kaçış yaratmak için çantasını sırtına almış. Kısacası yollara koyulmuş; görmeye, keşfetmeye, öğrenip bilmeye yönelmiş.

Gezginler İçin Unutulmaz Yolculuklar, Yürüyüşler, Şeyler, Yerler, Adalar adlı dizi dünyanın dört bir yanına yapılan seyahatleri yazarlarının gözünden anlatırken, insanları yenileri için deyim yerindeyse kışkırtıyor.

Bilgi ve iletişim çağında hemen her şeyi elinin altına alan (ya da aldığını sanan) insan, gezginliği de sanal boyuta taşımayı seçiyor çoğunlukla bugünlerde. Dizinin yazarlarından Steve Watkins ve Clare Jones'un buna itirazı var: “Yolculuğa çıkmayı tercih etmeyenler için en iyisi, dünyayı başkalarının gözünden izlemektir. Oysa web sayfalarında ne kadar dolaşırsanız dolaşın, ne kadar dergi, kitap ya da gazete okursanız okuyun, televizyonda ne kadar gezi programı izlerseniz izleyin hiçbir şey gerçek bir yolculuğun yerini tutamaz.” Watkins ve Jones, coğrafyaları masa başında tanımanın olanaksızlığından dem vurarak “adım atın” demeye getiriyor sözü. Bir anlamda “önce gezginliğe çıkın...” öğüdünü veriyor.

BOTLAR, YOLCULUKLAR
Coğrafya atlasını hatmetmek veya internette yolculuğa çıkmak, kimseyi gezgin ya da bilgin yapmıyor. Önemli olan yolculuğun kendisi, yani bir çeşit deneyim. Yabanıl yaşamdan dünyanın kentlerine; tarihe ve kültüre dek sürülen izler. Bostwana'da doğal ortamın içine dalmak veya Patagonya'da bir buzulu adımlamak...

Yolculuk özünde keşfetmeye dayanıyor. “Unutulmaz” dizisinin hemen her kitabının tüm sayfalarında bunu görmek mümkün. Avustralya'daki ırmak gezintisi, Fransa'daki Midi Kanalı ve ABD'deki 66. Otoyol seyahati, önünde sonunda keşfetmenin kapısını aralıyor. İsveç'in Laponya'sında Ren Geyiklerini görmek de aynı kapıya çıkıyor, İpek Yolu'nda; Pekin'den Semerkand'a uzanan serüven de.

“Kara Kıta”nın Ruanda'sında gorillerle yüz yüze gelmek ya da Kanada'nın Yukan Irmağı'nda bir zamanların altın avcılarının izini sürmek, yine eşsiz kaşifliğin bir parçası. Mimar Gaudi'nin Barcelona'daki yapılarını görmek, insanı Avrupa ile yüzleştiriyor; doğa-kent uyumunu beğenilere sunuyor.

Meksika'nın Sierra Madre dağlarındaki 653 kilometrelik tren yolculuğu macerası ise, 4 bin metreden dünyaya bakış gibi Watkins ve Jones'a göre. İrlanda Wiclow'daki atlı karavan seyahati ise tam bir dinginliği çağrıştırıyor. Orta Amerika'da Kosta Rika'nın Pacuare Irmağı'nda gerçekleşen rafting, tam bir adrenalin yüklemesi. Watkins ve Jones için bu yüklemenin gerçekleştiği Nicoya Yarımadası da sağlam bir bedenin test edilmesi demek.

Watkins ve Jones'un uğraklarından biri de Uzakdoğu: Singapur, Malezya ve Tayland'a Doğu ve Şark Ekspresi'yle yapılan gezi. Tropik ormanlar, çeltik tarlaları ve kireçtaşı kayaları arasındaki egzotik yolculuk.

Fas'ın Dra Vadisi'ni ziyaret ise çöl kentleri ya da çölün kendisini hissetmek demek. Göçebeler, deve kervanları, kasaba ve vahalar... Afrika'nın kuzeyindeki çekici ortam. Madalyonun diğer yüzü ise buz çölü; Antartika. Üç ay güneş yüzü görmeyen, sessizliğin kıtası. Watkins ve Jones Antartika için “macera yolculuğunun doruğu” ifadesini kullanıyor.

Aynı ikilinin kaleme aldığı, “Unutulmaz” dizisinin bir başka kitabı Yürüyüşler, koşturmacada bir soluklanış gibi algılanabilir. Onlara göre yürüyüş “yavaş seyahat”; “keskin bir görüş ve ayağı daha yere basan gezginlik” demek.

Watkins ve Jones bu kitaba 30 yürüyüş almış. Ortalama forma sahip bir insanın tüm bu gezileri rahatlıkla gerçekleştirebileceğini söylüyor iki yazar ve ekliyor: “Seyahat etmenin bir yolu olarak yürümeyi seçmek, belki de yalnızca hafif bir ayak izi bırakarak çevre sorunlarına verebileceğimiz geçici bir yanıttır.”

ABD'deki Yellowstone Ulusal Parkı'ndan başlayan yürüyüş, İtalya'nın Amalfi Sahili'ne uzanıyor. İskoçya'yı geçip, Japonya'nın Kyoto kentine gelince, eski imparatorluğun içine dalıyor okuyucu ve tapınaklar meraklıları bekliyor.

Yağmur ormanlarıyla bezeli Dominika bir başka durak. Flemenko'nun anavatanı Endülüs-İspanya'daki celep yolları, doğal koridorlarıyla yürüyüşe girişenleri selamlıyor. Batı Avrupa'nın çatısı olarak nitelenen Mont Blanc da zorlu bir yolculuk demek.

Fransa'da Somme Savaş Alanları'ndaki adımlar ise 1916'daki büyük çarpışmalarda hayatlarını kaybedenler için saygı anlamına geliyor. 93 yıl öncesinin 19 bin kaybını gün ışığıyla buluşturuyor bu yürüyüş.

Amsterdam kanalları, hareketli kent yaşantısının durgun sularını kazıyor zihinlere. Watkins ve Jones kanallar için “su yolları boyunca yürümek, kanallarla şekillenmiş bir şehrin teklifsiz çekiciliğini içine çekmenin en mükemmel yolu” diyor.

Güneye, yine “Kara Kıta”ya, Tanzanya'daki Kilimanjaro Dağı'na tırmanış, Watkins ve Jones'un aktardığı gibi beş ayrı iklimi yaşatıyor. Takesi Parkuru'yla Bolivya üzerinden İnkalara ulaşmak mümkün, Arizona'da Coyote Tepeleri'nde soluklanmak da. Tepeler, Watkins ve Jones'a göre “Dali'nin bile hayal edemeyeceği gerçeküstü” bir mekân. Botların bağcıkları bu tepelerden inince çözülüyor.

YERLER, ŞEYLER
Yakın dönemde ekranlara gelen bir reklam filmi vardı hani. Önce ne monoton bir hayat yaşadığımızı yüzümüze vuruyor, ardından, ömrünüzü geçirdiğimiz alan işte şu A ile B arasındaki mesafe kadarcık diyordu. Ekrana, film oyuncusunun çok uzaklardaki bir adada gülümseyen yüzü yansıdığındaysa, sinir olmak düşüyordu biz erkan başındakilere.

Steve Davey imzalı Gezginler İçin Unutulmaz Yerler isimli kitap da aynı sinir bozukluğunu yaratıyor doğrusu. Dünya üzerinde gidip görülmesi gereken -ama çoğumuzun henüz görmediği- ne muhteşem yerler olduğunun böyle bir sunumla gözlerimizin önüne getirilmesi, insanın kendini kaplumbağa gibi hissetmesini sağlıyor. Oysa mesele de burada yatıyor. Yani kaplumbağalıktan vazgeçmekte, evden başını çıkarıp yalnızca yaşadığın yere değil, tüm dünyaya bakmakta, çekip gitmekte... Tıpkı Thelma ve Lousie’nin yaptığı gibi...

Hatırlarsınız onları... Yaşadıkları hayattan öyle sıkılmışlardı ki, atlayıp otomobile uzaklara doğru gaza bastı. Yolda başlarına gelen olaylar bir kenara, 1991 yapımı filmin kahramanı bu iki kadın, yolculuk sırasında kendini buluyor, adeta yeniden keşfediyordu. Zaten yolculuk bu anlama gelmez mi? Başka yerlerle birlikte kendini keşfetmek... Filmin sonunda, Thelma ve Louise, Büyük Kanyon’a sürerler otomobillerini. Ancak bu bir final değil, yeni bir başlangıç, özgürlüğü uçuştur sanki.. Thelma’nın eşarbı keyifle uçuşurken, otomobilin gökyüzünde süzüldüğünü hayal edersiniz. Kitapta yer alan, Kanyon’un fotoğraflarına bakarken, yönetmenin onları neden buraya kadar kovaladığını anlıyorsunuz. Kanyon, uçsuz bucaksız görüntüsüyle, özgürlüğü ve sonsuzluğu çağrıştırıyor.

Davey’in kitabında, siluetine aşina olduğumuz başka mekanlar da var. Tac Mahal, aşk adası Santorini, Rio de Jenairo ve Manhattan gibi... Bunların dışında, “ölmeden önce görülecek yerler” listesine dahil edilmeyen, ancak kitabın sayfaları arasında dolaşınca, Steve Davey’in onları neden unutulmazlar arasında saydığını anladığınız başka yerler de var. Örneğin Hindistan’daki Caisalmer Kalesi, Peru’daki Machu Picchu, Hırvatistan’daki Dobrovnik ya da Tanzanya gibi... İnsanların geçmişlerini ve kültürlerini, yaşadıkları binalara, tapınaklarına nasıl desen desen işlediğini görmek içinizi coşkuyla dolduruyor. Tüm desenler bir araya gelince ortaya çıkan büyük resmin hayali ise göz kamaştırıyor.

Her yolculuktan sonra bir “şey” kalır aklınızda. Bir tat, bir koku, bir duygu ya da bir insan yüzü... O şey her ne ise, tüm yolculuğunuzun özeti gibidir; gezip gördüğünüz her yeri; tüm fotoğrafları, duyguları, anları, anıları akla getiren bir imgedir bu. İmgeyi yaratan ise, yolculuğunuzun doruk noktasındaki bir deneyimdir. Bu nedenle, Steve Watkins ve Clare Jones’un hazırladığı, serinin diğer kitabına, gayet doğru bir seçimle “Şeyler” adı verilmiş.

Kitapta kırk tane “şey” yer alıyor. Bazıları, hayli lüks deneyimler olduğu için, hemen yarın yaşanması mümkün görünmese de, fotoğrafları ve sunum yazıları bile sizi alıp götürüyor. Masa başında hayallere daldırıyor. Öyleyse şimdi, isterseniz, hayal kuralım birlikte. Zaten yolculuklar da hayal kurmakla başlamaz mı?

İtalya’nın Verona kentindeyiz. Dünyanın en eski antik mekanlarından biri olan, Verona’nın kalbindeki açık-hava amfiteatrı Arena, yoğun bir renk ve ses cümbüşü içinde. Sahnedeki onlarca kişi hayli süslü kostümler giymişler. Canlandırılan dönem Mısır’ın en şaşaalı zamanları. İzlediğimiz operanın adı ise Aida. Öyle renkli, öyle etkili bir dünyanın içindeyiz ki, zaman, mekan, her şey birbirine karışıyor, uçuşuyor. Kulaklarımız dinlediği sesten, gözlerimiz sahnede gördüklerinden, zihnimiz hem İtalya’nın hem Mısır’ın büyüsünden memnun. Hal böyle olunca, yolculuğumuzun bu anını “unutulmazlar” arasına ekleyiveriyoruz.

Şimdiki durağımız İsveç. Donmuş köknar ormanları, buz gölleri ve alçak dağlar arasındaki, etrafında ren geyiklerinin gezindiği, yırtıcı kuşların başınızın üzerinde dönüp durduğu Klocka köyündeyiz. Amacımız köpeklerin çektiği kızağa binip karla kaplı bu dingin coğrafyanın keyfini sürmek. Husky denilen köpekler büyük bir karmaşa içinde kızağa koşuluyor. Öyle hareketli, öyle neşeliler ki, kazak çekmek onların en sevdiği oyunmuş gibi. Zaten kızakçımız da “Onlara kızağı çekmeyi değil, durmayı öğretmelisiniz” diye fısıldıyor kulağımızı. Her şey hazır olunca, dar orman patikaları arasında dolaşmaya başlıyoruz. Doğanın sessizliği, karın büyücü, köpeklerin güçlü ve hevesli koşusuyla hoş bir tezat oluşturuyor. Gün batımının kızıllığı karların üzerinde düştüğünde ise, aklımızdan hiç çıkmayacak bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.

Kızakla giderken soğuk iliklerinize işlediyse, buyurun Guatemala’daki Pacaya Yanardağı’na. Antigua şehri yakınlarındaki bu yanardağa tırmanmak pek kolay değil. Yaklaşık üç dört saatlik bir yürüyüş gerektiriyor. Ancak doruğa yaklaştığınızda karşılaşacağımız manzara için buna değer. Çünkü burada bir yanardağın patlamasına şahit olacağız. Tırmanış sırasında, gök gürültüsünü andıran sesler, dağın içindeki hafiyeti haber veriyor. Ardından sıcaklık hissedilir şekilde yükselmeye başlıyor. Doruğa yaklaştığınızda ise dağın kızgın lavlarla renklenmiş başını ve havai fişek gösterilerini andıran lav patlamalarını izliyor ve bu görüntüyü de, unutulmaz deneyimler arasına ekliyoruz.

“İŞ YERİNE HAVAALANINA GİDİN”
Serinin diğer kitabı, doğanın değişik yollarla yarattığı ve insanlara sunduğu bir armağan olan adalara ayrılmış. Kitap, Steve Davey ile Marc Schlossman imzasını taşıyor ve dünyanın her köşesinden onlarca adaya ilişkin bilgiler veriyor. Bazılarının üzerinde büyük limanlar, heybetli tapınaklar, şehir yaşamının bütün karmaşıklığı ve koşuşturmacası var. Bazıları ise, tıpkı hayallerimizde canlandırdığımız gibi...

Bu cennet köşelerinden biri Fiji, bir diğeri Filipinler’deki Palawan Adası. Bir de Seyşeller’deki Cousine ve Praslin adaları var ki, fotoğraflarına bakarken bile bir rüyada olduğunuzu sanıyorsunuz. Altın renkli kumlar ve granit kayalarla çevrili kumsala vuran berrak dalgalarla, yüksek palmiyeler ve adayı mesken tutmuş değişik canlılarla, fotoğraflara yansıyan tüm ayrıntılar, hayalinizdeki cennet imgesine uyuyor.

Stave Davey sunum yazısında şöyle diyor: “Hangi adaya gitmeyi seçerseniz seçin, oraya seyahat etmek her zamankinden daha kolay. Evden ayrılmanızı izleyen 72 saat içinde kendinizi dünyanın öbür ucunda bulabilirsiniz. Yeter ki isteyin. Televizyon almak yerine uçak bileti alın. İşe gitmek yerine havaalanına gidin. Masa başında bir hafta geçirmek yerine cennette bir hafta geçirin.”

Serinin editörü Celal Üster ise keyifli bir öykü aktarıyor. “Öykü bu ya”, diyor Üster, “seneler seneler evvel bir ressam varmış, uğraşı haritalar çizmek olan bir ressam. Gel gör ki, ne zaman bir dünya haritası çizmeye kalksa, karısı hemen atılır, ‘Sevgilim, şuracığa bir ada konduruver, yalnız benim olsun!’ dermiş. Ressam da karısının bu masum isteğine boyun eğer, küçücük bir ada imgesi kondururmuş haritaya. Enginlerde bir serap, bir düşlem, bir gönül adası.”

Keşke hayat Davey’in söylediği gibi olsa, keşke işe gitmek yerine Fiji’ye gidebilsek. O zamana kadar “Adalar” kitabının her sayfası, her fotoğrafı şimdilik bir serap, bir düşlem, bir gönül adası.

Gezginler İçin Unutulmaz Yolculuklar, Yerler, Şeyler, Yürüyüşler, Adalar/ Steve Watkins, Clare Jones, Marc Schlossman, Steve Davey / Çeviren: Celal Üster, Ayça Sabuncuoğlu, Seçkin Selvi/ Boyut Yayıncılık/ 1280 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.10.2009

Hiç yorum yok: